29 Kasım 2013 Cuma
28 Kasım 2013 Perşembe
TEB oyun güz 2013 / 19. sayı
Başyazı Üstün Akmen
Editör Yazısı Tijen Savaşkan
Tiyatro Toplumbilimi Üzerine Özdemir Nutku
Polonya Festivallerinde Tiyatro Kerem Özel
Nâzım Hikmet Tiyatrosu Sevda Şener
Genco Erkal Tülay Günal ile Saygı Duruşunda: Yaşamaya Dair Üstün Akmen
Yaşasın, Ali Paşa Hanı Tiyatro Oldu Hasan Kuruyazıcı
İbsen'in Kadınları. Viyana Akademi Tiyatrosu'nda Hayaletler Zehra İpşiroğlu
Sahne Işığı Nereye Gidiyor Yakup Çartık
Bir Karşı Tecavüz Oyunu: Yollu Seda Tansuker Selçuk
Çağdaş Bir Meddah Gösterisi: Zilli Şıh Banu Çakmak
Türkiye Sanat Kurumu Yasası Ne Getirecek, Neler Götürecek
Bir Değerlendirme ve Çağrı Denemesi Yücel Erten
Düne Dair Her Şey Bugün Artık Eskidir Gülşen Karakadıoğlu
TÜSAK Yasa Tasarısı Hakkında Görüşler Tamer Levent
Sanat'ın Ölümü Meriç Sümen
Devlet Sahne Sanatları Yasa Taslakları Şenol Tiryaki
Etiketler:
dans,
dergi,
genco erkal,
henrik ibsen,
meddah,
mehmet kerem özel,
nazım hikmet,
polonya,
TEB oyun,
tiyatro,
tülay günal
27 Kasım 2013 Çarşamba
NRW051 alexander balanescu konseri
PINA40’ın müzik programının pazartesi akşamki konuğu barmen
operası sahnesinde balanescu quartet ve konuk sanatçı olarak félix lajko idi.
1981’den beri pina bausch’un yapıtlarında andreas
eisenschneider ile birlikte müzik danışmanlarından biri olarak çalışan matthias
burkert topluluğu sahneye davet etmeden önce bir anısını da paylaştı: alexander
balanescu’nun müziğini kullandıkları “masurca fogo” ile londra’da turnedeyken,
bir gösteri sonrasında balanescu sahne arkasına gelip pina bausch’a tanışmış, sarılmışlar
ve ağlamışlar…
alexander balanescu’nun müziği gerçekten de en ritmik,
tempolu ve sert hatlı olduğu anlarda bile yoğun ve yumuşak bir hüzünle kaplı.
“masurca fogo”dan “nefes”e, “ten chi”den “agua”ya, “sweet
mambo”dan “bamboo blues”a ve diğerlerine, çoğu ortak proje olan 11 yapıtta danslara
eşlik eden balanescu’nun müziği coğrafyalar üstü bir nitelikte pina bausch’un
yapıtlarının atmosferini belirleyen başat öğelerden biri aslında.
“maria t.” albümünden “aria” ve “life and death”in
kullanıldığı “vollmond” ise, herhalde bausch-balanescu birlikteliğinin en
etkileyici örneklerinden biri.
pazartesi akşamki konserde de zaten salonda en çoşkulu
alkışlardan biri, balanescu quartet’in birbirine bağlayarak çaldıkları
“mountain call”, “aria”, “interlude” ve “life and death” sekansı sonrasında
koptu.
balanescu, maria tanase’nin romanya’nın sıradışı, muhalif,
hiç bir rejimle dirsek teması olmayan, yahudi olsun macar olsun hiç bir dostuna
ihanet etmeyen, müstesna sanatçılarından biri olduğunu söyleyerek girdi söze.
1963’de vefat eden şarkıcının 2013 100. doğum yıldönünün kutlandığını da
belirtti.
maria tanase’ye adadığı 2005 tarihli albüm onun şarkılarını
ve bestelerinin ritimlerini olduğu kadar ondan esinlenen veya onun sesini
kullanan bestelerden oluşuyormuş. bu albümden olan ve maria tanase’nin ses
kaydını da içeren “life and death”in romencesi “lume lume” imiş; bu tabiri
yabancı bir dile çevirmek çok zormuş, çünkü romenlerin hayata bakışlarını,
hayat felsefelerini dillendiren bir tabirmiş; ölümcül ve karamsarmış.
balanescu quartet & maria tanase: life and death (lume lume)
balanescu quartet & maria tanase: life and death (lume lume)
balanescu quartet “luminitza” ve “maria t.” albümlerinden parçalar seslendirdikten sonra, alexander balanescu sahneye “tanıdığım yaşayan en iyi doğaçlama çalan kemancı” diyerek felix lajko’yu davet etti. quartet ile lajko ilk defa PINA40 etkinlikleri kapsamında bir gün önce tanışmışlar ve o akşam ilk defa aynı sahneyi paylaşıyorlardı.
beylik bir tabir olacak ama; lajko gerçekten de
doğaçlamalarıyla kemanını konuşturdu. iki uzun parçada quartet ile lajko
muhabbetli bir sohbete tutuştular. barmen operası’nın sadece parterini ve
birinci balkonun ön sırasını dolduran bizler de bu sohbeti hayranlıkla
izledik/dinledik.
üçüncü parçada, o zamana kadar salonun farklı koltuklarında
oturan tanztheater wuppertal dansçıları yavaş yavaş hareketlenip, bazısı olduğu
yerde bazıları sahneye çıkarak, bazıları salonun kolonları arasında, bazısı
arka perdenin önünde bazısı sahnenin ön ucunda doğaçlama dans etmeye
başladılar; eşorfmanlar içinde olanı vardı, taytlı olanı, şık giyinmişi,
üzerinde montu olanı.
içlerinden geldiği gibi, o anda kendi yarattıkları
koreografilerde hareket ediyorlardı. inanılmaz, tüyler ürpertici bir sürprizdi;
ailecek birinci balkonun en ön sırasında oturduğumuz için bütün salona ve
sahneye hakimdik; müzik, hareketler ve mekan tek bir bütün olmuştu; seyirciler
olarak bizler de onun bir parçasıydık; etkili, duygusal ve hiç bitsin
istemediğim bir zamandı..
topluluğun, biri lajko ile birlikte üç kere bise çıkmasıyla,
90 dakika olarak belirtilen konser iki saati aşan bir süreye uzadı; keyiften
mest olduk olmasına; köln trenine yetişmek için barmen istasyonuna koşarken de
arkamızda konserin enerjisi ve rüzgarı vardı…
balanescu quartet: aria
balanescu quartet: aria
26 Kasım 2013 Salı
NRW050 susanna baca konseri
wuppertal vadisi’nin tepelerinden birinde ormanın içinde bir açıkhava heykel parkı var. pazar günü parkın içindeki, bütünüyle camdan pavyonda pina bausch’un son dönem yapıtlarında sıklıkla müziklerini kullandığı şarkıcılardan biri, and dağlarından perulu susanna baca’nın konseri vardı.
çıplak ayakları, somon rengi ipek-şifon elbisesi, zarif
tavırları ve yumuşacık sesiyle 70’lik susanna baca ormanda bir su perisi
gibiydi.
kendisine gitar, perküsyon, keman ve basla eşlik eden dört
kişilik müzisyen ekibiyle susanna baca 90 dakika boyunca hiç oturmadan, hatta
bazı şarkılarda dans ederek bizleri kendisine hayran bıraktı.
PINA40 jübile sezonu kapsamındaki konserde susanna baca
doğal olarak pina bausch’u da andı. brezilya esinli “agua” yapıtında bausch’un
kullandığı “de los amores” adlı şarkısından önce, salonda bausch dansçılarından
olup olmadığını sordu ve onları dansa davet etti. bu haftasonu bausch
dansçılarının gösterisi olmadığı için, çoğu konserdeydi zaten. “agua”da “de los
amores” ile solosu olan julie shanahan gündelik kıyafet içinde, bütün
doğallığıyla ve kısıtlı hareket alanına rağmen oldukça etkileyici bir
performans sundu. doğaçlama yapan bir dansçıyı canlı müzik eşliğinde, doğal atmosfer içinde ve el uzatma
mesafesinde izlemek büyük bir keyifti.
Etiketler:
dans,
julie shanahan,
müzik,
pina bausch,
susanna baca
25 Kasım 2013 Pazartesi
NRW049 müreffeh düsseldorf'da genet'nin "hizmetçiler"i
(fotoğraflar: sebastian hoppe)
jean genet’nin “hizmetçileri”ni bu yaz sdyney’de cate blanchett ile isabelle huppert canlandırdılar. cate blanchett’in, tiyatro yönetmeni eşi andrew upton ile birlikte kurduğu ve yönettiği sdyney theatre company’nin, başrollerinde çoğunlukla blanchett’in oynadığı birbirinden iyi oyunları (“ihtiras tramvayı”, “vanya dayı”, botho strauß’un “groß und klein”, david mamet’in “blackbird”) turneye çıkıp viyana, paris, new york, Recklinghausen, londra dolaştılar, ancak “hizmetçiler” sadece sydney için düşünülmüş; huppert bir film çekimi için oradaymış, vakti değerlendirmişler. dünyanın geri kalanı için büyük bir kayıp!
başrollerinde huppert ve blanchett gibi yıldızlar
oynamıyordu ama düsseldorfer schauspielhaus’da on gün önce prömiyer yapan
“hizmetçiler” de oldukça iyi bir yapımdı.
düsseldorf tiyatrosu’nun kara kutu niteliğindeki küçük
salon’unda sahnelenen oyunda, sahnenin tamamı çıplak bir şekilde gözüküyordu. ortada,
yaklaşık bir metre yükseltilmiş, 6x6 metrelik bir platform kurulmuştu; boks
ringinden tek eksiği etrafını saran iplerin olmayışıydı. salonun sahne kısmının
bütününün tavanı ise sıra sıra, sayısız kıyafet kılıfı ile kaplıydı. oyun
başladıktan sonra, sahnelerin içeriğine bağlı olarak bu sıra sıra dizilmiş
kılıflar, önden arkaya veya arkadan öne doğru yükselecek şekilde, ya da
platformun hemen üzerinde asılı kalacak şekilde aşağı inip yukarı
kaldırıldılar.
hanımlarının kıyafetlerinin içlerine girip hanımlarına
bürünen iki hizmetçiyi anlatan bir oyun için enfes bir sahne tasarımı.
hizmetçilerin hanımlarına duydukları öfkede sınıfsal düzenin
önemli bir rol oynadığı oyunda dizi dizi sayısız kıyafet kılıfı oyunun
anafikrini çok güzel bir şekilde cisimleştirmişti. ayrıca, bu tek bir malzeme
kullanılarak yaratılmış kalabalık görsellik de oldukça etkileyiciydi.
oyunun kitapçığındaki fotoğrafların altında oyuncuların
kullandıkları makyaj malzemelerinin (rujların, maskaraların) isimlerinin
(lancome, dior, chanel) yazması da elbise kılıflarıyla aynı fikre hizmet ediyordu.
kendisi de bizzat hayatın acı ve sert kısmında yaşamış jean
genet “balkon”, “zenciler”, “paravanlar” gibi diğer ünlü oyunlarının yanısıra,
1933 yılında fransa’da gerçekleşmiş gerçek bir olaydan (iki hizmetçinin
hanımlarını ve kızını vahşice katletmeleri) esinlendiği 1947 tarihli “hizmetçiler”
ile de edebiyat-tiyatro dünyasında ses getirdiği kadar tartışma da yaratmıştı.
abla-kardeş olan iki hizmetçi hanımlarını sevdikleri gibi
ondan nefret de etmektedirler. hanımlarını o kadar severler ki, evin beyini
polise ihbar ederek hapse girmesini sağlayarak hanımlarından uzaklaştırmayı
bile göze almışlardır. sevgi ölümle de eş gitmektedir; hanımları evde yokken
hizmetçiler, biri onun kılığına bürünerek öldürme oyunu oynarlar. ancak her
seferinde, hanımlarının eve gelme saatine ayarladıkları alarm çalar ve oyunlarının
öldürme kısmını bir türlü gerçekleştiremezler. evin beyinin delil
yetersizliğinden hapisten salınmasını öğrenmeleri iki hizmetçinin, hanımlarının
yokluğunda oynadıkları oyunu, varlığında tekrarlamalarına neden olacaktır. hizmetçilerin
cesaret ile tereddüt, aşağılanma ile başkaldırı arasında gidip gelen ruh
halleri sonunda kendilerinin başını yakacaktır.
düsseldorfer schauspielhaus’daki “die zofen” (hizmetçiler),
şimdiye kadar yönetmen asistanlığı yapmış nele weber’in ilk yönetmenlik denemesi.
weber bence oldukça başarılı bir işe imza atmış.
weber oyunun başında; arka duvarda siyahbeyaz görüntülerle
kulisten canlı yayın izletiyor bize; üç kadın oyuncu bir sepetin içinden kura çekiyorlar
ve kim iki hizmetçi oynayacak, kim hanım’ı o anda belirleniyor. sonra
hizmetçileri çekmiş olan iki oyuncuyu kulis koridorları boyunca sahneye doğru
ilerleyişlerini izliyoruz; mücadeleye çıkan boksörler veya gladyatörler gibi.
sahne kapısından içeri girip, platform çıktıklarında ise, bir yandan bangır bangır
fransız milli marçı çalmaktadır. sahnenin iki yanında seyirciye yakın tarafta
birer düzenek hazırlanmış: yüz hizası yüksekliğinde küçük makyaj masaları, masaların
diğer ucunda da birer küçük kamera. iki oyuncu “hizmetçi” makyajlarını (aslında
oyun içinde oyun şekilde başlayan “hizmetçiler”de hizmetçilerden biri “hanım”ı
oynayacaktır, o yüzden biri “hanım” makyajını) yaparken, yan duvarlara
kameralardan görüntüleri yansır; bu sayede, sanki iki oyuncu ayna varmış da ona
bakıyorlarmış gibi bir efekt yaratılır; bu sayede hem iki oyuncu makyaj
yaparken o görüntüye bakarak yaparlar hem de biz seyircilere yan yüzleri dönmüş
oldukları için görüntülerden onların ön yüzlerini görme imkanımız olur.
nele weber’in “hizmetçiler”i sadece kamera görüntülerini
zekice kullanan fikirleriyle, sahne tasarımıyla değil, oyuncu yönetimi ile de
oldukça başarılı.
üç oyuncu da çok çok iyiyler. “oyun oynadıkları” sahnelerde
groteske kaçarak, hanımın gelmesinden sonraki sahnelerde gerçekçi oyunculuğa
ağırlık vererek gerilimi üzerlerinde taşıyan hizmetçileri benim izlediğim
akşamda canlandıran oyuncular (kardeş claire’de xenia noetzelmann, abla
solange’da verena reichhardt) çok başarılıydılar.
hanım’ı oynayan oyuncu da (anna schudt), hizmetçilerin gerçekçiliklerine
karşıtlık yaratan abartılı jestleriyle oyunun gerilimini bıçak sırtı bir
dengede tuttu.
nele weber’in arasız 90 dakikalık “hizmetçiler”i her açıdan
tatmin edici bir tiyatro gösterisiydi.
24 Kasım 2013 Pazar
NRW048 bir "peer gynt" daha
ünü gittikçe artan schauspiel dortmund’un genel sanat yönetmeni kay voges’in methini bir kaç yazıda okuyunca, ne yapıp edip bir oyununu izlemek istedim; bana denk gelen tarihe, şansıma “peer gynt” çıktı.
geçtiğimiz yıllarda istanbul’da ışıl kasapoğlu’nun
işsanat’ta çocuk oyunu olarak, ve ayrıca da oyunbaz’ın “peer gynt”i sahnelemiş
olduklarını öğrenmiş olmama rağmen, türkiye’de bu kadar yıldır bir tek peer
seyredememişken, şu kısa sürede almanya’da ikinci gynt’imi izlemiş oldum.
“peer gynt”’in almanya’da en çok sevilen oyunlardan biri
olma nedeni, “faust”un dert edindiği konularla paralellik içermesi; “peer gynt”
için boşuna “kuzeyin faust’u” tabiri kullanılmıyor.
kay voges, sahnelediği oyunlara damgasını vuran yönetmenlerdenmiş;
“peer gynt”ini izleyince bu yoruma hak verdim.
1970’lerde peter stein’ın schaubühne’de sahnelediği altı
saati aşan efsanevi “peer gynt”ten; iki hafta önce düsseldorfer
schauspielhaus’da izlediğim staffan valdemar holm’un 3.5 saatlik “peer gynt”inden,
sonra kay voges’inki sadece 90 dakika sürdü ve sahnede sadece altı oyuncu ve
bir müzisyen vardı.
üçü kadın üçü erkek oyuncuların her biri oyun boyunca peer
gynt’i canlandırdılar; hatta bazı sahnelerde beşi veya altısı birden aynı anda
peer gynt oldular. ihtimal ki, yönetmen kay voges, “kendini arayan modern insan
peer gynt”te doğruları, yanlışları, tutkuları ve hayalleriyle “evrensel insan”ı,
hepimizi görmüş olmalı.
oyun, sahneyi bütünüyle kaplayan, su dolu bir havuzun içinde
oynandı (sahne tasarımı: michael sieberock-serafimowitsch).
su, ışık yansımaları sayesinde peer’in dolaştığı farklı dünyaların
atmosferlerini sahnenin siyah kumaşla kaplı yan ve arka duvarlarına yansıtılmasını;
oyuncuların boyalardan çabucak temizlenip, başka bir role (boyaya) kolayca
bürünmelerini sağladı.
ayrıca; hepimizin dünyaya gelirken içinden çıktığımız
karanlık rahimin su dolu olduğunu düşündüğümde, kay voges’in bir nevi “evrensel
insan” olarak yorumladığı “peer gynt”i su dolu bir sahnede sahnelemesi bende daha
bir anlam kazandı.
voges'in mizanseni oyuncular için de katmerli zorluk içeren müthiş bir meydan okuma: bütünüyle suyun içinde oynamanın zorluğu, rol değişimlerinde yüz ve bedenin bütünüyle boyanmasının zorluğu, bir çok rolü birden oynamanın yanısıra "aynı rolü" de oynamanın zorluğu.
schauspiel dortmund'un altı oyuncusu bu zor görevin altından başarıyla kalkıyorlar.
oyuncular kostüm ve aksesuar değişimlerini oyun sırasında
seyircilerin önünde gerçekleştiriyor. oyuncuların karakter değişimlerinde
kullandıkları en önemli öğe boya; evet, yüzlerine, bedenlerine sürdükleri ve
gerektiğinde içinde bulundukları havuzun suyuyla yıkayıp temizlendikleri renkli
boyalarla karakterden karaktere geçiyorlar.
örneğin kadın oyunculardan biri yüzüne ve bedenine sıvadığı
yeşil boya ile troll prensesini canlandırdıktan hemen sonra, suya yüzünü ve
kollarını yıkayıp bir diğer role giriyor; aynı şekilde, solveign’i oynayan kadın
oyuncunun bedenini beyaza boyaması, veya peer gynt’in kaçırdığı gelinin kırmızı
boyalı olması gibi..
oyundaki kadın-erkek bütün oyuncular peer gynt oldular, bütün
oyuncular bir çok role büründü, ama iki protagonist baştan itibaren sabit kaldı, hep aynı iki oyuncu tarafından canlandırıldı:
peer’in annesi ve onu yıllarca bekleyen sevgilisi solveign’i oynayan oyuncular
hep aynılardı; belki de oyunda baştan itibaren “kendileri olan ve kendileri
kalabilen” tek karakterler onlar olduğu için..
sonda peer, onu yıllarca bekleyen ve bekleme gücünü
“inancından, umudundan ve sevgisinden” alan solveign’de şefkat bulmaya gelmişken,
kay voges’in yorumunda, boşlukta kalır; çünkü solveign de aslında peer’lerden
biri değil midir. ibsen’in sorunsallaştırdığı “kendini bulmak” ile “kendine
yetmek” ikilemi voges’in yorumunda başka bir boyut kazanmış olur; solveign ile
peer ayrı ayrı sahnenin arka karanlığında kaybolurlar..
kay voges'in "peer gynt"i dinamik temposu, güçlü ve etkileyici görüntüleri, öne çıkan biçimi kadar anlam dolu içeriğiyle ve oyunculuklarıyla unutulmayacak bir tiyatro deneyimiydi.
oyunun fragmanı:
kay voges'in "peer gynt"i dinamik temposu, güçlü ve etkileyici görüntüleri, öne çıkan biçimi kadar anlam dolu içeriğiyle ve oyunculuklarıyla unutulmayacak bir tiyatro deneyimiydi.
oyunun fragmanı:
23 Kasım 2013 Cumartesi
NRW047 "oyunun oyunu" "büsbütün çılgınlık"a dönüşürse!
oyuncular: metin belgin, seray düşenkalkar, ertuğrul ilgin,
sadrettin kılıç, meral oğuz, atilla olgaç, ilkay saran, musa uzunlar, nurinisa
yıldırım.
yönetmen: chris harris.
yazar: michael frayn.
topluluk: istanbul devlet tiyatrosu.
sezon: 1989-90.
hayatımda seyrettiğim en iyi komedilerden biriydi; doymamış,
dört kere izlemiştim; dördüncüsüne üniversite sınıfımdan 20 arkadaşımı
götürmüştüm.
schauspielhaus köln’ün yeni prodüksiyonlarından birinin bu
oyun olduğunu görünce ve prömiyer sonrası kötü eleştirileri okuyunca; bu kadar
muhteşem bir metin nasıl kötü sahnelenebilir diye meraktan; akşamım da boştu;
gittim seyretmeye.
boğaz köprüsü’nün kablolarının imal edildiği carlswerk
fabrikası’ndan dönüştürülmüş tiyatro salonlarından depot 1’de oynuyor “der
nackte wahnsinn” (büsbütün çılgınlık).
daha önce bu sahnede ayn rand uyarlaması “atlas silkindi”yi
izlemiştim; depot 1’in sahne uzunluğu 25 metre; bir farsın en son oynanacağı
salon!
25 metrenin yaklaşık 17-18 metresini devasa dekorla kaplarsanız;
matematiğin ve sahne trafiğinin çok önemli olduğu, saniyelerle kapıların açılıp
kapanmasına, oyuncuların hızlı ve seri hareket etmesine dayalı bir oyunda,
oyuncu bir yandan diğer yana 10 metre koşarsa; olmuyor!
üstelik bir de yönetmen (rafael sanchez), oyunun özünde
zaten var olan dinamizmi ve matematiği yeterli bulmayıp, “yönettiğini”
göstermek için “zorlama” eklemeler, mekansal düzenlemeler ve mizansenler
koyarsa; hiç olmuyor!
çok basit bir örnek: sahnede dört tane piyano var; oyun
sürerken iki piyanist durmadan yer değiştirerek, sahnedeki hareketlere,
tempoya, dinamizme uygun müzikler çalmaktalar; bazen de koltuklardan birinde
öylesine oturmaktalar. zaten koskoca bir sahne; zaten mikrofonla oynanıyor, bir
de müzik eklenince; anla anlayabilirsen!
zaten oyunun trafiği yeterince çetrefil; bir de
piyanistlerin trafiği eklenirse, hele de oyunun mantığına anlamsız
kalıyorlarsa; hiç hiç hiç olmuyor!
schauspiel köln prodüksiyonunun en başarılı öğesi
oyunculardı.
onlarla bir daha karşılaşır mıyım, onları başka bir oyunda
izler miyim bilmiyorum; ama yönetmenin kurbanı olmuş bu çok iyi oyunculara
saygımdan isimlerini paylaşıyorum:
bruno cathomas, robert dölle, julischka eichel, benjamin
höppner, yvon jansen, thomas müller, sabine orléans, julie riedler, jacob leo
stark.
22 Kasım 2013 Cuma
NRW046 dişil faust
elfriede jelinek “sekundärdrama” diye bir tür yaratmış
kendine; dert edindiği tiyatro metinlerinden yola çıkarak yazdığı oyunlar
bunlar, ancak kendi başlarına sahnelenmelerine izin vermiyor, çıkış noktası
olan oyun sahnelenirken yanında, üstünde, “altında” sahnelenmesini şart koşuyor
“ikincil drama”lar bunlar.
jelinek ilk olarak lessing’in “nathan der weise” (bilge
nathan)’ı için yazmış böyle bir ikincildrama. birbuçuk yıl önce çek yönetmen dušan
david pařízek’in zürich schauspielhaus’ta sahneleyeceği “faust” için de
“faustIn und out” çıkmış ortaya. [faust’a eklenen “in” ve out” eklerinin malum
anlamları dışında, almancada “in” eki eril bir kelimeye eklendiğinde o kelimeyi
dişil hale getirir; örneğin arbeiter: erkek işçi, arbeiterin: kadın işçi]
bu sezon düsseldorf schauspielhaus’da seyrettiğim iki
oyunundan hayranlıkla bahsettiğim çek yönetmen pařízek, ilk defa zürih’te
sahnelediği “faust 1-3” adlı projesini, ekim sonunda aynı oyuncu kadrosu ve
sahne tasarımıyla düsseldorf’a taşıdı.
“faust” büyük salonda oynanırken, jelinek’in metni “faustIn
und out” tiyatro binasının bodrumundaki küçük prova salonunda oynanıyor. sadece
50 seyirci sığıyor buraya, üç de kadın oyuncu: gretIn, faustIn ve geistIn.
yaklaşık 70-75 dakika sonra bu oyun bitince, seyirciler
oyuncularla birlikte yukarıdaki oyuna dahil oluyorlar. eğer baştan itibaren
büyük salondaki “faust”u izlemek istiyorsanız, bir kere daha gelmelisiniz.
bunun bir goethe oyunundan ziyade jelinek’in damgasını
vurduğu bir proje olduğunu düşündüğümden ben “faustIn und out”a bilet alıp,
bodruma “kapatılan” 50 kişiden biriydim. eğer boş akşamım kalırsa, “faust 1-3”ü
bir de yukarda baştan sona izlemeyi planlıyorum, bakalım..
goethe’nin “faust”una pek hakim değilimdir; I ve II olarak
iki “faust” olduğunu bilmiyordum. “faust”un içindeki sahneleri, karakterleri,
olayları da ezbere bilmem. tabii ki genel hikayeyi az çok biliyorum: faust ile
mephistoteles’in (yani şeytanın) anlaşması, faust ile gretchen arasındaki ilişki..
jelinek, onu bilenlerin tahmin edeceği üzere, goethe’nin
“faust”unun kadın ile olan ilişkisine odaklanmış. bunu yaparken de, yazım
sürecinde avusturya’da ortaya çıkan dehşetengiz bir olaydan ilham almış.
öz kızını 24 yıl boyunca bodruma hapsedip, onunla cinsel
ilişkiye giren, ondan yedi çocuğu olan üçünü yukarı çıkarıp büyüten, üçünü aşağıda
hapsetmeye devam eden, birini ölü doğduğu için bodrumda yakan josef fritzl
olayındaki kız çocuğundan hareketle “kadın”ı kız çocuk – anne – abla olmak
üzere üç oyuncuya paylaştırmış, “erkek”i ise baba, tanrı ve şeytan olarak “her
şeyi kapsayan, her şeyi elde eden, her şeyi hesaba katan”.
tiyatronun bodrumunda, sandalyeler dört bir yanda duvara
yaslanmış şekilde 50 kişi jelinek’in kadını, erkeği, iktidar olgusunu ve
felsefeyi sorgulayan metnini üç kadın oyuncudan izliyorsunuz.
pařízek,
jelinek’in uzun ve kesintisiz metnine hem strüktür kazandırmak, hem de
seyircilerin metinin içinde kaybolmasını önlemek için sanırım; bazı başlıklar
oluşturmuş ve bunları iki duvardaki karatahtalara yazmış: “kadın kısmını
zararsız hale getirmek”, “doğru bodruma”, “üzerimden sadece babam geçebilir”,
“benden önce yeme hakkına sahip köpekten bile sonra geliyorum”, “içim sadece
babama ait”. konusu biten başlığın üzeri çiziliyordu.
dört bir duvardaki televizyon ekranlarından yukarıdaki
“faust”un canlı görüntülerini takip etmek mümkündü, bazı sahnelerde yukardaki
oyunun sesleri de duyuldu, bazı sahnelerde ise aşağıdaki kadın oyuncuların
görüntüsü ve sesi yukarıda canlı yayınlandı. bir araysa; yıllar önce yapılmış
bir televizyon programında gencecik jelinek ile o zamanların ünlü bir futbolcusunun
“garip” sohbetini seyrediyorsunuz: futbolcu, evlilikte kadın ile erkeğin
tanımlanmış görevleri olduğunu, kadının görevlerinden birinin erkeğin
çoraplarını yıkamak olduğunu, evde futbol ayakkabılarını kendisinin
temizlediğini, ama evdeki diğer temizliğin ve düzenin karısından beklediğini,
temiz ve düzenli bir eve geldiğinde kafasının rahat ettiğinden falan bahsediyordu.
hemen arkasından bir futbol maçı görüntülerini de izledik; penaltılarda golü
kaçıran bu futbolcuydu sanırım.
sonradan öğreniyorum ki, "je später der abend” isimli
bu sohbet programı 1976 yılında yayınlanmış, o dönem çok ünlü olan futbolcunun
adıysa uli hoeneß’miş.
neden sonra, yukarıdaki oyunculardan biri elinde balta, yarı
çıplak bir şekilde aşağıya iniyor, “tamam, oyun bitmiştir” deyip, hepimize
sandalyelerimizin altındaki bej trenchcoat’ları giymemizi söyleyip (üç kadın
oyuncunun üzerinde oyunun başından beri bej trenchcoatlar vardı; böylece biz 50
seyirci de birer “gretIn/faustIn/geistIn” olduk), büyük sahnenin altındaki
delhizlerden geçerek, tam sahnenin ortasına çıkarıldık ve karşıya, salona
bakacak şekilde dizdirildik; karşımızda
ışıkları açık salonda seyirciler, karşılarında bodrumdan gelmiş 50+3 “faustIn”;
bir süre boyunca iki seyirci grubu birbirine baktırıldı. sonra bizler salona
davet edildik, bizim için ayrılmış koltuklara oturduk ve “yukarıdaki” oyunun
devamını izledik. üç kadın oyuncu da oyuna dahil oldular.
sonradan okuduğum eleştiri yazılarında yukarıdaki “faust”ta
iki erkek oyuncunun durmadan rol değiştirerek faust ve mefistoteles olarak, ya
da bazen ikisi de faust oalrak “faust I” ve “faust II”den seçilmiş cümleleri
pinpon topu oynar gibi birbirlerine pasladıklarını; bu kes-yapıştır metnin çok
ustaca hazırlanmış olduğunu ve iki erkek oyuncunun bir ustalık gösterisi
sergilediklerini öğrendim.
eleştirmenlerin çoğu söz birliği etmişcesine bu bölümün “faust”
metninin hala ne kadar çağdaş, günümüze hitap eden bir içeriğe sahip olduğunu
kanıtladığını, üç kadının bodrumdan çıktıktan sonra oyuna dahil olmalarıyla oyunun
yoğunluğunun kaybolduğunu, ekseninin kaydığını, temposunun düştüğünü ve anlamının
kaybolduğunu yazmışlar. dolayısıyla, üç kadının yokluğunda oynanan “yukarıdaki”
faust’u merak etmemek imkansız.
seçimini başından itibaren aşağıdaki “faustIn und out”tan
yapmış ve goethe’nin “faust”una alman eleştirmenler kadar hakim olmayan bir
izleyici olarak yukarıda kadınların eklenmesiyle devam eden oyunda doğal olarak
ben bir kopukluk hissetmedim; bodrumdaki atmosfer ve bakış açısı olduğu gibi
yukarıya taşınarak devam ettiği için olsa gerek.
başından itibaren “geleneksel” bir faust izlemeyeceğimi
tahmin ettiğim ve jelinek’in tarzını da az çok bildiğim için bu durum beni
rahatsız etmedi.
kaldı ki, yönetmen parizek’in çok iyi bir iş çıkardığını
düşünüyorum. “bodrum” fikrini birebir gerçekleştirmesi, bizleri duvar kenarına
dizmesi, jelinek’in futbolcuyla olan tv söyleşisini oyuna eklemesi, aşağıdaki
seyircileri trenchcoatlarla birer faustIn’e çevirip yukarda iki seyirci
kitlesini birbirlerine baktırması ve yukarıda devam eden oyunda: gretIn’in
bahçede iki faust’un arasında kalarak gerçekleşen “etkileşim” sahnesi ve
intiharının ardından faust’lardan biri tarafından kukla gibi kolları
oynatılarak konuşturulmaya devam ettirilmesi oyunun içerdiği etkileyici ve
güçlü buluşlardan bende en öne çıkanlarıydı. ve tabii ki kadın oyunculardan
faustIn’in söylediği son cümle: “lütfen şimdi burada bütün olanlardan erkeği
çekip atın. Çıkarma yapmasını biliyorsunuzdur umarım.”
seyrettiğimin ne kadarı goethe’nin “faust”uydu tartışılır,
ama jelinek’in “faustIn”i, ya da daha doğrusu parizek’in “faust 1-3”ü olduğu
kesin ve bu çağda, 2013’te böyle bir “faust” yorumu seyretmekten büyük keyif
aldığımı söylemeliyim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)