31 Aralık 2008 Çarşamba

danzon'dan yeni yıl dilekleri

herkese ve kendime verimli, sağlıklı,
sevdiklerimizle birlikte huzur içinde geçireceğimiz yeni bir yıl dilerim.
ve tabii, umarım ki
kendimizi bol bol sanatla şımartma imkanımız olsun!

30 Aralık 2008 Salı

zehra yıldız'ın anısına

11 sene önceydi, aralık'ın ikinci haftasında "tosca"ya biletimiz vardı annemle. heyecanlıydık, çünkü "tosca"nın kasım ayındaki prömiyeri sonrasındaki ilk gösterimi olacak ve başrolde zehra yıldız oynayacaktı.
kapıdaki görevli bileti kesmeden önce, solistin rahatsızlandığını, istersek bileti iade edebileceğimizi söyledi. kim diye sorduk, ben bilmiyorum gişeden öğrenin dedi.
gişedar hanım rahatsızlananın zehra yıldız olduğunu, almanya'da beyin kanaması geçirdiğini söyleyince şaşırdık, inanamadık! evet, inanamadık! ve üzüldük...
ertesi günlerde ölüm haberi geldi zehra yıldız'ın; 12 aralık 1997 tarihinde aramızdan ayrılmıştı.

yakın akraba çevremden (o zaman dedem, anneannem, ciciannem hayattalardı) daha kimseyi yitirme acısını yaşamamış olan ben, bu duyguyu ilk defa zehra yıldız ile yaşadım.

onu "salome"de 4 defa, "uçan hollandalı"da 3 defa seyretmiştim. beethoven'in 9. senfonisi'nde, mozart ve verdi'nin requiem'lerinde, yunus emre oratoryosu'nda, mahler'in 2. ve 4. senfonilerinde, pergolesi'nin stabat mater'inde dinlemiştim. "othello" ve "II. mehmet"te de seyretmiştim.
soyadı "yıldız" değilken "yarasa"da (1985), "hoffman'ın masalları"nda (1983), daha sonraki yıllarda "sour angelica" (1987), "madame butterfly" (1985), "la traviata" (1985) operalarında seyretmiştim.
o yıllarda anne-babasının elinden tutarak bir mabet gibi gördüğü atatürk kültür merkezi'ne giden ve sahnede gerçekleşenlerden büyülenen yeniyetme bir çocuk olarak opera'ya ve klasik müziğe ısınmamı sağlayan etkenlerden biri zehra yıldız'ın güzelim sesi ve yorumuydu hiç kuşkusuz.
biraz daha anlayarak dinlemeye/izlemeye başladığımda zehra yıldız'ın hayranı olmuştum.

zehra yıldız, leyla gencer'den sonra türk operasının çıkardığı herşeyiyle mükemmel tek sanatçıydı bana göre. ses, yorum, güzellik, oyun gücü, alçakgönüllülük, başarı; hepsi ondaydı!
istanbul devlet opera ve balesi gösterilerine sırf onu seyretmeye/dinlemeye gider olmuştum. zaten onun vefatından sonra uzun süre akm'nin kapısından opera için girmedim.

zehra yıldız'ı son defa, bir dostumun sağladığı davetiye sayesinde, cemal reşit rey konser salonu'nun 97-98 sezonunun açılış konseri vesilesiyle 9 ekim 1997 tarihinde seyretme şansına eriştim. en sevdiğim operanın bütününü onun yorumundan kılpayı izleyememiş olsam da aynı operanın en sevdiğim aryasını o akşam o konserde seslendirdi zehra yıldız: "tosca"dan "vissi d'arte".
dün akşam, süreyya operası'nda onu anmak amacıyla düzenlenen 11. konserde oynatılan kısa filmin sonunda yine aynı aryayı söylüyordu zehra yıldız. gözlerim yaşardı, dayanamadım ağladım... ... ... bu kadar yıldan sonra bile hala inanabilmiş değilim onun bu dünyadan göçtüğüne... ... o kadar genç, o kadar başarılı ve o kadar güzeldi ki! ve hayatını, çok zor ve yaşadığı ülkenin kültürüne yabancı bir sanat dalına adamış, hayatı boyunca çalışmış, didinmiş, alçakgönüllü bir sanatçıydı zehra yıldız.
ne yazık ki, tam emeğinin meyvelerini almaya başlayacak, dünya sahnelerine açılacakken aramızdan ayrıldı!

dün akşam "ustalar ve çıraklar" alt başlığıyla sunulan "zehra yıldız gecesi"ne, dünyanın ve türkiye'nin farklı sahnelerinden gelerek gönüllü olarak katılan bütün sanatçılara bir seyirci olarak teşekkür etmek isterim. müzikal kalite açısından ise, bas burak bilgili ile mezzo-soprano asude karayavuz'un -"ustalık"larının deneyimiyle- diğerlerinin arasından sıyrıldıklarını söylemeden geçemeyeceğim.

toprağın bol olsun zehra yıldız...

28 Aralık 2008 Pazar

dünyayı değiştirmek için sanat gerek!

dışarda rüzgar, yağmur, fırtına! dar bir kapıyı gösteriyorlar girmemiz için, kolunda gamalı haç elinde fener, siyah kıyafetli genç bir adam aşağı inen merdivenleri işaret ediyor. aşağısı karanlık, mumlar yanıyor. inince sola dönüp loş koridordan ilerliyoruz, bir genç daha var bizleri yönlendiren. büyük bir mekana geliyoruz, ortada bir masa, üzerinde bir mum, etraf karanlık olduğu için pek seçilemiyor. yerlerimize oturmaya çalışırken bir yandan da sirenler çalıyor...
yaşlıca bir adam, bir kadın hükümet görevlisi tarafından sorgulanmak üzere bulunduğumuz sığınağa getiriliyor. biraz sonra anlıyoruz ki nazi işgali altındaki paris'teyiz ve getirilen adam ünlü ressam pablo picasso. arada elektrik gidip geliyor, sokaktan çatışma sesleri ulaşıyor kulağımıza. bir yandan da picasso'nun sorgusunu izliyoruz.

aslında kadıköy'deyiz; kadıköy anadolu lisesi'nin tiyatro binasının bodrumunda. seyrettiğimiz oyun jeffrey hatcher’den "bana bir picasso gerek". sahneye koyan ve ışığını tasarlayan arif akkaya. iki oyuncu, picasso’da usta sanatçı sezai altekin ve sorgu görevlisinde genç tiyatrocu ayça bingöl geçen sene neredeyse bütün oyuncu ödüllerini topladılar. sezai altekin'i, şehir tiyatroları'ndaki birçok oyundaki rolleriyle ama özellikle de yirmi yıl önceki "biz aşağıda imzası olanlar" adlı muhteşem oyundaki etkileyici performansıyla unutamayan biri olarak onu tekrar aynı güçte sahnede seyretmek büyük keyifti benim için.

bulunduğumuz yerin aslında kadıköy’de olduğunu bize ilk andan itibaren unutturan öğelerin başında gelen sahne tasarımı çok başarılı. aslında “bana picasso gerek”teki çalışmayı sahne tasarımı yerine “mekan düzenlemesi” olarak adlandırmak daha doğru olur kanımca; bodrum kat bütüncül bir yaklaşımla ele alınmış, her bir m2si kullanılarak çok etkileyici bir atmosfer yaratılmış (dekor ve giysi tasarımı: zuhal soy). örneğin, oyunun sergilendiği esas mekanda ışık spotlarını görmek mümkün değil, hepsi bir şekilde havalandırma veya su borusu gibi tavandan geçen kanalların arasına/içine gizlenmiş; oranın bir sığınak değil de bir sahne olduğunu ispatlayacak neredeyse hiçbir öğe açıkta bırakılmamış.

arif akkaya’nın etkileyici rejisinde beni rahatsız eden tek biçimsel unsur, mekanın bir duvarına projeksiyonla yansıtılan picasso resimleri oldu; sanki oyunculardan rol çalıyor gibiydiler! ince uzun mekanda seyircinin özellikle o tarafa bakması gerekiyor ki resimleri görebilsin, bu da kişiyi oyundan/oyunculardan koparıyor.
zaten, oyuncular ve mekan düzenlemesi o kadar güçlü ki, picasso’nun resimlerini -oyunda kritik bir yer tutan “guernica”yı bile- birebir görmeye kesinlikle ihtiyacı yok seyircinin.

oyun konusuyla da, duyarlı seyirciyi avucunun içine almasını biliyor. sanatın gerekliliği, sanattan ne kastedildiği, sanatçının politik duyarlılığı, sanatçının üretim ortamı/süreci/özgürlüğü oyunun heyecanlı sorgu sürecini içeren üst-metnine yedirilmiş alt katmanlar. ve hepsi de günümüz türkiye’si için güncel, hala tartışılması gereken, çözülmemiş konular. bir yerinde nazi dönemi avrupası için söylenen “sanat hiç bu dönemdeki kadar ayaklar altına alınmamıştı” sözü bugünün türkiye’sini de anlatmıyor mu?

işsanat'ın dansla imtihanı! ve öneriler...



klasik müzik ve caz konserleri konusunda bu kadar seçici olan bir kurum, konu dansa gelince neden bu kadar baştan savma olur! dünyanın en iyi klasik müzik ve caz sanatçılarının geldiği bir salona neden 2. hatta 3. sınıf dans toplulukları davet edilir!

açıldığından beri konuk ettiği tek "dişe dokunur" dans topluluğu, ünlü ispanyol koreograf nacho duato'nun koreografileriyle gelen compania national de danza idi; o da topluluğun 2 numaralı grubuydu ya, neyse.
geçen seneki inaki ulezaga & ballet concierto veya 2002'deki image theater fiyaskolarını unutmak daha hayırlı; müsamere gibiydiler!
son üç sezondur israil'den bir dans topluluğu konuk etmek ise, işsanat'ın geleneği haline geldi. geçen seneki koresh dance company ve bu akşamki kamea dance company toplulukları maalesef sıradanın ötesine geçemeyen yapıtlar sergilediler.
bir tek, 2007 martı'nda işsanat'a gelen vertigo & the diamonds'ın sahnelediği "the power of human love" gösterisi kayda değerdi.

işsanat'ın genel sanat yönetmeni israil'den dans toplulukları getirmeye devam edecekse, bari dünyaca tanınmış ve kabul görmüş toplulukları tercih etsin; örneğin kibbutz contemporary dance company veya emanuel gat dance company.
koreograf emanuel gat ve dansçıları, kasım ayında pina bausch festivali'ndeki gala programında schubert'in "winterreise" ve stravinsky'nin "le sacre du printemps" yapıtlarından birer bölüm sergilediler ve bütün salonu kendilerine hayran ettiler!
martha graham'den maurice béjart'a, pina bausch'tan angelin preljocaj'a "ilkbahar ayini"nin bir çok heyecan verici versiyonunu seyretmiş biri olarak emanuel gat'ın yorumunun tek kelime ile inanılmaz olduğunu söylemeliyim! ikinci kelimeler şaşırtıcı, yenilikçi, nefes kesici, heyecan verici olabilir.
emanuel gat'ın "ilkbahar ayini" konsepti ise çok basit: stravinski'nin vahşi ve aksak müziğiyle salsa yapmak! hem de mükemmel bir şekilde.
işte, daha önce hiç bir koreografın aklına gelmemiş olan ve müzik ile uyum konusunda hiç bir falsosu olmayan bu fikir emanuel gat'a o akşamki galada en uzun ve hararetli alkışlardan birini getirdi.

turne programlarında iki eseri, "winterreise" ve "le sacre du printemps"ı, beraber sahneleyen emanuel gat'ın bu koreografilerinin, işsanat'ın -aslında dansa elverişli olmayan- sahnesine uygun boyutta olduklarını söylemeden de edemeyeceğim.


son ve önemli bir not:
dans programına değil de klasik müzik programına dahil edilmiş olsa da 6 ocak 2009, salı akşamı işsanat'ta enfes bir dans gösterisi olacak: ünlü ve başarılı koreograf sacha waltz'ın dans topluluğunun (sacha waltz & guests) yapımları arasında olan ve koreografisini grubun demirbaş elemanlarından juan kruz diaz de garaio esnaola'nın yaptığı "4 elemente - 4 jahreszeiten" (4 element - 4 mevsim). dönem müziği konusunda uzman akademie für alte musik berlin orkestrası rebel ve vivaldi çalacaklar, juan kruz diaz de garaio esnaola tek kişi olarak dans edecek. kaçırmayın derim!


(fotoğraflar emanuel gat'ın "ilkbahar ayini"ne ait)

27 Aralık 2008 Cumartesi

berliner ensemble'da iki usta aktör


berlin izlenimlerimi iki usta aktörden bahsedeceğim bu yazıyla bitiriyorum: martin wuttke ve klaus maria brandauer.

martin wuttke, tiyatro ve televizyon ağırlıklı çalıştığından almanya dışında pek tanınmayan bir sanatçı. klaus maria brandauer ise sinemaya biraz meraklı her seyirci tarafından az çok biliniyordur eminim; özellikle istvan szabo’nun “mefisto”, “albay redl” ve “hanussen” filmlerini içeren ünlü üçlemesindeki etkileyici başrollerinden.

iki oyuncuyu önceki yıllarda istanbul'da izleme şansımız oldu. martin wuttke, 1997 yılındaki tiyatro festivali'nde berliner ensemble’ın heiner müller rejisiyle sahnelediği bertold brecht’in “arturo ui’nin önlenebilir yükselişi” oyununda, bir adolf hitler parodisi olan "arturo ui" rolündeki olağanüstü performansıyla seyredenlerin hala belleklerindedir sanırım. (martin wuttke berliner ensemble’da bu rolü 13 ocak 2009 akşamı 366. defa oynayacak. bizzat adolf hitler’i canlandırdığı quentin tarantino’nun “inglourious basterd” filmiyle de haziran 2009’da sinemalarda olacak.)
klaus maria brandauer ise iki sene önce istanbul müzik festivali'ne gelmiş, aya irini’de müzik ile edebiyatın birleştiği ilginç bir projede goethe’nin, heine'nin şiirleri üzerine bestelenen yapıtlarda ve stravinski’nin “askerin öyküsü”de anlatıcı olarak görev almıştı.

sonbahar başında prömiyer yapan ve bir berliner ensemble yapımı olan heinrich von kleist’ın “der zerbrochene krug” (kırık testi) adlı oyununu peter stein sahneye koymuş, klaus maria brandauer başrolde oynuyor.
18. yüzyılda hollanda’nın bir köyünde geçen oyunun sahne tasarımı vermeer’in iç mekan tablolarından birinin canlanmış hali gibi; bu dekor iki saatlik oyun boyunca değişmiyor. peter stein’in minimal, atraksiyondan ve zorlama okumalardan/yorumlardan uzak, oyun metnine ve oyuncunun gücüne dayanan reji anlayışı, berliner ensemble oyuncularının (ve 12 tavuğun) etkileyici performansları sayesinde hakkını buluyor.
ein lustspiel” (bir eğlencelik) olan oyunda en eğlenen ise belli ki klaus maria brandauer; üçkağıtçı köy yargıcı rolünün ona sağladığı bütün olanaklardan sonuna kadar faydalanarak başarılı oluyor; dışa dönük bir oyunculukla salonu kahkahadan kırıp geçiriyor, alkışı topluyor. aynı, martin wuttke'nin berliner ensemble bünyesinde sahnelediği "one-man-show"undaki performansı gibi.


martin wuttke, george tabori’nin “pffft oder der letzte tango am telefon” (hışşşt ya da telefonda son tango) adlı oyununda hem rejiyi üstlenmiş hem de başrolü. oyun, 2007 kasım’ından beri sahneleniyor.
tabori'nin eseri, woddy allen’ın “tanrı”sını andıran ve 70’li-80’li yıllardaki popüler kültürü oluşturan öğeler üzerinden sistem eleştirisi yapan eğlenceli bir metine sahip. martin wuttke’nin benzersiz tek kişilik performansına, yunan antik oyunlarındaki koroyu andıran bir düzenlemeyle 7 kişilik kadınlar korosu ve bir azrail eşlik ediyor.
oyun berliner ensemble’ın theater am schiffbauerdamm’daki (birebir türkçesi: "gemi inşaat mühendisi rıhtımındaki tiyatro") binasının birinci balkon katındaki fuayeye dahil olan bir salonda sahneleniyor. burası yüksek tavanlı, bir tarafında kısa bir asma katı olan ve dört bir duvarı yaldız çerçeveli büyük boy aynalarla kaplı, ihtişamlı bir mekan. oyunun sahne tasarımı ise çok basit: mekanın ortasına yerleştirilmiş upuzun bir masa ve etrafındaki seyirci koltuklarından oluşuyor. bir saatlik oyun, bu masanın üzerinde ve etrafında, seyircilerin içinde oynanıyor.

martin wuttke “şeytan tüyü olan” aktörlerden, hele de dokunabileceğiniz kadar yakın mesafede oynarken (aslında “döktürürken” demek daha doğru olur) onun cazibesine kapılmamak mümkün değil. her ne kadar oyun boyunca seyirciyle iletişimini koparmasa bile, o da kendi dayanılmaz cazibesinin farkında ki, durmadan “aynalara oynuyor!”. bu bakımdan; oyunun alt başlığı rahatlıkla “narsist oyuncunun mastürbasyonu” olabilirmiş!
martin wuttke, doğru dürüst sahne donanımına sahip olmayan fuaye mekanını, kendisini hayran hayran seyreden izleyicilerin doldurduğu bir cennete çevirebilme kabiliyetine sahip, oyun icabı kendisinin yolu cehenneme doğru gitse bile!

26 Aralık 2008 Cuma

tutkulu, olgun ve genç bir viyolonsel ustası

beklenen oldu: efe baltacıgil'in bu akşam (26.12.2008, cuma) cemal reşit rey konser salonu'ndaki dinletisi bu yılın en iyi performansları arasına yazıldı. hele de brahms sonatı!

yazık ki süresi uzun bir konser değildi, efe baltacıgil ile yetenekli eşlikçisi amy jiaqi ang'a doyamadık! her ne kadar, iki güzel -ama yine kısa- bis ile bitmeyen alkışlara karşılık vermiş olsalar dahi.

birinci yarıda beethoven'in, ikinci yarıda brahms'ın sonatları akşamın zirveleriydi.
beethoven sonatın (no.5, op.102/2) "sentimento d'affetto" tanımlı orta bölümünün damardan duygulu ve melankolik yorumu ile brahms sonatının (no.1, op.38) bütününe yedirilmiş koyu, derin ama çoşkulu enerjisi efe baltacıgil'i daha sık istanbul'da dinleme arzumu(zu) kabarttı.
yanında yine amy jiaqi yang'ı getirsin...

23 Aralık 2008 Salı

erotizm ve opera: "orpheus und eurydike im bode-museum"


christopher hagel sıradışı projelere imza atan bir şef.
on sene önce roncalli sirkinde ve geçtiğimiz yaz berlin’de bir metro istasyonunda “sihirli flüt”ü, bode-museum’un 2006 yılındaki yeniden açılışında ismael ivo’nun koreografisiyle mozart’ın 12 yaşında bestelediği “apollo ve hyacith”i sahnelemişliği ve yönetmişliği var.
hagel’in son projesi, berlin’de 2009 haydn yılı etkinliklerinin başlangıcını yapan “orpheus und eurydike” operasıydı. eser bode-museum’da, berliner symphoniker eşliğinde ve iki ayrı kast olarak sahneleniyor.
(haydn’ın 1791 yılında bestelediği son operası “orpheus ve eurydike”nin sahneye ilk defa -bestelenişinden 160 yıl sonra-1951 yılında koyulduğunu ve başrolünde maria callas’ın oynadığını ilginç bir bilgi olarak eklemek isterim.)

doğrusu, orpheus ile eurydike’nin hazin öyküsünü gluck’un müziği ve pina bausch’un dans operası yorumuyla epidavrus’ta gönlüne kazımış biri olarak, pek hazzetmediğim haydn’dan aynı konunun başka bir müzikal versiyonunu izlemek pek de heveslisi olduğum bir şey değildi. ancak christopher hagel’in daha önceki projelerinin kalitesini ve farklı mekanlarda gösteri sahneleme fikrinin heyecanını duyan biri olarak haydn’ı sineye çekmeye karar verdim.
[istanbul müzik festivali’nin konser mekanlarına ne zaman yeni birisi eklense, en merak ettiğim şey konserin müzikal kalitesinden çok o konserin daha önce konser verilmemiş o mekanda nasıl sonuç vereceği olmuştur. geçtiğimiz festivalde topkapı sarayı divan-ı hümayun/kubbealtı’nda verilen konseri kaçırdığıma da bu nedenle üzülmüştüm.]

berlin’in ünlü müze-adası (museuminsel) üzerinde bulunan bode-museum, 20. yüzyılın hemen başında neo-klasik üslupta inşa edilmiş bir yapı. müze para-sikke, bizans sanatı ve rönesans-barok dönemi heykel koleksiyonlarıyla ünlü.
“orpheus ile eurydike” yapının bazilika adı verilen uzun ince büyük salonunda, iki yanda müzenin koleksiyonlarına ait barok heykeller arasında sahneleniyor.

gösteri kısa bir prologla, yapının kubbealtı denilen üstü kubbeli fuayesinde başlıyor. seyirciler, iki yana doğru çıkan ihtişamlı merdivenleriyle etkileyici bir mekan olan fuayede yaklaşık 10 dakikalık bir dans gösterisini içeren prologu ayakta seyrettikten sonra yapının daha içerisine, bazilikal salona alınıyorlar.
salonun ortasına defile podyumu gibi, yaklaşık 2 m. eninde – 15 m. boyunda bir platform hazırlanmış. platformun uzun kenarı boyunca iki yanda seyirci koltukları, bir kısa kenar tarafına orkestra yerleştirilmiş, diğer tarafta da oyuncuların giriş çıkışı düzenlenmişti. salonun bu taraftaki kısa duvarına belli sahnelerde hareketli görüntüler yansıtılarak yapıta dinamizm katılmıştı.

christopher hagel’in “orpheus ile eurydike” rejisi hayli erotikti.
bir kere; soprano, tenor, bariton, istisnasız bütün şancılar güzel sesli olmalarının yanısıra fizik olarak ta güzel ve yakışıklıydılar. kostümler hanımlarda bedenin bütün kıvrımlarını gösteren, dekolteli ve uzun yırtmaçlı elbiseler, erkeklerde belden üstü çıplak veya çıplak bedene giyilmiş önü açık ceketler olarak tasarlanmıştı. dolayısıyla sahneleme kulağa hitap ettiği kadar gözü de okşuyordu.
kostümlerde beyaz ve krem rengi seçilmişti. bu da bodemuseum’un rönesans-barok heykelleriyle müthiş bir uyum sağlıyordu; sanki müzedeki heykeller canlanmış bize mitolojiden bir sahne oynuyorlardı.

rejinin erotik karakteri en bariz “ısırık sahnesi”nde ortaya çıktı.
efsaneye göre eurydike düğün gecesi bir yılan tarafından ısırılarak öldürülür. christopher hagel ise esere, haydn’ın librettosunda olmayan ve bir erkek dansçı tarafından canlandırılan “ölüm” karakterini eklemiş.
ölüm’ü oynayan erkek dansçı yarı çıplak bedenine sarılmış sahici ve canlı 2.5 metrelik bir yılanla sahneye gelip, yılanı eurydike’nin vücuduna sardırıyor. daha sonra da, ölüm ile eurydike’nin sevişmeleri sırasında yılan ikisinin vücutlarına sarılmış olarak dolanıyor. bütün bunlar olurken eurydike’yi oynayan soprano hanım müthiş lirik aryasını ("l'ultimo sospir") söylemeye devam ediyor. ve ölüm’ün eurydike’yi öpmesiyle, eurydike cansız yere yığılıyor.
[bir ısırma sahnesini bu kadar erotik en son, anne rice’in “vampir’le görüşme” romanında ve aynı romandan uyarlanmış filmdeki vampir lestat’ın sevgilisini boynundan ısırarak ölümsüzlüğe kavuşturduğu sahnede bulmuştum. bana göre tom cruise da o filmde, hiçbir rolünde olmadığı kadar erotikti. neyse…]
“ısırık sahnesi”, kullanılan yılanın zararsız olduğunu bilseniz de, oynayanlar için cesaret istiyor, seyredenlerde de müthiş bir gerilim yaratıyordu. suçsuz, güzel ve yeni evli eurydike’nin ölüm tarafından baştan çıkarılıp öldürülecek olmasının gerilimi sahnede ancak bu kadar “gerçekçi” ve bu kadar ustaca verilebilirdi.

benim seyrettiğim akşamki kast bütünüyle alman şancılardan oluşuyordu; vokal ve yorum açısından hepsi birbirinden başarılıydı. akşamın özellikle belirtilmesi gereken yıldızları ise eurydike rolüyle soprano carola reichenbach ve tek bir aryası olmasına rağmen bütün seyircileri avucunun içine almasını bilen genio rolündeki yetenekli soprano norina kutz’du.
orpheus rolündeki tenor alexander geller ile creonte rolündeki bariton christian oldenburg da gerek fizikleri gerekse yorumlarıyla partilerinde başarılıydılar.
hip-hop’tan breakdance’e uzanan bir yelpazede günümüzün nabzını tutan koreografi ise sabine ferenc ve manu laude tarafından gerçekleştirilmişti. aynı zamanda “ölüm”ü de yorumlayan manu laude kusursuz fiziği, karizması ve sololarındaki denge ve kıvraklığıyla göz doldurdu.

“orpheus ve euydike”nin, ilk aşamada 14 kasım-14 aralık 2008 tarihleri arasında haftada 5 gün olmak üzere hazırlanmış gösteri programı, bu tarihler arasında kapalı gişe oynadığı için gelen istek üzerine şubat başına kadar uzatıldı.
berlin’e yolu düşeceklere tavsiye ederim.

22 Aralık 2008 Pazartesi

bir çam ağacı altında "la boheme"

bomboş bir sahne, zemini arkaya doğru yükseliyor. seyirciler salonda koltuklarına yerleşirken bir yandan da perdesi açık olan sahnede kar yağıyor.

la boheme” berlin’de komik opera’da (komische oper) arasız 1 saat 45 dakika boyunca, bu kar yağan boş sahnede oynanıyor. eserin yarısına doğru, yüksekliğiyle sahneyi kaplayan bir çam ağacı getiriliyor ortaya, ağaç süsleniyor, yılbaşı gecesi kutlanıyor. son bölümde çam ağacı, kutlama için yerleştirilen masaların üzerine devriliyor; mimi’nin hayalleri gibi yıkılıyor, mimi’nin hayatı gibi sönüyor.

prömiyeri 2008’in mart’ında yapılmış bu la boheme yorumu tam “christmas / weihnachten / yılbaşı” sezonu için biçilmiş kaftan!
nasıl ki bütün batı metropollerinde yılbaşı döneminde mutlaka bir fındıkkıran balesi sahnelenir, komik opera da bundan sonra her yılbaşında rahatlıkla "la boheme"i programına koyabilir. zaten 2 ekim'den beri sahnelenen "la boheme"in 2008-2009 sezonundaki son gösterisi 27 ocak’ta yapılıp, ertesi sezona kadar rafa kalkacak.

alman opera rejisörleri günümüzde genellikle, 1970’lerde almanya’da eleştirmenler tarafından ortaya atılmış “regie theater” tanımına giren ürünler verirler. bu tanımın ortaya çıkmasındaki gerekçe rejisörün, eserin kendi dinamiklerinden ziyade kendi fikirlerini -o eser üzerinden- sahneye taşıyor olmasıdır. bu tarzın en bariz göstergesi yapıtın konusunu günümüze getirmek veya yapıtı zamansız bir anlayışla sahnelemektir. ikinci önemli özelliği ise yapıtın olur olmaz, uyar uymaz yerine cinsel öğeler yerleştirmek, yapıtı cinsellik üzerinden okumaktır.
geçen sene yine komik opera’da seyrettiğim peter konwitschny’nin yönettiği “don giovanni”, konusunda varolan yoğun cinsel içeriğe rağmen bu anlamda abartılmış ve zorlanmış bir yorumdu.


aynı zamanda komik opera’nın genel sanat yönetmeni olan andreas homoki’nin "la boheme" yorumunda abartılmış cinsel öğeler yoktu ancak -sahnelemenin bütün yalınlığına rağmen- zorlanmış mizansenler vardı. en basit örnek, yılbaşı gecesi sahnesinde koro üyeleri tarafından yırtılarak açılan ve yere atılan hediye paketlerinin kağıtlarının eserin geri kalanı boyunca şancıların ayaklarına takılmış, daha da kötüsü üzerlerinde yüründükçe hışırdamış olmalarıydı!
başrolün müzikte olduğu bir gösteride gerçekleştirilebilecek en rahatsızlık verici fikirdi bana göre. hele de şancı kadronuz bu kadar mükemmelken!
özellikle iki soprano, mimi’de caroline melzer ve musette’te christiane karg, seslerinin güzelliği ve yorumlarının etkileyiciliğinin yanısıra endamları ve oyunculuk yetenekleriyle de çok iyiydiler.
rodolphe’da peter lodahl vokal açıdan doyurucu olsa da oyunculuk açısından biraz tutuktu.

peter lodahl belki de andreas homoki’nin sıradışı yorumuna ısınamamıştı: rodolphe’un mimi’ye olan sevgisinin ve ilerleyen sahnelerde hastalığına olan ilgisinin sahte olduğuna, yani rodolphe’un “sanatçı bencilliğinin” veya daha da cinsiyetçi bir yorumla “erkek bencilliğinin” öne çıkarılmış olmasına dair yoruma.

"la boheme", ölmüş olan mimi’nin rodolphe’un değil musette’in kollarındaki görüntüsüyle biter, etraflarındaki herkes (rodolphe da dahil olmak üzere) sahneyi terk etmiştir.
kollarında mimi’nin ölü bedeniyle musette boş sahnede tek başına kalmıştır, kar yağmaya devam ediyordur…

"sonbahar" bitmeden...

baştan uyarıyım: hüzünlü, kasvetli, zor ve ağır bir film! 10 yıldır kaldığı hapishaneden ölümü beklemek üzere köyüne dönen bir genci anlatıyor.

ancak;
eğer istanbul'un keşmekeşinde yorulmuş/kaybolmuş ruhlarınızı iki saatliğine de olsa dinlendirmek istiyorsanız bu filme gidin.
karadeniz'in çılgın dalgaları, hemşin'in nefes kesen yamaçları, yaylaların dinliğinliği, geleneksel bir köy evinin ahşap sıcaklığı ve o evde yaşayan hemşin'li yaşlı ana sizi kucaklıyıp başka bir aleme götürecek, inanın!

bir de;
yusuf'un evinin önüne üç-dört tahta çakılarak bir bank yapılmış, ondan ilerisi yamaç, aşağıya doğru akmakta; işte o bankta bütün bir güzü geçirebilirdim...

(film hakkında çok iyi bir eleştiri okumak isteyenlere uğur vardan'ın radikal'deki yazısını tavsiye ederim: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=913290&Date=19.12.2008&CategoryID=113)

21 Aralık 2008 Pazar

raskolnikov ile alis'in ortak kabusu




raskolnikov ile alis’in ortak noktası, ikisinin de aslında birer kabus yaşamış olmaları mıydı?
berlin’de seyrettiğim iki tiyatro oyunu bu iki edebiyat karakteri arasındaki “gizli” bağlantıyı bulmamı sağladı!

dostoyevski’nin “suç ve ceza”sını aynı adla andrea breth uyarlamış ve sahneye koymuştu. lewis carroll’un “alis harikalar diyarı”ndası ise roland schimmelpfennig tarafından aynı adla yeniden yazılarak sahneye uyarlanmıştı.
iki oyunun yönetmenlerinin aynı zamanda eserleri uyarlayanlar olmaları, eserlere dair anlatmak istediklerini her açıdan gerçekleştirme imkanı bulmuş olduklarını varsaymamızı sağlıyor.


önce “alis...”ten başlıyım: "alis’in harikalar diyarı" neden “schimmelpfennig’in kabuslar dünyası”na dönüştü? hoş, “alis...”de tekinsiz bir şeyler olacağı, müzik ve şarkıların tiger lilies’den martyn jacques’a emanet edilmesinden belliydi! ancak maalesef, oyunda “damardan” bir tiger lilies etkisi bulmak bile mümkün değildi.

arka ve yan duvarlarının ve bütün teknik aksamının gözüktüğü çıplak bir sahnede, en arkaya yerleştirilmiş bas, piyano ve vurmalılardan oluşan canlı orkestra tarafından çalınan müzikler ve bizzat müzisyenler tarafından yapılan -sinek vızıltısı, bebek ağlaması gibi- efektler eşliğinde, arasız iki saat boyunca alis’in depresifleştirilmiş hikayesini ve bu hikayede karşısına çıkan grotesk yaratıkları izledik.
izledik demek ne kadar doğru, çünkü ilk yarım saatten itibaren deutsches theater’in (alman tiyatrosu’nun) kammerspiele (oda tiyatrosu) salonu gittikçe boşaldı. sonunda bir avuç insan kaldık alkışlayan.
aslında “alis...” çok etkileyici başlamıştı: seyirciler arasından son hızla sahneye koşan saçı başı darmadağın sarışın bir adam, bir yandan da “geç kaldım, geç kaldım” diye hayıflanıyordu. sadece kostümündeki beyaz kürk onun tavşan olduğunu belirtiyordu, bir de mükemmel mimikleri. (bu garip yaratıklar antolojisinin en "sevimli" ve en başarılı oyuncusu, ilerleyen sahnelerde yedi uyuyanları da canlandıran mirco kreibich'ti. alis dışındaki her oyuncu bir kaç rolü birden üstleniyordu)
sonra alis’i gördük, tam sahnenin ucunda ablasıyla oturuyordu. ikisinin “farklı frekanslardaki” absürd sohbeti sonucunda alis’in tavşanı fark etmesiyle macera başladı. alis’in kuyudan düşmesi, anahtarı bulması, sihiri içmesi, küçülmesi, keki yiyip büyümesi; bütün bu fantastik olaylar, küçük fakat anlamlı jestlerle anlatıldı. mesela düşme sahnesi, alis’in sadece saçlarını tutup iki yana açmasıyla betimlendi ki, çok zekice bir buluştu. keza küçülme ve büyüme için de benzer anlamda minimal jestler tasarlanmıştı.
ancak bu rafineliğin devamı gelmedi, alis’in macerası giderek seyircinin kabusuna dönüştü!


“suç ve ceza”nın sorunu ise bence süresiydi; 5 saatlik oyunda 2 ara verildi, birinci perde 1.5 saat sürdü, diğerleri birer saatten biraz fazla. o kadar uzatmaya gerek var mıydı raskolnikov’un “üstün insan” savını, çelişkilerini ve vicdan azabını anlatmak için, emin değilim.
"suç ve ceza"nın bir iki sahnesinde raskolnikov'un napolyon'a ve hitler'e benzetilmesi ne kadar zorlamaysa, dimiter gotscheff'in "kral übü"sündeli başrol oyuncularının hitler ve bush göndermeleri o kadar isabetliydi.
sahnede yaratılan atmosfer de, dostoyevski’nin dünyasından çok kafkaesk bir kabusa denk düşüyor gibiydi. bu anlamda, iki sene önce istanbul devlet tiyatrosu'nun sahnelediği özgür yalım imzalı "yeraltından notlar" uyarlaması dostoyevski'nin ruhuna daha uygun düşüyordu.

geçtiğimiz yaz salzburg festivali’nin açılışını yapan oyunun ilginç tarafları yok değildi. örneğin;
andrea breth “suç ve ceza”nın ritmini kurarken film kurgusu mantığına yakın bir tarzda çalışmış sanki. sinemadaki tek plan uzun çekimler (örneğin robert altman filmleri) gibi hazırlanmış bitmek bilmeyen sahneler vardı; raskolnikov’un komiser tarafından sorgulandığı, raskolnikov’un sonya ile vicdan muhasebesi yaptığı ve raskolnikov’un ölmüş at leşleri gördüğü rüya sahneleri bu anlamda uzun ve kesintisizdi.
bir de, çok kısa süren ve arka arkaya sıralanmış, anlık durumlar veya tek kelimelik sözler içeren sahneler kurgulanmıştı. bu kısa sahnelerin geçişleri seyirciye doğrultulmuş ve adeta “gözü kör eden” spotların 3-4 saniye kadar yakılıp söndürülmesiyle gerçekleşiyordu. sinemada flashback veya hızlı kesmelerde kullanılan anlık ışık efektinin bir benzeri yaratılmıştı sanki sahne üzerinde (sinemadan ilk aklıma gelenler tony scott, ridley scott filmleri).
üçüncü bir anlatım tarzı ise sadece ilk perdede, cinayet ile ilgili sahnelerde kullanıldı. sahnenin en önüne iki katmanlı bir perde indi. mizansen bu iki perde arasında, perdelerin üzerine açılmış farklı boyutlardaki deliklerde, parçalı olarak görülecek şekilde gerçekleşti. anlardan oluşan bu sahneler yukarda bahsettiğim anlamda sık sık ışık patlamalarıyla birbirinden koparıldı.
sahnede başarıyla, cinayet öncesine, anına ve sonrasına dair hafızanın parçalı yapısı, parçalanışı, bir kabus olarak cinayetin fragmental görüntüleri canlandırıldı.

“suç ve ceza”nın benim için unutulmayacak en önemli özelliği ise 5 saat boyunca sahnede yaratılan bütün görüntülerin etkileyiciliğiydi (sahne tasarımı: erich wonder, ışık tasarımı: friedrich rom). her bir sahne sanki ressam titizliğiyle hazırlanmış hareketli bir tabloydu; kişilerin durduğu yerlerin dengesi, renk kullanımı ve ışık tasarımı kusursuzdu.
(fotoğraflar "suç ve ceza" oyununa aittir.)

20 Aralık 2008 Cumartesi

philarmonie'de philarmoniker


hans scharoun’un philarmonie binası, dünya üzerinde konser izlenecek/dinlenecek en iyi 20. yüzyıl yapısı olsa gerek. bu yüzden değil mi, frank gehry’in los angeles’daki walt disney konser salonu ve herzog & de meuron’un hamburg’da şu sıralar -teknik ve ekonomik nedenlerden dolayı- “inşa edilmeye çalışılan” elbphilarmonie’si ilhamlarını ve ipuçlarını bu yapıdan almışlar.

13 aralık 2008 cumartesi akşamı philharmonie binasının büyük salonunda berlin filarmoni’nin (berliner philhamoniker) olağan sezon konserlerinin dokuzuncusunu seyrettim.
berlin’e seyahat tarihlerim belli olduğunda, bu zamana denk gelen konserde çalınacak yapıtı tanımadığıma hayıflanmıştım. aslında ne kadar önyargılı ve hatalı davranmışım. meğer berlin filarmoni’nin o akşam çaldıkları anton bruckner’in 8. senfonisi her anlamda ne kadar muazzam, ne kadar hacimli ve zor bir yapıtmış.
dört bölümlü senfoni yaklaşık 100 dakika sürüyor. efsanevi şef sergiu celibidache bu eseri “senfonik edebiyatın tacı” olarak nitelendiriyor. bu konserde de olduğu gibi genellikle 1890 yılı leopold nowak versiyonu tercih ediliyor. senfonide, bazıları bruckner tarafından da belirtilmiş üç ana içerik var: majestelerin karşılaşması, ölülerin marşı ve aydınlanma, ölümün ilanı. bütün bunları eseri dinledikten sonra program kitapçığından öğrenmiş sıradan bir seyirci olarak bu senfoninin dinleyende doğaüstü varlıklara dair ilahi duygular uyandırdığını söyleyebilirim. ritimlerin görkemi içinizi öylesine yükseltmekte, müzik sizi götürüp öyle bir yere koymakta ki, ne biliyim, herhalde alplerin doruklarında veya olympos’un zirvesinde olsanız ancak böyle hissedebilirsiniz. ve oradan aşağıya, herşeyin küçücük gözüktüğü dünyaya baktığınızda müziği/8.senfoniyi oluşturan temaların ortaya konuşundaki ve çeşitlenmesindeki mükemmelliyeti ve berraklığı algılayabilirsiniz.

bu yapıtı ne istanbul’un yerleşik bir orkestrası çalmaya cesaret edebilir [orkestra çok çalışırsa belki kalitesi izin verebilir, ancak bu sefer de altyapısız seyircinin sıkılma haddiyle karşı karşıya kalınır] ne de istanbul’a konuk gelen yabancı bir orkestra turne programına böyle bir eseri koyar. dolayısıyla, benim için aslında çok isabetli bir denk gelme oldu; bir daha kolay kolay canlı dinleyemeyeceğim bir yapıtın birinci sınıf icrasına tanık oldum.
konser o kadar iyiydi ki; hemen ertesinde satın aldığım albümü istanbul’a döndükten ancak bir hafta sonra dinlediğimde dahi eserin neredeyse her yerini hatırladığımı farkettim. şaşkınlıkla! demek ki; gerek berlin filarmoni’nin icrası gerekse bu icrayı seyircilere ulaştıran philarmonie’nin akustik özellikleri o kadar kaliteliymiş ki dinlenen yapıt insanın beynine kazınabilmiş.

zaten berlin filarmoni öyle her salonda konser vermiyor. istanbul’a bir kere, o da 1 mayıs bahar bayramı konserlerini kendi salonları dışında verme geleneği çerçevesinde 2001 yılında gelmişlerdi. konser aya irini’deydi. [biletli konser haftaiçi gündüz saat 12.00’deydi; gidememiş, konseri akşam televizyondan seyredebilmiştim (ilgilenenlere: bu konserin dvd kaydı satılmakta).]
2010 istanbul avrupa kültür başkenti kapsamında viyana filarmoni gibi berlin filarmoni’nin de istanbul’u ziyaret etmesi gündemde, ancak berlin filarmoni’nin üyeleri akustik nedenlerden dolayı aya irini’de bir daha konser vermeyeceklerini belirtmişler. [bu tutumları aya irini’nin akustiğiyle ilgili basınımızda ve seyirciler arasında arasıra yapılan tartışmalara ciddi bir katkı sağlamalı!] geçtiğimiz yaz aylarında orkestranın akustik ile ilgili görevlileri istanbul’a gelip lütfı kırdar’da ölçümler yapacaklardı; uygun buldular mı 2010’da göreceğiz. [bu durum, istanbul’u yönetenlerin nelerine güvenip kültür başkentliğine soyunduklarının trajik bir göstergesi olmalı!]

berlin seyircisine dair izlenimlerimle sözümü bitirmek istiyorum. [maalesef bu izlenimlerimden de ülkemize/kentimize/seyircimize dair çıkarılacak hazin sonuçlar var!]
hayatımda philharmoni binasında iki kere konser izledim; diğeri 1994 yılında öğrenciyken katıldığım hamburg’daki bir atölye çalışmasından dönüşte arkadaşımla birlikte bir günlüğüne uğradığımız berlin’de, metrodaki afişten öğrendiğimiz o akşamki chicago senfoni orkestrası – daniel barenboim konseri için 3 saat kuyrukta beklemek sonucunda -goethe enstitüsü kartım olduğu için- elde ettiğimiz abendkasse biletleri sayesinde gerçekleşmişti.
brahms ağırlıklı konser muhteşem, orkestra çok iyiydi ama esas muhteşem ve benim için sürpriz olan berlin seyircisinin dinmeyen alkışlarının sadece şef daniel barenboim’a değil bütün orkestra üyelerine hitaben olduğunu fark etmemdi; orkestra’nın son üyesi de eşyalarını toplayıp podyumu terk edene kadar alkışlar sürdü. inanılmazdı!
aynısı, bu sefer de bruckner konserinde konuk olan alman şef christian thielemann için gerçekleşti. bildik selamlama ritüelleri (defalarca verilen toplu selamlar, solist orkestra üyelerinin şef tarafından teker teker ayağa kaldırılması) tekrarlandıktan sonra şef thielemann başkemancıyı kolundan tutup kulise götürdü ve orkestra sahneyi terk etmeye başladı. ama, inanır mısınız, alkışlar dinmedi; podyum boşaldığı halde seyircinin alkışları christian thielemann’ı iki kere daha, evet iki kere daha “tek başına” selama çıkardı.
hiç kuşkusuz, bu onurlandırmada christian thielemann’ın konuk şef olmasının yanısıra bu kadar zor bir eserin altından alnının akıyla çıkmış olmasının da büyük payı var.


heyecan verici son bir not:
berlin filarmoni’nin konserleri 6 ocak 2009’dan itibaren internet üzerinden canlı olarak yayınlanmaya başlanacak. digital concert hall adını verdikleri internet siteleri 18 aralık 2008 tarihinde açıldı. ekonomik fiyatlara konserleri canlı seyretmek ve arşiv kayıtlarına ulaşmak mümkün. tavsiye ederim:
http://dch.berliner-philharmoniker.de/#/en/

gotscheff'in ayrıksı balonları



volksbühne am rosa-luxemburg platz berlin’in en ayrıksı sahnelerinden biri. bulunduğu semt de öyle zaten; avantgarde’ın, sanatçıların merkezi. eski doğu berlin’deki bu bölge günümüzde galeriler, sanatçı evleri, küçük atölyeler, tek defalık kıyafetler satan dükkanlar, lokanta ve kafelerle dolu. tam bir sanatçı mahallesi, ama pek bohem sayılmaz, salaş hiç değil.

volksbühne (halk tiyatrosu) 1914’te inşa edilmiş; bina olarak totaliter mimarinin ilginç örneklerinden biri. uzun zamandır (en azından duvar yıkıldığından beri) restorasyondan geçmediği için biraz yorgun gözüküyor [bir yapı için “yorgun” sıfatını kullanmayı çok sevdiğim bir dostumdan öğrendim; budapeşte’deki hotel gellert’i tasvir ederken kullanmıştı], ama volksbühne'nin endamı ve ruhu yerli yerinde, sağlam!
çevresindeki “cilalanmış” sanat ortamına göre pasaklı, bohem ve özellikle de “rahat” duruyor. [doğu bloku çöktükten hemen sonraki prag’ın dökülen, eski, yorgun haline benziyor volksbühne’nin günümüzdeki hali. umarım şimdinin “pembe-renkli-kremalı-pasta-prag”ına dönüşmez ilk bakıma alındığında.]
aslında, volksbühne’nin bakım gördüğü takdirde öyle bir dönüşümden geçeceğini hiç zannetmiyorum çünkü orada ürün veren sanatçılar yapının ruhu gibi biraz provokatif, biraz bohem, çokça da ayrıksılar. onların başında iki rejisör geliyor: frank castorf ve dimiter gotscheff.
ben dimiter gotscheff’ten alfred jarry uyarlaması “kral übü”yü (ubukönig) seyrettim.

son duvarına kadar gözüken bomboş bir sahne, farklı büyüklüklerde sayısız balon; pembe, mor, turuncu, beyaz ve siyah.
oyunun başında, arkadan aydınlatıldığında yarı şeffaf hale gelen büyük boy beyaz bir balonun arkasındaki iki figür sahnenin en arkasından bizlere doğru yaklaştılar. balon patladı ve iki çıplak “yaratık”la karşılaştık. evet, anadan doğma iki çıplak adam, o beyaz balondan/yumurtadan doğdular! ilk 15-20 dakika çırılçıplak kaldılar, daha cinsiyetleri belli değildi. sonra biri erkeklik organını bacaklarının arasına kıstırıp kadınlığı seçti “übü ana” oldu, diğeri “übü baba”.
ve übü çifti bu andan itibaren sahnede terör estirmeye başladılar: katil oldular, kralı öldürdüler, canavar oldular kralın eşini ve çoçuklarını öldürdüler, tahta geçtiler diktatör oldular, işbirlikçilerini öldürdüler.
bu arada, büyük küçük bir sürü balon da bu kırımdan nasibini aldı! havada sakin sakin süzülen her bir balonun patlamasıyla irkildik, sarsıldık.
gotscheff “iktidarın yarattığı dehşet”i elle tutulur, kulakla duyulur hale getirdi.

başrolde iki erkek oyuncu vardı: samuel finzi ve wolfram koch. dimiter gotscheff’in favori aktörleri olduğunu öğrendiğim bu iki yetenekli oyuncu 90 dakika boyunca gerçek anlamda döktürdüler. absürd tiyatronunu başyapıtı olan bu oyunda abartılı mimikleri ve ironi dolu jestleri ile "garip yaratıklar" übü-ana ve übü-baba'nın grotesk ve komik bir portresini çizdiler.



insan volkbühne’nin bütün diğer oyunları kadar, dimiter gotscheff’in dört yıldır dünyayı turlayan çehov uyarlaması “ivanov”unu merak etmeden duramıyor. hele, “kral übü”de de gotscheff ile çalışmış olan sahne tasarımcısı katrin brack’in “ivanov”da sadece dumanı dekor olarak kullandığını öğrendiğimden beri.

17 Aralık 2008 Çarşamba

robert wilson'un dünyasından bir çubuk, bir balon





bayramı berliner ensemble’da üç oyun seyrederek kutladım:
- george tabori’den “pffft oder der letzte tango am telefon” (martin wuttke hem yönetiyor hem oynuyordu)
- heinrich von kleist’tan “der zerbrochene krug” (peter stein yönetiyor, klaus maria brandauer başroldeydi)
- george büchner’den “leonce und lena” (bir robert wilson uyarlamasıydı)

“leonce ve lena”dan bahsetmeden evvel, bir sene öncesine dönmek istiyorum. geçen yıl ekim ayında yine berlin’de “bayramı kutlarken” berliner ensemble’da daha yeni prömiyer yapmış robert wilson’un ilk brecht rejisi “üç kuruşluk operası” oynuyordu ve ailecek bileti olan şanslı insanlardandık.
robert wilson’u istanbul tiyatro festivali sayesinde tanımış ve hayran olmuş bir seyirci olarak, berliner ensemble’la sahnelediği bir brecht eserini seyretmek hayal bile edemeyeceğim bir şeydi, gerçekleşti.
[bir dönem her iki senede bir (o zamanlar festival her sene yapılıyordu) “bir robert wilson projesi”ni istanbul’da seyretmek mümkündü. tıpkı “bir pina bausch yapıtı” gibi. sonra pina bausch gibi onun da ayağı kesildi istanbul’dan.]

robert wilson, “üç kuruşluk opera”yı kendine özgü tarzından vazgeçmeden, ama brechtyen öğelere de göz kırparak etkileyici bir şekilde sahneye koymuştu.
bana göre robert wilson’un en önemli özelliklerinden biri, bütün sahnelemelerinde varolan çok kendine has, her anlamda ulaşılması güç ve üst seviyede olan “öznel dünyası”ndan taviz vermeden ortalama seyirciyi bile avucunun içine alma konusundaki becerisidir.
[“bir robert wilson projesi” ile ilk karşılaşmamızı hatırlıyorum; 1996 yılındaki festivalde rumelihisarı’nda “persefone”yi sahneliyordu. wilson’un ışık ile ilgili titizliği nedeniyle oyun çok geç başlamıştı. rumelihisarı’nın yuvarlak sahnesinde dekorsuz, soyut, yavaş beden hareketleriyle ilerleyen, garip kostümlerin kullanıldığı, ışığın renginin/kuvvetinin gözle algılanması zor sürelerde değiştirdiği bir gösteriyle karşı karşıya kalmıştık. arkadaşlarımla gittiğimiz “persefone”nin her bir sahnesine vakıf olduğumuzu iddia edemem, ama kesin bir şey vardı ki, o da bir ayin gibi olan bu gösteriden çok etkilendiğimizdi.] aynı geçen sene, “üç kuruşluk opera”nın konusunu kabaca bilmesine rağmen almanca bilmeyen babamın, üç saatlik gösteriyi keyifle ve sık sık ta gülerek izlemiş olması gibi.

mackie messer rolünde stefan kurt, jenny’de efsanevi angela winkler ve polly’de cristina drechsler çok iyiydiler, ama bizce gösterinin asıl yıldızı polly’nin annesi celia peachum’u oynayan traute höss idi. mimikleri, jestleri ve özellikle de ses tonunu kullanışıyla benzersizdi; robert wilson ile bertolt brecht arasında çok hoş bir köprü kurmuştu.

...

sonraları öğrendim ki, “üç kuruşluk opera” robert wilson’ın berliner ensemble ile ilk işbirliği değilmiş;1998’den beri shakespeare’ın “bir kış masalı”, büchner’in “danton’un ölümü”, “leonce ve lena” gibi eserlerde beraber çalışmışlar.
şansım yine yaver gitti; uzun zamandan sonra bu sezon yeniden programa konan ve aralık ayındaki tek gösterisi benim berlin’de olduğum tarihlere rastlayan 2003 yılı yapımı “leonce ve lena”yı seyredebildim.

george büchner’in ein lustspiel olarak tanımladığı “leonce ve lena”, robert wilson tarafından bu alt başlığın hakkını veren bir yorumla sahneleniyor. arasız iki saati aşan bir süre boyunca sahne eğlenceli bir masal dünyasına dönüşüyor. robert wilson, sahne tasarımındaki alışılmış minimal yaklaşımının tersine, “leonce ve lena”da kısa sahneler için bile ayrı bir dekor/tasarım hazırlamış. genellikle az ve soğuk renklerle kurduğu, kırmızı gibi sıcak renkleri çok gerekli anlarda (örneğin “üç kuruşluk opera"da mackie messer’in yakalandığı “bordel” sahnesinde) etkiyi arttırmak için kullandığı dünyasından farklı olarak, leonce ile lena’nın masal dünyasını rengarenk tasarlamış; cart sarıdan fosforlu turuncuya, mora, yeşile, sert kırmızıya kadar her türlü rengi özgürce kullanmış.
hem her sahnede değişen dekor ve renk tercihleri hem de sahnede yaratılan ilüzyonlar (tersten yanan mumlar, kaleydoskopa dönüşen peyzajlar, ve wilson’un alametifarikası olan gölge-ışık-derinlik oyunları) “leonce ve lena”yı tam bir görsel şenliğe dönüştürüyor.
herbert grönemeyer’in “leonce ve lena” için özel olarak bestelediği (ve sözlerini de yazdığı) şarkılar da robert wilson’un yaratmak istediği masal atmosferini kuvvetlendirmesine kuvvetlendiriyorlar ancak ne yazık ki grönemeyer’in müziği ne kurt weill ne de hans eisler kalitesinde; çok fazla “almanca pop” kokuyor.

berliner ensemble oyuncuları “bir topluluk” olarak yine çok iyi performans çıkarıyorlar ancak yine de akşamın bir parlayan yıldızı vardı: “üç kuruşluk opera”daki mackie messer rolüyle de beni kendine hayran eden stefan kurt; yeteneği ve karizmasıyla can verdiği ikincil karakter valerio, leonce’dan (markus meyer) bolca rol ve alkış çaldı.



robert wilson her seferinde bir gesamtkunstwerk tasarlıyor; rejiyle birlikte ışık ve sahne tasarımı her zaman ona ait oluyor, bazı eserlerinde kostümlere de imzasını atıyor.
bütün işlerinde en etkileyici olan yan ise, wilson’un bu “bütüncül sanat ürününü” tasarlarken, ele aldığı eserin özüne dair tek bir “küçük” anafikrin üzerinde yoğunlaşıp oyunun bütün görsel dünyasını (dekorundan, grafik tasarımına, afişine, kitapçığına, kostümüne kadar) bu küçük anafikir üzerine kurması.
“üç kuruşluk opera”da bu öz “çubuk”tu; temelde sınıf-iktidar-güç çekişmesini anlatan oyunda bir erk sembolü olarak çubuk darağacı oldu, baston oldu, peachum’ların evi çubuklardan kuruldu, çubuklardan hapishane, bordel oldu.
wilson'ın “leonce ile lena”dan çıkardığı öz ise “balon”du; balon eserin, biçimine dair çocuksu masalsılığa gönderme yaptığı gibi, içeriğinin temelini oluşturan tembellik ve can sıkıntısı gibi konuları da çok basitçe görselleştirdi.



şimdi gözlerimiz ve kulaklarımız heyecanla 12 nisan 2009’a çevrilmeli!
neden derseniz; o tarihte berliner ensemble'da robert wilson’ın sahneleyeceği ve rufus wainwright’ın müziklerini besteleyeceği “shakespeares sonette” adlı gösterinin dünya prömiyeri gerçekleşecek.
umalım ki, 2010’daki istanbul tiyatro festivali’ne yolları düşsün.

berlin'de "caravaggio" : hoş ama boş


7 aralık 2008 pazar günü berlin’de staatsoper unter den linden’de bir dünya prömiyeri gerçekleşti: italyan koreograf mauro bigonzetti’nin “caravaggio”su.

bu projeyi ilk duyduğum ağustos ayından beri heyecanla bekliyordum; şansıma bayram tatili denk geldi, berlin’e gitme imkanım oldu. [seyahatimin esas tetikleyicisi sidi larbi cherkaoui’nin “sutra”sı olsa da, “caravaggio” ve bir düzine başka gösteri heyecanımı arttıran diğer unsurlardı. bunlardan beni hayal kırıklığına uğratmayanları peyderpey buraya aktarmaya çalışacağım.]
her ne kadar beklentilerimi boşa çıkarmış olsa da, “sutra”dan sonraki ilk izlenimlerimi “caravaggio” hakkında yazmaya karar verdim; ne de olsa insana her an bir dünya prömiyeri seyretmek nasip olmuyor.

mauro bigonzetti, önceden tanıdığım bir koreograf değildi, ismini ilk bu proje dolayısıyla duydum. araştırınca italya’da fena işler yapmadığını öğrenmek beklentimi arttırdı. bir italyan sanatçının bir italyan sanatçıyı anlatacak olması da projeyi ilginç kılıyordu. kaldı ki, ışıktan da sorumlu olan sahne tasarımcısı (carlo cerri) ve monteverdi’nin farklı eserlerindeki müzikleri kurgulayarak düzenleyen besteci (bruno moretti) de italyandılar (ve yıllardır bigonzetti ile çalışıyorlarmış).
projenin berlin ayağının en heyecan verici tarafı ise günümüzün efsanevi baleti (ve aynı zamanda berliner staatsballett’in genel sanat yönetmeni) vladimir malakhov’un “caravaggio”nun başrolünde dans edecek olmasıydı. onu sahnede ilk defa izleyecektim. ayrıca yine günümüzün en iyi balerinlerinden rus polina semionova malakhov’a eşlik edecekti.
kağıt üzerinde buraya kadar herşey yeterince vaatkardı.

perde ilk açıldığında naturalist bir dekorla karşılaşmamak ve eser devam ettikçe biyografik bir anlatımın tercih edilmemiş olduğunu görmek insanın içini rahatlatıyordu. afişindeki imajın tersine caravaggio tablolarının birebir canlandırılması tuzağına düşülmemesi de proje için artı puandı.
peki bu saydıklarım yeterli miydi eseri başarılı kılmaya? doğrusu, pek değil!
caravaggio’nun hırçın, huzursuz, karanlık karakteri nerdeydi! hayatının tekinsiz atmosferi, tablolarının yaramaz, kışkırtıcı ruhu nerdeydi!
maalesef bunları sahnede bulmak, izlerini koreografide sürmek mümkün değildi. hele de bir gazete söyleşisinde bigonzetti’nin derek jarman’ın “caravaggio”sundan haberdar olduğunu belirtmiş olmasına rağmen.

evet, belli ki bigonzetti tartışmasız bir estet! bu kadar estetik, güzel, etkileyici duolar, triolar, sextetler tasarlamak kolay kolay her koreografın harcı değil, hakkını vermek lazım!
zaten, eserin adı “caravaggio” olmasa, sorun kalmazdı bana göre.

caravaggio’ya dair bir tek, resim sanatında onunla özdeşleşen karanlık-aydınlık dengesindeki ustalığı ve ışık kullanım tekniği (chiaroscuro) başarıyla yansıtılmıştı esere. sahne üzerindeki zifiri karanlıklarda ve o karanlıklardan fırlayan ışıkla yıkanmış figürlerde caravaggio'yu "bulmak" mümkündü.
en arkada havaya/karanlığa asılmış gibi duran büyük altın varaklı tablo çerçevesinden ibaret yalın sahne düzenlemesi bütünüyle ışık tasarımından güç alıyordu.
ancak, insan berlin’de bir nefeste 13 sahne gösterisi seyredip de, istisnasız her birinde, sahnelenen eserin ruhuna uygun ve kusursuz bir ışık tasarımı görünce, “caravaggio”nun bu artısı da anlamını/değerini yitiriyor sanki.

16 Aralık 2008 Salı

cherkaoui on bausch


"I met the work of Pina Bausch -which I thought was incredible because it was so emotional, so aesthetic and the movements were so lyrical. At the same time there were social issues being addressed & the male/female relationship was so polarised. I really liked that, because it reminded me of my father & mother. I could relate to it, you knew it wasn't fake. Sometimes when I saw say the ballet Romeo & Juliet, I felt it never is like that, whereas with Pina Bausch it's real male/female interaction."

15 Aralık 2008 Pazartesi

"sutra" : gökgürültüsü kadar keskin ve şiddetli, sessiz bir göl kadar sakin ve berrak!



20 ahşap kutu; boyu-eni-derinliği insan ölçülerinde.
1 çelik kutu; ahşaplarla aynı boyutta.
16 şaolin keşişi.
1 sidi larbi cherkaoui.

o kutular 7o dakika boyunca neler olmadı! tabut, sandık, mikrokozmoz, kayık, kapı, ada, meydan, dolap, orman, tapınak, dağ, yol, geçit, duvar, gökdelen, labirent, lotüs çiçeği...

kutular kah larbi’nin kah keşişlerin içinde sıkıştıkları dünyaları oldu.
larbi kah yabancı oldu keşişlere, kah onlardan biri. larbi keşişleri kah meraklı-ürkek bakışlarla uzaktan seyretti, kah onları oyununun piyonları olarak kullandı.. sonra kendisi de o oyuna dahil oldu.

keşişler kah kendileri oldular, yüzyıllardan damıttıkları dövüş sanatı kung-fu'yu icra ettiler, kah hayvan oldular; akrep, yılan, kartal, kaplan, maymun… kah iş adamları oldular, kutulardan kurdukları kentin sokaklarında hızla dolaştılar.

sidi larbi cherkaoui, akram khan ile başladığı doğu yolculuğunun bir sonraki, daha “ilerideki” bir durağındaydı sutra’da!
hem coğrafi, hem felsefi, hem de ruhani olarak.
doğu’nun kattığı gizem vardı sutra’da; bir var olan, bir yok olan, beklenmeyen yerden çıkan, girdiği kutuda kaybolan, zamanda ve mekanda yolculuk eden onaltı keşiş ve bir koreograf.

koreograf batılı, keşişler doğuluydu.
sutra, batılı koreografın çoçukluğundan beri hayranı olduğu uzakdoğunun dövüş kültürüyle karşılaşmasını anlatıyordu; batı ile doğunun ilişkisini, iletişimsizliğini, karşılıklı tereddütlerini, koreografın kişisel gayretini, çelişkilerini, hayranlığını…

larbi’nin koreografik kabiliyeti yine benzersizdi.
larbi bize yine bir hikaye anlattı, ama bu sefer sözcükleri “seslendirtmedi”, sadece hareketleri kullandı.
(sidi larbi cherkaoui, keşişlerin "danslarında" şaolin tapınağının kadim hareket alfabesini kullanmış. çin-budist dövüş sanatında var olan 1 dakikalık 74 farklı hareketi değişik kombinasyonlarla biraraya getirmiş.)
larbi’nin kendi soloları ise yine enfesti; kırılgan, yumuşak, içli ve sakindi. şaolin keşişlerinin sert komutlarla gerçekleştirdikleri keskin hareketlerin tam zıddıydı larbi’nin soloları.
ama birbirinin zıddı gibi gözüken bu iki yol aynı kapıya çıkıyordu: insanın kendisiyle ve doğayla ancak teklifsizce kuracağı ilişki sürecinde/sonucunda edinebileceği hayran olunası içsel güç ve enerjiye.

4 Aralık 2008 Perşembe

seyahat öncesi bir akşam


şu anda, bir seyahat arifesinde, başka bir yolculuktan kalma müzikleri dinliyorum, tesadüf öyle denk getirdi.
stefan micus'tan "on the way back" çalıyor, "athos, a journey to the holy mountain" albümünden.

ne şanslıyız ki, istanbul'da yaşıyoruz ve bu kentin müstesna mekanlarından biri olan aya irini'de etkileyici konserler, gösteriler seyretme, dinleme ve aslında bunları bütüncül bir deneyim olarak "yaşantılama" imkanımız oldu, oluyor...
bu sene akbank caz festivali'ndeki stefan micus konseri de bunlardan biriydi. en son jan garbarek'in hilliard ensemble ile verdiği konserde aya irini'yi "hissettiğimi" hatırlıyorum. micus hafızamı tazeledi.

farklı albümlerinden hazırladığı karışık bir programla sahneye çıkan stefan micus, bendeki tek albümünden şu anda bana eşlik eden eserini de çaldı o akşam; bana göz kırptı!

konser sonrasında imza almak için bekledik bir kaç arkadaş. stefan micus bekletmedi, hemen geldi. albümü imzalatırken, bu yaz aynaroz'a gittiğimi, gündüzleri kulaklıklarımda onun melodileriyle gezdiğimi, geceleri onun melodileri ile "uyuduğumu" söylediğimde çok şaşırdı, sevindi. ne zaman gittiğimi sordu, ne için gittiğimi, oraları nasıl bulduğumu?

her manastırda kocaman bir inşaat vincinin olduğunu söylediğimde, ve onlara rağmen aynaroz'un hala ruhaniliğini koruduğunu, "eh, keşişler avrupa birliği'den para almasını çok iyi biliyor" diyerek hafifçe yakındı sanki. o yirmi-yirmibeş sene önce gitmiş aynaroz'a, herşey "eskisine" daha yakınmış o zamanlarda, şimdi bozulmuş çoğu şey.

stefan micus'un bu kadar içten, bu kadar samimi sohbet edeceğini düşünmezdim. her ne kadar bestelediği müzikler, kullandığı çalgılar onun hayata bakışına dair ipuçları (insancıllık, doğallık, sadelik,...) veriyorsa da, benim için sürpriz oldu bu ayaküstü sohbet.

sonradan, konser kadar bu sohbetin de değerini "hissettim".

3 Aralık 2008 Çarşamba

rus çınarı

natalia gutman bu akşam bir kez daha istanbul'daydı. boğaziçi üniversitesi'nin albert long salonu'na oğlu alexandr kagan ve gökhan aybulus ile konuk oldu.
hep duyarız, müzisyenler kendi aralarında toplandıkları akşamlarda sohbetin yanısıra beraber müzik yaparlar, ikililer, üçlüler, dörtlüler çalarlar diye. bu akşam da albert long salonu'nda öyle samimi, sıcak bir atmosfer vardı. sandalye düzenini bile sanatçıların kendileri yaptılar.
konser brahms'ın keman sonatı ile başladı, mendelssohn'nun üçlüsü ile devam edildi, aradan sonra schumann'dan çalınan viyolonsel-piyano için üç fanteziden sonra şostakoviç'in üçlüsüyle noktalandı; uzun, doyurucu ve keyifli bir konserdi. yazık ki tıklım tıklım dolu değildi!

natalia gutman'ın son üç yılda istanbul'da verdiği dördüncü konserdi bu akşamki. ilk ikisinde farklı orkestralarla şostakoviç'in 1. viyolonsel konçertosu'nu çalmıştı. hatta ikinci konser için kendisinin şostakoviç'in 2. viyolonsel konçertosunu önerdiğini (bu sayede istanbul seyircisine açtığı bir parantezi kapatmak istemiş), ancak önerisinin orkestra yönetimi tarafından kabul edilmemesini üzüntüyle karşıladığını belirtmişti bir röportajında.
geçen sezon da işsanat'a gelmişti; yanında kendi çalgılarında usta olan rus arkadaşları vardı: bashmet, tretjakov ve lobanov. unutulmaz bir brahms akşamı yapmışlardı. konser sonrasında kuliste işsanat'ı kastederek "buranın akustiği pek de iyi değil, di mi" diye yakınırken bir sene önce akbank oda orkestrası ile konser verdiği cemal reşit rey konser salonu için "belediyenin bir salonu vardı, oranın akustiği buradan daha iyiydi, burada sesler dağılıyor" yorumunu yapmıştı. acaba albert long'u nasıl buldu?..

bir istanbullu cello-sever olarak aralık sonlarına doğru crr'de efe baltacıgil'i, şubat başında da işsanat'ta yo-yo ma'yı kaçırmayacağım.

mutlaka!

6 aralık cumartesi saat 15.00'te pera müzesi'nde galataperform tarafından rodrigo garcia etkinliği gerçekleştirilecek; iki oyunu okuma tiyatrosu olarak sahnelenecek, video gösterimleri ve rodrigo garcia ile söyleşi yapılacak.
avrupa'nın günümüzdeki bu en radikal, en asi, en muhalif, en hırçın tiyatro adamıyla "her anlamda" tanışmak için kaçırılmayacak bir fırsat!

ben o tarihte maalesef istanbul'da olamayacağım [sidi larbi cherkaoui'nin son harikası "sutra"yı ve bir düzine başka gösteriyi seyretmek üzere berlin'e gitmiş olacağım].
istanbul'da olan bütün tiyatro meraklısı arkadaşlarıma rodrigo garcia etkinliğini "şiddetle" tavsiye ederim!

galataperform çıtayı yükseltti! umalım ki en kısa zamanda rodrigo garcia kendi topluluğu ile de istanbul'a konuk olsun...

2 Aralık 2008 Salı

mutluluk!

pina bausch'un 2007 yılı eseri "bamboo blues"daki rolü ile kenji takagi 29 kasım 2008 günü dağıtılan alman sahne sanatları DER FAUST ödüllerinde dans dalında en iyi erkek sanatçı seçildi.

pina bausch son iki yılda aldığı sayısız ödüle (bunlar arasında prestijli kyoto ödülü ve goethe ödülü de var) 30 kasım günü bir tane daha ekledi: duigsburg müzik ödülü 2008.

sidi larbi cherkaoui, en son sezon başında alman dans eleştirmenleri tarafından yılın en iyi sanatçısı/koreografı seçilmişti. bugün açıklandı; bu sefer de alfred töpfer vakfı tarafından avrupa çapında verilen 75.ooo euro değerindeki KAIROS 2009 ödülünü almaya hak kazanmış. çoktandır aklında olan kendi topluluğunu kurma hayalini bu ödül sayesinde gerçekleştirebileceği konuşulmakta.

hepsini yürekten kutluyorum!