27 Ocak 2010 Çarşamba

jonas kaufmann senesi

fransız-alman kültür kanalı arte, 7 aralık'ta milano la scala'nın sezon açılışını, yani jonas kaufmann'lı "carmen"i naklen yayınladı. bu akşam da paris bastille operası'ndan yine kaufmann'lı "werther"i yayınladı.

yakışıklı alman tenor, rolando villazon'un yokluğunda, romantik repertuarın aranan ismi oldu. hakkını yememek lazım, "carmen"de çok çok iyiydi, hatta herkesin üzerinde sözbirliği ettiği, memnun kaldığı tek isimdi.

alman bestecilerinin eserlerini yorumladığı, caspar friedrich david tablolarından ödünç alınma kapağıyla "sehnsucht" (hasret) adlı albümü ne kadar romantikse, italyan ve fransız repertuarından seçerek oluşturduğu -adı üstünde- "romantic arias" da o kadar etkileyici.
jonas kaufmann'ın tenor sesi biraz tok, hafif boğuk. bu benzersiz ses, oyun gücü ve yakışıklılıkla birleşince kaufmann'ı sahnede seyretmek büyük keyif oluyor.

aslen film yönetmeni olan [isabelle huppert'li bir avuç filmi var] belçikalı benoit jacquot "werther"i sakin, dingin bir yorumla sahneye koymuş. az dekor, az renk, karakterlere ve duygulara yoğunlaşan oyunculuk yönetimi.

romantik fransız operalarının en hüzünlülerinden olan jules massenet'nin "werther"inde birinci ve ikinci perdenin en baskın ögesi sahnenin üçe ikisini kaplayan açık mavi-gri renkte, her an bir fırtınaya dönüşecekmiş hissi uyandırmasına rağmen sakin gökyüzü; tam da caspar david friedrich'in tablolarından esinlenilmiş gibi ve tam da goethe'den uyarlanan bir operaya yakıştığı üzere..

üçüncü perde, bu sefer vilhelm hammershoi'nin tablolarından esinlenilmiş gri, loş bir iç mekanda geçiyor. werther'in charlotte ile çıkışı olmayan aşkının sonucunda intihar edeceği, charlotte'un da pişman ve acı içinde kalacağı düşünüldüğünde bu kasvetli iç mekan, karakterlerin iç dünyasını mükemmelen yansıtıyor.

ve son perde; sahnenin bütün derinliği içinde tek bir oda, tek bir pencereden gelen direkt ışık, yağan kar tanecikleri... werther kanlar içinde yerde... charlotte kırmızı şalıyla seyirciler arasından onun yanına geliyor ve yoğun hüzün içeren düetlerinde birbirlerine olan aşklarını dile getiriyorlar... werther ölüme yaklaştıkça, birbirlerinin olamayan aşkları yavaş yavaş sonsuzluğa göçtükçe, ışık da gittikçe azalıyor, geriye bir tek yatağın başucundaki mumun ışığı kalıyor.

sadece jonas kaufmann değil, charlotte'u söyleyen sophie koch da rolünü müthiş yorumluyor. "werther"in bütünü çok başarılı ancak özellikle son perde unutulacak gibi değil! bunda büyük orketra şefi michel plasson'un da büyük katkısı var.

benoit jacqout "werther"in televizyon naklen yayınını da yönetiyor ve daha önce rastlamadığım bir yaklaşımla, hemen dekorun arkasında oyuncuların antre bekleyişlerini, yan sahneden girişlerini, spotları, sahne arkası çalışanlarını, onların nasıl dekoru düzenlediklerini gizlemeden yayına eklemiş. jacquot yenilikçi bir fikirle; televizyon önündeki seyircilere, salondakilerin sahip olmadığı açıları/detayları gösteriyor.

arte'si olmayıp "werther"i veya arte'nin yayınladığı diğer konser-tiyatro-opera gibi etkinlikleri merak edenlere arte'nin internet sitesini öneririm; bu yayınlar site üzerinden her an ücretsiz seyredilebiliyor.

26 Ocak 2010 Salı

berlinale kapıdayken, cannes yine yaptı yapacağını!


üç büyüklerin en sansasyoneli cannes film festivali'nin bu seneki jüri başkanı açıklandı: tim burton.

sinemasına bakıldığında tim burton, fazlasıyla kendine özgü fantastik bir dünya kurabilmiş [ve bu dünyaya hiçbir zaman ihanet etmemiş] önemli yönetmenlerden biri.
efsanevi moma'da ilk defa bir sinema yönetmenine ayrılan ve burton'ın ilkokul zamanından kalma çizimlerinin bile görülebildiği [iflah olmaz hayranlarından kuzenim z.'in new york dönüşü gözleri faltaşı gibi açılmış, heyecanlı heyecanlı anlatığı] had safhada detaylı sergi de tim burton'ın "unique"liğinin göstergesi. ancak bence cannes gibi bir festivalin jüri başkanı olmak için "fazla kendine özgü" bir figür. hayırlısı...

cannes'ın yarışmalı filmlerini bayağı merak etmeye başladım!

john malkovich istanbul tiyatro festivali'nde!

john malkovich, dante'nin ilahi komedya'sına da gönderme yapan "the infernal comedy" adlı disiplinlerarası bir sahne gösterisi ile 14 mayıs'ta istanbul tiyatro festivali'nin açılısını yapacak.

jack unterweger adlı avusturyalı bir seri katilin hikayesini anlatan yapıtın metni michael sturmiger tarafından yazılmış.
oyunun özelliği john malkovich'e iki sopranonun eşlik etmesi. evet, jack unterweger'in hikayesi sahnede bir barok orkestrayla birlikte canlı icra edilen vivaldi, haydn, mozart, beethoven, boccherini ve weber'in aryaları eşliğinde anlatılıyor.
oyunun fikri, aynı zamanda orkestrayı yöneten şef martin haselböck'ten çıkmış.

bilmiyenler için (ben bugüne kadar bilmiyordum) jack unterweger'in hikayesi oldukça ilginç; 1974 yılında cinayetten ömürboyu hapse mahkum oluyor. hapishanede yazmaya başlıyor ve otobiyografisi ve tiyatro oyunlarıyla o kadar ünleniyor ki 1990 yılında 700 entellektüelin dilekçesiyle şartlı tahliye ediliyor.
avusturya gazete ve dergilerinde yazar ve muhabir olarak çalışmaya başlayan unterweger edebiyat söyleşilerine katılmak için gittiği şehirlerde cinayetler işlemeye devam ediyor. 1994'te, hakkında tekrar hapis kararı çıktığı gece hücresinde intihar ediyor.

1 temmuz 2009'da viyana ronacher tiyatrosu'nda prömiyeri yapılan "the infernal comedy" 2010 mayıs ve haziran aylarında istanbul'un yanısıra lüksemburg, brüksel, paris, hamburg, bilbao, atina, selanik ve toronto'da sahnelenecek.

umarım bu gösteri son dakikada mekansızlıktan veya başka bir nedenden dolayı iptal edilmez.
her ne kadar john malkovich'i sanatının doruğunda olduğu yıllarda, 1990'da, west end'de "burn this!" adlı oyunda uzun saçlı haliyle kızgın ve ayrıksı bir karakterde seyretme şansına ermiş olsam da, ustası olduğu sorunlu, çetrefilli, karmaşık karakter rollerinden birine daha hayat verirken -bu sefer kendi şehrimdeki bir sahnede- tanık olmak müthiş keyifli olacak, eminim!

25 Ocak 2010 Pazartesi

asimetrik ilişkiler

kar hapsinde film partisi patlamış bembeyaz mısırlarla devam etti, ancak akşamüstü seyrettiğimiz filmlerin "kar" ile ilişkisi sıfırlandı, başka bir ortak paydada buluştular:
genç erkek ile olgun kadının aşkı: "cheri" (aşkım)
genç kız ile olgun adamın aşkı: "an education"

"cheri" yine filmekimi'nde seyredemediğim, vizyona girince de iki çarşamba üstüste alkazar'a gidip; ilkinde gazete ve internette ilan edildiği halde oynamadığı, diğerinde ise tam da o seansın başka bir etkinlik için kiralandığı gerekçeleri ile seyredemeyip köskös evime dönmek zorunda kaldığım bir film.
"cheri" bir kaç özelliği ile beni cezbetmişti:
. stephen frears: gelmiş geçmiş en mükemmel aşk-tutku-intikam filmlerinden biri olan "dangerous liasons" (tehlikeli ilişkiler)'in ve başka bir sürü iyi filmin yönetmeni,
. darius khondji: yıllar yıllar önce caro & jeunet'nin "delicatessen" (şarküteri)'si ile ilk defa adını bellediğim, sonrasında bir kaç david fincher filmine ("se7en" dahil) o benzersiz renkleri ve ışığı katan olağanüstü görüntü yönetmeni,
. christopher hampton: choderlos de laclos'un muhteşem "tehlikeli ilişkiler" romanını ilk önce tiyatroya [bu aşk kuartetini 1990'da londra'da seyretme şansına ermiştim], daha sonra da sinemaya uyarlayan, ilerleyen yıllarda kendisi de "carrington", "the secret agent" gibi eliyüzü düzgün filmler çeken yazar/yönetmen ve
. michelle pfeiffer: sadece şu üç filmdeki ("dangerous liaisons", "the fabolous baker boys" ve "the age of innocence") kırılgan kadın karakterleri canlandırışıyla bile sinema tarihine yazılmayı hakeden güzel ve yetenekli aktris.

işte, bu kadar beklenti bir araya gelince, sonuç beklendiği kadar parlak çıkmayabiliyor.
collette uyarlaması senaryo fena değil, görüntüler bir renoir veya monet tablosu kadar empresyonist, michelle pfeiffer kötü oynamıyor, stephen frears da elinden geleni yapmış gibi ancak "cheri" bu dört sanatçının kariyerlerinde önemli yer tutacak bir film değil. hepsinden daha iyilerini izledik; çıta o kadar yüksek ki, "cheri" çok altında kalmış!

"an education" ise daha sinemalarımıza gelmedi; büyük ihtimalle if'te veya istanbul film festivali'nde gösterilir. festivale veya vizyona gelmesi muhtemel filmleri ekrandan seyretmeyi tercih etmememe rağmen, kuzenim punduna getirdi, karşımda "an education"ı buldum.

lone scherfig "yeni başlayanlar için italyanca" ile ilk defa gönüllerimizi fethetmişti. sonraki hiç bir filmi de onun kadar iyi olmadı. "an education"ın ise ingiliz bafta ödüllerinde bayağı bir adaylığı var; bbc yapımı olması etkili olmuş herhalde.
senaristi nick hornby: azımsanmayacak bir isim. ancak film hornby'nin romanları ve romanlarından uyarladığı senaryolar kadar zeki değil. hatta; oldukça bildik sularda ilerleyen, risk almayan ve sonunda seyirciyi üzmeyen hikayesiyle etkileyicilikten çok uzak.

"an education" ingilizlerin çok iyi yaptığı üzere ("cheri" de öyle) mükemmel bir dönem filmi; kostümler, objeler, binalar, ışıklandırma muhteşem.
nasıl "cheri"de art-nouveau'nun bütün asimetrik kıvrımları filmin her bir karesine nüfuz etmişse, "an eduction"da da 60'ların saç, giysi, grafik ve mimari tasarımları hatasız, eksiksiz gözler önüne serilmiş. juliette greco şarkıları da cabası.

24 Ocak 2010 Pazar

mantı yenir, "moon" izlenir

her tarafı bembeyaz kar kaplamış, kapıdan dışarı adım atılamıyorken ne yapılır?

annem çoktandır ertelediği mantı partisi için bu kar tatilinin iyi bir fırsat olduğunu düşündü. kuzenler, teyzeler toplandık, afiyetle "anneannem usulü" pabuç büyüklüğünde üçgen mantı yedik, bol yoğurtlu.
tabii, bazılarımız fırınlanmış, et suyuyla çeşnilendirilmiş "kayseri/ermeni usulü" bohça mantıyı tercih etti.

ardından kuzenim film seyredelim ben de dvd'ler var dedi, hep beraber onlara gittik.
bu karda ne seyredilir ne seyredilir, dexter 1. sezon mu, coco chanel mi derken "moon"u gördüm. ay üssü alfa ile büyümüş bir nesile ait biri olarak gözlerim parladı.
"moon" filmekimi'nden beri aklımdaydı; o zaman biletim vardı ve pazar sabah seansına uyanamadığım için bu heyecanla beklediğim filmi ekmiştim.
koyduk "moon"u seyrettik.

nasıl biz eve tıkılmışsak, sam rockwell de aydaki üste sıkışmıştı, nasıl bizim etrafımız bembeyaz karsa, onun da etrafı bembeyaz ay tozuydu.
uzun zamandır bu kadar sağlam bir bilim-kurgu filmi izlememiştim; atmosferik, klostrofobik, hüzünlü!
yönetmen duncan jones kendinden önceki bilim-kurgu klasiklerine küçük selamlar göndermeyi de ihmal etmemiş ki, bu kadirşinas haliyle benim de gönlümü aldı.

özlemle anıyorum...


23 Ocak 2010 Cumartesi

köksüz

amerikan sineması bunu yapmayı çok seviyor: sağ gösterip sol vurmayı!
aykırı, protest bir bakışla başlayıp konvansiyonel, babaannemin nasihatleri tadında bitirmeyi.

bu yılın övüle övüle şişirilmiş filmi "up in the air" (aklı havada) da aynen bu minvalde seyrediyor. hayattaki gri tonları yakalamak varken (-ki ilk yarım saat bu anlamda çok vaatkar), siyah-beyaz keskinliğine varan bir film "up in the air".
yönetmen ve senarist jason reitman'in filmin sonunu baştan bildiğini/tasarladığını, yani o sona ulaşmak için başlangıcı araç olarak kullandığını düşündüğümde, "up in the air" çapsızlığı yanında had safhada samimiyetsiz de geliyor bana.
çapsızlıktan kastım: yalnızlığın karşısına evli olmayı yerleştirmiş olması, insanlara hayatta yalnız kalmak istemiyorsanız evlenin mesajı vermesi, hayatta karşılaşılan güçlüklerle ancak evli-çocuklu olunduğunda başedilebileceğini savunması.

gelelim clooney'e:
herkesin ayılıp bayıldığı, yerlere göklere koyamadığı george clooney, hep aynı rolü oynamaktan bıkmadı mı acaba? aynı bakışlar, aynı gülümseme, üzerinde aynı beyaz gömlek-kravat-ceket kombinasyonu, aynı kırlaşmış saçlar, aynı yürüyüş.
bruce willis bile bir aralar, üzerine yapışmış "yamuk ağızla sırıtan action-man" etiketinden kurtulmak için ilginç rollere cesaret etmişti. george clooney ise yakışıklı bir janti olarak her filminde sadece tatlı tatlı gülümsüyor, başka bir şey yaptığı yok.

"up in the air"in esas artıları iki yardımcı kadın oyuncusu: vera farmiga ve anna kendrick.
kendrick hırslı, stresli, sevimsiz kız'da daha bildik, kolay ve dışa dönük bir portre çiziyor. vera farmiga ise olgun, ne istediğini bilen, görmüş geçirmiş ve hafiften esrarengiz kadın'da çok hoş nüanslarla, içten oyunuyor.

son söz de bizimkilere:
bizim film ithalatçı/dağıtımcılarının filmlere türkçe ad bulmada ne kadar "yaratıcı" olduklarını bilirdik de, herhalde bu sefer saçmalama konusunda doruklardan birini yaşıyoruz. "aklı havada" olmak ile "up in the air"in ne alakası var, anlayan beri gelsin!

22 Ocak 2010 Cuma

kim kiminle nerede: new york'ta

meraklısı filmekimi’nde görmüştür çoktan, ben ancak geçen haftasonu vizyona girince seyrettim: woody allen’in son hoşluğu “whatever works” (kim kiminle nerede?).

beylik bir yorum olacak ama söylemeden edemeyeceğim: woody allen bu filmle, küçük avrupa turundan memleketine, baba şehrine, new york’a dönmüş. hem de ne dönüş!
whatever works” çok matrak bir film. genellikle entel, aykırı tipleri canlandıran patricia clarkson eksantrik güneyli anne’de muhteşem.

woody allen belki böyle bir mesajı amaçlamamıştı ancak ben filmden şunu çıkardım: git new york’a ve kendini, yaratıcılığını, cinselliğini keşfet, olgunlaş!
filmde new york’a gelen her karakter kendini buldu, üzerindeki baskıyı, yükü attı, özgürleşti. woody allen'a da, insan ruhunun karanlıklarına daldığı londra filmlerinden sonra kentine dönmek iyi gelmiş anlaşılan. aradaki barcelona kaçamağı da cabası.

whatever works” yeni ve farklı değil, keyifli ve tipik bir woody allen filmi.

boyutu küçük etkisi büyük sergi


topkapı sarayı has ahırlar'da "onbin yıllık iran medeniyeti, ikibin yıllık ortak miras" sergisi devam ediyor.
sergilere son gününde gitme huyumdan taviz verip, geçen haftasonu yağmur altında sarayın yolunu tuttum.
tabii ki, paris'teki istanbul sergisi ayarında bir sergiyle karşılaşmayacağımı tahmin etmiştim. yine de pişman olmadım; enfes bir kaç parça eseri görmeye değdi.

iran'dan sadece ulusal müze'den parçalar gelmiş. onlar da, serginin başlığındaki ilk kısma tekabül ediyorlar: "onbin yıllık iran medeniyeti"nin sekizbin yılına.
başlığın ikinci bölümü, "ikibin yıllık ortak miras", yani aslında iran'ın islamiyetle tanışmasından sonraki binbeşyüz yıllık dönem ağırlıklı olarak istanbul'daki koleksiyonlardan derlenmiş; topkapı sarayı, arkeoloji müzeleri, askeri müze, türk ve islam eserleri müzesi, millet kütüphanesi ve sadberk hanım müzesi'nden.
iran tarihinin sekizbinbeşyüz yılı serginin 1/4'ünü, islamiyet dönemi ise 3/4'ünü kapsıyor.
iran'dan gelen ilk sekizbinbeşyüz yıla ait objeler, istanbul'dan toplanan islamiyet dönemi objelerinden çok daha ilginç ve görmeye değer.

tematik bir yerleştirme olmadan, tarih sırasıyla izliyorsunuz objeleri; has ahırların büyük tek mekanında vitrinler içine yerleştirilmiş şekilde.
bu sergileme mantığı çok gerilerde kaldı.
yaklaşık 30 yıl önceki muhteşem "anadolu medeniyetleri sergisi" böyleydi; vitrinler içinde yanyana, sıra sıra objeler. türkiye ilk defa müthiş kapsamlı ve sergileme düzeni olarak oldukça profesyonel bir sergi görüyordu.
yaklaşık 10 yaşlarında bir çocuk olarak üzerinde yaşadığım toprakların tarihi ve medeniyetleri ile karşı karşıya gelmiştim ve çok etkilenmiştim.
aradan çok sular aktı, ancak maalesef devletin sergi hazırlama mantığı değişmedi.

(bu aralar bu lafı çok kullanıyorum ama mecburum) "herşeye rağmen" iran medeniyeti sergisi, iran'dan gelen objeler hatırına gezmeye değer:
. eski çağlardan pişmiş toprak kaplar alev ebuzziya'ya taş çıkartıyorlar,
. taht-ı süleyman'dan çini parçası sanki bugün tasarlanmış kadar soyut,
. perslerden kalma bronz kaseler, madeni objeler inanılmaz bir işçilikle yapılmış, inanılmaz güzellikte (örneğin "balıklı kap" muhteşem),
. lake tekniği ile yapılmış, gökyüzündeki yıldızlar ile insan ve hayvan figürlerini süperpoze ederek gösteren astronomi haritası dakikalarca seyredilecek güzellikte,
. sergide sizi ilk karşılayan eski çağlardan iki insan büstü -ki erkek olanı omuzuna, eline konmuş islami bülbüllerle afişi de kaplıyor- küntlükleri, sadelikleri ve ifadeleriyle çok etkileyici,
. sergiyi bitiren, insan boyutunda iki kakma kapı da işçilikleri, renk ahengleri ile muhteşem;
insan, gözü gönlü açılmış olarak terkediyor sergiyi...

akm muamması ve pina bausch'a dair diğer şeyler

geçen mayıs ayında daha pina bausch hayattayken topluluğunun 2009-2010 sezonu açıklandığında çok heyecanlanmıştım, yıllar sonra istanbul'a iki yapıtıyla birlikte gelecekti: 20-21 haziran "nefes", 24-26 haziran "vollmond" istanbul atatürk kültür merkezi.
gerçi ben ikisini de daha önce seyretmiştim, seyretmediğim yapıtlarıyla gelmesini tercih ederdim, ancak 6 yıldır uğramadığı şehrime hangi yapıtıyla olsun konuk olmasından çok memnundum. neticede pina bausch yapıtları sıkılmadan tekrar tekrar izlenir, her defasında bir sürü küçük detay keşfedirilir...

atatürk kültür merkezi'nin 2010'nun herhangi bir ayına yetişmeyeceği anlaşıldığından beri ara sıra pina bausch'un internet sitesine girer oldum, turne programında değişiklik olacak mı diye.
bu hafta içinde değişiklik gerçekleşti: "vollmond" silinmiş, "nefes" 21-23 haziran'da üç gösteriye çıkmış, mekan olarak yine istanbul akm belirtilmiş.
akm nasıl olacak anlamış değilim; vakti gelince göreceğiz herhalde.

işin ilginç yanı, geçtiğimiz haftasonu hürriyet'in ekindeki "2010 istanbul avrupa kültür başkenti'nin en iyi 10 projesi" anketinde "nefes" ikinci seçildi. seçenler kültür-sanat dünyamızdan köşe yazarları, sanat etkinlikleri organizatörleri...
"nefes" 2003 yılında tasarlandı, o yıl istanbul'da kapalı gişe beş gösteri yaptı, o zamandan beridir de bütün dünyayı dolaşıyor.
"nefes" enfes bir gösteri ancak özel olarak 2010 için tasarlanmış bir proje değil! o zaman neden en iyiler listesinde?
ve daha da önemlisi; akm'nin haziran'a yetişmeyeceği kesinken (ve bu kültür-sanat insanları bunu çok iyi biliyorken) nasıl oluyor da, sahneleneceği mekan olmayan bir proje listeye giriyor?

herkesin bir bildiği var herhalde!

...

pina bausch'un topluluğu istanbul'dan hemen sonra atina'ya "agua" ile konuk olacak. değişen tur programında "agua"nın devamına, üç gösteri ile "nefes" eklenmiş. ne mutlu atinalılara!
["agua"yı 2002'de paris'te izlemiştim; yunan vizesiyle sorunu olmayanlara şiddetle tavsiye ederim]

...

topluluğun 2009-10 sezon programından öğrendiğim başka bir haber:
2009 haziranı'nda, daha pina bausch vefat etmeden prömiyeri gerçekleşen, şili'den esinlenen son yapıtı isimsiz kalmıştı.
bilen bilir, pina basuch yapıtlarına hemen isim vermez, hatta bazıları isimsiz kalır, prömiyer yılı ile anılır.
ben 2009 yapıtının da, pina bausch vefat ettiği için isimsiz kalacağını düşünmüştüm.
öyle olmadı. sanki topluluk, pina bausch'un ardından kendi ayakları üstünde durabileceklerini -ya da belki de, pina bausch'un kurduğu düzenin hiç değişmeden devam ettiğini- göstermek/ispat etmek istermiş gibi 2009 yapıtına ocak ayındaki santiago turnesi sırasında bir isim vermiş:
"...como el musguito en la piedra, ay si, si, si ..." (...taştaki yosun gibi...)
hayırlı olsun...

21 Ocak 2010 Perşembe

dışa değil, içe dönük değerler

"Asıl amaç İstanbul gibi bir kentin o güzelim renklerini dünyaya tanıtan simgesel bir gösteri değil miydi? Salonda yer alan onca bakan düzeyindeki yabancı ülke konuğuna, onca büyükelçiye ve televizyon kanalıyla bütün dünyaya ne anlatmış olduk? Dışa değil, içe dönük değerlerimizi sergiledik. Günümüzün üstünkörü kültür sahibi Türk insanına seslenen popüler bir gösteri sunduk...
...Ve 20.10'da başlatılacak şenliklerin hepsi neredeyse bir buçuk saat sarktığında uygarlığın en önemli göstergelerinden zamana karşı saygıyı hiçe saymış olduk..."

-"allegro", evin ilyasoğlu
cumhuriyet gazetesi 20.01.2010


"...Und dann hängt die Staatsführung zu diesem Zeitpunkt ihrem ehrgeizigen Terminplan schon eine gute Stunde hinterher: Denn eigentlich sollte dieser Knopfdruck genau um zwanzig Uhr zehn erfolgen, der schönen Zahlenkoinzidenz halber und wohl auch, weil so eine Punktlandung natürlich ein schickes Zeichen für europakompatible Präzision und Zuverlässigkeit gewesen wäre. So allerdings ist der Symbolwert der prestigeträchtigen Veranstaltung unfreiwillig ein ganz anderer: Bei allem, was mit Europa zu tun hat, heißt es für die Türken, im Regen stehen und warten.
...Das ITB-trächtige Potpourri der Eröffnungsgala ist freilich vor allem eine verpasste Chance. Denn die Stadt, die schon durch ihre Geschichte wie ihre Einwohnerzahl (offiziell: 12,5 Millionen, geschätzt: 20 Millionen) weit gewichtiger ist als die beiden anderen europäischen Kulturhauptstädte dieses Jahres, Essen und das ungarische Pécs, hätte sich ja auch ganz anders präsentieren können: als moderne Metropole zum Beispiel, in der aus dem Aufeinandertreffen verschiedener Kulturen etwas Neues, Gemeinsames entsteht. Als aufregender Melting Pot verschiedenster Einflüsse in Musik, Film, Bildender Kunst und Architektur. Wo, wenn nicht hier, hätte man zeigen können, dass eben nicht nur Beharren auf dem Eigenen, sondern auch Wandel durch Annäherung sein muss?..."

- jörg königsdorf
der tagesspiegel, 18.01.2010

insana eşeğini kaybettirip sonra yeniden buldurmak gibi bir şey değil mi bu!

harbiye muhsin ertuğrul sahnesi yıkılıp yeniden inşa edildi; geçen hafta görkemli bir açılış yapıldı, kırmızı kurdele kesildi. dün akşam da halka açık ilk gösteri sahnelendi.

biz, mevcut binalarımızı yıkıp yeniden inşa edecek kadar zengin bir ülke miyiz?
yıkıp yeniden yapacağımıza, yenisini yapsaydık; yenisini ama, herşeyiyle uluslararası standartta olanını. yoksa, şehirde "çok amaçlı kültür merkezi"nden geçilmiyor zaten!
hepsinin adı kültür merkezi, hiçbiri uluslararası normlarda "tasarlanmış" değil.

geçtiğimiz aylarda bir kaç kere cemal reşit rey konser salonu'ndan taksim'e yürürken yeni muhsin ertuğrul sahnesinin yanından geçmiştim.
ilk geçişimde tiyatroyu ayırt edememiştim bile; yeraltındaki kongre merkezinin girişi ve sirkülasyon şaftı ile karışmış, kaybolmuş, etrafını saran devasa, sevimsiz, çelik ve taş yığını arasına sıkışmış, kimliğini yitirmiş/bulamamış/oluşturamamış, şaşkın durmaktaydı!
bu yapı dış kütlesiyle, günümüz türkiye'sinde sanatın nasıl bir sığıntıya dönüştürüldüğünün en güzel göstergesi!

peki içi nasıl? onu da dün akşamki ilk halka açık gösteriye bilet alarak öğrenmiş oldum.
sahneye dair teknik olanaklar sanırım oldukça iyi: ağzı geniş, yüksekliği yerinde, reklamı yapıldığı gibi sahne asansörü de vardır eminim, seyirci koltukları rahat, salonun eğimi -eskisine nazaran daha- dik ve bu bakımdan da iyi.
bunların hepsi iyi de, salonda çok hayati bir yanlış var! ve bunu anlamak/bilmek için illa mimar olmaya da gerek yok. aynı yanlış -bu kadar vahim olmasa da- eskisinde de vardı, şehir tiyatrolarının başka yapılarında da (örneğin üsküdar musahipzade celal sahnesi) var:
seyirci kısmında sahneyi en iyi görecek, en "değerli" koltukların yerinde geniş bir merdiven ağzı duruyor!
olacak iş değil! temel bir kuraldır: tiyatro-sinema-konser salonu gibi mekanlarda sahneyi en iyi gören, akustiğin en iyi olduğu bölüm (tiyatrolarda kabaca 6. ile 12. sıralar arası, ve özellikle de bunların orta kısmı) sirkülasyon için harcanmaz!

yeni binanın ikinci en büyük sorunu fuayesinin küçüklüğü.
fuaye sosyal bir alandır, gösteri öncesi ve sonrası seyirciler burada toplanır, büfesinden bir kahve alıp sohbet eder, zaman zaman söyleşiler, hatta küçük çaplı konserler düzenlenir, oyun bile oynanır. yani, uygar ülkelerde salon ne kadar önemliyse, insanların karşılaştığı, iletişime geçtiği sosyal bir mekan olarak fuaye de o kadar önemlidir.
eski yapıda fuaye hem geniş, hem ferah, hem de doğal ışık içindeydi. yenisininki –afedersiniz- düdük kadar, karanlık ve basık!

bir de; eski yapıda bir cep tiyatrosu vardı. gencay gürün zamanında eklenmişti. burada yazar sohbetleri düzenlenir, okuma tiyatrosu yapılırdı.
o küçük mekanda birbirinden muhteşem oyunlar seyrettiğimi hatırlıyorum ("günden geceye", "iyi geceler anne", "meraklısına öyle bir hikaye"…). bu mütevazi ancak elverişli mekan da yenisinde yok.

herşeye rağmen; "yıkıldı, neyse ki yerine başka bir şey yapılmadı" diye düşünüp avunmamız mı gerekiyor?
herhalde...

...

gazetelere yansıdığı kadarıyla, açılış töreninde müjde verir gibi, açıkhava tiyatrosu'nu dört mevsim kullanılır hale getirmek için uğraştıklarını beyan etmişler!

gitsinler, bütün uygar akdeniz kentlerine baksınlar, hepsinin antik, çağdaş açık hava tiyatroları var. hiçbiri de, aman bunun üzerini kapatalım demiyor!
örneğin barcelona'nın en prestijli ve eski festivali "festival grec" adını, en fazla gösterinin gerçekleştiği açıkhava tiyatrosu teatre grec'ten alıyor, ve bu yunan tiyatrosu taklidi açıkhava tiyatrosu öyle antik falan değil, 20.yüzyılda inşa edilmiş bir yapı. aynı bizim açıkhava tiyatromuz gibi.

herşey bir yana, işin alaturka tarafı trajikomik olur: türkiye şartlarında o açılır kapanır tavan ilk kullanımda arıza yapar, kalır mıyız ilelebet kapalı başka bir "tanımsız" salonla başbaşa!

20 Ocak 2010 Çarşamba

akram khan istanbul'da!

(fotoğraf: richard haughton)

2010 şerefine mi bilinmez, günümüz dans sahnesinin önemli isimlerinden biri daha kentimize konuk olacak: akram khan.
bangladeş asıllı ingiliz akram khan ilk defa peter brook'un "mahabharata"sında sahneye çıktı, geleneksel kathak dansından yola çıkarak tasarladığı koreografilerle adından söz ettirdi, çağdaş dans dünyasında özgün bir yer edindi.
sidi larbi cherkaoui ile birlikte tasarladıkları "zero degrees" son yıllarda seyrettiğim en etkileyici dans gösterilerinden biriydi.

akram khan istanbul'a, 2009 kasım'ında londra sadlers wells sahnesinde prömiyerini gerçekleştirdiği, kendisisnin dans ettiği tek kişilik gösterisi "gnosis" ile gelecek. tarih: 20-21 nisan.
sahnede tek dans eden akram khan olacak, ancak ona altı kişiden oluşan bir müzik topluluğu eşlik edecek. bu grup japon davulu, sitar, viyolonsel gibi geleneksel ve klasik enstrümanlar içeriyor. ayrıca gösteride kukla da kullanılıyor.

"gnosis"de japon taiko davulu çalan, kukla oynatan ve şarkı söyleyen japon sanatçının provalar sırasındaki izlenimlerini okuyunca heyecanlanmamak imkansız:
"At the end of the performance, there was a scene where he danced while I sang, and it was like each move he made triggered the next note that came out of my mouth. For me it was a truly thrilling performance and experience as a whole. The sense of unity I felt at the end of it all felt like home."

kasım'daki londra prömiyerinden sonra ingiliz eleştirmenlerden dört ve beş yıldız alan "gnosis"in 2010 gösteri programında istanbul dışında abu dabi, londra, birmingham, atina, paris, kopenhag, taypey, sydney, roma, amsterdam gibi şehirler var.

18 Ocak 2010 Pazartesi

YARIN, 19 OCAK

Yarın hava soğuk olacak.
Yarın yağmur, karla karışık yağabilir.
Yarın 19 Ocak, Hrant 3 yıldır orada,
o kaldırımda yatıyor, güzelim bedeni üşüyor.

Onu yalnız bırakmayalım dostlar.
Biz orada olursak, onu soğuklara,
bilinmezliklere, korkulara terketmemiş oluruz.

Yarın 14.30'da Agos'un önünde.

16 Ocak 2010 Cumartesi

soğuk mimaride sıcak ezgiler




dün akşam borusan müzik evi halka açık ilk etkinliğini gerçekleştirdi, ve böylece istiklal üzerindeki küçük salonlara bir yenisi eklendi, bir diğeri bu akşam açılacak.

borusan müzik evi'nin mimarı gökhan avcıoğlu.
oldukça küçük ölçekli bir konser mekanı var binanın; hatta konseri veren avusturyalı topluluğun şefi michael oman, mekan için "room" tabirini kullandı; belki ingilizce uygun tabir o anda aklına gelmedi, belki de -kendi ülkesindeki müzik evleriyle karşılaştırınca- samimi fikrini dile getirdi.

gerçekten küçük bir mekan; kaç kişilik tam bilmiyorum, 150 kişiyi ancak alır sanki. balkon tabir edilen kısımdaki ikinci ve üçüncü sıralar zaten aşağıdaki podyumu göremiyor; orada oturanlar, tam da açılış konserinde icra edilen haendel'in dokuz alman şarkısı'ndan "meine seele hört im sehen"(ruhum görerek dinliyor)'a inat, müziği ancak duyarak/dinleyerek görüyorlar.

madem bu kadar küçük; büyükçe bir evin salonu, "odası", ölçeğinde bir dinleti mekanı olacaktı, neden dinleyiciyi sarıp sarmalayan, sıcak, samimi bir ortam yaratılmadı, anlamış değilim. hele de müzik ve akustik denince vazgeçilmez malzeme olan ahşabı bol bol kullanılarak bu atmosferi rahatça yaratmak mümkün olabilecekken.
bina tam bir çelik, brüt beton, cam ve taş yığını! yani, hepsi soğuk, sert ve yansıtıcı malzemeler. bir tek zemin ahşap döşeli, onun dışında mekanın bütünü bu malzemelerle kurulmuş! yazık! "ultra" ancak ruhsuz (her yerde, her türlü yapıda karşınıza çıkabilecek, bir giyim mağazası veya bir lokanta olabilecek) bir mekan yaratılmış!
borusan müzik evi'nin afişi aslında tam da bu yapı örneğinde mimarinin müziği nasıl ezdiğini mükemmelen görselleştirmiş, hangi reklam ajansı tasarladıysa helal olsun! esas aklımın almadığı, kurumun yöneticilerinin bu afişe nasıl evet dedikleri; ya basiretleri bağlandı ya da gerçek o kadar ortada ki kamufle etmek manasız, bari üzerine gidelim diye mi düşündüler!

herşeye rağmen; umarım mekana ruhunu, içinde çalınacak müzikler verir.

bakalım bu akşam ilk defa görücüye çıkacak olan diğer yeni salon, iksv'nin SALON'u nasıl bir mimari dile sahip?

...

gelelim mekandaki konsere;
avusturya barok topluluğu eşliğinde katalan soprano nuria rial, haendel'in dokuz alman şarkısını yorumladı. bu şarkılar 2'li-3'lü gruplanmış, aralarına da haendel, telemann ve sammartini'den süitler, konçertolar, sonatlar yerleştirilmiş. konser sonunda grubun şefi oman'ın söylediğine göre bu programı ilk defa istanbul'da seslendiriyorlarmış. etkileyiciydi.


haendel'den pek haz etmem; ama işte, önyargılar, beklentiler ne kadar azaltılırsa, hayattan memnuniyet o kadar artıyor. ya da; önyargılar sürprizleri doğuruyor. kısaca; haendel'i bu kadar seveceğim aklıma gelmezdi. belki şartlar uygundu: enfes bir soprano, soğuk ve itici de olsa küçük bir mekan, müthiş saygılı az ve öz bir seyirci [evet, o küçük "oda" tıklım tıklım dolu değildi!], icracılara yakın mesafe.

herşey bir yana; haendel'in dokuz alman şarkısı muhteşem! her biri, bestelendiği şiirin içeriğini yansıtan; kah melankolik, kah romantik, kah canlı, kah yavaş birbirinden kusursuz dokuz şarkı.
nuria rial ile avusturya barok topluluğu'nun "süsse stille, sanfte quelle" başlığı ile bu dokuz şarkıyı içeren albümü yakın zamanda satışa çıkmış. bir an önce edineceğim, çünkü bu dokuz şarkıyı şiddetle yeniden dinlemek istiyorum. özellikle "künft'ger zeiten eitler kummer"daki melankoli, "das zitternde glaenzen der spielenden wellen"deki pırıltı, "süsser blumen ambraflocken"daki romantizm benzersiz.


borusan müzik evi'nin şubat sonuna kadarki programı belli; borusan filarmoni'nin üyelerinin kurdukları oda müziği grupları ağırlığı oluşturuyor, dünki açılış dışında şimdilik yabancı başka bir topluluk/sanatçı görünmüyor.

herşeye rağmen; oda müziğine odaklanan bir dinleti mekanımızın olması sevindirici. hatta neredeyse, istanbul ve türkiye şartları göz önüne alınırsa, meraklı seyirciler/dinleyiciler olarak borusan tarafından şımartıldığımızı bile düşünecek haldeyim!

13 Ocak 2010 Çarşamba

ustalardan ve gençlerden vasat ürünler

2010'nun ilk 10 günü, izlediğim bir kaç film ve tiyatro açısından pek parlak başlamadı. iki oyun: "kraliçe lear" ve "pornografi", iki film: "soul kitchen" (aşka ruhunu kat) ve "los abrazos rotos"(kırık kucaklaşmalar).

kraliçe lear:
yıldız kenter'i (her ne kadar kendisi haklı olarak yaşıyla değerlendirmek/gündemde olmak istemese de) "hala" sahnede seyretmek büyük bir ayrıcalık. yılların deneyimiyle yine döktürüyor. ancak, bence, oyunun dramatik yapısı oldukça gevşek ve yıldız kenter'in karşısında oynayan genç oyuncu, gençliğinin barındırması gereken enerji ve karizmadan yoksundu. dolayısıyla "kraliçe lear" sırf yıldız kenter'i seyretme hazzı için çekilebilecek bir kahır.

pornografi:
dot'un mars'daki uydusunda sahnelenen simon stephens'in 2008 tarihli "pornografi" oyunu, hatice aslan ve ipek bilgin gibi okkalı oyuncularına rağmen, dot'un geçen seneki destansı projesinden sonra benim için büyük bir hayalkırıklığı oldu. belki önce bunu görmüş olsaydım, beğenebilirdim, ancak "vur/yağmala/yeniden"den sonra gereksiz bir tekrar gibi geldi oyun bana. "pornografi", tek mekanı paylaşan, birbirinden bağımsız protagonistlerin hikayelerinin arka arkaya getirilmesiyle oluşturulmuş parçalı yapısıyla had safhada bildik, giderek sıkıcıydı.

"soul kitchen" (aşka ruhunu kat) :
herkes hemfikir, "soul kitchen" fatih akın'ın en iyi filmlerinden biri değil; ama bence en kötü filmi! "kendini iyi hisset filmi" desen, daha iyilerini seyrettik [hatta akın'ın kendisinden bile: "im juli" (temmuzda)], "yemek filmi" desen, onun da onlarca iyisi var sinemada, yakın uzak tarihli.
peki ne var ortada? hamburglu kafadaşlar biraraya gelmişler ve dertsiz tasasız bir film çekmişler; belli ki çok uğraşılmış ama fim oldukça yalapşap, bol çapaklı, kaba saba ve "baştan savma" duruyor!
tesadüf bu ya, gittiğim seansta hemen arkamdaki iki sırayı alman gençler doldurdu, salonun arkasında türkler vardı. bütün film boyunca almanlar pek eğlendiler, pek bir tepki verdiler filmde olanlara. türkler ise bir iki istisna hariç sessizdiler. filmde ne zaman "çıkıkçı kemal" lafı telaffuz edildi ve ardından uğur yücel'in o kısacık ama mükemmel sahnesi geldi, bu sefer türkler kahkahadan öldüler, almanlar suspus!
filmin en yaratıcı sahnesi bitiş jeneriği idi; 70'li yılların grafik tasarımları tarzında hazırlanmış küçük bir görsel şölen.

"los abrazos rotos" (kırık kucaklaşmalar):
yıllardır ilk defa bir pedro almodovar filminde sıkıntıdan patladım, ki bu filmi merak ve heyecanla bekliyordum. hoş, ustada bir değişiklik yok, aynı rengarenk dekorlar, iglesias'ın aynı yumuşak tempolu müzikleri, oyuncularda aynı abartılı jestler, aynı çetrefilli hikaye anlatımı, ancak bu sefer hikayenin gelişimi ve kurgusu bayağı zorlama geldi bana. neticesinde elle tutulur bir şey, bir duygu, bir fikir çıksa canım yanmayacak; hiçbiri yoktu!
penelope cruz ise seviye olarak ne sophia loren, ne audrey hepburn ne de romy schneider; maalesef bu filmde hakkıyla penelope cruz olmasına da izin verilmemiş!

7 Ocak 2010 Perşembe

"bugün, hiçbir şey..."

havada beyaz toz tanecikleri uçuşuyor... sahnede sırasıyla "anlatılan", "olunan" ve "şarkısı söylenen" geçmiş zamandaki hikayenin havaya karışmış parçacıkları bu beyaz toz tanecikleri. zemine serpilmiş tozlar, üzerinde hareket ettikçe havalanıyor, mekanı bütünüyle dolduruyorlar...
basit ama acıtan, kırık bir hikaye; anlatılan, olunan ve şarkısı söylenen; güneşli bir günde, bir ağaç altında bir çift oturuyor elele, biri diğerine diyor ki: "biz dünyanın en mutlu çiftiyiz" ve diğeri hiçbir cevap vermiyor, sessiz kalıyor! bu kadar basit ve aslında, o kadar komplike bir hikaye!

bu iki kişilik hikayeyi bize anlatan, ardından o hikaye olan ve ardından şarkıyı söyleyen tek bir kişi var salonda: ilyas odman.

ilyas odman seyircinin dibinde anlatıyor hikayeyi, şarkıyı da söylüyor ama en çok o hikaye "oluyor"; duruşuyla, mimikleriyle, konuşmasının vurgusuyla, sırtını tozla bulanmış zemine vurarak.
ilyas odman daha hikayeyi anlatmadan, hikaye "olmuştu" zaten; daha biz salonda yerlerimize otururken, teker teker kurararak sahneye yerleştirdiği çalar saatlerle... sona doğru, diğerinin ayakkabılarını bedenine mıhlarken de bütünüyle hikayenin kendisiydi ilyas odman.

...

kumbaracı50'nin mekanını farklı kullanan; sık ve dik yerleştirilmiş seyirci koltukları sayesinde sahne ile seyirci arasındaki mesafeyi en aza indiren, dolayısıyla yapıtın etkisini artıran bir düzenlemeyle sahneleniyor "bugün, hiçbir şey..."
mayıs ayındaki idans02 kapsamında, daha oluşum sürecindeyken, fransız kültür merkezi'nde izlemiştim, ve o zaman çok etkilenmiştim bu performanstan.
aralık'ın sonunda, bu sefer son halini kumbaracı50'de seyrettim; yaklaşık 40 dakika süren "bugün, hiçbir şey..." kumbaracı50'nin boyutları samimi, küçük ve insani mekanına çok yakışmış; kumbaracı50'de bu kısa ama yoğun yapıtın etkisi katlanarak o kadar artıyor ki, çıkışta, o ağırlıkla, istiklal'e çıkan yokuşu çıkmakta zorlanıyor, olabildiğince ağırdan alıyorsunuz...

"bugün, hiçbir şey..." ocak ayında da kumbaracı50'de.