27 Şubat 2019 Çarşamba

milo rau eskizleri -IV- "five easy pieces"



fotoğraflar: mehmet kerem özel, 01.02.2019, amsterdam stadsschouwburg 

amsterdam'da milo rau'ya ayrılmış brandhaarden 2019 festivalinin benim için en heyecanla beklenen işiydi "five easy pieces". hatta onun yüzünden amsterdam çıkarmamı iki gün uzattım. değdi mi; evet, kesinlikle!

"five easy pieces", beş basit parça. stravinski'nin çocuklar için yazdığı dört el piyano parçalarına verilen isim. milo rau'nun "five easy pieces"i ise çocuklar için beş kolay oyunculuk alıştırması.
oyunun temel olarak omurgası bu, peki içeriği ne? içeriği, 1990'lı yılların ortasında, yakalandığında belçika'yı dehşete düşüren seri çocuk katili marc dutroux'nun hikayesi. altı kız çocuğunu kaçırmış; tecavüz etmiş, dördünü öldürmüş, ikisini öldüremeden yakalanmış. çocuklara oynatmak veya "çocuklarla oynamak" için sıradışı bir konu değil mi!

herhalde ancak milo rau bir çocuk katilinin hikayesini çocuklarla sahneleyebilirdi. bence "five easy pieces"ı daha ikircikli ve rahatsız edici hale sokan etmen, sahnede sadece çocukların olmaması, bir de profesyonel erkek oyuncunun yer alması. 9-13 yaş arasında yedi çocuk ve bir yetişkin erkek.
sanılmasın ki profesyonel oyuncu marc dutroux'yu "oynuyor". hayır. ama en az onu oynasaydı yaratacağı tedirginliği yaratıyor, en azından bende yarattı. çünkü önce çocukların kendilerini tanıdığımız ilk kısımda ve sonra beş ayrı oyunculuk alıştırmasını yaptıkları esas kısımda; onlara soru soran, direktif veren, onları sahnede yönlendiren, canlı çekimlerde "kameranın arkasında olan", çocukların yaptıklarını tam doğru bulmadığında (ya da beğenmediğinde mi demeli) tekrar yaptıran o! tam da, marc dutroux ile o kız çocukları arasındaki ilişkinin bir versiyonu. işte rau'nun ustalığı!


fotoğraflar: phile deprez

rau'yla amsterdam'daki sohbet akşamında hollandalı seyirci için ettiği "belçikalılardan daha neşeli ve hoşgörülüler" yorumu,  oyunu seyrettiğim akşamki seyirci tarafından boşa çıkarılmadı; salon oyun boyunca gülmekten kırıldı. bir kaç yerde ben de gülümsedim, ama seyircinin her kahkahasında irkilmekten de kendimi alamadım; ya da şöyle diyebilirim, konunun had safhada can acıtıcılığından dolayı olsa gerek, kendimi bir türlü "çocukların oyunu"na kaptıramadım. bir yandan da, bütün o sahneler gerçekten o kadar komik olsun diye mi yapılmıştı, yoksa o akşamki amsterdam seyircisi mi çok çakırkeyifti diye sordum kendime.
istanbul'a dönünce rau ile iki yıl önce guardian gazetesinde bu oyun vesilesiyle yapılmış söyleşide "komik olması gerekiyordu. üzücü şeyler hakkında konuşmanın yollarından biri de komik" dediğini okudum. evet, tabii ki çocuklar ile çalışıyor olmak, onların getirdiği doğal naiflik ve samimiyet anlatılan hikayeye baştan bir yumuşaklık sağlıyor. hele de zaman zaman üzerlerine biraz büyük gelen, iğreti kalan kostümler giyiyor, yetişkin insanları hatta bir alıştırmada amatör makyajla yaşlı bir insanı oynamaya çalışıyorlarsa. ve eminim ki, çocuklar oyuna psikolojik olarak korunaklı bir ortamda hazırlanmış, rau ve oyun ekibi onlarla çok iyi ilişki kurmuşlardır; çocukların oynadığı tiyatro yapımları konusunda neredeyse uzmanlaşan, daha önce tim etchells, gob squad gibi önemli isimlerle çalışmış olan campo'nun bir yapımında böyle olmadığını düşünmek imkansız zaten.

rau bir pedofil katilin hikayesini, katilin doğduğu belçika kolonisi kongo ile yaşadığı belçika arasındaki ilişkiler bağlamında geniş bir perspektiften ele alıyor; böylece bireysel ve tekil zannedilebilecek bir olayın toplumsal yönlerini ortaya çıkararak iktidar kavramını sorguluyor.
rau "her zaman bireylerin ve bir ülkenin trajik, travmatik anlarını ararım" diyor. "five easy pieces"den çıktıktan sonra aklımdan şunu geçirmeden edemedim: rau keşke bir işinde bizim palu'ların hikayesini ele alsa, biz de onun kuyumcu titizliğiyle toplumun derinlerine yapacağı kazıyla ortaya sereceği ülkemizin hikayesini seyretsek hep birlikte :)

25 Şubat 2019 Pazartesi

milo rau eskizleri -III- "empire"


fotoğraflar: ilki oyun başlamadan önce, ikincisi oyun bittikten sonra. 
mehmet kerem özel, 30.01.2019, amsterdam stadsschouwbourg


yarı aydınlık bir sahne. ortada, yakınına bomba düşmüş gibi harap iki katlı bir evin balkonlu cephesi. sağ arkada, sandalyelere yerleşen dört kişi. eleni karandriou’nun angelopoulos filmlerinden tanıdık müziği.
salonun kapıları açılıp seyircilerin, koltuklarına yerleşirken karşılaştığı, -belki şöyle formüle etmek daha doğru: “içine girdiği”- ortam bu.

salon ışıkları kararıp, sahne ışıkları bütünüyle yandığında arkada oturan dört kişi bir ucundan itip, yani el birliğiyle dekoru döndürüyorlar. karşımıza bir tarafında karyola, diğer tarafında kahvaltı masası ve sandalyeler olan dağınık (yaşayan) bir mutfak dekoru çıkıyor.

sonraki iki saat boyunca o dört kişi monologlar halinde, bize değil, kenarda duran kameraya dönük konuşuyorlar. kameranın o sırada konuşan kişinin bütünüyle yüzünü kadrajlayan görüntüsü canlı olarak sahnenin üst kısmındaki beyazperdeye siyah-beyaz olarak yansıtılıyor. kameranın arkasında bir teknisyen yok, dört kişiden o sırada konuşmayanlardan biri kamerayı yönlendiriyor. yani sahnede o dört kişinin (ve oyunun başında sağdaki reji masasına geçen görevli) dışında kimse yok; onlar da adeta o küçücük oda-mutfağa sığınmışlar.

peki kim onlar ve ne anlatıyorlar kameraya? biri suriyeli kürt (ramo ali), biri suriyeli arap (rami khalaf), biri yunan (akillas karazissis), biri romanyalı (maia morgenstern) dört kişi onlar ve başlarından geçen, yani “yaşanmış ve gerçek” (olduğunu düşündüğümüz) hikayelerini dinliyoruz her birinin kendi ağzından.
iki saat boyunca hiç diyalog yok (her ne kadar monologlar birbirleriyle “konuşuyor” olsalar da). dördü de kendi dilinde anlatıyor yaşadıklarını. çok ender birbirlerinin anlattıklarına tepki gösteriyorlar mesela gülüyorlar veya basit bir hayret nidası çıkarıyorlar. çok çok ender (ama akşamın en kritik anlarında) biz seyircilere dönüp bakıyorlar. dördü de avrupa’nın kıyısındaki veya yakın komşusu ülkelerde doğmuş büyümüş, dördünün de ülkesinde diktatörler hüküm sürmüş/sürüyor, dördü de hayatlarının bir döneminde veya halen vatanlarını (veya yaşadıkları şehirleri) terk etmek, göç etmek zorunda kalmışlar. dördü de amatör-profesyonel, bir şekilde tiyatroya/sinemaya bulaşmışlar ve halen oyunculuk yapıyorlar.
oyun sonrasındaki soru-cevap seansından öğreniyorum ki; dördü de bu yapım için yönetmenin onlarla yaptığı oyunculuk seçmelerinden/tanışma sohbetinden kabul almışlar (yani yönetmenin bağlı olduğu tiyatro kurumunun sabit oyuncuları değiller).





"empire" (imparatorluk) milo rau’nun "the europe trilogy" (avrupa üçlemesi)’nin son halkası. rau avrupa’nın ve yakın çevresinin günümüzdeki sosyolojisini birincil elden tanıklarla ortaya serdiği üçlemesinin ilkini çehov, ikincisini shakespeare, bu üçüncüsünü de euripides ile ilişkilendirmiş. dolayısıyla, vatanını terk etmek zorunda bırakılan “medea”nın izi “empire”daki dört kişide sürülmeye devam ediliyor.

rau bu sefer, “hate radio”da, “la reprise”de, “lam gods”da, hele de ertesi akşam seyredeceğim “five easy pieces”de tabiri caizse “canavar” gibi kullandığı, seyirciyi bıçaksırtı ve ikircikli bir durumda havada sallandıran gerçek-yanılsama trüklerinin hiç birine tenezzül etmiyor. bütünüyle düz ve yalın bir mizanseni var “empire”ın.
rau dramaturjik olarak dört hayatın örtüştüğü kilit noktaları (örneğin baba figürünü) titizlikle öne çıkarmak dışında, seyirci manipüle etmek için sadece beyazperde kullanıyor; sahneden canlı kaydedilip siyah-beyaz yansıtılan görüntülerin arasına, anlatılarda sözü geçen (maia morgenstern'in rol aldığı theo angelopoulos'un "ulis'in bakışı" filminden lenin'in heykelinin mavnada taşındı sahne, rami khalaf'ın öldürülmüş abisini teşhis etmek için teker teker baktığı baas rejiminin işkenceyle katlettiği 12000 insanın yüz fotoğrafı, ramo ali'nin suriye-türkiye sınırındaki mezarlıkta ölmüş babasını ziyaret etmesi gibi) bazı konuların görüntülerini sıkıştırıyor.

avrupa’nın kıyısında acılarla, ölümlerle, işkencelerle, terk etmelerle, yeniden başlangıçlarla, yüzleşmelerle, zorluklarla dolu dört hayat. ama kesinlikle olağandışı değil; belki avrupalı seyirci için öyle ama benim gibi tam da bu coğrafyada yaşayan biri için olmadığı kesin; çünkü anlatılanlar bu coğrafyada yaşayan çoğumuzun veya yakınlarımızın başına gelmiş/geliyor/gelecek olması olası şeyler. bu coğrafya ki “trajedi”nin anavatanı; homeros’dan beridir..

23 Şubat 2019 Cumartesi

milo rau eskizleri -II- "lenin"





fotoğraflar: mehmet kerem özel, 27.01.2019, amsterdam stadsschouwbourg rabozaal


amsterdam'da, milo rau'ya ayrılmış brandhaarden festivalinde ikinci günüm. matinede (gündüz 15:00'te yani) rau'nun berlin schaubühne'yle 2017'den beri sahnelediği "lenin"i seyredeceğim. başrolde ursina lardi'nin oynadığını biliyorum ve heyecanlıyım. lardi'ye, bir kaç yıl önce schaubühne'de ostermeier rejisiyle "die kleinen füchse/the little foxes"da seyrettiğimden beri hayranım.

salona girdiğimde, tipik milo rau tarzında yine perdesi açık bir sahneyle karşılaşıyorum; ortada bir ev dekoru, dekorun tam üstünde kocaman bir beyazperde, sağda askılıklara dizili kıyafetler ve duvarın dibine dizilmiş sandalyelerde oturan, dolaşan, giyinen oyuncular, solda bir makyaj masası, aynası seyirciye dönük.
ursina lardi bize arkası dönük makyaj yapıyor. yanında, kıyafetinden anladığım kadarıyla, oyunun makyözü, ya da makyozünün asistanı var, ona yardım ediyor. lardi ile asistan bir ara dönüp seyircilere bakıyorlar, tanıdık yüzler arıyor gibiler.

oyun başladığında ortadaki ev kendi ekseni etrafında dönmeye başlıyor ve böylece çeperinden bakan biz seyircilere içinden veya cephesinden dört-beş ayrı mekanını gösteriyor. mekanlar içeriden birbirlerine bağlanıyorlar.
iki saatlik oyun boyunca; ev devamlı dönecek, bazen biraz daha hızlı ama genel olarak aynı yavaş hızda, iki kameraman evin mekanları arasında, bazen de dışarıda durarak evde gerçekleşen olayları kaydedecekler ve bizler anında yapılan montajla yukarıdaki beyazperdeye yansıtılan görüntüleri seyredeceğiz. aşağıda sahnede olanları hiç izlemeseniz, sadece yukarıdaki perdeye baksanız, kendinizi bir sinemada film seyrediyor zannedebilirsiniz; dekor içinde oyuncuların ve kameramanların dolaşımı, ışık değerleri ve kadrajlar o kadar hatasız, çapaksız bir matematikle çözülmüş ki.
ancak doğrusu bu mükemmeliyet beni etkilemiyor. çünkü bundan çok daha kompleks sahne dekorlarında, çok daha kalabalık oyuncu kadrosuyla ve yine sadece iki kameramanla yapılanını seyrettim ve burada ve o seyrettiklerimde; tiyatro sahnesinde biçim üzerinden yapılmış bir zorlama, bir hüner gösterisi olarak görülebilecek bu durum (yani canlı kayıtla ve canlı montajla tiyatro sahnesi üzerinde sinema tadında film çekebilme), içerikle de birebir örtüştükleri için bana anlamlı gelmişti. az çok rene pollesh'in başlattığı (ve çok iyi bir örneği olmasa da, 2010'daki tiyatro festivali sayesinde istanbullu seyircilerin de deneyimleme şansına erdiği ""cinecitta aperta"da) ve özellikle frank castorf'un (örneğin volksbühne'deki son işi 6 saatlik "faust"ta) ifrata kaçarak sömürdüğü bu furyanın bana göre biçim-içerik bağlamında en sağlam iki örneği: ivo van hove'nin "roman tragedies"i ve fc bergman'ın "JR"ı.
burada ise benim için, schaubühne oyuncu ve teknisyenlerinin sahnede canlı olarak, sanki post-prodüksiyonu bitmiş bir film kadar mükemmel bir çekim yapılabilme maharetini göstermelerinin neredeyse hiç bir ilginçliği, albenisi, anlamı yok. tek, sona doğru bütün oyuncuların sadece rusça konuşmaya başlamalarıyla birlikte filmin siyah-beyaza dönmesi ve görüntülere sanki 1920-30'lardan kalma, eskimiş bir film efektinin hakim olması dışında, o da herhalde reji masasında çok basit bir filtre ile yapılabiliyor.

peki ne anlatıyor, 13 yaşında troçki'nin "genç lenin" kitabını okumuş, ileriki yaşlarında rusça öğrenmiş, 90'lı yıllarda rusya'da protestolar organize etmiş ve şu anda rusya'ya girişi yasaklı, kendini marksist olarak tanımlayan milo rau'nun "lenin"i: lenin'in rusya kırsalındaki çiftlik evindeki son günlerini. troçki orada, stalin orada. iki saat boyunca karakterler arasında bir sürü siyasi, kültürel, toplumsal ve "insani" tartışma oluyor. ve açıkçası konuya biraz yabancı (yani bu tarihi figürler hakkında okumamış, onları yüzeysel bilen) biri olarak bu tartışmalardan çok bir anlam çıkardığım söylenemez. rau'nun "lenin"ini; bütün o dönemi, o tarihi figürleri, felsefelerini ve aralarındaki iktidar savaşını derinlemesine bilenler için müthiş bir beyin fırtınası olabilir, ama benim için değildi.



fotoğraflar: thomas aurin

benim için rau'nun "lenin"inin en ilginç tarafı rau'nun lenin'i bir kadın oyuncuya oynatması, bununla da kalmayıp; lenin'i oynayan sarışın, saçları açık, güzel bir kadın olan ursina lardi'nin makyajla (yani kelleştirilmiş saçları ve yaşlandırılmış yüzüyle) lenin'e bürünmeden önceki oyunun ilk yarısında; o "sarışın, saçları açık, güzel bir kadın olan" lenin'in doktorundan ve hizmetindeki askerden ciddi anlamda (yani erkek egemen dünyada kadına reva görülen anlamda) kötü muamele görmesiydi.
doktorun lenin'in "kıçına" bir iğne yapışı, bunu yapmak için onu bir soyuşu, hizmetindeki askerin lenin'i yatağında bir ters çevirişi var ki, bu kadar hoyratça olabilirdi! işte o anlarda benim gibi lenin'i çok az tanıyor olsanız dahi, onun güç dengelerinin tekrar belirlendiği tekinsiz ve saptırılmış bir ortamda stalin tarafından savunmasız ve yapayalnız bırakıldığını çok açık ve net bir şekilde anlıyorsunuz. rau bunu yabancılaşmanızı sağlayarak başarıyor; lenin diye hitap edilip kötü davranılan figürü "sarışın, saçları açık ve güzel bir kadına" oynatarak.
ne zaman güzel ursina lardi makyajla yaşlı lenin'e dönüşüyor, oyun sepya renkli tarihi bir dramaya yelken açıyor.

halbuki, milo rau'nun ursina lardi ile schaubühne'de bir önceki işbirliği "mitleid. die geschichte des maschinengewehrs" hakkında ayşe draz'ın enfes yazısını tekrar okuyarak amsterdam'a gelmiş, bir akşam önceki "lam gods"dan çok etkilenmiştim; ne beklentilerim vardı bu oyundan!

21 Şubat 2019 Perşembe

milo rau eskizleri -I- "lam gods"




fotoğraflar: mehmet kerem özel, 26.01.2019, amsterdam stadsschouwburg 

amsterdam’da şehir tiyatrosu’nda (stadsschouwburg) koltuğuma yerleşmek üzere salona girdiğimde, sahne kulelerinde (sofitalarda) dekor veya spot taşımaya/asmaya yarayan bütün çubukların (barların) boş olarak aşağıya, biz seyircilerin göreceği seviyeye indirilmiş olduğunu fark ediyorum. sahnenin kendisi de, arka ve yan tuğla duvarlarına kadar bütün çıplaklığıyla gözlerimin önüne serili; gizli saklı hiç bir şey yok.
italyan/çerçeve sahneli bir tiyatro binasına tiyatro seyretmeye geldim, ama yönetmen bana henüz oyun başlamamışken bile “burada yanılsama olmayacak” mesajı veriyor: “bak, yanılsamayı yaratmaya yarayan ve bu nedenle gizlenen bütün aksam ortalıkta, gözünün önünde!” diyor sanki.
mekanda leonard cohen’in “dance me to the end of love” şarkısı çalıyor. sahneye yandan benim gibi gündelik kıyafetler içinde ortayaşlı bir bey ile hanım geliyor, sağ öndeki banka oturuyorlar; aralarında konuşuyor, bana ve yerleşen diğer seyircilere bakıyor, bazılarımızla uzaktan selamlaşıyorlar. demek ki seyircilerin içinde arkadaşları var diye düşünüyorum.

fotoğraf: mehmet kerem özel, 26.01.2019, amsterdam stadsschouwburg fuayesi

oyunun adı “lam gods” (tanrının koyunu), yönetmeni milo rau, topluluğu nt gent.
oyun, belçika’nın ghent şehrindeki katedralde bulunan 1432 tarihli, van eyck kardeşlerin resmettiği, hıristiyan sanatının kilometretaşlarından biri kabul edilen sunak masası (altar) tablosu hakkında. (sunak masası tabloları, her biri kendi çerçevesi içinde resimlenmiş bir kaç sahneden oluşurlar. bunda 12 sahne var.)
tablonun fuayeye birebir kopyası yerleştiriliydi zaten. salona girmeden önce benim gibi bir çok seyirci yapıtı incelemiş, hakkında aralarında sohbet etmişti. hz. isa’nın kurban edilen bir koyun olarak tasvir edildiği merkezdeki sahneden dolayı tablonun diğer adı “kutsal koyuna tapınma” olarak geçiyormuş, flamanlar ise onu kısaca “lam gods” (tanrının koyunu) olarak adlandırıyorlarmış.

soldan genç bir zenci kadın ile ortadoğulu olduğunu tahmin ettiğim bir erkek sahneye girip, sol öndeki reji masası görünümündeki masanın arkasındaki koltuklara oturuyorlar, önlerindeki laptoplardan bir şeyleri kontrol ediyorlar, salonun ışıkları karartılıyor.
önce o ortayaşlı bey sözü alıyor; profesyonel oyuncuymuş, bu oyunun ait olduğu nt gent (ghent şehir tiyatrosu)’nda çalışıyormuş, kendini anlatıyor, geçmişini, ailesini, laf arasında yeni gelen genel sanat yönetmeni (yani bu oyunun yönetmeni milo rau) ile birlikte tiyatronun sabit 30 kişilik kadrosunun 12’ye indirildiği eleştirisini yaparak.
sonra yanındaki ortayaşlı hanımı bizimle tanıştırıp sözü ona veriyor. o da profesyonel oyuncuymuş; actors studio’nun kurucusunun oğlundan oyunculuk dersleri aldığını, o tarz oyunculuğun özelliklerini anlatıyor bize.
sahneye en arkadan yoğun bir sis veriliyor ve samuel barber’in adagio’su çalmaya başlıyor; çubuklar yukarı çekiliyor, sahneye iki yandan bir sürü gündelik kıyafetler içinde çocuk, genç, yetişkin insan giriyor, onlarla birlikte beş koyun ve bir çoban köpeği de. içlerinden bazıları sahnenin en arka duvarına bitişik duran bir kaç bankı öne getiriyorlar, bu bankalara ve yere oturuyorlar, koyunlar biraz arkada portatif çitlerle çevrili bir alana alınıyor. yukarıdan ghent altar tablosunun boyut ve şeklinde ama sahne çerçevelerinin içi projeksiyon perdesiyle kaplı boş bir kanvas iniyor, zemine iki metre kadar yükseklikte asılı kalıyor.
iki profesyonel oyuncu etrafta oturanlara, ki her hallerinden oyuncu olmadıkları belli, söz vermeye başlıyor ve biz artık van eyck kardeşlerin 1432 tarihli 12 sahneli tablosunun her birinin günümüzde ghent’te yaşayanlar tarafından çeşitli tiyatro ve sinema teknikleri kullanılarak tekrar canlandırılmasını seyrediyoruz. oyunu başlatan profesyonel oyuncular diğerlerini yönlendiriyor, yol gösteriyor, parçaları birbirlerine bağlıyorlar. her bir kişinin kendi öyküsünü dinliyoruz, sonra sahne üzerinde, canlandırdıkları tablo parçalarındaki pozisyonları alıyorlar; bazıları canlı kamera çekimiyle yukarıdaki yerine yansıtılıyor, bazısı içinse önceden yapılmış çekimler kullanılıyor.
adem ve havva'yı temsil eden genç beyaz -ve gerçek hayatta da evli- çift sahnede, aynı tablodaki sahneler gibi çırılçıplak soyunuyorlar. sevişmeleri isteniyor, hepimizin ve tablodaki melekleri canlandıran kızlı erkekli çocukların önünde çırılçıplak sevişiyorlar.
çocuklar aralarda koro halinde şarkı ve ilahiler söylüyorlar.
hz. meryem’i, oğlu işid’e katılmış ve orada ölmüş bir cihatçının annesi canlandırıyor; oğlunun ona yazdığı mektupları okuyor.
başka bir cihadçı kar maskesiyle at üzerinde önceden yapılmış bir kayıtta kendisini anlatıyor.
250 koyunu olan ghentli bir çoban, yüzdüğü koyun yününü kilosu yarım avrodan çin’e sattığını söylüyor, bir koyundan çıkan yünden yaklaşık 3 avro kazanıyormuş. arkada asılı altar tablosuna bir mezbahada katledilen koyunların video görüntüsü yansıtılırken, çoban da koyunlarından birini sahnenin ortasına getirip, bütün yününü traşlıyor.
oyunun prova sürecinde hastanedeki yatağından oyuna dahil olan ancak prömiyerden 15 gün sonra vefat eden 85 yaşındaki bir kadınla önceden yapılmış bir video röportaj, soruları sahnedeki oyuncu hanımın sormasıyla, yani sanki hastaneyle canlı bağlantı kurulmuş da onunla görüşülüyormuş gibi, yayınlanıyor; en sevdiği şarkı soruluyor, leonard cohen’in “dance me to the end of love”ı diyor. şarkı kayıttan çalınıyor, hepimiz dinliyoruz.
yine prova sürecinde bulunan ancak prömiyerden bir hafta önce doğum yaptığı için oyunun son halinde yer alamayan kadının evinin salonundaki su dolu havuzda çocuğunu suyun içinde doğurma sahnesini bütün açıklığıyla projeksiyondan izliyoruz.
tablodaki gezginler sahnesini, mültecilerin çağımızın gezginleri olduğu düşüncesiyle ghent’e son yıllarda suriye, ırak, afrika’dan göç etmiş kişiler canlandırıyorlar.
tabloda jan van eyck’ın kendisini resmettiği konumda, video kayıtta oyunun yönetmeni milo rau duruyor.
tabloyu sipariş verenin yerinde ise, oyunun parasal destekçilerinden avrupa komisyonu kültür işleri başkanı yer alıyor ve yine projeksiyondan sunulan görüntüsünde; 1934’te bu tablonun 12 parçasından birini çalan ve yerini söylemeden ölen kişinin onun büyük amcası olduğunu açıklıyor.
ve daha pek çok durum, detay, olay, yaşanmış hayat geçiyor gözlerimin önünden, zihinlerimizin içinden.
en son, başta kenardaki reji masasına oturan zenci genç kız ile ortadoğulu genç erkek sahnenin ortasına gelip, kendilerini tanıttıktan sonra bir çok başka şeyin yanısıra; onların da adem ve havva seçmelerine katıldıklarını, havva bütün insaların annesiyse afrikalı olması gerektiği, adem ile havva cennetten kovuldukları için adem'in mülteci olması gerektiği görüşlerini söyleyip, çırılçıplak soyunuyorlar; altar tablosundaki adem ile havva'nın pozlarını aldıklarında ışıklar yavaşça kararıyor.




fotoğraflar: michiel devijver

milo rau “lam gods”ı sahnelerken sadece içerik olarak değil biçim olarak da altar tablosunun izinden gidiyor. nasıl ki altar tablosu birbirinden ayrı 12 sahneden oluşuyor ve bunların her biri kendi çerçeveleri içinde bağımsız, ayrık resimler olarak duruyorsa; “lam gods” da bölümlerden oluşuyor ve bunların birbirine geçişleri organik değil, tam da tablonun parçaları gibi ayrık, kopuk, atlamalı. sonradan oyun hakkında rau ile yapılmış bir söyleşiyi okuyunca, tablonun gerçekleştirilme şeklinin de rau’ya ilham vermiş olduğunu öğreniyorum. tablodaki adem’in kollarında güneş yanığının bulunması, jan van eyck’ın model olarak çevresindeki köylüleri kullandığının kanıtlarından biriymiş, yani adem için poz veren kişi güneş altında tarlada çalışan bir çiftçi olmalıymış. rau da buradan hareketle, profesyonel oyuncular yerine ağırlıklı olarak ghentlilerle çalışmış.

“lam gods” isviçreli bir tiyatro yönetmeninin belçika’da, tıkır tıkır işleyen ve başarılı işler yapan ödenekli bir tiyatro kurumunun başına getirildikten sonra sahneye koyduğu ilk yapım. alman tiyatro camiasının berlin volksbühne’nin başına hükümet zoruyla getirilen belçikalı kuratör chris dercon’u bünyesine kabul etmemesi, ya da tam tersi; münchner kammerspiele’yi aşırı özgürlükçü ve sol tandansla yöneten matthias lilienthal’in sağcı politikacıların hedef tahtası olup görevinin uzatılmaması gibi tiyatronun şehrin toplumsal ve kültürel coğrafyasıyla uyuşmadığında yaşanmış çok taze örnekler önümüzdeyken milo rau’nun “lam gods”ı, bir nevi ghent’le ilişki kurma, daha da önemlisi ghentlilerle birebir tanışma, kente nüfuz etme vesilesi olarak kullandığını düşünüyorum. ama "lam gods" aynı zamanda; tarımdan mültecilere, yabancı düşmanlığından ekonomik sıkıntılara avrupa’nın güncel sancılarının, bunları birinci elden yaşayanların ağzından, gerçekliğin bütün çıplaklığıyla ortaya seriyor.
milo rau ghent’ten ve yaklaşık 600 yıl önce yapılmış dini bir tablodan yola çıkarak; tarihselliğiyle, toplumsallığıyla, kültürel, dini ve ekonomik yönleriyle günümüz avrupasının fotoğrafını çekiyor, daha da doğrusu: 600 yıl önceki görseli güncelliyor.

19 Şubat 2019 Salı

kaymanın şiirselliği: damien jalet’den “skid”


dansçıların, zeminle 34 derece açı yapan bir alanda hareket ettiklerini öğrendiğimden beri damien jalet’nin göteborgsoperans danskompani için yarattığı “skid” adlı işini merak ediyordum.
zemin bence dans için en temel hareket belirleyici öğe. pina bausch farklı yapıtlarında zemini kil, nemli toprak, su, tuz, çelik talaşı, çimen, yapay karanfil gibi malzemelerle kapladığı gibi, üzerlerinde dansçıları hareket etsin diye engebeli yüzeyler de kullanmıştı. angelin preljocaj’ın “bahar ayini”ni yapay çim kaplı tepeciklerden oluşan bir yüzeyde sahnelemesi, dimitris papaioannou’nun “2” adlı işinde dik açılı bir kayma yüzeyi kullanması ilk aklıma gelen sıradışı örnekler.

“skid”deki 34 derece eğimli yüzey (tasarım: jim hodges & carlos marques da cruz), örneğin “2”de olduğu gibi sadece kayma amaçlı kullanılmıyor. dansçılar “skid”in tekinsiz yüzeyinde yerçekimine boyun eğerek kah sadece kendilerini bırakarak yumuşakça kah hızlarını arttırmak için efor kullanarak kaydıkları gibi, yerçekimiyle başederek, adeta ona kafa tutarak, ayağa kalkıp sanki düz bir sahnedelermiş rahatlığıyla hareket ediyorlar.
fizikalitelerinin olağanüstülüğü, onları insandan farklı bir yaratıkmış, hatta uzaylıymış gibi algılamama neden oldu. robot estetiğinden esinlenildiğini düşündüğüm ve cinsiyet farklarını belirsizleştiren, jean-paul lespagnard’a ait kostüm tasarımı ve fennesz imzalı atmosferik elektro-müzik de bu algımı pekiştiren öğelerdi.
ancak “skid” için damien jalet’nin çok farklı bir esin kaynağına sahip olduğunu ise çok sonra öğrendim: onbashira isimli bir japon ritüeli. altı yılda bir gerçekleştirilen ve yüzlerce erkeğin bir dağın yamacından devasa ağaç kütükleriyle kaydıkları ritüel jalet’ye göre doğa ile insan arasında bir nevi içsel ve derinden bir ilişki kurma arayışıymış. ayrıca, “skid”deki açılı yüzey, dağın yamacını simgeliyormuş.

damien jalet matematiğe ve geometriye çok hakim; gerek alanı kullanma, gerekse 17 dansçıyla diziler ve biçimler oluşturma ve bunları dönüştürme konusunda çok başarılı. “skid”in neredeyse apolloyen bir tasarımı var; dengeli, oranlı, ritmik ve akıcı. dolayısıyla “skid” şiirsel güzellikte, seyirciye (yani bana) had safhada estetik haz veren bir olay; içerik değil ama biçimsel olarak sanki hareketli bir rönesans tablosu.
jalet’nin, sidi larbi cherkaoui ile ortaklaşa işler ürettiği ve onun işlerinde dans ettiği dönemde geliştirdiğini düşündüğüm; bedenin kıvraklığını akıcı bir şekilde ortaya çıkaran, özellikle kolların başrolde olduğu koreografik tarzı “skid”de de baskın olarak görülüyor.

yapıtın bana göre zayıf tarafları; dansçıları 34 derecelik yüzeyde hareket ettirme fikri dışında diyonizyen “çılgınlıktan” nasiplenmemiş olmasının yanısıra, içerik olarak “gösterdiğinden” farklı anlamlar üretmiyor olması; “gösterdiği” ise biraz klişe ve yüzeysel. “skid” kayma fikriyle birlikte ilk akla gelebilecek; güven-tehlike, destek/birlik olma-bırakma, yükselme-çelme takma gibi kavram ve durum karşıtlıklarını göstermekten öteye geçmiyor, derine inmiyor kanımca.
ancak bu handikabı bertaraf eden canalıcı (ve çoğu sanatçının cesaret edemediği) bir özelliği var: süresi. prodüksiyon (sahne tasarımı, ışık, kostüm ve dansçı sayısı) olarak oldukça görkemli (ve bir akşamda sunulan tek) bir yapıt olmasına rağmen, “skid” sadece 42 dakika sürüyor; ve bu sayede tekrara düşmekten, biteviyeleşmekten kurtuluyor. (“skid”in bazı turnelerde ve topluluğun kendi evi göteborg’da cherkaoui’nin “noetic”i ile birlikte aynı akşamda sunulduğunu belirtmeden geçmiyim.) 

biletler satışa çıktıktan çok sonra amsterdam’dan paris’e tek günlüğüne gitmeye karar verdiğim için, sahneye göre çok yanda kalan bir koltuk bulabilmiştim. ancak şikayetçi değildim ve içgüdüsel olarak bu yapıt sanki yandan seyredilmesi gerekirmiş gibi bir hissim vardı. haklı çıktım. dansçıların yüzeye düşen keskin, sert ve koyu gölgelerinin özellikle öne çıkarıldığını düşündüğüm, joakim brink imzalı ışık tasarımının (yani dansçılar ile gölgelerinin yüzeydeki dansının) keyfine sanki yan açılardan daha çok varılıyordu. 

göteborgsoperans danskompani son yıllarda avrupa’da adından en çok söz ettiren dans topluluklarından biri haline geldi. adolphe binder iki yıl öncesine kadarki artistik direktörlüğü sırasında, mevcut ünlü yapıtları sahnelemektense cesaretli seçimlerle belirlediği genç koreograflara yeni yapıtlar ısmarlayarak topluluğun kalitesini yükseltti ve gittikçe artan turne gösterileri ile topluluğu adeta dünya ligine çıkardı. olur da göteborg’da veya bir avrupa kentinde göteborgsoperans danskompani’nin bir gösterisine rastlarsanız, sunulan yapıtların koreografları kim olursa olsun, mutlaka izleyin, eminim pişman olmayacaksınız!

16 Şubat 2019 Cumartesi

hollanda'dan seyahat notları à la dans izlenimleri - 2

fotoğraf: sanne peper

lahey'de samir calixto'nun "w"si ne kadar büyük bir hayal kırıklığıysa, utrecht'te arno schuitemaker'ın "the way you sound tonight"ı o kadar büyük bir keşifti benim için.

schuitemaker'ın herhangi bir işini ilk defa seyrettim. "the way you sound tonight" geçen haziran'da benim de 4-5 günlüğüne takip ettiğim holland festival'de dünya prömiyerini yapmıştı, hatta ben oradayken sahnelenmişti ama başka oyunlarla çakıştığı için seyredememiştim; ismi programdan aklımda kalmış, aklım da kalmıştı :)

minimal işleri seviyorum. "the way you sound tonight" da öyleydi. hem de her anlamda: tek bir beden hareketi. tek bir ritim.

gösteri/performans alanı koridor sahne düzenindeydi. seyirciler iki yandaki üç kademeli platformlara oturdular. en arkada kalanlar ayakta izlediler. önce ritim başladı, gösteri alanının üzerindeki ampüller yandı.
sonra kısa kenardan bir kadın dansçı, aynı beden hareketini kesintisizce tekrar ederek ve çok yavaşça sahneye girdi ve ilerledi. belli bir devir sonrasında başka kenarlardan bir kadın bir erkek dansçı, daha ileriki bir devirde de iki erkek dansçı aynı hareketi yaparak sahneye girdiler. 50 dakikalık işin sonuna doğru sahneyi teker-ikişer terk ettiklerinde geriye tek erkek dansçı kaldı.

elektronik müzik, temelde sadece ritim üzerine kurulu olması ve aynı kalması koşuluyla süreç boyunca farklu seslerin/çalgıların katılımıyla zenginleşti.

tekrar eden hareketin anafikri sol omuzu dairesel hareket ettirmekti. hareketin, temel formu aynı kalmak koşuluyla hızı, gücü ve kalitesi değişti, tabii bu sayede bedenin diğer uzuvlarının o hareketin ivmesi sonucu aldığı durumlar değişti; mesela kollar başta daha içe dönük ve bedene yapışıkken, hareketin abartılmasıyla, oradan ivmeyi alan kollar da bedenden dışarı doğru savruldular.

dansçılar oyun alanında çeşitli düzenlerde hareket ettiler, farklı konstelasyonlar oluşturdular; kah yaklaştılar, kah uzaklaştılar, kah üçü bir araya geldi, kah ikisi, ama hiç bir zaman birbirlerine değmediler ve o tek hareketi yapmaktan vazgeçmediler. dansçılar kah birbirleriyle göz teması kurdular, kah kendi içlerine döndüler, kah bizlerle flört ettiler.

işin en hareketli öğesi ışıktı. sahnenin üzerine sanki bir gece göğündeki yıldızlar gibi dağılmış ampüllerin yanısıra, dansçıların alana girdikleri iki boş yanda ve çapraz köşelerde de spotlar vardı. ancak, karşılıklı seyirci platformlarının birinci kademelerinin altında boydan boya ve seyirci platformlarının arkasındaki beyaz perdelerin arkasında da yine boydan boya spotların yerleştirilmiş olduğunu süreç içinde devreye girdiklerinde fark ettik. ışık işin atmosferine katkı sağlayan çok önemli bir öğeydi; seyircileri de içine alacak şekilde her bir kuytuya yerleştirilmiş olan sayısız spotun yakılıp söndürülme şekli, ritmik müziğin kurduğu evrenin evrelerini belirledi çünkü.

"the way you sound tonight" adeta hipnotize edici bir trans hali, sadece dansçılar için değil, biz seyirciler için de. "the way you sound tonight" adeta kadim zamanlardan günümüze ulaşmış sonsuz bir ritüeldi, diyonisos'un kösnül enerjisini taşıyan.



gösteri bittikten sonraki fotoğraflar: mehmet kerem özel, 28.01.2019

şimdilik sadece hollanda'nın farklı şehirlerinde sahnelenmiş ve 3 nisan'a kadar sahnelenecek olan "the way you sound tonight"ı olur da bir yerlerde yakalarsanız kaçırmayın! schuitemaker'in daha önceki işleri de avrupa genelinde turnede, onlara da bir şans verebilirsiniz. bundan sonra denk gelirsem ben kaçırmayacağım..

14 Şubat 2019 Perşembe

hollanda'dan seyahat notları à la dans izlenimleri - 1

"w", samir calixto

bir hedefiniz vardır, onun için plan-program yaparsınız. onu gerçekleştirirken başka şeyler çıkar karşınıza. onları da kabul edersiniz hayatınıza, bazen değer bazen değmezler. ama eğer değerlerse, değerleri hedefinizinki kadar mutlu eder sizi, çünkü beklenmediktirler, beklenti yüklenmemişlerdir, tesadüf olanının heyecanını yüklerler üzerinize.
bu dediğim planlanmış bir doğa/kent gezisinde de başınıza gelebilir, bir sanatçının gösterilerini seyretmek amacıyla çıktığınız bir seyahatte de. kentin sokaklarında gezerken elinizdeki haritaya bakmayı bırakıp, size ilginç gelen bir sokağa girdiğinizde işte o beklenmediklerle karşılaşabilirsiniz, o sokak başka bir sokağa çıkarır sizi, oradan başka birisine; giderek kentte kaybolursunuz, ama bu kayboluş zevk veren bir sürüklenmedir. ama tabii ki başından davetkar duran bir sokak içine girince aynı potansiyeli devam ettirmeyebilir. denemişsinizdir en azından. hep bildik güzergahlarda ilerlemek yerine, serüveni davet etmişsinizdir hayatınıza.

ocak sonunda milo rau için amsterdam'a gittim. sekiz yıldır kış aylarında brandhaarden isimli bir tiyatro festivali düzenleniyor amsterdam'da. brandhaarden ingilizce "hot spots"ın karşılığıymış; yani popüler nokta, eğlence yeri, tehlikeli saha gibi anlamları barındırıyor. her yıl uluslararası bir tiyatro insanına/topluluğuna ayrılıyor festival. önceki yıllarda katie mitchell, peter brook, rimini protokoll, johan simons mercek altına alınanlardan bir kaçı.
milo rau'ya ayrılan bu seneki brandhaarden, eski senekilerden çok daha kapsamlı bir programla seyirci karşısına çıktı. rau'nun farklı tiyatro kurumlarıyla farklı tarihlerde yaptığı işbirliklerinden ortaya çıkmış altı yapım amsterdam'ın en eski tiyatro binası (ve aynı zamanda dünyanın en eski tiyatro kurumu) stadsschouwbourg'un salonlarına konuktu.

ileriki zamanlarda brandhaarden izlenimlerimi daha detaylı yazacağım. şimdi bu yazımın konusuna geri döneyim: belirlenmiş rotadan çıktığınızda, ya da belirlenmiş programın boşluklarını değerlendirdiğinizde karşılaştıklarınızla.

amsterdam'da festivalden boş kalan akşamlarım/saatlerim vardı. bunlardan birini lahey'de diğerini utrecht'te dans işleri seyretmekle değerlendirdim.
hollanda, aynı almanya'nın ruhr bölgesi gibi, yarım ile bir saat arası uzaklıktaki tren yolculuklarıyla birbirine bağlanan şehirlerle dolu. istanbul'da bırakın bir uçtan diğerine, mesela gayrettepe'den ataşehir'e toplu taşımayla gitmek için harcayacağınız vaktin çok daha azıyla bu ülkelerde bir şehirden diğerine ulaşabiliyorsunuz; hatta, yolda daha az yorularak.

lahey ve utrecht'te işlerini seyrettiğim iki koreografı daha önceden tanımıyordum. benim için keşif olacaklardı. özgeçmişlerine bakınca ikisi de vaatkardı. heyecanlıydım.
lahey'de seyrettiğim samir calixto'nun işi, korzo'nun (dans işlerinin yapımcılığını üstlenen bir şirket) düzenlediği cadance dans festivali kapsamındaydı. festivalin açılış gösterisiydi ve dünya prömiyeriydi.

brezilyalı olan calixto üretimini uzun süredir hollanda'da yapıyormuş, birçok ödül kazanmış, önceki işleriyle gerek seyirciler gerekse eleştirmenler nezdinde övgüler almış. işinin adı "w" idi. bir önceki "m"nin devamıymış. "m" erkekler üzerine, sadece erkek dansçılarla bir işmiş. anlaşılacağı üzere "w" de sadece kadın dansçılarla bir işti. "w" sadece kadınları değil, müziği kullanılan wagner'i de imliyordu.

bence wagner'in müziğini herhangi bir işte kullanmak, o işe baştan bir törensellik, büyük, geniş ve hacimli olma iddiası getiriyor. sanatçı eğer bunları sorgulayacaksa, ya da bunlarla hesaplaşacaksa, amenna. ama değil, bunların suyuna gitmekle kalmayıp, bir de bunlarla yarışacaksa, işte bu da baştan kaybetmesine yol açabilir kanımca.
calixto ikinci yolu seçmiş; teknik yönü (yani ışığı ve sahne tasarımı) güçlü, artistik olarak da gösterişli bir prodüksiyon ortaya koymuş. ancak maalesef işin ne duygusu özgündü ne de koreografik niteliği.
başlangıçta, yukarıdan sahne ortasına sarkıtılmış, havada asılı yatay kalın bir çubuk formundaki makinadan aşağıda, altarımsı bir yükseltinin üzerinde yatmakta olan kadın bedeninin üzerine su dumanı üflendi. dakikalarca süren bu üflemenin hızı ve kuvveti zaman zaman değişti, ışık da arkadan verildiği için estetik kalitesi yüksek bir görsellik sözkonusuydu. sonra, yaklaşık 70 dakika boyunca beş kadın dansçı, devasa opak beyaz kumaşlarla çevrili törensel bir mekanda devindiler, soloları paslaştılar, unisonlarda birleştiler, bazısı zaman zaman soyundu, tabutumsu (yani başta altar hissi veren) objenin içine girip beyaz boyayla bedenini yıkayan oldu.
ne yazık ki bu "şovun" hiç bir anı içimde, kalbimde, zihnimde bir kıpırdanma yaratmadı. baştaki makinalı sahne ise, evet hipnoz olmuş gibi saatlerce seyredebileceğiniz görsel bir olaydı ama işin geneliyle alakasını en azından ben kuramadım.

o akşam beni daha fazla etkilemiş olan başka bir şeydi; kısa, çok kısa, 10 dakikalık bir iş. tiyatronun fuayesinde "w" için salona alınmayı beklerken, ışıklar azaltıldı, fuayenin bir ucundan iki genç erkek dansçı belirdiler, onlarla birlikte de müzik çalmaya başladı.
akrobatik niteliği güçlü bir koreografiyle, fuayeyi verevine kat eden, kat ederken fuayenin ortasındaki çökertilmiş sahne alanında yoğunlaşan sürpriz bir gösteriydi bu. iki dansçının bedenlerinin esnekliği, paslaşmaları, ellerindeki yuvarlak şeffaf ve opak levhaları (ayna görevi de görebilecek şekilde) kullanış şekilleri, mekandaki merdivenleri ve düzlüğü koreografiye yedirmeleri ve genel olarak fuayedeki yolculuklarını mekanı çapraz kesen uzun bir çizgi olarak tasarlamaları, bu sürpriz gösteriyi benim için özel kıldı.

seyahatlerdeki/hayattaki tesadüflerden başlamıştım ya, "w" için numarasız biletlerle oditoryumda koltuk seçtiğimde, yanımda oturan iki gencin biraz önce fuayede seyrettiklerim olduklarını fark ettim. "w" başlamadan tebrik ettim onları, bittikten sonraysa ayaküstü sohbet ettik.
esas gösterilerden önce fuayede gerçekleşen bu küçük sürpriz dans işleri festivalin organizasyonuymuş; birbirini daha önceden tanımayan ve farklı disiplinlerden öğrenciler (onlar o sabah tanışmışlar, biri yeni sirk diğeri dans eğitimi alıyormuş) biraraya gelip, o akşam gösterisi olan koreografın -işinden hareketle değil- fuayedeki yerleştirmedeki rafından hareketle ("me, myshelf and i" isimli yerleştirmede festivalde işleri olan koreograflardan bir rafı kendi artistik kimliklerini ifade edecek şekilde kitaplar, filmler, objelerle doldurmaları istenmiş) bir performans üretiyorlarmış.
kolja huneck ile wilchaan roy cantu'nün bize o minik güzelliği hazırlamak için sadece dört saatleri olmuş. işlerine bir başlık koymamışlar. calixto'nun işinden etkilenmişlerdi, ama ben "fazla prodüksiyon prodüksiyon değil mi!" deyince bir şüphe tohumu yeşerdi içlerinde sanırım :) kolja daha konuşkandı, ayaküstü sohbette dimitris papaioannou'a olan hayranlığımızı bile paylaştık.
[huneck ile cantu'nün işinin hissini merak edenler, danzon_1.0'daki 27 ocak 2019 tarihli posta bakabilirler, zira bir dakikalık bölümünü orada paylaştım.]

10 Şubat 2019 Pazar

"tiyatronun bahtı eski olanda yatıyor"

fotoğraf: roman novitzky

wuppertal'li koreograf marco goecke'nin bir yapıtını istanbul'da ilk defa geçtiğimiz kasım ayında tiyatro festivali'ndeki ndt1 gösterileri kapsamında seyrettik: "woke up blind". akşamın, crystal pite'ın "the statement"inden sonraki en iyi işiydi. goecke hakkında, ndt2'nin haziran'daki izmir turnesi dolayısıyla da yazmıştım.
goecke 2019'da koreograf olarak geçmişinin 20. yılını kutluyor. önümüzdeki sezon hannover balesi'nin başına geçecek. geçtiğimiz günlerde paris opera balesi'ne yeni bir yapıt üretti.
meraklılarına, alexandra karabelas'ın 4 şubat 2019 tarihinde goecke ile yaptığı söyleşiyi almancadan çevirdim.

koreografik çalışmalarınız; kapsamı ve gördüğü uluslararası ilgi bakımından etkileyici. bir çok topluluk sizin yapıtlarınızı sahnelemek istiyor. bunu nasıl organize ediyorsunuz?
her yerde olamayacağım için, yapıtlarımı topluluklarda çalıştıran insanlar var. ben bazen bir veya iki toplulukla aynı anda çalışıyorum, ama eski yapıtlarımın her yeni sahnelemesi için, ne kadar istesem de yerine gidip yoğun bir şekilde onları tekrar ele alamam. genel olarak eski bir yapıtın yeniden sahnelemesi yeni bir yapıt kadar zorlayıcı ama o durumda sorumluluk bende değil güvendiğim bale öğretmenlerinde oluyor.

bütün yapıtlarınız sizin kendinize ve dünyaya dair duygularınızdan besleniyor. her yeni yapıt tasarlama sürecini kendinizle derin bir karşılaşma olarak yaşıyor musunuz?
evet ama başka bir düzeyde. kendimle karşılaşma, özelde gündelik yaşantılardan ve kaygılardan besleniyor. ve başka bir dünya daha var, hepimizde olan ve her zaman akılda tuttuğumuz saklı bir dünya. benim yapıtlarım buradan besleniyor.

o dünyayı nasıl deneyimliyorsunuz?
bazen, akşamları, tam da bir yaratım sürecinin ortasında iken, büyük bir "özlem" duyarım - almanca'da çok güzel bir kelime. o anda neredeyse dağılırım, çok fazla duygulandığım ve bunu göstermek istediğim için. çünkü had safhada romantiğimdir. bütün bunlar somut değil, çoğunlukla da bilinmezlik barındırır. korkmama neden olur. her gün yapıtlarım için bu duygularımı aşındırmam gerektiğinde de o korku oradadır. kendimden bir yapıt dışarı çıkarmak, özde benim için her zaman kaygı vericidir. bu nedenle de bir koreografi yapmak benim için her zaman kolay değildir.

başka yollar bulmayı denediniz mi?
bazen, bir konsept veya bir hikaye anlatan yapıtlar üretmek isterim. ancak bunu çok derinden hissetmem. hikayesi belli dramatik bir bale çalışmak daha rahattır.

paris opera balesi için ilk defa bir dünya prömiyeri yapıt tasarladınız. nasıl hissettiniz?
tasarım süreci anlamında o ya da bu kurum için bir yapıt üretmek benim için farklı değil. paris'te de olsa plauen'de de, korku her zaman baki. hollanda dans tiyatrosu (ndt) için tasarladığım ilk yapıt olan "nichts" (2008) sürecinde, insanların nasıl bulacağını düşündüğüm için gergindim. artık sadece ürettiğim yapıt ve kendi açımdan gerginim.

paris opera balesindeki tasarımınız için sadece iki haftalık zamanınız vardı. yeni bir yapıtı bu kadar kısa bir sürede ortaya çıkarmak için içsel olarak farklı şekilde kendinizi ayarlamış olduğunuzdan bahsetmiştiniz bana bir-iki hafta önce.
evet, onu hayal ettim. ama işledi mi emin değilim. hazırlık aşamasında bir kaç kişi-düzenlemeleri tasarlamıştım. ama son durumda gerçekleşen ve dans edilen, o bana her gün farklı şekilde geliyor ve onu planlayamıyorum. duyduğuma göre başka koreograflar yapıtlarını en ince adım tekniğine kadar bütünüyle önceden düşünebiliyorlarmış. kulağa çok hoş geliyor ama sanırım bu benin tarzım değil. o zaman ben olmam.

teknolojik ve dijital gelişmeler nasıl olabileceğimize ve yaşayabileceğimize dair yeni fikirler ortaya koyuyorlar. elimizde akıllı telefonlarla yaşıyoruz. dünyada iktidar ve iktidarsızlığın dağılımı bir çok alanda açıkça öne çıkıyor ve, toplumu ve onu nasıl algıladığımızı belirliyor. yapıtlarınızın bu bağlamda durduğu yer sizi ilgilendiriyor mu?
bugün bize sayısız imkanlar sağlayan bütün bu tekniklerin basit bir "perde yukarı perde aşağı" sisteminde çalışacağını düşünmüyorum. tiyatro bana göre bayağı antika olan bir şey, ama bu haliyle de derinden insani. tiyatronun belki de zamanımızın ve onun zahiri durumlarıyla hiç işi olmamalı.

çoğu tiyatro insanı farklı düşünüyor.
ama tiyatro özünde duygusal bir baraka değil mi? yani aslında çok hassas bir şey? orada, o barakada, tavandan asılı bir kaç ışık vardır, bir parça kumaş havaya kaldırılır ve bir tarafta birileri vardır ve bizler de diğer taraftayızdır, bir şeyleri gösteren tarafta, ya da bize bizim hakkımında bir şeyler anlatırız. dolayısıyla orada bizim ve çıplak olan ve zamansız olan dışında bir şey yoktur. ve en iyi ihtimalle birilerinin gösterdiği diğerlerinin ve hepimizin hislerine dayanır ve tercüman olur. ve bu hayatta her zaman aynıdır, her zaman aynı çaresizlik - ortaçağ'da da, akıllı telefonların çağında da. tiyatroda bana heyecan veren şey budur. ve beni zorlayan. dolayısıyla tiyatronun bahtı benim için eskide olandadır.

topluluğunuzun dansçılarını seçerken gözönüne aldığınız şeyler nedir?
şimdiye kadar hep, uzun zamandır tanıdığım insanlarla çalışmayı tercih ettim. çünkü bu sayede onlara güvenebildim, kendimi bırakabildim. ayrıca, yeni dansçılar bulmak için hannover'de yakın zamanda seçmeler yapacağım.

bir goecke-dansçısını nasıl tanımlarsınız?
kadın ya da erkek, her türlü kibirin ötesinde büyük bir açıklığa sahiptir. çirkinliği de barındıran güzellik için açıklık. ve eğer harekette bir parça çocukça naiflik fark ediyorsam. önceden hesaplanmamışlık biraz. koreografide herşeyin önceden belirlenmiş olduğunu bilse de insan, sanki hareket/dans tam da dans ederken ortaya çıkmış gibi. ve cesaretli insanları arıyorum. benim için gurur da bunun bir parçası.

koreografik sistemizin için yıllar boyunca bedenin her bir parçasını teker teker çalıştınız. çıplak üst beden, port de bras, yüz ve ses, bacak ve ayak çalışması. sırada hangi beden alanı var?
şimdilerde doğru yakınlığı arıyorum. samimiyeti ve bunu balenin öğeleriyle nasıl gerçekliğe dönüştüreceğimi. örneğin kendini gerçekten öpmek, şu aralar bu konuda acz içindeyim. tabii kimin bunu yapmaya istekli olduğuna da bakmalıyım.

dans benim için oyun ile gerçeklik arasındaki eşik atlandığında güzelleşiyor. dansçıların o anda sahnede yaşadıklarıyla aynı şeyi hissettiğimi zannettiğimde.
evet bu, ideal bir durum. gençken wuppertal'de pina bausch'un bir çok yapıtını seyrettim. sahnede gösterilenleri bir türlü idrak edemediğimi hatırlıyorum. bu şimdi gerçek mi yoksa oyun mu diye hep merak ettim. çok gerçek gibiydi ama tiyatrodaydım. pina bausch benim için sınırı açtı. bunu çok büyüleyici buldum.

8 Şubat 2019 Cuma

istanbul baharından 5 konser önerisi

istanbul baharı dedim ama önereceğim konserler şubat'tan haziran'a kadar olan bir zaman sürecini kapsıyor. hatta ilk ikisi hemen yarın, yani bu cumartesi. onlardan başlıyım:

1.
benzersiz ute lemper!
istanbul'daki ilk konserini 1995 yılındaki tiyatro festivali kapsamında ses tiyatrosu'nda veren, beni ve bütün izleyenlerini kendisine hayran bırakan ute lemper, daha sonraları defalarca istanbul'a geldi, crr'de, lütfi kırdar'da, işsanat'ta farklı repertuvarlar sunduğu bir çok tiyatral konserde bizleri büyüledi ama açıkçası o ilk konserin tadı hala damağımda. 
lemper bu sefer zorlu'da, 9 şubat'ta. eğer daha önce seyretmediyseniz, hararetle tavsiye ederim.


2.
benzersiz magdalena kožená!
magdalena kožená, bana göre yaşayan en kırılgan mezzo-sopranolardan biri. 
kožená'nın da istanbul'daki ilk konseri değil, daha önce sanırım iki kere dinledik kendisini. bu sefer 9 şubat'ta işsanat'ta sahneye çıkacak; the age of enlightment orkestrası ile sadece mozart ve gluck'un eserlerinden oluşan bir repertuvar seslendirecek, ki sesine çok yakışacağını düşünüyorum.


3.
brahms'ın piyanı konçertoları ve senfonileri
ne şanslıyız ki, klasik müziği damardan "klasik" yorumlayan efsanevi avusturyalı piyanist-şef rudolf buchbinder şehrimize daha önce maraton konserlerle konuk oldu; bir seferinde beethoven'in piyano konçertolarını, diğerinde beethoven'in piyano sonatlarını seslendirdi. iki konser de benzersizdi. buchbinder şimdi de brahms piyano konçertoları için geliyor. 
en sevdiğim klasik müzik bestecisi brahms olduğu için söylemiyorum, iki piyano konçertosu da birbirinden etkileyicidir, benzersizdir. iki akşamın diğer eserleri de brahms'tan birer senfoni olacak. buchbinder'e 13-14 şubat'ta lütfi kırdar'da, borusan istanbul filarmoni orkestrası ve şef sascha goetzel eşlik edecekler.
buchbinder'le bizleri buluşturmaya devam ettikleri için borusan sanat'a candan teşekkürler.


4. alman requiem'i
borusan istanbul filarmoni orkestrası'nın 18-19 sezonunda geriye kalan diğer beş konseri de birbirinden heyecan verici, ancak aralarından biri var ki, istanbul'da kolay kolay dinleme imkanımızın olmadığı bir yapıt içeriyor: brahms'ın alman requiem'i. 
25 nisan'daki konseri kaçırmayın, bu muhteşem yapıtı istanbul'da en son ne zaman dinledik hatırlamıyorum.


5. human requiem
ama bu sezon bir kere daha dinleme imkanımız olacak, ancak o sefer bambaşka bir mekansal ve müzikal düzenlemeyle. kanımca bu yılki istanbul müzik festivali'nin en parlak gösterisi bu olacak: human requiem. 
yıllar önce başyapıtı "körper" (bedenler) ile istanbul tiyatro festivali'nde bizleri derinden etkilemiş olan sasha waltz'in dans topluluğu ile rundfunkchor berlin'in ortak projesi olan, waltz'in eşi jochen sandig'in yönettiği, waltz'in ise dramaturg koltuğunda oturduğu [genellikle rolleri tam tersidir :)] bu gösteri pek bizim seyirciye göre olmayabilir; bizim seyirci hem rahatına pek düşkündür, hem de bencillik seviyesinde "rahattır", hiç olmayacak şeyler yapabilir, sanatçıdan çok "sanatçı" olabilir! bakalım 28-29 haziran'da zorlu'nun büyük salonunda sahnede birebir "ayakta" deneyimleyeceğiz. 

6 Şubat 2019 Çarşamba

soğuk savaş sovyet rusya'sına seyahat






şu günlerde paris'te olağandışı bir sanat olayı gerçekleşiyor: immersive/sarmalayan sanat yerleştirmesi olarak tanımlanan DAU.

herşey 1975 doğumlu rus yönetmen ilya khrzhanovsky'nin 2008'de ünlü rus bilim insanı lev landau hakkında bir sinema filmi çekmesiyle başlıyor.
landau 1948-1968 yılları arasında moskova'da kurduğu bir enstitüye insanları yerleştirerek onları 24 saat gözlemlemiş nobel ödüllü bir fizikçi; deneyinden anlaşıldığı üzere sadece fizik ile değil,  insan psikolojisi üzerine de çalışmış landau.
khrzhanovsky sinema filmi çekiminin sonuna geldiğinde, işi büyütmeye karar veriyor; karkov'da film için inşa edilen enstitü binası para bulundukça genişletiliyor, stadyum büyüklüğünde alan kaplıyor ve gönüllü olarak 400 kadar kişi bu binada tam üç yıl geçiriyorlar. sadece onlar değil,  khrzhanovsky ve ekibi de. çünkü onlar 40 ayrı mekanda 24 saat kayıt yapıyor; yatak odaları dahil. bir tür, peter weir'in yönettiği andrew niccol'un senaryosunu yazdığı "the truman show"daki gibi yani. bu üç yıl sonunda, montaj odasından tam 13 film çıkıyor. projenin en ilginç özelliklerinden biri filmlerin dijital değil analog çekilmiş olması. wim wenders'le, michael haneke'yle de çalışmış olan efsanevi alman görüntü yönetmeni jürgen jürges ellerinde 700 saatlik 1:1,85 formatında çekim malzemesi olduğunu söylüyor.  hiç bir çekim tekrarlanmamış, sonradan dublaj yapılmamış.

DAU immersive/sarmalayan tiyatro mantığında bir etkinlik değil, çünkü ana omurgasını canlı oyuncular tarafından canlandırılan durumlar değil, 13 film oluşturuyor.
DAU tarafından sarmalanmak için üç seçenek var: 6 saatlik tek girişlik, 24 saatlik ve sınırsız çok girişli vizeler. evet, DAU'ya girmek için gereken ücret karşılığında bilet değil vize alıyorsunuz. bir internet sitesi hazırlanmış; ücreti ödedikten sonra vize bilgilerinizi doldurmanız ve fotoğrafınızı yüklemeniz için başka bir sayfaya yönlendiriliyorsunuz. eğer 24 saatlik veya sınırsız vize başvurusunda bulunduysanız, sizi kültürel, psikolojik ve sosyal olarak tanımak için hazırlanmış bir anketi de dolduruyorsunuz, ki DAU'ya girdiğinizde ona göre özel olarak yönlendirilebilesiniz.

paris'te sadece bir gün kalacağım için 6 saatlik vize talebinde bulundum. chatelet meydanı'na kurulmuş vize ofisinden belgelerimi aldıktan sonra, görevli theatre chatelet binasının kapalı olduğunu söyleyerek, beni theatre de la ville binasına yönlendirdi.
evet, DAU paris'te şehrin bir meydanın iki tarafını tutan iki önemli tiyatro binasında gerçekleşiyor. iki bina da şu anda yenileme çalışmaları için gösterilere kapalı, ayni inşaat halinde. (theatre chatelet beş yıllık yenileme ardından 2019'un eylülünde açılacak, theatre de la ville ise iki yıldır kapalı ve ne zaman açılacağı belli değil.) dolayısıyla DAU'nun theatre chatelet kısmına giremedim, theatre de la ville kısmı ise oldukça etkileyiciydi. geçtiğimiz yıllarda defalarca gösteriler izlediğim (pina bausch'un yapıtlarını istanbul dışında ilk defa bu sahnede izlemiştim) ve dolayısıyla normal halini çok iyi bildiğim binanın içi bütünüyle iç dekorasyonundan soyulmuştu; duvarlar, oditoryumun basamakları, sahne bütünüyle çıplak beton kalmıştı. inşaat halindeki bina savaştan çıkmış veya doğu bloku/sovyetler birliği denince hayalde canlanan kasvetli, karanlık, soğuk ve tekinsiz atmosferi doğal haliyle sağlıyordu zaten. ve bu da DAU'nun dünyasıyla örtüşüyordu. DAU'ya gece 9'da girdiğim ve dışarıda yağmur yağdığı için, karanlık ve ıslaklık beni DAU'ya mükemmel bir şekilde hazırlayan diğer etkenlerdi.

içeriye girdiğimde oditoryumda bir rus quartet'in folk-caz konseri devam ediyordu. sahne kotu yıkılmış olduğu için quartet sahne çukurunun içine, salondan görülmeyecek kadar aşağı bir kota konumlandırılmıştı. hem çukurun bir duvarı tamamıyla ayna döşenmiş hem de tavana devasa boyutlarda (herhalde 8-10 metre gibi bir şeydi) bir ayna asılmıştı, ve bu iki ayna aşağıdaki görüntüyü çoğalttığı gibi, biz yukarıda oditoryumun koltuksuz basamaklarında oturanlara yansıtıyordu. bir saat kadar sürdü konser. müzikal ve atmosfer olarak hayatımda dinlediğim en etkili konserlerden biriydi.
konser sırasında iki defa yer değiştirdim, farklı konumlardan izlemek için. en gerideki basamaklardan birine oturmuş ve müzikten sarhoş olmuş etrafıma bakınırken, hemen üst yanımdaki basamakta oturan adamın, solumda altta ayakta duran kadının, en altta ortada oturan şapkalı kadının dakikalardır hiç hareket etmediklerini fark ettim. göz ucuyla yanımdaki adama doğru baktım, gözleri açıktı. üç figür de hayalet gibi bizlere eşlik ediyorlardı. ürperdim. konser bitip de insanlar dağılınca onların cansız manken olduklarını anladım.

konserden sonra üst kattaki odaları gezdim. theatre de la ville'in ofis katı olduğunu düşündüğüm, bir koridor üzerine sıralanmış odaların içleri 40'lı-50'li yılların rus mobilyalarıyla döşenmişti. kapıları açıktı, ayrıca koridordan büyük pencerelerle ayrılıyorlardı. içlerine girebiliyor ya da pencereden içeriyi izleyebiliyordunuz. içerde insanlar yaşıyor, yemek pişiriyor, sohbet ediyor, tartışıyorlardı. isteyen seyirciler de odalardaki koltuklara, sandalyelere oturup içerdeki hayatları takip edebiliyorlardı.
daha sonra, başka mekanlarda iki farklı DAU filmi seyredince fark ettim ki, filmlerdeki eşyalardı bu odaların döşeli olduğu. duvarlarda asılı tablolar ve etraftaki sanat eserleri ise centre pompidou'nun koleksiyonundan ödünç alınmış.

binanın bütün alanları; mevcut fuayenin üst katı, yan kulisler, bodrum, en tepedeki prova salonu, hepsi DAU'nun farklı çehrelerini sunmak için düzenlenmişti. birisine ranzalar yerleştirilmişti, her ranza üzerinde bir ipad, seçtiğiniz müziği dinleyebiliyordunuz. diğerine dışı aynamsı yansıtıcı bir malzemeyle kaplanmış kutular yerleştirilmişti, içlerine girip DAU filmlerindeki karakterlerin özel videolarını izleyebiliyordunuz. başka bir mekanda yine benzer kutuların içinde şaman, rahip, psikolog, imam gibi farklı donanıma sahip kişiler vardı, onlarla konuşabiliyordunuz. mevcut fuayenin alt kotu yeme-içme mekanı olarak düzenlenmişti; paris fiyatlarıyla değil sovyet fiyatlarıyla, yani her biri 1 avroya votka, bira içebiliyor, lapa gibi yemeklerden yiyebiliyordunuz; teneke bardak, tabaklarda. mevcutta kitap-dvd satışının olduğu yerde ise yine cüzi fiyata hediyelik eşyalar satılıyordu; sovyet yapımı konserveler özellikle.

iki geniş mekanda ve büyük oditoryumda DAU filmleri gösteriliyordu. paris'te yaşıyor olsam veya yeterli vaktim olsa 24 saatlik vize almayı tercih ederdim, çünkü DAU'nu dünyası tarafından hakkıyla sarmalanabilmek için filmleri izlemek gerekiyor, DAU dünyasının kurucusu onlar.
son yılların en heyecanverici orkestra şefi, yaklaşık 10 yıldır rusya'nın perm şehrinde opera orkestrası ve korosunu yöneten, avrupa'ya kapalı gişe turneler yapan, deha olarak tanımlanan teodor currentzis'in de DAU'da oyuncu olarak görev aldığını biliyordum ama filmlerden birini izleyinceye kadar bizzat lev landau'yu canlandırdığını bilmiyordum, benim için büyük sürpriz oldu; oyunculuğu şefliği gibi olağanüstü ve sıradışı olmasa da.

her ne kadar DAU beni etkilemiş olsa da onu, etrafında dönen sansasyonel olaylardan bağımsız  değerlendirmek imkansız: DAU'nun ilk önce berlin'de açılması düşünülmüş, projenin bir parçası 900 metrelik berlin duvarı inşası olduğu için belediye tarafından projeye bütünüyle izin verilmemiş. ekip etkinliği altı ay sonra paris'te yapmaya karar vermiş. bu kararda en etkili insanlardan birinin, eski holland festival yeni theatre chatelet genel sanat yönetmeni ruth mckenzie'nin olduğu söyleniyor. ama paris'te de belediyeden önce iki tiyatro arasına yapılmak istenen hava köprüsünün izni çıkmamış, ve tabii en rezil durum, etkinliğin ikinci büyük ayağını oluşturduğu iddia edilen theatre chatelet için etkinlik başlayalı bir hafta geçmiş olmasına rağmen hala izin alınamamış olması. ilk iki gün 1.5 saat beklenen kuyruklar, vizesi olduğu halde içeri alınmayan kişiler de DAU'nun kötü reklamına dahil; reklamın kötü olmaz denirse, o başka tabii.

DAU 17 şubat'a kadar paris'te. yolu düşen kaçırmasın!