30 Nisan 2021 Cuma

on soruluk sohbetler 34 : merve vural

Marina Abramović ve kurucusu olduğu Marina Abramović Enstitüsü’nün (MAI) Sakıp Sabancı Müzesi’nde gerçekleşen Akış/Flux sergisinde performans dokümantasyonlarının yer aldığı ana bölüme eşlik eden canlı performans programına Türkiye’den 12 sanatçı davet edildi. Biz de 20 Aralık 2020’de sona eren sergide “canlı” performanslarıyla yer almış sanatçılarla On soruluk sohbetler serimize devam ediyoruz. Bu haftaki konuğumuz sergi için Aynanın Önündeki Venüs performansını gerçekleştiren Merve Vural.




Performansın özü sizce nedir? Performansı günümüzde nasıl tanımlarsınız?
Performansın özü benim için, sanatçının dert edindiği bir konuyu kendi bedeni üzerinden şekillendirerek yapılandırdığı bir icra etme metodu. Burada izleyiciyle ilişki çok önemli çünkü performans seyircinin tepkisiyle de şekillenen ve icranın dinamiğini arttıran önemli bir unsur. Benim için performans izleyici ile iletişime geçebilmenin önemli bir yolu.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyorum; bence “merak” bunun en temel hissi, en azından benim için öyle. Herkes bir şeylere bakar, bir sanat işine belki merakla, güzellikle, hiç beğenmeyerek, tiksinerek bakabilir. Bu heyecan vericidir çünkü bu insanın kafasında bir fikir, bir yargı ya da bir boşluk oluşturur, bu sayede istesek de istemesek de dönüşmüş oluruz.

Size ilham verdiğini düşündüğünüz biri/leri var mı, varsa kimler?
Evet var, değerli öğretmenim Prof. Ute Helmbold. Benim için dönüm noktası olan bir hikaye var; bütün bir gün kuşları çizdiğimiz dersin sonunda bana, desenlerimi fotokopi makinasında büyüttürmüştü, “Ne çizdiğini şimdi görebiliyor musun?” demişti, işte o zaman “gerçekten” çizdiğim deseni görebilmiştim. Bunun dışında arkadaşlarım ile sohbetlerimiz bana ilham veriyor.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinize etkisi olur mu?
Ben mizaç olarak meraklı ve heyecanlı biriyim, bu yüzden her türlü kaynak beni etkiler. Her türlü derken, gündelik hayatta maruz kaldığımız her şey. Bazen uzun uzun yürümek isterim, bu iyi hissettirir ve daha çok fazla şeyi gözlemleyebilirim. Bir şeye bakarım ve aklıma bir fikir gelir, bunun nasıl olduğunu ben de pek anlamıyorum, çocukken de böyle olurdu. Çok fazla rüya görüyorum, komik rüyalarımı yazıyorum.

Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
İşimin ismini pek düşünmüyorum, son ana kadar değiştirebilirim, bu benim için sorun olmuyor. Ama şimdi düşündüğümde kısa isimler tercih ettiğimi fark ettim.

Söyleşinin devamını okumak için tıklayın: unlimited

26 Nisan 2021 Pazartesi

on soruluk sohbetler 33 : murat adash

Performans sanatçısı Marina Abramović ve kurucusu olduğu Marina Abramović Enstitüsü’nün (MAI) Sakıp Sabancı Müzesi’nde 31 Ocak 2020’de açılan Akış / Flux sergisi pandemi nedeniyle uzun bir süre kapalı kaldı, daha sonra alınan önlemlerle, lakin insanların bir mekanda toplanmaya ve bir topluluk oluşturmaya daha temkinli yaklaştığı bir dönemde yeniden ziyarete açıldı. Sergide Abramović’in performanslarının dokümantasyonlarının yer aldığı ana bölüme eşlik eden canlı performans programına, yapılan açık çağrı sonrasında Türkiye’den 12 sanatçı davet edildi. Biz de 20 Aralık 2020’de sona eren sergide hem pandemi öncesi hem de pandemi esnasında ‘canlı’ performansları ile yer almış sanatçılarla On soruluk sohbetler serimize devam ediyor ve sıradaki sohbetimizde, Correspondence Morphology performansını gerçekleştiren Murat Adash’ı misafir ediyoruz.




Performansın özü sizce nedir? Performansı günümüzde nasıl tanımlarsınız?
Performans, benim için, sabit bir öze sahip statik bir nesneden ziyade, çok sayıda bağlama göre sürekli değişen dönüşümlere maruz kalan yaşayan bir ortam/medyum. Şahsen performansı, özneler arasında, görsel ve söylemsel olanın ötesinde, örneğin somatik ve duyular yoluyla, yeni iletişim yolları kuran ilişkisel bir pratik olarak görüyorum. Böylece performansı, birlikteliğin, mahremiyetin ve bedenler-arasılığın ilişkisel modellerinin -öznellik ve eylemliliğin kolektif yeniden yapılandırmalarının araştırılabileceği, test edilebileceği ve müzakere edilebileceği yeni durumlara izin veren- kurulma olasılığı olarak tanımlıyorum.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Sanatın, biçimsiz olana biçim vermenin bir pratiği olmanın yanı sıra, halihazırda var olan oluşumları yeni dünyevi ilişkiler ve konstelasyonlara dönüştürmenin bir pratiği olduğuna da inanıyorum. Böylelikle, sanatın dönüştürücü potansiyeli, yalnızca dışavurumcu yaklaşımında değil, aynı zamanda simya anlamındaki dönüşüm kapasitesinde de yatıyor: biçim olmayandan biçime, görünmezden görünür olana, düşünceden eyleme, içgörüden tanınmaya, özelden kamusal olana vb. ve tam tersi. Yani sanat, dünyayla yeni benzerlikler yaratılmasına izin veren büyülü bir eşik alanı olduğu ölçüde dönüştürücüdür.

Size ilham verdiğini düşündüğünüz biri/leri var mı, varsa kimler?
Geniş bir insan yelpazesinden ilham alıyorum. Bitki şifasının ve animist kozmolojilerin ekolojik itkilerle yönlendirilen biçimlerini uygulayan yaşlı yerlileri derinden dinliyorum; Irkçılık ve kapitalizm karşıtı eforlar tarafından yönlendirilen özgürleştirici ve radikal siyasi düşüncelerle, pratiklerle ilgileniyorum; yeryüzü temelli spiritüalizmle aktivist çalışmaları diyaloğa sokan Starhawk gibi insanları okudum; Luce Irigaray, Donna Haraway ve Karen Barad gibi feministlerin ve yeni materyalist düşünürlerin kitaplarını okuyorum; Jose Esteban Munoz ve Jack Halberstam aracılığıyla queer teori ile ilgilenmenin yanı sıra, Tim Ingold ve Michael Taussig gibi alışılmışın dışında antropologlarla da ilgileniyorum. Walter Benjamin ve Roger Caillois, her zaman geri döndüğüm iki çok özel düşünür. Sanat açısından, Trisha Donnelly, Ana Mendieta, Prapto Suryodarmo, Anna Halprin, Simone Forti ve Apichatpong Weerasethakul gibi çok çeşitli sanatçılardan ilham alıyorum.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinize etkisi olur mu?
Yapıtlarım için birincil ilham kaynakları duyumlar ile ilişkisel ve bedensel olgulardır. Bir yapıt, genellikle, temas, dokunma, figür/zemin veya nefes gibi bedenin çevresiyle buluştuğu fenomenolojik örneklere atıfta bulunan bir sözcük veya sözcük dizilimiyle başlar. Bu terminolojilere dayanarak, bir dizi pratik ve teoriden ilham alan hareket dağarcıkları ve bedensel diller geliştiririm. Her yapıt bu şekilde benzersizdir ve gelişmek için farklı bilgi sistemleri gerektirir. Çalışmalarım yapım aşamasındayken, yani mesela üretim aşamasındayken, en fazla, işbirlikçilerimle kurduğum hem insani hem de insan dışı ilişkilerden beslenirler. Rüyalarıma çok uyum sağlasam da, onların yapıt yaratımlarım üzerinde, dolaylı olsa da açık bir etkisi olmaz.

Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
2019'dan beri tüm çalışmalarım Correspondance başlığıyla başlıyor, ardından parantez içine alınmış farklı bir olgu geliyor. 2019'dan önce, yapıtlarımın başlıkları, yapıtın mekânsal ve bedensel metodolojileriyle yönelimlerine benzer dilbilgisel kurgular şeklinde ortaya çıktı.

Söyleşinin devamını okumak için tıklayın: unlimited

15 Nisan 2021 Perşembe

Tiyatro Mekânları Yalnızca Birer Bina mıdır?


Tarihsel olarak tiyatro binalarının geçirdiği değişim ve dönüşümler; toplumsal yaşamda, kentteki kültür ve sanat ikliminde, mimari eğilimlerde ve kent peyzajında yaşanan değişim ve dönüşümler hakkında fikir verir. 
 İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kerem Karaboğa ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. M. Kerem Özel, dramaturg, yazar ve Türkiye Tiyatro Vakfı kurucu başkanı Esen Çamurdan moderatörlüğünde bir dönem tiyatro sanatının İstanbul’daki kalbi olan Direklerarası ve Beyoğlu örneklerinden yola çıkarak kent coğrafyasında tiyatro binasının konumunu ve insanın mekân ve çevresiyle etkileşimini ele alıyor.

Söyleşinin kaydına bu bağlantıdan ulaşılabilir: https://www.youtube.com/watch?v=p6ajojiE65o

14 Nisan 2021 Çarşamba

Ayrıksı duyguları bedenlerde görünür kılan koreograf Marco Goecke

[Bu yazı 13.04.2021 tarihinde unlimited dergisinde yayınlanmıştır.]

THE BIG CRYING ©Rahi Rezvani

Sahnenin önünde ve merkez aksında, seyirciye arkası dönük, üstü çıplak bir erkek duruyor. Sahnenin arka karanlığında, erkek ile aynı eksende, ucundan titrek ama güçlü bir ateş çıkan ince uzun bir boru konumlanmış. Borunun iki yanından hızlıca sahnenin önüne gelip giden, üstlerinde siyah kıyafetler olan erkek ve kadınlar ile üstü çıplak erkek karşılıklı sert, kesik ve hızlı tekrarlanan hareketler alıp veriyorlar; adeta istişare ediyorlar. Bu bir veda ritüeli sanki; her gelen üstü çıplak erkekle vedalaşıyor, onun bir parçasını, onunla bir anısını alıp gidiyor. Ama, bu bir başlangıç ya da ergileme töreni de olabilir; diğerleri doğmak, yaşamak, yaşamaya devam etmek ya da yetişkin olarak kabul görmek için üstü çıplak erkekten el alıyorlar belki de. O ise hem ileriki bir sahnede hem de yapıtın sonunda yerde dizlerinin üstündeyken, sonuna kadar açtığı ama ses çıkmayan ağzıyla, yüzü yere doğru eğiliyor. Ekrandan bile olsa, sözler ile tarif edilmesi zor bir acının duygusu geçiyor bana. O cehenneme açılıyormuş gibi olan ağızdan o sahnede çıkmayan ses, başka bir sahnede 18 dansçının tüyler ürpertici çığlıklarına dönüştüğünde ise acının ve dehşetin immateryal duygusu adeta maddeleşip bütün bedenimi kaplıyor. Ekran karşısında izlerken bile tüyleri diken diken eden, yüreğe oturan bu sahneyi, kimbilir o çığlıkların atıldığı mekanı fiziksel olarak paylaşıyor olsaydım nasıl deneyimleyecektim. Son bir yılda çevrimiçi olarak ekrandan izlediğim onca gösteri arasında beni en çok etkileyen an, ve bütün olarak yapıt bu olsa gerek.

THE BIG CRYING ©Rahi Rezvani

Yapıtın dramaturgu, 2020’in sonbaharında Goecke’nin babasının ölümünün ardından yaratım süreci başlayan The Big Crying (Büyük Çığlık) için koreografın en kişisel yapıtı nitelemesini yapmış. Her olağanüstü yaratım gibi bu da sadece yaratıcısının çıkış noktası ve kişiselliğiyle sınırlı kalmayıp, onu seyredenlerle genişliyor, evrenselleşiyor; hele de bir yılı aşan bir süredir dünyanın pandemi dolayısıyla yaşadığı bütün ek acıları, kayıpları, sıkışmışlıkları ve çaresizlikleri düşündüğümde The Big Crying’de çığlığa dönüşen sadece Goecke veya babasınınki değil bütün bunlar sanki.
Farklı tonlarda ve yüksekliklerde bağırış seslerinin tüyler ürperttiği sahnenin yanısıra, yapıttaki müzik seçimi de sıradışı. Ses peyzajının, bu yapıt için özel olarak endüstriyel seslerden üretildiğini zannettiğim kulak tırmalayıcı ve huzursuzluk verici kısımlarının, gösteri sonrasında program kitapçığına bakınca 1997 tarihli Extreme Music from Africa adlı albümden Rorogwela’nın Death Lullaby ile Electricity’nin Indlela Yababi isimli parçaları olduğunu öğreniyorum. Bu arafvari ve gürültülü ses peyzajının arasına giren şarkılar ise, Goecke’nin koreografi yoluyla dansçıların bedenlerinde yarattığı vahşi olduğu kadar kırılgan ayrıksılığın bir benzerini -bana göre- sesiyle ve şarkılarının sözleriyle üreten Tori Amos’a ait.


THE BIG CRYING ©Rahi Rezvani

The Big Crying, yıllarca Hollanda Dans Tiyatrosu (Nederlands Dans Theater) NDT’nin sanat yönetmeni olan efsanevi koreograf Jiří Kylián’ın 2002 tarihli 27’52” yapıtıyla birlikte, Souls made apparent başlıklı akşamda sahnelendi. 2013’ten beri konuk koreografı olduğu bu topluluğunun genç dansçılardan oluşan iki numaralı ekibi NDT 2’nin rol aldığı yapıt Marco Goecke’nin geçtiğimiz mart ayında imza attığı ve sahneden naklen olarak yayınlanan iki dünya prömiyeriden ilkiydi. Goecke’nin bu olağanüstü yapıtını kaçırmak istemeyenler NDT 2’nin ekstra olarak programına aldığı 20-21-22 Nisan 2021 tarihlerindeki We haven’t said enough başlıklı naklen yayını kaçırmasınlar. Goecke’nin yapıtına Johan Inger’in topluluk için 2020 mart’ında tasarladığı IMPASSE adlı işi eşlik edecek.

1972 Wuppertal doğumlu Goecke; Wuppertal denince akla ilk gelen, dünyaca ünlü koreograf Pina Bausch'un tedrisatından hiç geçmemiş, hatta kendisi hakkında yapılan 2016 tarihli Thin Skin isimli belgeselde 14 yaşında ilk defa okulca operaya gittiklerinden bahsedip, Bausch hakkında tek bir kelime etmeyen, Münih'te aldığı bale eğitimini Wuppertal'den kaçmak için fırsat olarak gördüğünü söyleyen, içinde veya kapağı açık olarak yerde duran siyah çantasındaki sosis cinsi köpeği Gustav’ı prova, turne veya televizyon çekimi olsun yanından hiç eksik etmeyen, hatta Paris Opera Balesi için 2019’da gerçekleştirdiği ilk yapıt Dogs sleep için ondan esinlenen, kendine has, ilginç bir kişilik.
Özellikle son 10 yılda Avrupa'nın yükselen koreograflarından biri haline gelen Goecke; kariyerine Scapino Ballet Rotterdam'a yapıt üreterek başlamış, o yapıtlarıyla ününü kazanmış. Goecke bir çok diğer ödülün yanısıra 2006'da prestijli Prix Nijinsky'i almış, NDT'ye yaptığı işlerle iki kere Hollanda'nın dans ödülü Zwaan'a aday olmuş, bir keresinde kazanmış, dans alanında ünlü Alman dergisi TANZ tarafından 2015 yılında geçtiğimiz on yıldaki sanatsal gelişiminin değerlendirildiği bir kararla Yılın Koreografı seçilmiş. Goecke günümüzde NDT’nin yanısıra Ballets de Monte Carlo, São Paulo Companhia de Dança, Ballett Zürich ve Pacific Northwest Ballet (Seattle) gibi dünyanın önemli dans topluluklarıyla düzenli olarak çalışıyor.

60’tan fazla yapıta imza atmış olan Goecke bana göre günümüz çağdaş dans dünyasında kendine özgü hareket tasarımı, kalitesi ve vokabüleri yaratmış az sayıdaki koreograftan biri. Onun bir yapıtını seyrettiğinizde tanımamanız mümkün değil; çok kendine has bir dünya yaratıyor sahnede ve bunu neredeyse sadece hareket tasarımıyla yapıyor. Goecke’nin koreografik estetiği; çoğunlukla gündelik jestlerin küçük parçalara ayrılıp sonra tekrar, takıntılı, sinirli veya anksiyeteye kapılmış gibi ve hızlı hızlı tekrarlanarak bir araya getirilmesinden oluşuyor. Goecke mimikleri ve sesleri de ustalıkla kullanarak insan bedenine bütünüyle yeni bir gözle bakışı sağlayan, ayrıksı ve özgün bir hareket dili yaratıyor. Yapıtlarının genel estetiği ise; briyantinle yapıştırılarak bıçak gibi yandan ayrılmış saçları, koyu renk pantolonlu kostümleri ve genellikle erkeklerin üstü çıplak bırakılmış dansçı figürlerinden ve bütün bunlara eşlik eden sıradışı müzik seçimlerinden oluşuyor. Goecke yapıtlarında ne komplike ışık tasarımlarına, ne video görüntülerine, ne de devasa, dönen, kalkan inen, dökülen, fışkıran sahne tasarımlarına ihtiyaç duyuyor. Goecke sahne mekanını genellikle bir boşluk olarak ele alıp, onu bedenlerin ayrıksı hareketleriyle yarattığı duygu dünyaları ile dolduruyor.

DER LIEBHABER ©Ralf Mohr

Goecke’nin geçtiğimiz günlerde dünya prömiyeri yapan ikinci yapıtı, 2019/20 sezonundan beri genel sanat yönetmeni olduğu Hannover Devlet Balesi (Staatsballett Hannover) ile Der Liebhaber (Sevgili) idi. Goecke’nin bu toplulukla sahnelediği ilk yeni ve bütün akşamı kaplayan yapıt olan Der Liebhaber bir yıl önce ilkbaharda prömiyer yapacakken, tahmin edileceği üzere, pandemiden dolayı bu sezona ertelendi. Pandeminin yeni dalgasından dolayı Almanya’daki tiyatrolar bu kış da açılamayınca, yapıt Goecke’nin talebiyle bütün topluluğa ve çalışanlara haftada üç kere yapılan kovid testleriyle kontrol altında tutulan yoğun bir prova süreci sonrasında sahneden naklen yayın olarak 27 Şubat 2021’de dünya prömiyerini yaptı. Der Liebhaber, Goecke’nin gençliğinden beridir başucundan düşürmediğini ve defalarca okuduğunu söylediği, gençken gittiği psikologun hakkında “Sarhoş, patolojik yaratık” demesiyle daha da ilgisini çekerek bağlandığı Marguerite Duras’ın otobiyografik öğeler de içerdiği bilinen, 1984 tarihli aynı adlı ünlü romanının bir uyarlaması.

DER LIEBHABER ©Ralf Mohr

Goecke Duras’ın romanını koreografik anlatıya dönüştürürken hikayeyi birebir aktarmıyor, hikayenin içerdiği duygularla, durumlarla ve figürlerle ilgileniyor. 70 dakikalık yapıtın ilk on dakikasında, 1930’ların Hindiçin’inin (günümüzün Vietnam’ının) sokaklarından sesler ve sanki sokakta çalınmakta olan geleneksel müzikler eşliğindeki sololar, duolar ve topluluk dansları bizleri hikayenin protagonistlerinden bağımsız ama hikayenin geçtiği yerin ve zamanın duygusuna hazırlıyor, atmosferine sokuyor. Bu 10 dakikanın sonrasında, hikayenin protagonistini, yani başındaki erkek şapkasıyla 15 yaşındaki yoksul Fransız kızı sahnede ilk gördüğümüzde Debussy’nin La Mer (Deniz) başlıklı ünlü yapıtını da duymaya başlıyoruz. Goecke’nin müzik seçimi yine benzersiz. Su öğesinin, nehir ve denizin metindeki önemi bir yana, Debussy’nin içinde Uzakdoğu esinleri de barındıran La Mer’i; önce kızın cinselliğinin içinde dalga dalga belirmesini, sonra kendisinden yaşça büyük zengin Çinli sevgili ile karşılaşma sahnesinde yanyana aynı yönde hareket etmeleriyle ikilinin arasında gelişmeye başlayan tutkunun dalga dalga artmasını ustaca aktaran koreografiye eşlik ediyor. Çok sonra, Goecke’nin yapıtın ikinci yarısına yerleştirdiği, bence dans tarihine geçecek güzellikte ve sıradışılıktaki pas de deux’de ise ikilinin ruhlarını dalga dalga kaplayan şehvetli sevişmeyi oldukça soyut bir yorumla seyrediyoruz. Bu sahneye ilginç, pek bilinmeyen bir müzik, Lili Boulanger’in D’un soir triste (Hüzünlü bir akşam hakkında) bestesi eşlik ediyor. Goecke ikili arasındaki cinsel ilişkiyi yapıtın genelinde sadece bu tek yoğun sahnede konu ederek sanki Jean-Jacques Annaud’nun romandaki şehvete odaklanmış 1992 tarihli film uyarlamasını Duras’ın beğenmemiş olmasına da saygısını göstermiş oluyor. Goecke Annaud’ninkinden farklı olarak romandaki bütün kişilerin arasındaki, bazen tutkuyla, bazen öfkeyle, bazen özlemle, bazen korkuyla örülü duygusal gerilimleri detaylı olarak ele almış. Dolayısıyla sadece kız ve Çinli sevgilisi arasındaki değil, kızın psikolojik olarak dengesiz annesi, öfkeli abisi, melankolik erkek kardeşi, Çinli sevgilinin otoriter babası ve kızın kaldığı yurttaki kız arkadaşı da yapıtın ağırlıklı figürleri olarak çıkıyor karşımıza. Goecke bunu yaparken, aynı romanın düz bir çizgi takip etmeyen, parçalı anlatısı gibi olayları düz bir çizgide anlatmıyor, hatta seyircinin bir dans gösterisi formatı için girift sayılabilecek çok kişili hikayeyi takipte sorun yaşaması bakımından risk de alarak, olaylardan ziyade kişilere ve onların duygularına odaklanıyor.


DER LIEBHABER ©Ralf Mohr

Yakın tarihli bir söyleşide; Duras’ın edebiyatını gizemli bulduğunu “Okursunuz ama bulanık kalır, çok az olay vardır…” sözleriyle, Duras’ın Yazmak isimli kitabında yazmaya dair söyledikleri ile kendisinin koreografiye bakışı arasında paralelliği ise “Hiçlik ilgimi çekiyor. Herhangi bir koreografi yapar yapmaz, onun hemen tekrar yitmesini istiyorum” sözleriyle dile getiren Goecke’nin Duras uyarlaması yitip gitmeyecek ama. Tiyatrolar tekrar açılıp, topluluklar turne yapmaya başladığında, bana göre dünyanın her yerinden teklif alacak kadar güçlü bir uyarlama olan Der Liebhaber‘i, o zamana kadar beklemek istemeyenler, cüzi bir bilet fiyatına çevrimiçi naklen yayın olarak seyretmek için 13 veya 18 Nisan 2021 tarihlerinde Hannover Devlet Balesi’nin internet sitesinden izleyebilirler.

 

1 Nisan 2021 Perşembe

on soruluk sohbetler 32 : evren kutlay

 Performans sanatçısı Marina Abramović ve kurucusu olduğu Marina Abramović Enstitüsü’nün (MAI) Sakıp Sabancı Müzesi’nde 31 Ocak 2020’de açılan Akış / Flux sergisi pandemi nedeniyle uzun bir süre kapalı kaldı, daha sonra alınan önlemlerle, lakin insanların bir mekanda toplanmaya ve bir topluluk oluşturmaya daha temkinli yaklaştığı bir dönemde yeniden ziyarete açıldı. Sergide Abramović’in performanslarının dokümantasyonlarının yer aldığı ana bölüme eşlik eden canlı performans programına, yapılan açık çağrı sonrasında Türkiye’den 12 sanatçı davet edildi. Biz de sergide hem pandemi öncesi hem de pandemi esnasında ‘canlı’ performansları ile yer almış bu sanatçılarla On soruluk sohbetler serimize devam ediyor ve sıradaki sohbetimizde, Tekliğe Giden Yolda: Doğuya ve Batıya Barış İçin Öneri performansını gerçekleştiren Evren Kutlay’ı misafir ediyoruz.



Performansın özü sizce nedir? Performansı günümüzde nasıl tanımlarsınız?
Performansın özü bir fikirdir, bir mesajdır. Bu fikrin veya mesajın verimli iletimi sanatçının geçirdiği etkili zihinsel ve yaratıcı süreçlerle ilgilidir. Algılananların sorgulandığı ve kendine mahsus iletişim biçimleriyle paylaşıldığı bir platformdur. Pandemi sürecine kadar seyircinin fiziksel varlığında canlı gerçekleşmesi değer bulan performansın zaman ve mekâna tabiliği (ve bu bağlamda varsayılan sınırlılıkları) bugün sorguladığımız ve sürdürebilirliği açısından koşullara adapte olabilme becerisi elzem olan özelliğidir

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Sanat kendine mahsus alt türlerinin farklı özellikleriyle bir ifade ve anlatım biçimidir. Kimi insan görsel, kimi duysal, kimi kinestetik kimi ise bunların farklı kombinasyonlarıyla iletişime açık olduğundan, bence, herkesin kendini ifade edebileceği ya da kendini bulabileceği bir sanat dili vardır. Keşfetmemiş, fark etmemiş, öğrenmemiş olabilir. Kişinin o sanat türüyle tanışıklığı mertebesince sanatın dönüştürücü gücü vermek istediği mesaja, mesajın taşıdığı anlama ve karşılık bulabilmesine, o mesajı iletebilme yetisine bağlıdır. Dönüşümün iki bacağını oluşturan sanatın icracısı ile onu anlamlandıran tüketicisinin ortak zeminde buluşabildiği unsurlar ne kadar çok boyutlu olursa sanatın dönüştürücü gücü de o kadar yüksek olacaktır. Böyle bir buluşma gerçekleşemezse sanat ürünü madde olarak kaydedilmemişse (örneğin yazıyla ya da teknoloji vesilesiyle) icrasının ardından evrende kaybolacak, görünmez olacaktır. İletişimin yaygın hali sözün karşılığını bulabilmesi ya da bulamaması gibi… Dolayısıyla sanatın dönüştürücü gücü var da olabilir hiç olamaya da bilir. Sanatçı mesaj iletme gayesiyle yola çıkabilir, fakat mesajı iletebilmenin de alabilmenin de gelişime açık ve değişimin ve dönüşümün kendisinin bir gönüllülük esasına dayandığı göz önüne alınırsa, sanata atfedilen genel bir söylemi, kesinlik ve zorunluluk içereceğinden, üstlenebileceğinden çok daha ağır bir sorumluluk olarak görüyor ve gereksiz iddialı buluyorum.

Size ilham verdiğini düşündüğünüz biri/leri var mı, varsa kimler?
Bana ilham veren birisi yok. Tamamen kendime dönük, kendimle meşgulüm. İnsan varoluşundan itibaren üst üste koyduğu edinimleriyle inşa ettiği, günden güne yenilediği bir benliğe bürünüyor. Nihai bir ürün olamıyor. Sürekli evriliyor. İlhamımı, her an eklenerek oluşturduğum bende süreklilik arz eden farkındalıklarım oluşturuyor diyebilirim. Bu farkındalıklarımın malzemeleri, zamana ve mekana bağlı olmayan kişi, nesne ya da olaylar olabiliyor; fakat bunlarla sınırlı değil. İç sesimin rehberliğini de seviyorum.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinize etkisi olur mu?
Tarihten ve doğadan besleniyor; bahsettiğim ve süreklilik içinde geliştirmeye çabaladığım farkındalıklarımla kendimi ve bütünü yorumluyorum. Görünenden derinini sorguluyor, mana arıyorum. Bu süreçlerde keşfettiklerimin benden taşan coşkusuyla, bazen sınırlılıklarımı ya da benzeşmediklerimi idrak edemeyerek dâhil etmek istiyor olabiliyorum. Çünkü kabul ettiklerime büyük tutku duyuyorum; tutkunun yarattığı coşkulu heyecanın büyüsüne “bizlik” özlemimle ve saf niyetlerimle kapılabiliyorum. Bazen bulgularımı açıkça paylaşıyor bazense kodluyorum. Bunun için birden fazla ifade biçimini kullanabildiğim ve anlamlandırabildiğim için zengin bir dünyaya sahip olduğumu idrak ediyor, kendimi şanslı buluyorum. Gününde anlaşılma, beğenilme ya da onaylanma kaygım yok; çünkü kendimi (ve dolayısıyla varoluş alanlarımdan biri olan işlerimi) zamana ve mekâna bağımlı bir düzlemde tanımlamıyorum. Sadece içimde doğru olduğunu bildiğimin, insanlığa vermek istediğim mesajın, ardımda bırakmak istediklerimin peşinden gidiyorum. Rüyalarım işlerimde pek etken değil. Ama uyanıkkenki hayallerim ve tefekkür edebildiğim anlarım işimi tasarım sürecimde ilham veriyor.

Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
Yeni keşfedeceğim bir durumsa genel bir yol haritası kafamda vardır. Son rötuşu işimi bitirince yaparım. İşi en az kelimeyle en iyi ifade eden sözcük ya da sözcük grubunu ararım. Yine burada da kodlarım bazen. Yani bir meselede yüzeyde görünenin derinini aradığım gibi ben de aslında görünenden fazlasını ifade eden kodlar kullanırım. Bir örnek verecek olursam, 2000’li yıllarda keşfettiğim ve 2009 - 2010 yılından beri konferanslarımla ve Osmanlının Avrupalı Müzisyenleri kitabımla müzik camiasına ilk kez benim tanıştırdığım, bir arşiv kaynağı olarak dikkat çektiğim Şark Ticaret Yıllıkları’nda İstanbul ile özdeşleşmiş olan Capital de Orient “Doğunun Başkenti” tanımını gördüğümde büyülenmiştim. Başta 19. yüzyıl Osmanlı piyano müziğini icra ettiğim Doğunun Başkentinden Batılı Sesler: Dersaadette Avrupa Müziği adlı 2011 yılının ilk günlerinde çıkmış CD kaydıma olmak üzere, yıllar boyunca yaptığım kimi performans ve yayınlarıma İstanbul’un rumuzu “Doğunun Başkenti” tamlaması ilham kaynağı oldu. Diğer yandan, bu atfımla Şark Ticaret Yıllıklarını ilk kez benim müzik literatürüne kazandırdığımı kodladım aslında, tarihe kendimce bir nevi not düştüm. Bir gün bir başkası aynı yoldan geçerse bu kodu fark edecekti. Belki benim yolculuğum ya da işim ona ilham olacaktı. Bunu açıkça söylememiştim bugüne kadar. Sorunuz vesilesiyle bir örnek üzerinden kendi çözümlememi kendim yapmış ve tavrıma dair ipuçları paylaşmış oldum. Bazen de her şey tamamen her boyutuyla, adıyla, içeriğiyle ve tüm resmiyle kafamda çoktan bitmiştir; onu, sunacağım formata dökmenin zamanını beklerim. Çok boyutlu, çok yönlü meşguliyetlerim paylaşabilmemi geciktirebildiğinden, zaman yaratabilmek için fırsat kolladığım süreç heyecanımı kamçılar.

Söyleşinin devamını okumak için tıklayın: unlimited