29 Kasım 2008 Cumartesi

kral ile kambur

kasım ayında istanbul'da büyükler için düşünülmüş iki kukla tiyatrosu-gölge oyunu seyretme olanağı buldum. biri tiyatro tem'in "alem buysa kral übü"sü diğeri ahşap çerçeve kukla tiyatrosu'nun "notre dame'ın kamburu" idi. ikisi hakkında da önceden övgüler duymuştum; merakla bir sonraki gösterilerini beklemekteydim.
doğrusu, hayal kırıklığına uğramadım ama ne yazık ki müthiş bir heyecan da duyamadım. ikisi de dramaturjisi iyi kotarılmış, atmosferi kuvvetli, belli bir kaliteye sahip kendisini izlettiren gösterilerdi. ancak nedense ikisinden de bir "tamamlanmamışlık", "tam olmamışlık" hissi ile ayrıldım.

"notre dame'ın kamburu" için talimhane tiyatrosu'nun sahnesi ortaçağ atmosferine büründürülmüştü: çuval bezlerinden yapılma tünelden salona giriş, şarap ikramı, etrafta dolaşan maskeli vebalılar, siyah kostümlü siyah karga maskeli kukla oynatıcıları, ateş oyunları, ilahi kilise ışığı, santur melodileri... her şey düşünülmüş ve en ince ayrıntısına kadar gerçekleştirilmişti, ta ki canlı santur müziği bitip de banttan, koyaanisquatzi'den lhasa'ya oradan da eleni karaindrou'nun film bestelerine uzanan bir yelpazede müzikler çalmaya başlayana kadar! tamam, gerek koyaanisquatzi'nin dominant ve vurgulu müziği gerekse lhasa'nın boğuk sesi "notre dame'ın kamburu"nun atmosferine çok yabancı sayılmazlardı, ancak her bir detay bu kadar "gerçekçi" olarak düşünülmüş iken (şarap, ateş, duman, çuval bezi...), insan müziğin de canlı çalınmasını bekliyor, hele de başlangıcı yapan santur sahnenin tam merkezinde öylesine yalnız bırakılmış iken.

ender olarak sözlerle desteklenen, çoğunlukla müzik eşliğinde ilerleyen "notre dame'ın kamburu"nun aksine "alem buysa kral übü" müziğin minimal kullanıldığı ancak gevezeliğin hat safhada olduğu bir gösteriydi. zaten, alfred jarry'nin bir absürdlük abidesi olan "kral übü" adlı oyunundan uyarlanan bir gösteriye de bu yakışırdı. yüzleri özenli ve yaratıcı makyajla kaplanmış üç oyuncu bir yandan ustaca gölge oyunu icra ederken bir yandan da bol bol tekerleme dolu bir metinle -daha doğrusu, kendi internet sitelerinde belirttikleri üzere "tekerleyerek"- seyircilere hoşça vakit geçirttiler.

istanbul'da farklı-sıradışı bir şeyler seyretmek isteyenler bu iki topluluğu takibe alsınlar...

28 Kasım 2008 Cuma

acının karanlığı: "orpheus ve eurydike"

wuppertal, düsseldorf ve essen'de üç haftadır süren pina bausch festivali yarın (30 kasım pazar günü) sona eriyor. [bedenim düsseldorf'dan döneli iki hafta oldu ancak aklım ve ruhum hala oralarda dolanmakta.]
paris ulusal opera balesi'nin geçen haftasonu düsseldorf'da sergilediği pina bausch'un "orpheus ve eurydike"sini ben geçtiğimiz temmuz ayında yunanistan'daki epidavrus antik tiyatrosu'nda izleme şansına eriştim. bu yapıt hakkında "oyun" dergisinin nisan-mayıs 2008 tarihli 7. sayısında bir yazım da çıkmıştı. şimdi, pina bausch festivali'ni fırsat bilip "orpheus ve eurydike" hakkındaki 2008 izlenimlerimi ve videolarımı bir araya getirmek, toparlamak istedim:

yıllardır yunanistan'da düzenlenen hellenic festival'in en önemli gösteri mekanlarından biri, atina’dan 2.5 saat uzaklıkta bulunan antik dünyanın sağlık merkezi asklepion kentindeki 13.000 kişilik epidavrus antik tiyatrosu'dur. burada kurallar gereği yıl boyunca sadece temmuz ve ağustos aylarının haftasonlarında ve sadece antik yunan klasikleri veya yunan mitolojisini konu alan eserler yorumlanır.
bu çerçevede, paris ulusal opera balesi 19-20 temmuz 2008 tarihlerinde, alman besteci gluck’un orpheus mitinden yola çıkarak bestelediği “orpheus ve eurydike” operasının pina bausch tarafından 1975 yılında yapılan dans operası uyarlamasını sahneledi. [ben 19 temmuz cumartesi akşamki gösteriyi izledim.] yapıt bu tarihi mekanda, bu antik atmosferde paris gösterilerinden farklı, bambaşka bir kimliğe büründü; "orpheus ve eurydike" epidavrus'ta adeta kadim zamanlardan çıkıp gelen bir ayine dönüştü.

"orpheus ve eurydike" paris ulusal opera balesinin 2008 yılındaki en prestijli yapımıydı; topluluk bu yapıtı ilk olarak şubat ayında, içine sevgililer günü'nü de alan 14 akşam boyunca paris'te opera garnier'de sergiledi, daha sonrasında temmuz'da yapıtın konusunun anayurdu epidavrus'a, kasım'da da bu sefer pina bausch'un "anayurdu" düsseldorf'a turneye taşıdı. (şubat ayındaki paris gösterilerinin sonuncusu pina bausch tarihinde ilk defa olmak üzere fransız-alman ortak kültür kanalı arte tarafından televizyondan canlı yayınlandı.)
dünyada wuppertal tanztheater dışında pina bausch’un eserlerini sahneleme hakkına sahip tek kurum olan paris ulusal operası’nın dansçıları 2008'in ocak ayında, “orpheus ve eurydike”nin 1975 yılındaki orijinal kadrosunda başrolleri dans etmiş olan ve wuppertal’deki ilk temsillerden itibaren pina bausch'un yol arkadaşları olan dominique mercy, malou airaudo ve josephine ann endicott tarafından bir ay boyunca çalıştırılmışlar. [başroldeki yann bridard düsseldorf'a kendi temsilinden bir hafta önce gelmişti ve orpheus'un ilk yorumcusu dominique mercy ile beraber salondan salona koşturarak başka toplulukların gösterilerini izlemek ile meşguldü.]
şubat 2008'de paris'teki genel provaya pina bausch’un kendisi de katılmış; gerek ekip gerekse pina bausch ortaya çıkan son üründen memnun kalmışlar. [pina bausch epidavrus'taki temsillere de geldi; aynı kendi topluluğunun gösterilerinde davrandığı gibi eserin başlamasına 5 dakika kalana kadar kuliste dansçılarla kaldı, daha sonra antik tiyatroda seyirciler arasındaki koltuğuna giderken onu tanıyanlar tarafından alkışlandı ve gösteri boyunca pür dikkat sahneyi izleyerek iki yanındaki asistanlarına notlar aldırdı.]

eserin hüzünlü konusu antik dünyanın ozanı orpheus’un acısını ele alır; evlendiği gün kaybettiği eşi eurydike’nin ardından yaktığı ağıtların etkileyici melodileri tanrıları insafa getirmiş ve yeraltı dünyasına inerek eşini geri almasına izin verilmiştir, ancak tek bir şart vardır: geri dönüş yolu boyunca eşinin yüzüne bakmayacaktır. eurydike’nin aşklarını sorgulayan ısrarı üzerine acı ve öfke içinde kıvranan orpheus tanrılara verdiği sözü tutamaz ve eurydike'ye bakar: eurydike cansız yere yığılır. bu acıya dayanamayan orpheus, ölüler diyarı hades’te eşine yeniden kavuşmak üzere kendi canına kıyar.

pina bausch, gluck'un operasının mevcut 3 perde-4 sahne yapısını değiştirerek eseri, herbirine kavramsal bir başlık verdiği dört bölüme ayırmıştır: yas, şiddet, huzur ve ölüm. başlıklar bölümlerin içerik ve biçimlerini özetleyerek onlara bütünlük verir.

pina bausch'un koreografisi çok güçlü duyguları ifade eder: yas’taki orpheus’un solosunda çaresizlik, kaybolmuşluk, keder ve özlem… şiddet’deki cerberus üçlüsünün koreografisinde acımasızlık, sertlik ve kararlılık, ruhların grup danslarında korku ve endişe… huzur’da eurydike’nin ve orpheus’un sololarında yumuşaklık ve teslimiyet… ölüm’deki eurydike’nin solosunda talepkarlık, öfke ve bunların ardından gelen kabullenmişlik…

“orpheus ve eurydike”de başrollerdeki şancılar sahne üstünde, yani dansçıların yanında yer alırlar; bu nedenle pina bausch eşzamanlı işleyen iki koreografi oluşturmuştur: biri şancıların hareketlerini, duruşlarını belirleyen kurgu, diğeri dansçılarınkini. bu iki kurgu bazen çakışır, bazen birbirlerinden çok uzakta konumlanır, olay örgüsünün dönüm noktalarında ise birbirlerinin alanına girerler.
sahne üstünde şancılarla dansçıların birarada bulunmaları ortaya çıkan gösterinin tanımını farklılaştırır; pina bausch’un erken dönem eseri “orpheus & eurydike”si bir yandan martha graham – doris humphrey çizgisinin devamında modern dansın kuvvetli bir halkasıdır, diğer yandan yeni bir türün, “dans operası”nın ilk örneğidir.
kanımca “dans operası” tanımı boşuna değildir; pina bausch, gluck’un müziğini çok titiz, bütün inceliklerine dikkat ederek hareketlere dönüştürür; hem müziğin biçimsel strüktürünü nota nota takip eder (koronun olduğu bölümelerde corps de ballet dans eder, solo aryalarda sololar, düetlerde duolar vardır), hem de müziğin anlattığı duygularla, sözlerle ve içerikle birebir örtüşen bir koreografi tasarlar; pina bausch, sözlerin içeriğini nerdeyse birebir beden diline tercüme etmiştir.

müzikteki leitmotifler tekrarlandıkça, koreografide tekrarlar karşımıza çıkar. dekoru oluşturan objeler de bölümler-üstü bir örgüde tekrarlanarak birbirine bağlanırlar; sanki ölüm’deki kurumuş yaprak yığını yas’daki devrilmiş kuru dallı ağaçtan dökülmüş, yas’ta eurydike’nin kucağındaki kırmızı güller huzur’daki cennet bahçesini süsleyen kırmızı çiçeklere dönüşmüştür... ve sanki, yas’ta euridike’nin üzerinde oturduğu yüksek sandalye şiddet’teki yeraltı dünyasının sınırlarını belirleyen sandalye kalabalığının bir parçasıdır...
kefeni olduğu kadar gelinliği de simgeleyen beyaz kumaşlar ise yine bir leitmotif gibi hem yas hem de şiddet bölümlerinde dansçıların kullandıkları en önemli elemandır; ölünün ayağının altına serilen, ölü bedene sarılan, başın yatırıldığı, yüzün örtüldüğü beyaz kumaş... yas’ta eurydike’nin yüksek sandalye üzerinde otururken üzerine giydiği beyaz gelinliğinin kuyruğunun uzayarak sahnenin gerisinde bir toprak yığınıyla betimlenen mezarının etrafını sarması…

ışık tasarımı da esere damgasını vurur. bütün bölümler genellikle karanlık bir ortamda sahnelenir. yeraltı dünyası hades’te geçen şiddet’te ışık insan yüksekliğinden ve yandan verilir; bu sayede gölgeler artar, yeraltı’ndaki bir mağaranın ürkünç ve tekinsiz atmosferi sanki kesit alınmış gibi başarıyla yaratılır. bunda hades’in kapısını bekleyen üç başlı köpek cerberus’un siyah renkli kasap önlüğü takmış üç erkek dansçıyla simgelenmesinin de büyük rolü vardır.
elysium’da geçen huzur ise neredeyse karanlıkta, sadece dansçıları takip eden ışıklarla sahnelenir; dekoru oluşturan kayalar ve kırmızı güller belli belirsiz seçilir.
son perde ölüm ise neredeyse hiçbir objenin-dekorun olmadığı, çıplak sahnenin bütün boşluğunun gözler önüne serildiği aydınlık bir ortamda başlayıp, orpheus’un ölümüyle birlikte giderek kararan bir ışık düzenine sahiptir.

pina bausch’un bu uyarlamadaki en radikal tercihlerinden biri, opera tarihinin en dokunaklı aryalarından biri olan, eurydike'nin mutlak ölümünden sonra orpheus’un söylediği “ach, ich habe sie verloren” (ah, onu yitirdim) aryası boyunca orpheus’u sahnenin sol arka köşesinde dizleri üzerine çökmüş iki büklüm ve sırtını seyirciye dönmüş olarak yalnız bırakmasıdır. radikal olduğu kadar cesaretli de olan bu yorum sayesinde orpheus’un, eurydike’nin ölümüyle yaşadığı çaresizlik, acı ve pişmanlık duyguları etkili bir şekilde seyirciye aktarılır. [yann bridard'ın hıçkırarak ağlaması seyircilere kadar ulaşır.]
pina bausch bu sahnenin yarattığı yoğun duyguları, ardından gelen final bölümü ile pekiştirir: eşinin ölümünden sonra orpheus da ölümü seçer. o ana kadar aydınlık olan sahne kararmaya başlar, cerberus’u canlandıran üç erkek dansçı orpheus’u yeraltı dünyasına götürmek üzere sahneye gelirler. onlarla birlikte hades’in diğer ruhları da siyah kostümler içerisinde sahneye gelirler… ortam gittikçe daha da kararır, ışık sadece hepsi de ölmüş olan orpheus, eurydike ve kuru yaprakların üzerindedir… sahnenin en arkasından yavaş yavaş ruhlar geçmektedir; kara gölgeler olarak karanlıkta belli belirsiz seçilirler… ve perde kapanır.


“orpheus & eurydike”yi gerek paris'te gerekse epidavrus'ta paris ulusal operası’nın kendi orkestrası ve korosu yerine, barok müzik icrasında uzmanlaşmış thomas hengelbrock yönetimindeki balthasar-neumann-ensemble yorumladı. (gluck’un kastrat sesi düşünerek yazdığı orpheus rolü, daha sonraki berlioz düzenlemesi esas alınarak mezzo-soprano tarafından söylendi. gluck’un aslı italyanca olan ve bir fransızca versiyonu da bulunan operası, pina bausch’un 1975 yılındaki sahnelemesine sadık kalınarak almanca seslendirildi.)

orpheus’ta yann bridard-maria riccarda wesseling, eurydike’de marie-agnes gillot-julia kleiter çiftleri başroldeydiler. yann bridard’ın orpheus’u acı çeken, kırılgan ve romantik iken, maria riccarda wesseling’in şancı yorumu sanatçının dominant fiziğiyle de desteklenen sert ve acıya dayanıklı bir portre çiziyordu. eurydike’de ise tam tersiydi; baş dansçı marie-agnes gillot’in talepkar, tutkulu ve sorgulayan eurydike’sine karşılık julia kleiter’in sesini kullanışı ve yorumu yumuşak ve boyun eğen niteliklere sahipti.


pina bausch "orpheus ve eurydike"yi paris gösterilerinden farklı olarak epidavrus antik tiyatrosu'nun perdesiz sahnesi için tekrar ele almıştı. örneğin; güneş battıktan sonraki alacakaranlıkta başlayan gösterinin bölüm başlangıçlarında, belli belirsiz farkedilebilen gölgelere dönüşen dansçıların sakin ve dingin adımlarla perdesiz sahnedeki yerlerini almaları eserin genel atmosferinin bir parçası haline getirilmişti. [bu sırada antik tiyatroyu dolduran yaklaşık on bin seyirci yıldızların yeni yeni çıkmaya başladığı engin gökyüzünün altında nefeslerini tutmuş... saniyeler süren o ilahi sessizlik yerini, ilk önce sıcak bir yaz gecesinin ege'ye özgü seslerine (ağustosböceklerinin geveze vızıltıları ve ormandan gelen tek bir ağaçkakan'ın taklamalarına) bırakmış, ardından da orkestra gluck'un ilk notalarını seslendirmeye başlamıştı...]

pina bausch'un epidavrus'a özgü kullandığı bir başka öğe de, cennet imgesinin betimlendiği üçüncü bölümde sahnenin arkasındaki çam ağaçlarını ışıklandırtarak antik dünyanın sağlık merkezi asklepion kentini "orpheus ve eurydike"nin elysium'unun doğal dekoruna dönüştürmesiydi.

yunan seyircisinin pina bausch'a olan ilgi ve sevgisini epidavrus antik tiyatrosu'nu tıklım tıklım dolduran kalabalığın gösteri öncesindeki heyecanında ve sonrasındaki çılgın alkışlarında hissetmek mümkündü.

çoğunluktaki yunanlıların yanısıra yakın çevredeki tatil merkezlerinden gelen bilinçli turistlerin de azımsanmayacak bir sayıda olduğu seyirciler arasında, pina bausch'un atina ve istanbul’daki hiçbir gösterisini kaçırmayan aynaroz'lu yaşlı keşiş de vardı. [aynı yaşlı keşiş ile rotalarımızın tekrar kesişeceğini ve kendisini dört ay sonra düsseldorf'da tekrar göreceğimi o zaman bilemezdim...]

23 Kasım 2008 Pazar

"less is more": kolumba


bir hafta önce yaptığım üç günlük kısa düsseldorf seyahatimin izlenimlerine devam ediyorum; dans gösterileri, festival atmosferi, sahne tasarımı sergisi derken esas disiplinim olan mimarlık konusunda beni derinden etkileyen bir "obje" hakkında yazmazsam en azından kendime haksızlık etmiş olurum!
evet, bu kaçamağımın tetikleyicisi pina bausch ve sidi larbi cherkaoui idi, ama oraya kadar gitmişken, bir sene önce konuğu olduğum bir ders için hakkında araştırma yaparken dergilerdeki fotoğraflarından hayran olduğum kolumba müzesini ziyaret etmek fırsatını kaçıramazdım. zira, kolumba'nın bulunduğu köln kenti düsseldorf'a trenle yarım saat uzaklıkta.

20. yüzyıl mimarlık tarihinin en merak ettiğim yapılarına her seferinde yolumu düşüren pina bausch'a duyduğum hayranlık oldu. onun bir yapıtını seyretmeye gittiğim ücra avrupa kentlerinin yakınlarında, kitaplardan-derslerden bildiğim mimarlık yapıtlarıyla "yüzleşme" fırsatını buldum: mullhouse'e gittiğimde le corbusier'in ronchamp şapeli 1 saat mesafedeydi, wuppertal'e gittiğimde gottfried böhm'ün neviges hac kilisesi yarım saat.
[pina bausch'un izini takip etmeden gidip de yerinde gördüğüm ve beklentilerimi boşa çıkarmayıp beni hayalkırıklığına uğratmayan iki mimari yapıt daha var ki, onlar zaten mimar olsun ya da olmasın hepimizin eninde sonunda yolunun düştüğü/düşeceği metropollerde: berlin'de scharoun'un philharmonie'si ve barcelona'da mies'in expo pavyonu.]
yukarda saydığım "kare as" dışında eli yüzü düzgün, iyi, kaliteli bir sürü bina daha gezme şansım oldu yıllar boyunca. ancak bunları ve kitaplardan bildiğim yüzlercesini bir kenara iterek mimari tasarım denen şeyi yeniden düşünmeme sebep olan bir "yapıt" ile karşı karşıya kaldım köln'de: "kolumba" ile.
çok iddialı ve biraz da magazinsel olacak ama kolumba için rahatlıkla "ölmeden önce görülmesi gereken tek mimari eser" saptamasını yapabilirim. eh, ben artık rahatlıkla ölebilirim, diğer mimarlar düşünsün :-)

yayınlardan takip edenleriniz gerek peter zumthor'un mimari anlayışını gerekse de kolumba'nın özelliklerini zaten biliyorsunuzdur; üst düzey tasarım, minimal bir mimari... kolumba özelinde: arkeolojik kalıntılarla kurulan ilişki, özgün malzeme ["kolumba-stein"], etkileyici ve zarif tekstür (neredeyse dantel gibi)...
bunları biliyorduysan oraya gidip gördüğünde seni bunların ötesinde etkileyen ne oldu diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
inanmayacaksınız ama kolumba'da detay yok. [var tabii, olmaz olur mu, ama nasıl çözülmüşlerse ortada gözükmüyorlar; zumthor bir gözbağlayıcı mı!]
bırakın gereksizi-fazlayı, kolumba'da neredeyse "hiç" çizgi yok; anlayacağınız, fuga denen şey var ya, işte o kolumba'da yok denecek kadar aza indirgenmiş! bu sayede bina ve mekanları netleşmiş, pürleşmiş! çok basit di mi...

zumthor iç mekanda sadece iki kritik birleşmeye "çizgi" eklemiş:
1- ana gezinti hollerinin zeminini ve katları birbirine bağlayan merdivenlerin basamaklarını onları çevreleyen duvarlardan küçük bir fugayla ayırmış.
2- ana gezinti holleri ile onların etrafında konumlanmış kapalı küçük sergi mekanları arasındaki geçitlere belli belirsiz (4-5cm kadar) bir eşik yapmış.

kolumba'nın ihtiva ettiği bütün diğer görece "büyük" fikirler bir yana (kesinlikle onların hakkını yemiyorum), bu kadar "basit" bu kadar "az" bir şeyin mekanın bütününü bu kadar etkileyebileceğini tasavvur edemezdim. birebir görene/algılayana/yaşantılayana kadar...

kolumba hakkında (inşaa süreci de dahil olmak üzere) detaylı bilgi ve fotoğraf için:
sonuna kadar seyrettiğiniz takdirde içinde bizleri (türkleri) ilgilendiren hoş bir sürprizi de barındıran bir video:

çemberde sıkışmış hayatlar

talimhane tiyatrosu'nun bu hafta boyuncaki konuğu ingiltere'den atc & young vic ortak yapımı the brothers size idi.
yönetmenliğini bijan sheibani'nin yaptığı oyunun en önemli özelliği peter brook'un sahneleme anlayışını kusursuzca sergiliyor olmasıydı: boş bir alan ve herşeyi yapabilen "çok yönlü" oyuncular.

oyunun başında yere tebeşirle bir daire çizildi, birer avuç kırmızı toz serpildi; oyunun alanı ve rengi belli oldu, oyun başladı. seyirciler, daire fikrini destekleyecek şekilde hemzemin olan oyun alanının dört bir yanına yerleştirilmişlerdi.
oyunda yerdeki çizgi ve kırmızı toz dışında başka bir dekor, hatta herhangi bir eşya veya aksesuar bile kullanılmadı. her şeyi oyuncular yoktan var ettiler, seyirciler zihinlerinde canlandırdılar.
bir tek ışık, yardımcı bir öğe olarak anlatılanlara hizmet etti, o da oldukça soyut bir düzeyde.

zaten the brothers size'ın en kaliteli tarafı, aslında hiç ilginç ve çarpıcı olmayan öyküsünü anlatış biçimiydi; belki özgün değildi ama başarılıydı (peter brook'un sahneleme anlayışı brechtyen ögelerle zenginleştirilerek sinemada bile kendine bir anlatım dili olarak yer bulmuştu. örneğin: dogville).
ancak bence oyunun en önemli özelliği, baş koyduğu tarza sonuna kadar sadık olmasıydı. bu bağlamda üç zenci erkek oyuncu çok başarılıydılar; hem karakterlerine can verdiler hem de metnin bütün replik dışı açıklamalarını ve olay efektlerini onlar yaparak bir tür yabancılaştırma etkisi yarattılar. ayrıca, oyunun hareket tiyatrosu sınırlarını zorlayan koreografisini de başarıyla gerçekleştirdiler.
bu üç oyuncuya bir müzisyen eşlik etti; canlı müzik ve efekt tasarımında onlara yardımcı oldu.


gözler şimdi, aralık ayında berlin-volksbühne durağından sonra talimhane'ye uğrayacak olan isveçli turne tiyatrosu riksteatern tarafından fatih akın'ın duvara karşı adlı filminden uyarlanan oyunda.
merak ve heyecanla bekliyoruz...

22 Kasım 2008 Cumartesi

pina'nın dünyasında gezinti

pina'nın karanfil bahçesinde oturmuş kahve ile kek keyfi yapıyorum. etrafım nelken'in karanfilleri ile kaplı. gelip geçenler oluyor arada sırada, ama benim gibi içecek veya yiyecek bir şey alıp da bir masaya oturup oranın keyfini çıkaran yok nedense. yuva çocukları geçiyor önümden gürültülü, sonra yine sakinleşiyor etraf.

yok hayır, rüya görmüyorum, bunların hepsi gerçek! hem de almanya'nın güneybatısında küçük bir sanayi kenti bochum'da gerçekleşmekte. size de tavsiye ederim; yolunuzu bochum'dan geçirmek için 1 şubat 2009'a kadar vaktiniz var!

merak ettiniz mi nedir işin gerçeği, anlatıyım:
30 yıldır pina bausch'un sahne tasarımlarını yapan peter pabst pina bausch festivali dolayısıyla bir sergi hazırlamış bochum'daki çağdaş sanatlar müzesi'nde.
haberi duyup oraya doğru yola çıktığımda herhalde sahne tasarımcılarının kullandığı ölçekli sahne kutucuklarını sergiliyorlardır diye düşünmüştüm. heyhat, ne kadar dar fikirliymişim! ya da; peter pabst'ın ufku ne kadar genişmiş! söz konusu olan, tahmin ettiğim gibi sıradan bir sergi değilmiş meğer: peter pabst, pina bausch için hazırladığı sahne tasarımları içerisinden 6'sını seçmiş ve bunlardan yola çıkarak büyük ölçekli mekan enstalasyonları tasarlamış.
yani?
bire bir dekorların içinde gezinmeyi bırakın, o tarz bir deneyimin çok ötesinde, pina bausch'un yapıtlarının atmosferine dalmak, giderek ruhuna nüfuz etmek imkanını veren bir sergiyle karşı karşıyasınız.
gerçekten inanılmaz; hele de benim gibi "iflah olmaz bir pina bausch hayranı" iseniz!

büyük, geniş, kocaman 6 mekan. her mekanda bir yapıtın sahne tasarımından yola çıkılarak hazırlanmış bir mekan enstalasyonu: müzenin fuayesi ve kafesinin bulunduğu giriş karanfillerle kaplı (nelken), diğer bir mekanın zemini toprak (auf dem gebirge hat man ein schrei gehört), bir başkasınınki çimen (1980). başka bir mekan, bir kar peyzajı canlandırmak amacıyla 25 ton tuzla kaplanmış, tuz tepelerinin içinden tavana kadar sayısız kayın gövdeleri yükseliyor (tanzabend II - das madridstück). daha küçük boyutlu bir mekan ise bütünüyle havuza dönüştürülmüş, ortasındaki yüzen adada yürünüyor (ein trauerspiel). altıncı salonda da pina bausch'un farklı yapıtlarında her seferinde yeniden yorumladığı "yüksek beyaz duvar" motifinin kullanıldığı bir yapıtının dekoru (two cigarettes in the dark) diğer düzenlemelerden farklı olarak birebir kurulmuş. hatta dekorun arkasında bir yere yapıştırılmış new york turnesinden kalma itfaiyenin güvenlik damgalı belgesi bile durmakta.
ve siz bu mekanların içerisinde gönlünüzce dolaşıyorsunuz, pina bausch'un dünyasında geziniyorsunuz. şanslıysanız, pina bausch dansçılarının habersizce düzenledikleri canlı performanslardan birine denk gelebilirsiniz...


peter pabst sergi broşüründe "aslında bu bir zemin-sergisi" demiş, evet gerçekten öyle, çünkü zeminle derdi olan bir koreograf ile çalışıyor:
hareketi, koreografiyi, tasarladığı eserin ruhunu her seferinde zeminle kurduğu ilişkiyle birlikte yeniden tanımlayan, vurgulayan bir koreograf pina bausch.
ilk eserlerinden biri olan "frühlingsopfer"(bahar ayini)'nde kullandığı gevşek nemli topraktan itibaren yukarda bahsi geçen kum, çimen, toz, tuz dışında suyla, kuru çınar yapraklarıyla, hatta parçalanmış beton tuğlalarıyla kapladığı zemini dansçıları için güvenlikli, dans figürleri için tanıdık bir alan olmaktan çıkaran pina bausch.


sergi ile tek barışık olmadığım nokta, mekan enstalasyonlarıyla birlikte kullanılan fotoğrafların boyut ve düzeni. iki tip tercih yapılmış: duvarları kaplayan büyük boyutlu fotoğraflar mekan atmosferine ne kadar katkıda bulunmuşsa, 70x100 cm boyutundaki küçük fotoğrafların kalabalık bir şekilde yerlere, duvar kenarlarına, zeminin içine yerleştirilmesi de o kadar bütünlük duygusunu zedelemiş.

peter pabst'ın çok isabetli bir sözüyle bitireyim: "sahne mekanı sadece güzel olmamalı, ayrıca öyle bir dünya yaratmalı ki içinde yaşayanlara hikayelerini anlatabilmelerine imkan verecek estetik, duygusal ve fiziki-coğrafi şartları sağlamalı."

sahne mekanı şimdi sadece pina bausch'un dansçılarının değil, biz seyircilerin hikayelerine de açık!



daha fazla fotoğraf için:
http://www.bochum.de/C125708500379A31/vwContentByKey/W27L3BLY610BOLDDE

21 Kasım 2008 Cuma

kıvrımların kıvraklığı


sidi larbi cherkaoui çok verimli bir sanatçı; durmaksızın üretiyor. sadece son dört yılda cullberg balesi (end), monte carlo balesi (in memoriam, mea culpa), cenevre balesi (loin) ve danimarka kraliyet balesi (l'homme de bois) gibi büyük dans toplulukları için kalabalık kadrolu koreografiler tasarladığı gibi dansçı-koreograf arkadaşları ile birlikte iki kişilik (zero degrees) üç kişilik (apocrifu) dört kişilik (d'avant) işlere de imza attı. iki yıldır het tonnelhuis'in yaratıcı kadrosunda. 2007'de onlarla myth ve origine'i sahneye koydu, 2008'in mayısında shaolin'li rahiplerle sutra'yı.
ve tezgahta yeni işleri pişmekte; 2009'un ilk aylarında vitrinde olacaklar arasında inanç üçlemesinin (foi, myth) sonuncu halkası babel, three spells ve 2002 tasarımı ook'un yeniden sahnelenmesi var.
sidi larbi cherkaoui bu dolu takvimi esnasında pina bausch festivalinde apocrifu'yu sahnelemek dışında, küçük de olsa sırf bu festival için tasarladığı bir eserin dünya prömiyerini gerçekleştirmeyi de ihmal etmedi: barasey.
boş bir sahne, yalın kıyafetler içinde iki dansçı ve kenarda oturan bir şancı.
maurice béjart, peter brook ve bartabas ile çalışmış olan ve son yıllarda pina bausch'un konuk dansçılarından olan shantala shivalingappa ile sidi larbi cherkaoui'nin birlikte tasarladıkları 20 dakikalık bu küçük ama pırıl pırıl, mücevher değerindeki eser 16 kasımdaki 7 saatlik gala gecesinin son gösterisi olarak sahneye kondu.
shantala ile larbi'ye eski çağ ve ortaçağ müzikleri konusunda uzman olan italyan sanatçı patrizia bovi eşlik etti.

barasey'de shantala ile larbi'yi tanıyanlar için yeni bir şey yoktu belki, ama insan bu iki mükemmel "varlığın" dansları hiç bitmesin, sonsuza kadar sürsün istiyor; ne benciliz değil mi! ama birlikte o kadar harikuladeler ki insan doymuyor, "daha" istiyor, aynı gece 6.5 saat boyunca dünyanın en iyilerini seyrettikten sonra bile!
harikuladelik neresinde derseniz; larbi'nin yumuşaklığına eklenen shantala'nın zarifliğiyle meydana çıkan tek defalık kimyada.
umarım onlar da bunun farkındadırlar ve bu kısa ortaklıklarını daha uzun bir eserde yeniden değerlendirirler.

ve, her şey bir yana barasey'in en şaşırtıcı yanı sidi larbi cherkaoui'nin eser boyunca canlı söylenen şarkılarda patricia bovi ve shantala shivalingappa'ya eşlik etmesiydi. d'avant'da kendisinin latince ilahiler söylediğine, veya foi'de dansçılarına şarkı söylettiğine şahit olmuştum ama bizzat "sanskritçe" şarkılar söyleyeceği aklımın ucundan geçmezdi. hem de ne şarkılar; hint ragalarının bu kadar içlisine, bu kadar sakinine ancak içinde sidi larbi'nin bulunduğu bir sahnede rastlanabilirdi...

19 Kasım 2008 Çarşamba

kılıçlara dönüşen kitaplar




basamaklar var, gökyüzüne doğru yükselen. özgürleşmek isteyen insanlar var, dansçılar; üç erkek dansçı. larbi, dimitri ve yasuyuki. kadın yok. korsikalı bir a capella topluluğu var, "a filetta"; 7 erkek şancı litürjik ilahiler ve lirik şarkılar söylüyor.
küçük zillerden salkımlar var dansçıların ayak bileklerine sarmalanmış; dansçılar zillerle zincirlenmiş, her hareketlerinde ziller ses çıkartıyor. kitaplar var, sahnenin çeşitli yerlerinde düzenli istiflenmiş veya öylesine yığılmış.
arkada iki katlı bir kulübe var; orada kitap okuyan iki figür var, biri insan diğeri yarı insan boyunda bir kukla.

sidi larbi cherkaoui var, bütün mütevaziliği, yaratıcılığı ve cesaretiyle!
dans diliyle anlatılması çok zor bir şeye soyunmuş: "apocrifu", din denen olgunun yazı yoluyla, kitaplar yoluyla insan üzerinde kurduğu baskıyı anlatan benzersiz bir yapıt.
kitaplarda, "ilk" kitaplarda, "kutsal kitaplar"da yazılanlarla var olan insanları anlatmış, kitapları varacakları hedefe vesile yapan insanları.
bedenlerine nakşedilen yazılarla nefes almaya, yaşamaya başlayan, ama giderek o yazıların mahkumu olan, yazılarla baskı altında tutulan, yazıların nefessiz bıraktığı insanlar: "apocrifu" insanın kitaplarla, yazıyla imtihanı!

sidi larbi cherkaoui üç kutsal kitabın kökenlerine iniyor, üç kitabın da aynı kökenden geldiğini anlatıyor; bu kadar zor bir fikir nasıl dans diliyle anlatılır demeyin, larbi o kadar basit ve o kadar zekice bir koreografi tasarlamış ki insan hayran hayran seyretmekten kendini alamıyor: üç dansçı arka arkaya sıralanıyorlar, hepsinin elleri en önde, her biri bir kitap tutuyor, sonra kollarını aşağı yukarı oynatıp diğerlerinin kollarından geçirerek kitapları değişiyorlar, kimin hangi kitabı tuttuğu, hangisinin sayfalarını çevirdiği, hatta hangisini okuduğu belli değil, bir kitabın sayfasını çeviren parmaklar o kitabı tutan ellere ait değil, yüzünü kitaba dönerek onu okumaya çalışan kişi aslında başkasının elindeki kitaba bakıyor; kitaplarda anlatılanlar ortak, her şey anonim.
ilerleyen sahnelerde bu koreografinin aynısı bu defa kılıçlarla yapılıyor, bu defa elden ele dolaşan keskin kılıçlar!

larbi kur'an'dan habil ile kabil'in hikayesini anlatıyor örnek olarak. hikayenin kökenlerine iniyor kadim zamanlara doğru, hangi kitaplardan alıntılandığından bahsediyor. bedeninin bütününü kaplayan yazıların ağırlığı altında ezilen dimitri ağlamaya başlıyor, larbi onu avutmaya geliyor, ona şefkat gösteriyor, ve enfes bir duo'ya başlıyorlar; bir ve tek oluyorlar, zeminde sürüklenirken birbirlerine dolanıyorlar, bedenleri kenetleniyor, sarmallanıyorlar. zamanla iki başlı dört kollu dört bacaklı ama tek bir vücut oluyorlar. sonra kavga başlıyor aralarında anı habil ile kabil gibi, çekişme, ve güreş... larbi eliyle dimitri'nin ağzını kapatarak onu nefessiz bırakıyor. sonra elini çekiyor, elini çektiği yere, dimitri'nin dudağına, kendi dudağını koyuyor, dimitri'ye hayat nefesini veriyor, ya da o öpücükle dimitri'nin hayatını elinden alıyor, yahuda'nın isa'dan aldığı gibi.
"i know it is too late now to change the way it is,
but you must at least know this:
such an obviousness, to love somebody so naturaly,
is not a frequent thing
-simply knowing it,
even, is not granted to anyone just like that."*
ilerleyen sahnelerde dansçılar bir hışım onlara "ayakbağı" olan zillerden kurtuluyorlar.
kılıçlarıyla kukla'yı öldürüyorlar; kukla, kitapların kılıçlara dönüştüğünde ilk öldürülen varlık. kuklanın varoluşunda taşıdığı cansızlığına geri dönüşü adeta; başka biri, kendinden başka bir güç tarafından yönetilen bir figürün kaçınılmaz sonu!
"apocrifu"nun sonu da kuklanın sonu kadar karanlık, karamsar: larbi sahnede tek başına kalıyor, basamakların önünde cansız yatan kuklanın yanına onunla aynı pozisyonu alarak yatıyor. sonra yavaş yavaş kalkmaya, hareket etmeye çalışıyor. ellerini havaya kaldırıp kendi kendisinin ipini tutuyormuş gibi kendisini oynatmaya, kendisine hükmetmeye çalışıyor; bir türlü beceremiyor, durmadan olduğu yere düşüyor. sanki inancı olmadan da yaşayamıyor insan. sonunda kalkıyor ayağa, biraz hareket ediyor; adımları dengesiz, çok sert vuruyor yere, ayarlayamıyor, acemice sanki, yürümeyi yeni öğrenmiş gibi. elleriyle bacaklarının görünmez iplerini tutarak onları hareket ettiriyor. kuklaya yaklaşıyor, onu sırtına alıyor ve sert adımlarla basamakları çıkmaya başlıyor. en üst basamağa ulaştığında bir-iki saniye bekliyor ve kuklayla birlikte kendini arkadaki boşluğa bırakıyor!

"apocrifu" çok güçlü, etkileyici bir eser. içeriği ne kadar karanlık ve sertse biçimi o kadar yumuşak ve estetik. bu da bir maharet olmalı, ya da marifet, ancak çok az sanatçının başarabildiği.
bunlardan biri, kesinlikle sidi larbi cherkaoui!

* apocrifu'nun müziklerinde kullanılan şiirlerden biri. japon şair nakaha chuya'nın (1907-1937).

dansın kabe'sinde...



... schauspielhaus'tan çıkanların tanzhaus'taki gösteriye vaktinde yetişmelerini sağlamak için konulmuş otobüste susan marshall, emanuel gat, gao yanjinzi gibi koreograflarla beraber yolculuk etmek ... bir akşam önce yan koltuğunuzdaki güzel ve zarif hanımı bir akşam sonra sahnede karşınızda görmenin şaşkınlığı; üstüne bir de onun kirov balesinin baş balerinlerinden diana vishneva olduğunu öğrenmek ... önünüzdeki koltukta, şu anda dünyanın en ünlü balerini/dansçısı olan sylvie guillem ile koreograf russell maliphant'ın oturuyor olması; çıkışta uzun bir süre onların ardısıra tenha, karanlık sokaklarda yürümek ... gösteriler sırasında en çok konuşanların koreograflar ve dansçılar olması ... salondan çıkarken yol verdiğiniz pina bausch'un dansçılarından shantala shivalingappa'nın size o tatlı, yumuşak bakışıyla gülümsemesi ... aynı akşam daha geç bir saatte gösterisi olan sidi larbi cherkaoui'nin bir önceki seansta elinde bilet salonda koltuğunu araması ... arkanızda oturan daphnis kokkinos'un kesilmeyen kahkahaları... pina bausch'un her gösteri sonrasında konukları olan dansçı ve koreografların her birini sahne üzerinde iki yanaklarından öperek ve her birine birer çiçek vererek kutlaması ... akşam 18.30'da başlayan gösterilerin şehrin farklı sahnelerinde birbirinin arkasına eklenerek bazen iki bazen üç seans olarak gece yarısı 1.30-2.00'lere kadar sürmesi ... gösteri aralarında dışarı çıkıp sigara içen pina bausch dansçıları ... gece 23.00 gösterisine schauspielhaus'tan gelen pina bausch'a tanzhaus'un kapısında bir tabak içinde, üzerlerine yağ sürülmüş ekmek dilimleri sunulması ... eddie martinez'in, daphnis kokkinos'un koşuşturmaları ... tanztheater wuppertal pina bausch'un geçtiğimiz temmuz ayında görevini bırakan eski müdiresi koza tamdoğan'ın içten sohbeti ... bir hafta sonra gösterisi olan paris opera balesinin baş dansçıları yann bridard ve marie-agnes gillot'un salonlar arasında mekik dokumaları ... dominique mercy'in hiç bir gösteriyi kaçırmaması ... aynaroz'lu yaşlı keşişle yollarımızın tekrar kesişmesi* ... sahnede marion cito'nun kostümleriyle birer ilahe gibi gözüken pina bausch dansçıları regina advento ve melanie maurin'in, fuayede sıradan kıyafetler içinde aslında normal birer insan olduklarının keşfi ... tanzhaus nrw'nin, işini titiz ve severek yaptığı belli olan genç idarecisinin gösteri sonrasında çıkışta, dans takipçisi geniş bir ailenin bireyleri olarak gördüğü her bir seyirciyi teker teker, nasıl olsa yarın akşam tekrar görüşeceğiz vurgusuyla "bis gleich" (yakında görüşmek üzere) diyerek uğurlaması ... 24 gün, 3 şehir, 52 topluluk, 74 gösteri'den payıma düşenler: 3 gün, 1 şehir, 7 gösteri ...


*geçtiğimiz yaz, aynaroz manastırları seyahatinden önce beraber gideceğimiz bir dostum bana heyecanlı bir haber vermişti; aynaroz'da bakkal işleten yaşlı bir keşiş benim gibi iflah olmaz bir pina bausch hayranıymış ve atina, istanbul gibi yakın yerlerdeki gösterilerini hiç kaçırmazmış.
ne yazık ki kendisini aynaroz'da bulma vaktimiz olmadı, ama ben o keşişe aynaroz öncesi, pina bausch'un orpheus ve eurydike'sini seyretmek üzere gittiğim epidavrus antik tiyatrosu'nda 10 bin kişinin arasında rastladım.

17 Kasım 2008 Pazartesi

3 tage mit pina bausch


gerçi festivalin adı "pina bausch ile 3 hafta" ama benim onunla geçirdiğim süre 3 gündü. bu üç gün, hayatımın unutulmayacak zamanlarına kaydoldular!

anlatacağım, yazacağım; uzun bir süre bu 3 gün ile yaşayacağım...

9 Kasım 2008 Pazar

ölümün ayrıcalığından uranyumun ağırlığına...


tiyatro ve türevi sanatlar için yeni bir mekan açıldı bu sezon istanbul'da: talimhane tiyatrosu.
mehmet ergen'in sahibi olduğu talimhane, türkiye'deki genel sezonbaşı rehavetine yeni bir soluk getirerek eylül ayından beri her akşamı dolu, sıkı bir programla karşımıza çıkıyor. (insanın aklına ister istemez garajistanbul'un ilk yılı geliyor; onlar da fişek gibi başlamışlardı, bir de şimdiki hallerine bakın! umarım talimhane'nin akıbeti garaj'a benzemez!)
talimhane'de üç ayda dört yabancı dans topluluğu gösteri yaptı: eylül'de belçika'dan cie 13, fransa'dan under_score, ekim'de ispanya'dan provisionaldanza, ve bu ay almanya'dan palindrome.

ekim sonunda hüzünlü müzikleri, zarif dansçıları, "less-is-more" çevre düzenlemesi ve estetik koreografisi ile gönlümü fetheden ispanyol topluluk provisionaldanza'nın "el privilegio de morir"inin paslı görüntüleri daha belleğimde tazeyken (yukarıdaki fotoğraf bu gösteriye ait), uranyumun kaçınılmaz yok ediciliğiyle baş etmek zorunda kaldım dün akşam!
palidrome'un dünya prömiyerini istanbul'da-talimhane'de yaptığı "the oklo phenomenon" adlı yapıtı beni hayal kırıklığına uğrattı; dramaturji zayıf, koreografik çalışma sıradandı.
eserin konseptini hazırlayan robert wechsler'in oyun esnasında bir yerde dediği gibi "sanatçının üretmesi için bir şeylerden ilham alması şarttır". peki, ilham alınan şeyler/durumlar/olaylar niteliksiz ve etkileyicilikten uzak ise veya ilham alınan şeyin hakkı sahne üzerinde verilemiyorsa, ortaya çıkan ürünün zorlamaya dönüşmesi an meselesi olmaz mı?
nitekim, adını ünlü uranyum felaketinden alan oklo fenomeni'nin akıbeti farklı olmadı!
buna bir de türkçeye çeviri hataları eklenince zaten yeterince kuvvetli olmayan olay örgüsü iyice anlamını/bağlamını kaybetti.
eserin tek övgüye değer tarafı ise dan hosken-madeleine shapiro-thomas ploenztke imzalı ses-müzik-efekt tasarımıydı.

6 Kasım 2008 Perşembe

sıradan insanın intikamı

dot bu sezon maraton koşacak!
ilk adımı attı: "kayıp cennet" ve "dün meydana gelen bir olayda... "

murat daltaban günümüzün nabzını tutmaya yönelik, hızlı, sert ve çarpıcı metinleri kullanmaya devam ediyor. bu seferki durağı mark ravenhill; geç kalınmış bir buluşma, ama neyseki hakkını veriyor.

ilk iki oyun balyoz gibi iniyor ruhlarımıza!
öyle, yoğun bir günün ardından çekilecek gibi değiller! (ama şaşırtıcı şekilde çekiliyorlar)
bir pazar matinesine denk getirirseniz de (pazarları seans 11.00'de), maalesef tatil gününüzün bütününü sarsacak güçteler! hatta olur da oyun öncesi fuayede lezzetleriyle insana mutluluk veren ev yapımı kurabiyelerden atıştırma gafletinde bulunduysanız, kendinizi o mideye indirme anlarında mesut hissettiğinize pişman olabilirsiniz!

yani anlayacağınız bu oyunlar "happy-go-lucky"nin poppy'sine göre değiller!
sağlam kafayla girip, allak bullak olarak çıkmak için birebirler...

sizlere dot'ta sezon boyu "huzursuz seyirler diliyorum"

5 Kasım 2008 Çarşamba

dün akşam enka'ya "cesaret ana" geldi çocuklarıyla


dün akşam, mayıs'taki festivalden sonraki ilk gösteriydi. şişhane tiyatro binası yarışması yüzünden biletim olduğu halde aklım kalarak gidememiştim.
oyunu merak ve sabırsızlıkla bekliyordum. muradıma erdim!

çok çok iyiydi! hem semaverkumpanya hem ışıl kasapoğlu eski formlarına kavuşmuşlar; geçen seneki "fırtına"larının estirdiği fiyaskoyu affettirdiler.

sahne tasarımı, kasapoğlu'nun 90'lı yıllardaki shakespeare uyarlamalarında (şehir tiyatrolarında kral lear, devlet tiyatrolarında macbeth, ...) kullandığı platform fikrinin yaratıcı bir türeviydi; basit, yaratıcı ve işlevseldi, her şeyden öte oyunun girdaba dönüşen kısır döngüsünü ustaca yansıtıyordu.

oyunun başarısına en büyük katkı hiç kuşkusuz tilbe saran'dı. canlandırdığı her yeni protagonist ile yepyeni bir çehreye ve sese bürünen, adeta onları içinde yaşatan tilbe saran yine döktürdü, yine benzersizdi!

üç saatlik oyun sonrası fuayede çorba ikramı vardı, pek keyifliydi...

3 Kasım 2008 Pazartesi

birbirinin aynısı/aynası iki adamın yolculuğu

üç bir tarafı yüksek beyaz yüzeyler ile çevrili, yalıtılmış soyut bir mekan. arka yüzey yanlarla birleşmiyor; iki taraftaki aralıklardan birer adam çıkıp, hızlıca seyircilere doğru yürüyorlar, sahnenin ucuna bağdaş kurarak oturup bir hikaye anlatmaya başlıyorlar; aynı kelimeler ikisinin ağzından eşzamanlı çıkıyor… iki adam tek bir hikaye anlatıyorlar; aynı vurgularla, aynı mimiklerle, aynı jestlerle… sahnede onlar dışında iki de beyaz manken var; adamların replikaları. bir de, zaman zaman beyaz yüzeylere yansıyan gölgeleri; çoğalan, birbirlerinin içine giren, üst üste binen… zamanla, anlatılan hikayedeki karakterler anonimleşiyorlar; aynı mankenler gibi. bu anonimleşme anlatılanı daha güçlü kılıyor; daha evrensel, daha gündelik, daha öze dair… peki, bu adamlar ne anlatıyorlar, dertleri ne?

adamlardan biri fas asıllı belçikalı sidi larbi cherkaoui, diğeri bangladeş asıllı ingiliz akram khan. ikisi de melez; iki ayrı kültürün, iki ayrı dünyanın etkileşiminden oluşmuşlar; batı ile doğu’nun, islam ile hıristiyanlık’ın. ikisi de çağdaş dans dünyasının son yıllarda en sözü edilen sanatçılarından.
akram khan, 1988 yılında 14 yaşındayken peter brook’un “mahabharata”sında rol aldı, ravi shankar ile çalıştı ve 2002 yılında hint klasik dansı kathak ile çağdaş dansı harmanladığı “kaash” ile ilk önemli çıkışını yaptı. son çalışmaları arasında 2006 yılında ünlü fransız başbalerin slyvia guillem ile gerçekleştirdiği ve halen sahnelenen “sacred monsters”, 2007 yılında tayvanlı cloud gate dans topluluğu için hazırladığı “lost shadows” sayılabilir. akram khan halen 2008’in sonbaharı’nda londra’daki national theatre’da sahnelenecek olan ve juliette binoche’un dans edeceği bir dans-tiyatro gösterisinin hazırlıklarını sürdürmekte.
sidi larbi cherkaoui ise 15 yıl önce belçika televizyonunda michael jackson taklitleri yaparak başladığı dans kariyerine 1997 yılından itibaren alain platel’in topluluğu les ballets c. de la b.’de devam etti. “rien de rien” ile tanındı ve sonraki yıllarda yapımcıları arasında tanztheater wuppertal pina bausch’un da bulunduğu “tempus fugit”, “foi”, monte carlo balesi için “ın memoriam” ve sacha waltz dansçılarıyla ortak olarak “d’avant” adlı gösterileri hazırladı. sidi larbi cherkaoui 2007-2008 sezonunda belçikalı grup toneelhuis ile “myth”, hildegard von bingen’in hayatı ve müziklerinden esinlenerek sahneye koyduğu “origine” ve brüksel’in prestijli opera kurumu la monnaie munt’un siparişi olarak hazırladığı “apocrifu” adlı gösteriler ile turnede olacak.
iki koreografın geçmişlerindeki ortak noktalara değinmekte fayda var; ikisi de burs alarak kısa bir dönem anne teresa de keersmaaker’in okulu p.a.r.t.s.’da bulunmuşlar ve iki yılda bir dağıtılan nijinski ödüllerinde 2002’de akram khan, 2004’de sidi larbi cherkaoui “en iyi yeni koreograf” ödülünü almış.
ikilinin 2005 yılında ortaklaşa hazırladıkları ve 2 yıldır dünyanın belli başlı sahnelerinde sundukları, hatta gelen istek üzerine bazı şehirlerde ikinci kere oynadıkları gösterinin adı “zero degrees”.

“zero degrees”, sekiz yıl önce akram kahn’ın başından geçen bir hikayenin oluşturduğu omurga üzerinden ilerliyor; önce hikayeye konu olan olaylar anlatılıyor, ardından bu olaylardan yola çıkan duygular ve durumlar dans diliyle vücut buluyor.
hikaye edilen, günümüz duygu ve iletişim yoksunu dünyasında rahatlıkla herkesin başından geçebilecek bir olay. belki aşırı ilginç değil, hatta her gün iç savaşlarda ve intihar saldırılarında ölenlerin sayısının televizyonlardan maç skoru gibi verildiği bir dünyada çoğu insana sıradan bile gelebilir.
iki kuzen bangladeş’ten kalküta’ya gitmektedirler. önce, bangladeş-hindistan sınırındaki kontrolde yerli halk rahatlıkla diğer tarafa geçerken, iki kuzen ingiliz pasaportları yüzünden polise takılır ve uzun süre bekletilirler. yolcukluklarının trenle gerçekleşen devamında ise kompartımanın diğer ucunda oturan bir adam dikkatlerini çeker; adam uzakta olduğu için tam fark edemiyorlar ancak emin de olamıyorlardır; adam belli belirsiz hareket ediyor mudur yoksa etmiyor mudur? bir zaman sonra adamın öldüğü anlaşılır, eşi bağırarak yardım ister. kuzenlerden biri diğerini, ölüye dokunursa sorumlu tutulabileceği gerekçesiyle engeller. yardım edememenin verdiği vicdan azabıyla kalküta’ya varırlar; onları otel odalarında özledikleri hayat standartları beklemektedir: havalandırma, duş alma imkanı, mtv kanalı…

akram khan ile sidi larbi’nin, girift bir olay örgüsü barındırmayan bu basit hikayeden yola çıkarak sahnede kurdukları koreografi bütün övgü sıfatlarını hakediyor: nefeskesici, büyüleyici, etkileyici!
iki koreograf-dansçı 75 dakikalık bir sürede neredeyse insan coğrafyasının bütün duygularını anlatıyorlar; yapıt, insanlık ile bir hesaplaşma adeta! sahnede bir tek aşk yok insana dair, onun dışında neredeyse bütün duygular ve durumlar bir bir ifade buluyor. yapıt doğumla başlıyor… ardından iktidar, acı, çaresizlik, intikam, baskı, kimlik, aidiyet, şiddet, sevgisizlik, şefkat ihtiyacı, umursamazlık ve incitme kesintisiz bir akıcılıkla birbirine bağlanan sahnelerde birer birer göz önüne seriliyor… ve yapıt ölümle bitiyor.
akram khan ile sidi larbi bütün bu insanlık hallerini, özellikle “yaşıyor olma hali” ile “ölmüş olma hali” arasındaki ikilik kavramı üzerine oturtuyorlar; aradıkları referans noktası, akram khan’ın program broşüründe belirttiği gibi, sıfır derecesi; her şeyin başladığı… ve bittiği! “zero degrees” bir anlamda doğum ile ölüm arasındaki o sınır çizgisinde gerçekleşiyor; aynı, hikayede sözü edilen kahramanların yolculuk ettikleri, aşmaya çalıştıkları fiziki ve duygusal sınır çizgileri gibi… aynı, yaşıyor olma ile ölmüş olma halleri arasındaki belli belirsiz sınır gibi!
ikilik ve sınır kavramlarının etrafında gelişen insanlık durumları iki kişi arasındaki ilişkide somutlaşıyor; bazen karşıtlıktan, bazen etki-tepkiden, bazen de tamamlanmışlıktan besleniyor. diğeri tarafından kontrol edilen, yönlendirilen, hükmedilen biri. diğerinin hareketleri ile tamamlanan, diğeri ile olan ilişkisi sayesinde onunla bütünlenen biri. bazen de kişinin kendi içindeki, ona hükmeden, karşı çıkan, onu yönlendiren “diğeri” ile ortaya çıkan ikilik. ya da, kişinin içindeki ruhun hükmettiği bedeniyle ulaşılan tamlık, birlik. birbirinin aynısı, aynası iki ruhun yolculuğu bu.

akram khan ile sidi larbi’ye yolculuklarında üç sanatçı eşlik ediyor; besteci nitin sawhney, heykeltraş antony gormley ve ışık tasarımcısı mikki kunttu.
daha önce iki kere akram khan ile çalışmış olan hint asıllı ingiliz besteci nitin sawhney’in müziği hint ezgilerinden, ilahilerden, kalp atışlarından ve gittikçe hızlanan ritimlerden besleniyor. viyolonsel, keman, vurmalılar ve vokalden oluşan dört kişilik müzisyen grubu sahnenin arka duvarının gerisinde canlı olarak sunuyor müziği. zaman zaman, ön sahne loşlaştığında arka sahneye verilen ışık ile onlar da görünür oluyorlar beyaz yüzeyin arkasından.
sahnede hareket eden iki adama zaman geliyor, dansçıların replikaları olarak turner ödülü sahibi ingiliz heykeltraş antony gormley tarafından hazırlanmış cansız mankenler eşlik ediyor; onlar da hikayenin, anlatılanın bir parçası haline geliyor, neredeyse kendi başlarına hareket ediyorlar. bu sayede yaşıyor olmak ile ölmüş olmak arasındaki sınır çizgisi bir kez daha vurgulanmış oluyor.
zaman zaman da, sahnede durmadan yer değiştirerek dönen iki adam, mikki kunttu tarafından ustaca hazırlanmış ışık tasarımı sayesinde, etraflarını saran beyaz yüzeylere yansıyan sayısız gölgelerle birlikte bir kalabalığa dönüşüyorlar; bazen büyük küçük sayısız gölgelerle çoğalan, bazen de bütün gölgelerin birleştiği, üstüste bindiği bir anda, tek bir gölgeye indirgenen bir kalabalık bu! ışık tasarımı, iki adamın, kendileri sahnede birbirlerinden çok uzak mesafede dururlarken, gölgeleri sayesinde birbirlerine dokunmalarını da sağlıyor; günlük hayatta birbirine ulaşamayan bedenlerin, ruhları yoluyla iletişime geçme çabası sanki…

“zero degrees”, ilk defa 2005 yılında londra’da sadler’s wells tiyatrosu’nda sahnelendi, aynı yıl oliver (en iyi yeni dans), time out ve critic’s circle (en iyi çağdaş koreografi) ödüllerine aday gösterildi ve en son 2007 yılının ağustos ayında sidney’de dağıtılan helpmann ödülleri’nde “en iyi bale/dans yapıtı koreografisi” ve “en iyi erkek dansçı” (akram khan) dallarında ödül kazandı.
“zero degrees”in 2005 yılından beri süren dünya yolculuğu hız kesmeden devam etmekte; geçtiğimiz yaz gerçekleşen iskandinavya, arjantin, tayvan ve ispanya turnelerinin ardından ekim ayında berlin’in avant-garde sahnesi hebbel tiyatrosu’na iki yıl aradan sonra tekrar uğrayıp tıklım tıklım dolu salonda çoşkulu bir seyirci kitlesini üç gece üstüste büyüleyen ekip aralık ayında da roma ve brugges’de sahne aldı.
(bu metin aralık 2007 tarihinde yazılmış ve oyun dergisinin ocak-şubat 2008 tarihli 6. sayısında yayımlanmıştır.)

ilk gün, ilk saat, ilk dakika

bugün pazartesi, blogger'e hoş geldim..