21 Kasım 2011 Pazartesi

cam kırıkları üzerinde kutlanan "düğün"


bir düğün evinin mutfağı ve sekiz kadın. ikisi geçkin nesilden, ikisi orta yaşlı, dördü genç. üç ayrı toplumsal seviyeden; ikisi hizmetli, ikisi eğitimsiz ve sonradan zengin anadolulu, dördü soylu, eskiden varlıklı, şimdi orta halli ve eğitimli istanbullu; sekiz kadın, sekiz farklı hayat.

“düğün” yaratıcı ekibinden oyuncularına, sahne amirinden fotoğrafçısına hepsi kadınlardan oluşan bir ekiple sahneye konuluyor. yani, oyundaki sekiz kadının hikayelerini seyirciye aktaranların hepsi kadın. bu anlamda “düğün” kadınların kotardığı bir oyun, ama "kadınlar matinesi" oyunu değil.
“düğün” erkek egemen toplumumuzda kadına uygulanan şiddeti, ayrımcılığı ve cinsel tacizi sahnede hiç erkek göstermeden gözlerimizin önüne seriyor. duygulandırdığı anlar oluyor olmasına, ama en çok, güldürerek parmak basıyor gerçeklere, eğlendirerek gösteriyor toplumsal yaralarımızı.

"düğün"ü asya prodüksiyon tiyatrosu sunuyor; tilbe saran, ayşe bayramoğlu, evren ercan ve eda çatalçam proje tasarımını yapıyorlar; ayşe bayramoğlu yazıyor ve tilbe saran yönetiyor.



oyunun bence en büyük artısı, hikayesini anlattığı kadınlardan hiçbirini yargılamıyor, taraf tutmuyor, onları haklı veya haksız konumlandırmıyor olması. her kadın kendi toplumsal çevresi içindeki durumuyla ortaya konuluyor. o kadını o hale getiren, öyle davranmasına neden olan, o tercihleri yapmasını gerektiren toplumsal ortam eleştiriliyor, kadının kendisi veya tercihleri değil.

sekiz kadın canlı, hayatın içinden, yaşayan portrelerle sunuluyor. ne düğün günü ofise gitmek zorunda kalan reklamcı duygu’yu yadırgıyoruz, ne ahretlisi ile karşılıklı oturup gümüş takımları parlatan soylu ev sahibesi saffet hanım’ı, ne “erkek fatma” fotoğrafçı pelin’i, ne hazırcevap şerbet’i, ne de safrası tutan neriman’ı.

tilbe saran (neriman), şebnem sönmez (ahsen), zerrin sümer (şerbet) ve eda çatalçam (nazife) öne çıkan oyunculuklarıyla canlandırdıkları karakterlerin hikayelerine kapıp götürüyorlar bizi.
neriman’ın ailesinin "sağlıklı" erkeklerini el üstünde tutuşuna, hayatta kalmak uğruna yaptığı tercihlere; ahsen’in annesiyle kızı arasında kalmış ara nesil olma haline, hayatını kızı duygu üzerine inşa etmiş olmasına; şerbet’in görmüş geçirmiş, kimseyi takmayan, lafını sakınmayan dobra haline; nazife’nin ezikliğine rağmen candanlığını yitirmemiş saflığına onları sahnede gördüğümüz ilk anda inanıyoruz.
keşke evren ercan’ın biraz isyankar biraz hayalperest biraz şımarık, çocukluk korkusunu yenmesini sağlayan beyaz atlı prensine aşık olmuş duygu’suna da inanabilseydik; maria akgüllü’nün biraz sakar, biraz beceriksiz, çokça aceleci garson kızına; güler öktem’in soylu bir aileden gelen ağırbaşlı saffet hanım’ına da. maalesef, kağıt üzerinde yaşıyormuş gibi gözüken bu karakterler hak ettikleri gerçeklikle sahne üzerinde can bulamıyorlar. saffet hanım aile yadigarı kolyeyi duygu’ya verirken sakil; duygu, garson kızın düğününü mahfettiğini iddia ederken inandırıcılıktan uzak; garson kızsa bu kadar gerçekçi bir oyunda neden o kadar stilize (ve ne yazık ki komik de değil).

“düğün”, prodüksiyon konusundaki bazı eksikliklerine rağmen, kadının toplumumuzdaki konumunu, tilbe saran’ın dediği gibi “kadına uygulanan şiddetin yüzde bin arttığı” çok kritik bir dönemde içtenlikle ortaya koyması ve sanatçı duyarlılığıyla gündeme getirmesi açısından oldukça önemli bir görevi üstleniyor.
umarım oyun, yapımcı aysa prodüksiyon'un da gayretleriyle kadıköy-şişli-bakırköy üçgenini kırıp, istanbul’un farklı mahallelerinde; anadolu’da da izmir ve ankara dışında olabildiğince çok şehirde sahnelenir. çünkü oyunda kırılan bardaktan saçılan cam kırıkları, kadın erkek hepimizin üzerinde yürüdüğü zemini tekinsizleştiriyor…

19 Kasım 2011 Cumartesi

ensede ölümün nefesini hissetmek: üçKİŞİ


herhalde şu aralar şehirdeki en sıradışı sahne gösterisi tiyatroartı’nın “üçKİŞİ”si. topluluğun kurucusu ufuk tan altunkaya sıradışı sahnelemeler anlamında daha önce de benzer yapımlar gerçekleştirmişti. maalesef “takip edemediğim” kentin sokaklarındaki tek kişilik “takip” oyunu; hareketli koltuklardaki seyircilerin oyuncular tarafından itilerek farklı sahne alanlarının kurulduğu “katletme üzerine bir oyun denemesi” ve şimdi de, tek bir seyirciye oynanan “üçKİŞİ”. evet, oyun tek seyircili. oyuncular ise, herhalde seyirciye daha yakın olamazlardı; dizdize, kolkola, nefes nefese.

akira kurosawa’nın 1950 yılında “raşomon” adıyla bir sinema başyapıtına dönüştürdüğü ryunosuke akutagava’nın “çalılıklar arasında” öyküsünü bu sefer ufuk tan altunkaya “üçKİŞİ” olarak türkçeye ve türkiye’ye uyarlamış, yönetiyor.

“üçKİŞİ”de seyircinin tekilliğinin ve oyuncunun bitişikliğinin yanı sıra, oyun mekanı da sıradışı. karanlık ve dar koridorlar, sıkışık mekanlar, bir yerlere tekinsizce ilişmeler; yaşadığımız dünyadan yavaş yavaş, kademe kademe cehenneme doğru bir yolculuk.

“üçKİŞİ”nin seyirci için zor bir deneyim olduğu kesin; daha da zoru oyuncular için. sahneleme mantığı “gerçekçilik” üzerinden gittiği, herhangi bir absürdlük, grotesklik içermediği için, dibinizdeki seyircinin konsantrasyonunu dağıtmadan, atmosferi bozmadan inandırıcı olmak çetrefil bir iş oyuncular için.
“üçKİŞİ”nin üç oyuncusu bu zor işin altından kalkıyorlar. aralarından, hırsız’ı oynayan arda çetinkaya bir adım önde. üstelik, onun işi daha zor, çünkü ilk o alıyor sizi karşısına, başlıyor anlatmaya. ve başarıyor; an geliyor rahatlıyor, kaptırıyorsunuz kendinizi hırsız’ın anlattıklarına ve cevap vermeye başlıyorsunuz sorularına.
diğerleri; berrin karabaş ve cihan esen, çetinkaya’nın açtığı yarıktan işlemeye devam ediyorlar. femme fatale berrin karabaş’ın timsah gözyaşları, cihan esen’in ensenizde duyduğunuz nefesi tüylerinizi ürpertmeye yetiyor; kalbiniz hızla çarpmaya başlıyor ve sizi bekleyenler bitmiş değil daha! yaşadığınız dünyaya geri dönmeden önce uğramanız istenen bir durak daha var…

başlangıçtaki video görüntüleri, “olay”ı seyirciye anlatmak/kavratmak, seyirciyi en kısa ve etkili yoldan olayın içine sokmak için düşünülmüş ustaca bir fikir. ayrıca, “gerçeklik”in göreceliğini vurgulayarak oyunun anafikrini de hizmet ediyor.

seyirciyle konuşan üç KİŞİnin, olayla ilgili kendi yorumlarını anlatmanın yanısıra, birinin bıraktığı yerden diğerinin devam ettiği bir hikayeyi de seyirciyle paylaşıyor olmaları, oyunun bütünlük etkisini kuvvetlendirdiği gibi, “üçKİŞİ”yi üç boyutlu olmaktan kurtarıp, “olay”a dördüncü (video görüntülerindeki “yorumları” da sayarsak sekizinci) bir boyut katıyor. beşincisi ise, sizin seyirci olarak yorumunuz; “tek başınıza keşfettiğiniz gerçek”.

16 Kasım 2011 Çarşamba

iran'dan sesler / altıdan sonra tiyatro




dört hafta boyunca salı akşamları kumbaracı50’de iran’dan sesler yankılandı. aynı salıları 18.30’da açık radyo’da yayınlanan ikişer kısa oyun, akşam 20.30’da sahne okuması formatında kumbaracı50’de sahnelendi. “sahnelendi” diyorum çünkü benim tanık olduğum iki akşamdaki (1 ve 15 kasım) gösterilerin tiyatral niteliği ve kalitesi, bir sahne okumasının çok ötesindeydi. bu yapımlar basit ama etkili mizansenlerle ve milimetrik hesaplanmış titiz ışık tasarımlarıyla, mies van der rohe’nin modern mimari aforizması “az çoktur”unu sanatsal yaklaşım bağlamında doğrulayan yapımlardı.
1 kasımdakilerin yöneteni eraslan sağlam, 15 kasımdakilerinki yiğit sertdemir’di.

eraslan sağlam “sokakta bir kahraman”da; her an takip ediliyor, izleniyor olma hissiyle yaşayan bir toplumun ürkek, endişeli ruh halini yansıtan bir mizansen tasarlamıştı. oyunun anlatıcısı kadın, her bir repliğini, kumbaracı50 sahnesinin “ortasındaki” iki kolonda, her seferinde birinden diğerine koşarak ve her seferinde farklı bir yüzünde seslendiriyordu. bu sırada ışık da sadece o yüzeyi aydınlatıyordu. “kadın”ı neredeyse sadece gözleriyle ve tabii ki o benzersiz sesiyle ve vurgularıyla oynayan tilbe saran’ın ustalığı da sağlam’ın sade ama vurucu mizansenini kuvvetlendirdi.

benzer anlamda; yiğit sertdemir’in “oyuncu” mizanseni de çok basit ama giderek “nefeskesici” bir fikirden besleniyordu. şebnem sönmez’in hiçbir repliğini harcamadan, müthiş nüanslarla canlandırdığı sinema oyuncusu saravi, bir türlü sonuna kadar çekilemeyen film sahnesinin her tekrarında, olası devlet sansürüne karşı film yönetmenin otosansürüyle gitgide “kadınlığından” (önce gözlerinden, sonra göğüslerinden, sonra kalçalarından ve en sonunda da kısılmış sesinden) soyutlandıkça, etrafını saran film ekibinin halkası da giderek daraldı; ve en sonunda kadın oyuncuya nefes (yaşam/varoluş) alanı bırakmadı. ışık tasarımı yine mükemmeldi; kadın oyuncunun cenderede boğulma hissini kuvvetlendirdi, dramanın altını çizdi.

yiğit sertdemir’in yönettiği ve aynı zamanda “kurban”ı, yani reza’yı canlandırdığı “reza’nın hikayesi” adlı ikinci oyunda ise; gerek ayak hizasından ve çok gerilerden (seyirci tribünlerinin altından), gerekse de tam yukardan ama kuvveti oldukça azaltılmış şekilde verilen ve gidip gidip gelen ışık, saçlarının uzunluğundan dolayı haksız yere eşcinsellikle itham edilen reza’nın polisler tarafından uğradığı tecavüzün ağırlığını bütün şiddetiyle geçirdi izleyiciye. sertdemir’in reza’sı neredeyse zar zor duyulan kısık, bitap, yenik bir sesle canlandırması da, zaman zaman bütünüyle karanlığa gömülen mekanla aktarılan çıkışsızlığı vurguladı.
baskı unsurunu temsil eden “diğerleri” ikinci oyunda da, “kurban”ın çevresinde halka olmuştular. halka bu sefer gittikçe daralmadı, ama çeperdekiler merkezdeki kurbana, “şeytan taşlar” gibi, üzerinde ithamlarının yazılı olduğu kağıtları fırlattılar.

sertdemir ilk oyunda hareket tasarımını öne çıkarırken, ikinci oyunda oyuncuların statik duruşlarına karşıtlık olarak ses-efekt tasarımını kuvvetlendirmiş. “diğerleri”nin sandalyeleriyle “oynayarak”, ellerini kağıtlara sürterek çıkardıkları seslerle oluşturulan efektler, oyunun radyo oyunu olarak seslendiriliyor olma haliyle de örtüşüyor. “reza’nın hikayesi” sertdemir’in, efektlerini oyuncuların çıkardıkları seslerle oluşturduğu “ikiye bölünenvikont” ve “surname 2010” oyunlarına eklenen bir halka da aynı zamanda.

altıdansonratiyatro’cuların müthiş bir tevazuyla “sahne okuması” tanımını kullandıkları sahnelemeler, sezon başından beri izlediğim nice bağıra bağıra, üstüne basa basa “ben tiyatro yapımıyım” diyen gösteriden çok daha saf ve etkileyici bir tiyatro deneyimi yaşatırlar bana.

“iran’dan sesler” ne yazık ki kumbaracı50’de sonlandı, ne mutlu ki açık radyo’da her salı 18.30’da devam edecek.

12 Kasım 2011 Cumartesi

orfeus'un ölümü


virgil solis


albrect dürer (1494)


gerhard marks


emile levy (1866)


gustave moreau (1865)


alexander seon


jean delville (1893)


gerhard marks


odilon redon


john williams waterhouse (1905)

11 Kasım 2011 Cuma

orfeus matemde


pascal adolphe jean-dagnan bouveret


louis francais (1863)


marc chagall


gustave moreau


alexander seon


alexander seon


gerhard marks


gerhard marks

10 Kasım 2011 Perşembe

orfeus euridike'yi hades'ten çıkarırken


antonio canova


spencer stanhope


george frederick watts


george frederick watts


violet brunton


charles de sousy ricketts (1922)


peter vischer, oğul


peter paul rubens


agostino carracci


auguste rodin



auguste rodin


arno breker


sir edward john poynter


il padovanino


kratzenstein


joseph paelinck


jean raoux


frederick leighton


johann august nahl


carlo cignani atölyesi


edmund dulac


jean baptiste camille corot (1861)

9 Kasım 2011 Çarşamba

orfeus ve euridike




nicolas poussin


niccolo dell abbate


eugene delacroix


tiziano vecelli


marc chagall


maurice denis


linsa sutton


michael putz richard (1868)


5. yüzyıl rölyef, roma


raimondi marcantonio


gerhard marks