31 Temmuz 2011 Pazar

arıza filmlerim


the comfort of strangers, paul schrader (1990)


taxi driver, martin scorsese (1976)


cidade de deus, fernando meirelles & kátia lund (2002)


the silence of the lambs, jonathan demme (1991)


funny games, michael haneke (1997)


natural born killers, oliver stone (1994)


bonnie and clyde, arthur penn (1967)


badlands, terrence malick (1973)


fight club, david fincher (1999)


the talented mr. ripley, anthony minghella (1999)


plein soleil, rené clément (1960)


m, fritz lang (1931)


monsieur verdoux, charlie chaplin (1947)


monsieur hire, patrice leconte (1989)


night of the hunter, charles laughton (1955)


irreversible, gaspar noé (2002)


straw dogs, sam peckinpah (1971)


blue velvet, david lynch (1986)


the idiots, lars von trier (1998)


merry christmas mr. lawrence, nagisa oshima (1983)


delicatessen, marc caro & jean-pierre jeunet (1991)


the island of dr. moreau, don taylor (1976)


damnation alley, jack smith (1977)


twelce monkeys, terry gilliam (1995)


don't look now, nicolas roeg (1973)


rosemary's baby, roman polanski (1968)


the shining, stanley kubrick (1980)


riget, lars von trier (1994)

28 Temmuz 2011 Perşembe

amy winehouse'un ardından


ne yalan söyliyim, amy winehouse'u, öldüğünün ertesi gününe kadar kulak kesilip dikkatlice dinlemiş biri değildim. o güne kadar, arada sırada gazetelerin müzik, ama ağırlıklı olarak magazin sayfalarında onunla ilgili haberlere rastlamışlığım vardı sadece.
cumartesi akşamı bilgisayar başında avare avare dolaşırken, ilk önce tayfun serttaş'ın blogunda gördüm winehouse'un ölüm haberini. daha sonra ayşe'nin kitap kulübü'nde.
referanslar kuvvetli olunca, dikkatlice okudum winehouse ile ilgili yazılanları.

"back to black" klibiyse hem serttaş'ın yazdıklarından dolayı, hem de mekanı mezarlık, rengi siyah beyaz bir video olmasından dolayı ilgimi çekti; "play" tuşuna basıp oynatmaya başladım.
o andan beridir sadece amy winehouse dinliyorum.

...

o gece geç saatlere kadar youtube'da amy winehouse'un neredeyse bütün kliplerini, canlı, akustik performanslarını (belgrad konserinden olan kaydını dışarda tutarak) izledim.
sesi, hali tavrı, bedeni, saçları, makyajı, dövemeleri, şarkı sözlerinin isyanı ve hemen insanı cezbeden, sarıp sarmalayan müziğiyle amy winehouse'u çok geç kalmış bir hayranlıkla seyrettim, dinledim saatlerce.
hayattayken onu takip edenlerden, değerini anlayanlardan olmak isterdim. değil mi ki aynı zaman diliminde paylaştık dünyayı; ne 50 yıl önce ne 100 yıl sonra...



kliplerindeki, kayıtlarındaki sayısız görüntüden biri beni çok etkiledi:
2008'de glastonbury'de verdiği konserde saçlarının arasına yerleştirdiği kağıttan rengarenk kokteyl şemsiyeleriyle olanı.
samimi, doğal, içinden nasıl geliyorsa öyle davranan birinin kitlelere teklifsizce sunduğu kendisiydi benim gördüğüm.

...

dün, yıllar yıllar önce "sinek sarayı"yla derinden etkilenmiş olduğum mine g. saulnier'in [o "kırıkkanat"a dönüşse de, ben onu "saulnier" olarak tanıdım, ve benim için o, bu ismiyle daha değerli] gazetedeki köşesinde winehouse'un arkasından yazdıkları beni ağlattı:

"Amy Winehouse, bir kuyrukluyıldız gibi gelip geçti dünyamızdan. "Genç öleceğim" diyordu, sözünü bir tuttu, pir tuttu. Sesleriyle büyüdüğü Janis Joplin, Kurt Cobain, Jimmy Hendrix, Jim Morrison, Robert Johnson, Brian Jones'la aynı yaşta öldü: 27.
Bu kadarı herhalde rastlantı olamaz, kuyrukluyıldızların ömrü yirmi yedi yıldır belki de, ne bir eksik, ne bir fazla, kimbilir?
Kuşkusuz iki ucundan tutuşturulmuş birer mum gibi yaktılar yaşamlarını, hepsi. Dünyamıza hiç susmayacak yankılar bıraktılar ve gittiler. Seslerine yansıyan duyguları, duygularına yansıyan şarkılarıyla adeta başka bir gezegenden gelmişlerdi. Zaten kısacık ömürleri boyunca, başka bir gezegende yaşamak istediklerini haykırmadılar mı, hep?
Umarım böyle bir gezegen vardır ve kendisinden önce oraya varan kuyrukluyıldızlar, Amy Winehouse'ı bir ışık cümbüşüyle karşılar."

27 Temmuz 2011 Çarşamba

entrika filmlerim


dangerous liasons, stephen frears (1988)


no way out, roger donaldson (1987)


house of games, david mamet (1987)


three days of the condor, sydney pollack (1975)


the third man, carol reed (1949)


se7en, david fincher (1995)


the usual suspects, bryan singer (1995)


eastern promises, david cronenberg (2007)


memento, christopher nolan (2000)


the game, david fincher (1997)


gosford park, robert altman (2001)


the deathtrap, sidney lumet (1982)


murder by death, robert moore (1976)


sleuth, joseph l. mankiewicz (1972)


tootsie, sydney pollack (1982)


victor victoria, blake edwards (1982)

22 Temmuz 2011 Cuma

renée fleming istanbul'daydı


renée fleming'in geleceğini ilk duyduğumda sevinçten uçmuş, bilet fiyatlarını öğrendiğimde dünyam kararmıştı. her ne kadar kendisi yaşayan sopranolar arasında favorim de olsa, neticede 6-7 şarkı söyleyeceği bir konsere o parayı vermek israf olurdu. kaldı ki, türkiye şartlarında bir konsere o fiyatların biçilmesi de, belli bir zümreye "siz konsere gelmeyin kardeşim" demekti. hadi koca yaz tek bu konser olsa, insan ne yapıp eder giderdi, ama müzik festivaliydi, opera festivaliydi, simon bolivar orkestrasıydı derken meblağ kabarıyordu.

bugün öğlendensonra 14.00'dü, akşamki fleming konserine hala biletim yoktu. ama, konser programını öğrendiğim bir haftadan beri içim kıpır kıpırdı. tam 11 parça; richard strauss'un lied'lerinden tutun da, fransız romantikleri, italyan verismocuları veeee dvorak'ın rusalka operasından ünlü ay şarkısı. insan daha ne isterdi.

...

2002'de burcu'nun misafirperverliğiyle paris'te kaldığım 40 günün avare sabahlarından birinde, baktım bastille operası'nda "rusalka" oynuyor; mezzo'dan aşina olduğum ve tarzını çok beğendiğim robert carsen sahneye koymuş, başrolde fleming.

akşamüstü gişeye gittim bilet var mı diye; sormak abesmiş! günler öncesinden tükenmiş. akşam son dakika kuyruğuna girin diye öğüt verdi gişedeki kadın.

başlama saatinden 2 saat önce gittim, fuayede gençlerin olduğu bir kuyruğa girdim. neden sonra aklıma geldi sormak, meğer sadece 24 yaş altı ve öğrencilerin kuyruğuymuş. başımı uzatınca fark ettiğim diğeri bayağı uzundu ve bana bilet kalacak gibi değildi, yine de şansımı denemek için beklemeye başladım.

saat yaklaştıkça biletliler önümüzden geçerek girmeye başladılar. fazlası olanlarsa bizlere doğru biletlerini sallayarak fiyat söylüyorlardı.
endamı yerinde yaşlıca bir hanım bana yaklaştı ve 100 avroluk bileti yarı fiyatına vereceğini söyledi. 50 avro -o zaman için- düşündüğümün çok üstünde bir rakamdı, geri çevirdim; şimdi olsa havada kapardım.
neticede o akşam "rusalka"ya giremedim. ertesi yıl mezzo'da yayınlandı.

...

renée fleming'i bir kere daha "para" yüzünden kaçırmayı içim elvermedi; hem de şehrime kadar gelmişken. hele de 11 parça söyleyecekken. [şimdi barbra streisand olsa parça başına kaç lira düşüyor, nota başına kaç kuruş düşüyor hesaplardı]
biletlerin günler öncesinden bittiğini biliyordum ama -olmayan- şansımı denemek için iksv'ye telefon ettim; bir sıra eklemişler, bilet varmış.
millet neler için borca harca giriyor, kredi alıyor, ben bir konsere mi gidemeyeceğim diyerek kendimi cesaretlendirip gözümü kararttım ve 10. sıradaki bileti aldım!

olacaksa tam streisand hesabı olsun: 11 parçaya ek olarak renée fleming hiç nazlanmadan, sanki programa dahilmiş gibi konser bitiminde dört de bis verdi, etti mi 15 parça. bu akşamdan iki adet gala konser çıkar. bilet ucuza bile mi geldi, nedir!

...

iksv'nin 39. müzik festivali dahilinde düzenlediği "festival özel konseri: renée fleming" gerçekten özel bir konserdi. unutulacak gibi değildi!

borusan istanbul filarmoni orkestrası ve şef sascha goetzel de bu akşam formundaydı. sascha goetzel, gounod'nun "faust valsi"nde zıplamayı ihmal etmedi; hatta, bizlerin artık alışık olduğumuz kıvraklığıyla bir ara (verdi'nin "elena'nın bolero"sunda) fleming'in dikkatini bile çekmeyi başardı.
orkestra özellikle ilk yarıda mascagni'nin "cavalliera rusticana" ve ikinci yarıda puccini'nin "manon lescaut" intermezzolarında beni uçurdu. haçaturyan'ın "adagio"sunu da mükemmel yorumladı.


renée fleming ise; onsuz hiç bir konser düşünemem dediği richard strauss'tan benzersiz "morgen"in de içinde olduğu üç lied'le başladı konsere.
ilk yarıyı massanet'den iki romantik aryayla bitirdi. dün akşam "cezayir'de bir italyan kızı"nda iyice pislenmiş kulaklarımı önce iyice bir temizlemiş oldu. ikinci yarıda cilayı çekti, bislerle de parlattı.

ikinci yarıda ilk olarak, "benim dünya sahnelerinde çıkış aryam" diyerek takdim ettiği, rusalka'dan "ay şarkısı"nı söyledi. muhteşemdi. bir ses bu kadar mı yumuşak olur, ama aynı zamanda bir o kadar da güçlü. hiç arya söylemiyormuş, zorlanmıyormuş gibi; ve sanki gündelik bir iş yapıyormuşcasına alçakgönüllükle.

ardından, "palyaço"nun bestecisi leoncavallo'nun hiç bilmediğim "la boheme" operasından iki hafif arya ve onlara eklenen puccini'nin ünlü "la boheme"inden mimi'nin aryası "donde lieta usci" geldi.
daha sonra cilea'nın "andrea lecouvreur"ünden romantik bir arya ve verdi'den etkileyici, ses oyunlarıyla bezeli, melodik ve kuvvetli "elena'nın bolerosu"yla kapanış.

ama daha bitmedi. önce muhteşem hüzünlü "o babbino caro".
seç deseler, renée fleming'den ne dinlemek istersin, üç tercihim olurdu; fleming üçünü de söyledi bu akşam [şansım dönüyordü galiba]. ilki: rusalka'dan ay şarkısı programdaydı zaten.
diğerleriyse, gianni schicchi'den "o babbino caro" veee bizi evlerimize, kulaklarımızda o muhteşem sesi ve yumuşacık yorumuyla uğurladığı, yine puccini'nin, herhalde her operaseverin gönlünde yeri olan, "vissi d'arte"si.

fleming ikisinin arasına, kendi ülkesinden iki parçayı da sıkıştırmayı ihmal etmedi: gershwin'den "summertime" ve bernstein'den "i feel pretty".
"i feel pretty" akşamın tek "olmasa da olurdu" parçasıydı; "summertime" ise öyle böyle değil, bir içim su gibiydi; kulaklarımızdan kalbimize aktı.

...

renée fleming daha önce konser vermediği bir ülkeye gelmekten pek memnunmuş. alışık olmadığımız şekilde, arya aralarında mikrofonu eline alıp konuştu; istanbul'u da çok etkileyici bulmuş, -aya irini'yi "hall" olarak tanımlayarak- "konser salonu"muzu da pek beğenmiş. [sağolsun bizanslılar, onlar olmasa ne yapardık acaba. nejat eczacıbaşı mı demişti, istanbul festivali'nin en büyük sponsoru bizans diye. ne doğru söz.]

fleming iki cümle ettiğinde bile espritüeldi; "operaların sonunda herkes ölür zaten", "bu denizkızı disney'inkine benzemez" gibilerinden hem yaptığı işi hem vatandaşı olduğu ülkeyi hafif hafif ti'ye alan esprileriyle ne kadar dünya vatandaşı olduğunu gösterdi; zaten konserden 45 dakika önce yanında genç bir kızla elektrikli arabadan inmiş, sade kıyafeti ve sanki oradan geçiyormuş gibi doğal haliyle aya irini'nin yan kapısından kulise girmişti.
evet; yorum, ses, güzellik etkiliyor insanı. ama en çok böyle şeyler etkiliyor. bir dünya starıyken bile doğal, sıradan ve alçakgönüllü olabilmek/kalabilmek.

umarım fleming bu etkilendiği şehre ve konser salonuna (!) yeniden gelir. ama dilerim, bir dahaki sefere bilet fiyatları bu kadar fahiş olmasın...

21 Temmuz 2011 Perşembe

roberto bolle ve arkadaşları istanbul'dalar


“roberto bolle and friends” gala gösterisinin en iyi performansları bizzat roberto bolle’nin dans etmedikleriydi. alkışlardan da belliydi.

adeta, geçen hafta hayata gözlerini yuman roland petit’yi anma gösterisi gibiydi program; 10 yapıttan 3’ü ona aitti, bunlardan ikisinde bolle dans etti.
bolle’ye “carmen”de, petit’nin hayattayken gözdelerinden lucia lacarra, “arlés’lı kız”da ise sabrina brazzo eşlik etti.
üçüncü petit yapıtı “thais”de lacarra bu sefer marlon dino ile dans etti.

arkasından kötü konuşmak gibi olmasın ama, zamanı geçmiş ve bayık yapıtların işini bilir esteti (hakkını vermek lazım, eskimiş bir estetiğin takipçisi de olsa yaptığı işi, yani bale’nin “show business”ini kusursuzca yapıyordu) olarak gördüğüm roland petit’nin kıvılcımdan yoksun, eskimiş yapıtlarından sadece bölümler bile izlemek, 25 derece sıcakta kolay çekilmiyordu.
illa da neoklasik olacaktıysa bari kenneth macmillan’dan bir-iki duo olsaymış.

gecenin yıldızları kimlerdi peki?
daha önce televizyonda başka bir gala gösterisinde izleyip hayran olduğum jiri bubenicek, kardeşi otto ile birlikte dans ettikleri claude brumachon’un “les indomptés”sinde etkileyiciydiler.
jiri’nin koregrafisini yaptığı, kardeşi ve bolle’yle birlikte dans ettikleri “canon in d major” maalesef yaratıcılıktan yoksun, trio olup trio koreografi içermeyen gösterişli ancak etkisiz bir yapıttı.

bubenicek’lerden de mükemmeli, itzik galili’nin muhteşem koreografisinde dans eden alicia amatriain ve jason reilly’di.
bu yaz ve önümüzdeki güz avrupa’nın dans festivallerini işgal eden israilli koreograflardan biri olan itzik galili’nin “mono lisa”sı dinamik, yaratıcı, heyecanlı ve zor bir yapıttı. amatriain ve reilly bu her anı endişe, dikkat ve denge yüklü yapıtı kusursuz yorumladılar. hak ettikleri alkışı da aldılar.

jason reilly’nin sondan bir önceki solodaki performansı da görmelere değerdi. reilly, eric gauthier’in “ballet 101” adlı eğlenceli ve dansçıyı sınayan yapıtında adeta parladı.

john cranko imzalı “romeo ve juliet”te olmasa bile, john neumeier imzalı “kamelyalı kadın” duosundaki performaslarıyla maria eichwald ile marijn rademaker’in de hakkını yememek lazım. biraz fazla çoşkulu (ve bu çoşkunun getirdiği kontrolsüzlükle) yorumlamış bile olsalar, bu zor pas de deux’ün altından başarıyla kalktılar.

...

bir klasik balenin bütününe katlanmak zorunda kalmadan roberto bolle’yi sahnede canlı izlemek, her ne kadar onun bölümleri pek etkileyici olmasa da, unutamayacağım anılarım arasına yazıldı. daha gösterinin ilk yapıtında bolle gömleğini çıkarıp da üstü çıplak dans etmeye başlayınca açıkhava’daki hanımların hayranlık nidalarıyla karışık iç geçirmelerine tanık olmaksa pek keyifliydi; itiraf etmelim ki, bolle’yi üstü çıplak seyretmek de!

akşamın “distingue” erotizmi ilk yapıtla sınırlı kalmadı; bubenicek kardeşler ve ardından reilly de üstsüz dans ederek açıkhava’daki hanımefendiler ve beyefendilere hoş ve heyecanlı bir göz ziyafeti çekmiş oldular.

neticede; eski yıllarda bale ve dans seyretmeye alıştığımız açıkhava tiyatrosu’nda böyle büyük bir bale organizasyonu izlemek, ilerisi için umut verdi; iksv’nin program direktörleri de umarım, bir zamanlar dans gösterileri için sık sık kullandıkları bu mekanı yeniden hatırlarlar.

...

dün akşam açıkhava’daki seyirci son zamanların genel tablosunun üzerindeydi. zaten etrafı rahatsız etmek onlara düş(e)medi, zira maçka parkının içinden gelen sirtaki ve rembetiko sesleri gösterinin neredeyse tamamı boyunca sahnedeki müziği bastırdı.

gösteri başlamadan önceki “hal ve gidiş”lerinden gürültü etme, sıkılma, konuşma, cep telefonu açma potansiyeline sahip dansseverlerimiz bile açıkhava’yı istila eden bu dış müzikten tırsmış, “olmaz ama ayıp!”, “bu kadar da olur mu!” gibilerinden yüksek sesli yorumlarla hayretlerini bildirmekle meşgul oldular.

açıkhava’nın önhalkasını dolduran zorlu center’ın, baloya gider gibi şatafatlı ve açıkhava için fazlca abartılı gece kıyafetleriyle arz-ı endam etmiş misafirleriyse, arasız 105 dakika süren gösterinin sonuna kadar kalma gereği duymayıp, ilk bir saatten sonra başlayan sessiz bir sözleşmeyle, merdivenleri işgal ettiler.
anlaşılan, zincirlikuyu’daki zorlu center’ın bünyesinde inşa edilen gösteri salonunda sık sık karşılaşacağız kendileriyle. yeter ki bilet fiyatları had safhada fahiş olmasın, “ulaşılabilir” olsun.

...

roberto bolle ve arkadaşları bu akşam ikinci kere açıkhava'da olacaklar.
pırıltılı protokolün olmayacağı kesin. umarım maçka parkının rembetikocusu da grevdedir.
daha sakin bir ortamda bolle ve diğerlerinin keyfi çıkarılabilir...

20 Temmuz 2011 Çarşamba

paul simon istanbul'daydı



henri proust’un 1930’ların sonunda hazırladığı planda sınırlarını tanımladığı istanbul’un 2 numaralı parkı zaman içinde hilton oteliydi, sheraton’du, küçükçiftlik parkıydı, g-mall’du, katlı otoparktı ve bir sürü gece kulüpleriyle orasından burasından tecavüze uğramamış olsaydı, belki biz de dün akşam “concert in the park” tadında bir konsere tanık olabilirdik. ama hayır, bizim payımıza düşen, sadece sesi ve gitarıyla “the sound of silence”ı söyleyen paul simon’a, maçka parkının içinden gelen gümbür gümbür, boğuk -müzik demeye dilim varmayacak- gürültülerin eşlik ettiği bir konserdi. simon’un her slow parçasında bu atmosfer tekrarlandı. ama ne gam, paul simon ona hayran olduğum 20 yıl öncesinin “concert in the park” konserindeki kadar iyiydi; belki o kadar hareketli değildi, sesi de o kadar genç değildi, ama yorumu ve sesinin o yumuşak tonu hala yerindeydi. Kot pantalonu, siyah tişörtü, önü açık gömleği, şapkası ve ikide bir değişen gitarlarıyla işte bir efsaneyi daha canlı izliyorduk.

“hello my friends” diyerek selamladığı, açıkhava’yı tıklım tıklım doldurmuş bizlerle iki saatlik konseri sırasında pek iletişim kurmadı. bu gecikmiş buluşmada canlı olarak dinleme özlemini çektiğimiz neredeyse bütün hitlerini söyledi; “the boy in the bubble” ile başlayıp “the obvious child”, “50 ways to leave your lover”, “stil crazy after all these years”, “the sound of silence”, “diamonds on the soles of her shoes”, “hearts and bones”, “graceland” ve daha bir sürüsünden sonra, sondan bir önce açıkhava’da herkesi ayağa kaldırıp oynatan “you can call me all”, ve son olarak ta bütün açıkhava’nın koroya dönüştüğü “the boxer”…

aklımda tıfıl dustin hoffmann’ın kapı aralığında, feleğin çemberinden geçmiş anne bancroft’un bacaklarına bakarak “you are trying to seduce me mrs. robinson, aren't you“ dediği sahne ve kulaklarımda simon & garfunkel’den “sound of silence”, saat 23:11 sıcaklık 23 derece, eve yürürken mutluydum sanırım.

üniversite yıllarında burcu ile defalarca dinlediğimiz, öğrenci yarışmaları çizerken bize bıkmadan eşlik etmiş olan “paul simon’s concert in the park” albümünü koydum eve varınca; alçak sesle biraz dinledim; uykumda julia ile okulun bahçesinde ıslık çalıyorduk…

16 Temmuz 2011 Cumartesi

suyun kadınları bu akşam bizleri birleştireceğine ayırdı!


bu akşam açıkhava'da hiç olmasaydım keşke!
bir sanat etkinliği izlemeye gelmiş insanlardık hepimiz, değil mi? hem de sanatların en evrenseli olanını; müziği.
sözlerini anlamadan vurulduğumuz binlerce melodi var, değil mi? örneğin, tam da bu akşam açıkhava'da sahneye çıkan buika'ya, şarkılarının sözlerini anlayıp da mı vurulduk yoksa melodisi, buika'nın sesi, yorumu mu çarptı bizi ilk önce?
başka bir sürü müzik parçası için de bu geçerli değil mi? müzik ülkelerüstü, coğrafyalarüstü, kültürlerüstü, dillerüstü, insanlarüstü değil mi?

bu akşamki açıkhava kalabalığının esas nedeni buika'daydı hiç kuşkusuz.
buika için oraya gelenler buika'nın cinsel seçiminden haberdarlar mı? bilseler yine bağırlarına basarlar mı? bu akşamdan sonra şüpheliyim.

buika'nın istanbul'daki son konserinde başını, kalbini, göğsünü, kalçasını, kollarını, cinsel organını, vücudunun her yerini elleyerek "freedom here, here, here, here" derken; akıla, kalbe, vicdana, tutkuya, şehvete özgürlük derken alkışlayanlar kimlerdi?
aynı insanlar nasıl bu akşam aynur'a o çirkinliği yapabildiler? biz oraya müzik dinlemeye gelmedik mi? siz oraya müzik dinlemeye gitmediniz mi? aynur'u sahneden kovduktan sonra nasıl buika'yı alkışlayabildiniz? sahneye çıkan diğer sanatçıları alkışlayabildiniz; nasıl, hiç bir şey olmamış gibi glykeria'nın çiftetellisiyle el çırpıp göbek atabildiniz? bu mu müzikseverlik? bu mu insanlık? israilli diye rita'yı da kovsaydık bari!

beni en çok dehşete düşüren şey, aynur'a yapılanların, sırf bunları yapmak için oraya gelmiş "tanımlı, organize" bir grup tarafından yapılmamış olmasıydı.
öyle olsaydı, ha işte yine birileri provoke ediyor, bunu onlar hep yaparlar zaten, her toplumda da belli bir yüzdede vardırlar deyip geçebilirdik.
bu akşam aynur'u yuhalayan sesler açıkhava'nın dört bir yanından geldi. laf atmalar, bağırmalar her yerden yükseldi. içimizdeydiler. bizlerdendi onlar.
en korkuncu da, öyle sahneye yastık atılmış olması falan değil, insanların akın akın açıkhava'yı terk etmeye başlamasıydı! bu akşam açıkhava'da yaşadığımız çok net bir "sıradan faşizm" örneğiydi.
insanı en çok üzen tarafı da bu!

...

hoşgörü. atalarımızdan bize kalan miras. osmanlı imparatorluğuyla övünme sebebimiz.
hoşgörü alt-üst ilişkisi gerektirir; bir üst olmalı ki, alttakini veya "ötekini" hoşgörsün. eşitler arasındaysa hoşgörü olmaz; hoşgörüye gerek kalmaz.

hoşgörülü olmakla övünen bu toprakların geçmisinde, hele de son 100 yılında nice hoşgörüsüzlükler gömülü.
listeye bir yenisini bu akşam eklemiş olduk. ne mutlu bize!