29 Mart 2019 Cuma

bu bir DAĞ hikayesi: ÇAK'tan "SAR"

foto: engin iriz

mihran tomasyan zemini kaplayan beyaz kağıt şeritleri bantla birbirlerine tutturduktan sonra, üzerlerine birazdan seyredeceğimizin "bir dağ hikayesi" olduğunu yazdığında, aklıma ilk ararat/ağrı geldi. keşke yazmasaydı diye geçti içimden. meğer onlar da, yani mihran tomasyan ile saro usta, yani bu gösterinin yaratıcıları, çok tartışmışlar, yazsak mı yazmasak mı diye, en sonunda bu gösterinin onlar için çıkış noktası ve anlamı dağ olduğu için yazmaya karar vermişler. neyse ki seyredenleri çok bağlamamış o yazı; sınava hazırlanan bir öğrencinin kağıtların yırtılıyor olmasına odaklandığı gibi, işin bütününü küresel ısınmaya ağıt şeklinde yorumlayan da olmuş, benim seyrettiğim akşam "dağ" kelimesini fark etmediği için, gösteriyi bütünüyle hayvanlar üzerine bir mesel olarak okuyan da vardı.
ancak az çok herkesin üzerinde uzlaştığı, sahnedeki kağıttan dağın ve kağıdın sonrasındaki durumlarının insanın hayatındaki yükleri, bagajı olduğuydu. zaten "dağ"ın bu coğrafyadaki anlamlarından biri dert, yük değil mi. boşuna "derdim var dağlar gibi" demiyor sadettin kaynak.
ben o bembeyaz kağıt yüzeyin dönüştüğü dağı ararat/ağrı dağı'na yordum ya, o bembeyaz kağıt yüzeyini de bu coğrafyanın yerlilerine. tabii sonrasında dağın/kağıdın ısrarla sıkıştırılması, üzerine bastırılması ve paramparça olması "büyük felaket"i çağrıştırdı bana. tarümar olmuş kağıtlardan bir parçanın kuş misali yükselip uçmaya başlaması, herkes gibi bana da umut verdi. benim için hrant dink'ti o küçük buruşuk beyaz kağıt parçası. kuşlar ikilendiğinde, tamam dedim, hrant rakel'iyle karşılaştı, buluştu. iki kağıt parçası bir süre cilveleşti, oynaştı. ve sonra, malum, güvercin tedirginliğiyle titredi o kağıt ve yitti. siyah kocaman naylon bir poşet bütün o darmadağın olmuş buruşuk kağıtları içine aldı, zorla sokularak, sıkıştırılarak, bastırılarak. o siyah poşetin içinde ermeniler de vardı benim için, 5-6 eylül olayları da, uğur mumcu da, onat kutlar da, abdi ipekçi de. biçimsel olarak sanki miyazaki'nin bir animasyonundan kaçmış havada kontrolsüzce uçuşan, sonra da bütün iyilikleri yedikten sonra patlayacakmış gibi şişip zemine oturan, tarihsel olaraksa 100 yılı aşkın zamandır bu coğrafyada hüküm süren kötülük imgesi o siyah poşet neyse ki, yine mihran tomasyan tarafından gözlerimizin içine baka baka (mihran'ın gözlerinin o anda bizlerle iletişim kuran bakışını sanırım uzun süre unutamayacağım) her bir yerinden küçük yırtıklarla parçalandı. o yırtıkların birinden yine küçük bir beyaz kağıt çıktı. o kağıt yine umut oldu, mendil oldu, hep birlikte çekilen halayın imgesine dönüştü. keşke o son umut dolu "kalabalık" dans sahnesi eğlenceli bir halayla değil de, vakur bir folklor ile betimlenseydi. halay bence o kadar acıyı, yükü, derdi, uğraşı, didinmeyi çok hafifletti.

yalın ve tek malzeme olarak kağıt, kağıdın peyzajı, kağıdın sesi (konsept ve uygulama: mihran tomasyan & saro usta), her bir sekansı ayrı ayrı tanımlayan ve hiç biri bir önceki spotu kullanmayan, atmosferik -ve son yıllarda türkiye'de izlediğim en şahane- ışık tasarımı (cem yılmazer), canlı yapılan seslerden ve kayıtlı müziklerin karşımından oluşan ses dünyası (saro usta) ve bütünüyle doğaçlamadan oluşan hareket tasarımı (mihran tomasyan).
çıplak ayaklar kumpanyası'nın "sar"ı her anlamda tatmin edici, etkileyici, sarsıcı!
denk geldiğinizde kaçırmayın.

17 Mart 2019 Pazar

parajanov 30 yıl sonra tekrar istanbul'daydı



sergiler söz konusu olduğunda oldukça kurak ve heyecansız bir coğrafyaya sahip şehrimizden çok özel bir sergi geçti, bugün son günüydü. açıldığı ilk günden itibaren heyecanlanmış olmama rağmen, tipik bir "sergiler-söz-konusu-olduğunda-son-dakikacı" olarak sergiyi bugün, son gününde gezebildim.

sergi özeldi, çünkü çok özel bir sanatçı hakkındaydı: ermeni asıllı gürcü sinema yönetmeni sergey parajanov. sergi özeldi, çünkü çok özel bir sinema yönetmeninin, onu tanıdığımız filmlerinin dışındaki sanat üretimini kapsıyordu. tabii, genelde sanat özelde parajanov söz konusu olunca, yaratıcılık ayrı ayrı dünyaları kapsamaz, bir bütündür, ama parajanov gibi yaratıcılığını farklı mecralarda çoğaltan çok az sanatçı olsa gerek. tabii, parajanov özelinde bu bir gereklilik olmuş, çünkü 5 yıl kadar hapiste kalmış, 15 yıl da sinema yapması yasaklanmış.

parajanov çok sevdiğim yönetmenlerden biridir. bloguma onun hakkında kapsamlı bir yazı yazmıştım. merak edenler tıklayabilirler.

sergi şahane ötesiydi. içeriği kadar sergileme biçimi de çok iyiydi. tasarımı bülent erkmen'e aitti. erkmen, her biri küçük boyutlu işler olan parajanov'un yapıtlarına adeta birer ikona gibi davranmış; her biri kendi çerçevesine ve ışıklandırmasına sahipti. erkmen ayrıca bunların arasına küçük ekranlar yerleştirip parajanov filmlerinden, tekrar eden çok kısa sahneler seyrettiriyor bizlere; parajanov'un filmleri zaten hareketli tablolar gibidir; erkmen de böylece onların hareketli tablo olma durumlarını vurgulamış.

parajanov'un plastik sanat işlerinden oluşan dünyası aynı filmleri gibi; çok katmanlı, istifli, çok renkli, çok dokulu. her birine dokunmak, onlarla görselliğin ötesine geçen fiziksel, dokunsal bir ilişki kurmak istiyorsunuz. büyük, küçük, küçücük herhangi bir işinin önünde dakikalar geçiriyorsunuz; o kadar çok detayı, ayrıntısı var ki.

nasıl zengin, nasıl duygulu, nasıl heyecanlı, nasıl çocuksu, nasıl hayat dolu bir adammış parajanov. çok da üretken, bütün büyük sanatçıların olduğu gibi. belli ki içine sığmamış, içinden taşmış.




pera müzesi çok özel ve oldukça kapsamlı bir sergi hazırlamış biz istanbullulara. bir katın yarısında parajanov'un -küçük boyutlu- işleri sergileniyor; sanatının her aşamasından bolca örnekler var ve sandalyelerden kolajlara, kostümlerinden karakalem çizimlere geniş bir yelpazede.



o katın diğer yarısı parajanov'un hayatını anlatan panolara ayrılmış, ki o kısım da çok etkili çünkü görseller diğer taraftaki gibi küçük ve çok değil, büyük boyutlu ve az-öz fotoğraflardan oluşuyor. ikinci katta ise sarkis'in parajanov'a adeta hommage niteliğindeki yerleştirmesi ve parajanov'dan esinlendiği işleri var.

ayrıca iki ay süren müthiş kapsamlı sinema programı hem bir parajanov retrospektifi niteliğindeydi, hem de hakkındaki belgeselleri içeriyordu.
ben bugün o programın son gösteriminde "parajanov: bir ağıt" adlı 1994 tarihli belgeseli izledim. parajanov'la yapılmış son görüntülü söyleşiyi içeriyordu; münih film festivaline konuk olduğu 1989 yılından.
parajanov istanbul film festivali'ne de 1989 gelmiş ve "aşık garip" filmiyle özel ödül almıştı. sergide o günlerden ara güler'li fotoğraflar ve parajanov'un istanbul çizimleri de var.

pera müzesi'nde bu sergiyi düşünen, gerçekleşmesini sağlayan ve emeği geçen herkese yürekten teşekkür ediyorum.

16 Mart 2019 Cumartesi

fc bergman'dan "300 el x 50 el x 30 el"




fotoğraflar: mehmet kerem özel, 2-3 mart 2019, stadsshouwburg utrecht

hani noel zamanı hıristiyan kentlerinde meydanlara, vitrinlere, ama mutlaka bütün kiliselere isa’nın barakamsı bir ahırda doğumunu anlatan, ahırın seyirci tarafındaki yüzünün kaldırıldığı, böylece içerisinin görülebildiği, ama sadece barakanın içinin değil, çevresindeki dış mekanın da betimlendiği ve kaynağını incil'den alan bir sürü insan ve hayvan figürünün bulunduğu maketler yerleştirilir ya, işte perde kalktığında karşımıza çıkan sahne görseli, ona çok benziyor. tek bir farkla; bir sürü baraka var ve barakaların kapalı yüzeyleri bizim tarafa bakıyor. barakaların bize bakmayan tek yüzlerinin kaldırılmış olduğunu, zeminde dekorun çeperi boyunca döşenmiş ray hattında ilerlemeye başlayan üç kişilik (ama tek kameralı) ekibinin canlı çekimlerinin sahne üzerindeki beyazperdeye yansıtılmasıyla anlıyoruz. kamera ekibi oyun sürecinde ray boyunca belli bir hızla, bazen hızlanarak, bazen durarak ilerleyecek ve kaydettiği canlı görüntüleri bizler perdeden seyredeceğiz. kameranın bir mikro insan topluluğu etrafında dönüyor olma hali, her seferinde barakaların içlerindeki hayatlarda değişimleri, gelişimleri takip ediyor olmak, insan hayatının bitmez tükenmez bir döngüden oluştuğu izlenimini yaratıyor bende.

barakaların içlerinde yaşayanlar var; kamera her bir dönüşünde onların neler yaptıklarını, hangi durumda olduklarını görüyoruz. barakaların içlerinde gerçekleşenleri düşününce, yedi ölümcül günah atfını fark etmedem olamıyorum. bir barakada önüne gelen her şeyi, hatta sandalyeyi bile yiyen obur bir kadın, diğerinde kıskançlığından ve bakireliğini korumak için olsa gerek kız öğrencisini piyanonun başından kaldırmayan, kendisi kızkurusuna dönüşmüş bir kadın, başka bir barakada şehveti çeşitli şekillerde arayan ve sonunda bulan bir çift, başka birinde öfke ve sırf eğlenceden aralarındaki en zayıf gençle ölümüne oyunlar oynayan üç erkek, bir başkasında nedensiz yere kafesteki güvercini durmadan farklı şekillerde öldüren kibirli oğlan çocuğu, altı barakanın tanımladığı "köy"ün diyelim ekseninde ise en önde, önündeki suya olta atmış ve bütün oyun boyunca neredeyse hiç bir şey yapmadan duran tembel balıkçı.




barakaların birindeki genç adam bir köy maketiyle oynuyor; o köy maketi, biz seyircilerin seyrettiğimiz köy ile aynı. acaba tek bir insan"oğlu"nun yaşamındaki devreleri mi betimliyor  barakaların içindeki durumlar diye düşünüyorum. aynı adamın yaşlılığı, çocukluğu (kızkardeşi, annesi ve babasıyla birlikte), gençliği (beraber eğlendiği, onunla eğlenen erkek arkadaşlarıyla birlikte), evlendikten sonraki şehvet düşkünü yetişkin hali (eşiyle birlikte), ve evlenmeden önce köyün maketiyle zaman geçirip genç bir kıza (piyano çalan) aşık olduğu, duvarına asılı dünya haritasını bürüp kolunun altına aldığı bavuluyla ve kızla birlikte köyü terk etmeye yeltendiği, çalıların arasında adem ile havva gibi sevişmeye çalışıp, yılanların öcüyle ne sevişmeyi ne köyden kaçmayı beceren, köyün diğer sakinleri tarafından barakasına hapsedilince de intihar ettiği yaştaykenki hali. insan"oğlu"nun kendinden, iyi-kötü özelliklerinden ama en çok da kendi yarattığı, kendi seçimleriyle yarattığı dünyadan kaçamadığını seyrediyoruz sanki sahnede.

biçimsel olarak sahnenin çember düzeni ve çemberin her yönde çeperine dönük anlatım, içerik olaraksa ölümcül günahlar aklıma hieronymus bosch'un o şahane yedi ölümcül günah tablosunu getiriyor.
her bir barakanın duvarında ve çoğu karakterin üzerinde haçlı aksesuarların olması, bir sahnede balıkçının takılan oltasını çektiğinde sudan ölü bir koyunun çıkması ve her yerinden sular akan bu koyunun bir iple sahne tavanına çekilmesi oyunun hıristiyanlık mitleriyle ilgili olabileceğinin diğer ipuçları.
ve tabii müzikler: oyunun ortalarında bir yerde içinde "salvation" kelimesi geçen ve gospel tarzında bir şarkı çalıyor bantta. son 10 dakikada ise nina simone'nun ünlü "the sinnerman" şarkısının tamamı. simone'nun bu şarkısını "the thomas crown affair" filminden çok iyi hatırlıyorum, ama sözlerine hiç dikkat etmemişim. hele de hakkında araştırma yapınca bu şarkının da diğeri gibi bir gospel olduğunu ve hikayesinin tevrat ve incil'den alındığını öğreniyorum. oyunun "the sinnerman" sekansı o kadar güçlü ki, nina simone'un şarkısı benim için bundan sonra bu yapımla özdeşleşecek.

oyun sonrasında bosch'un tablosuna da tekrar baktım ve yedi günahlı diskin ortasında su içindeki isa'yı fark ettim. önceden çok iyi bildiğimi zannettiğim tablonun, günahlara odaklanmaktan daha önce dikkatimi çekmemiş, bir detayı. değil mi ki sahnenin eksenindeki sudan koyun çıktı, hıristiyanlık düşüncesinde isa koyun ile özdeştir, oyunun bosch'tan aldığı düşündüğüm görsel referans benim açımdan iyice güçlendi.

peki neden bu ipuçlarını bulmaya çalışıyorum? çünkü oyunun adı "300 el x 50 el x 30 el" bana hiç bir şey ifade etmiyor. öncesinde oyun hakkında okumuş değilim, merak ettiğim oyunlar hakkında onları seyretmeden okumalar yapmamayı tercih ederim. tiyatroya geldiğimde seyircilere oyunun künyesini ve kısa içeriğini anlatan broşür de verilmedi. dolayısıyla sahnede gördüklerimi anlamaya, onları kendi birikimimle anlamlandırmaya çalışıyorum.
sonradan topluluğun sitesini ve ingiltere turnesi sonrasında ingiliz basınında çıkan eleştiri yazılarını okuyunca "300 el x 50 el x 30 el"in nuh'un gemisinin ölçüleri olduğunu ve sahnedeki köy halkının yaklaşan bir tufanı beklediklerini öğreniyorum. evet, oyunun bir kaç sahnesinde bir kayık kullanıldı. ayrıca, oyunda müthiş bir gürültünün hakim olduğu, çam ağaçlarının ters döndüğü, gökten toprak yağdığı sahneler de vardı. ama ben ne kayığı ne de o felaket anlatımlarını tufan'a yormuştum.
hieronymus bosch'un lafı ise okuduğum hiç bir yazıda geçmiyor.




belçikalı kolektif topluluk fc bergman 60 dakikalık bir başyapıt yaratmış bence. diğer bir çok gösteri sanatları işini andırdığı tarafları olsa da, "300 el x 50 el x 30 el"in duygu olarak daha önce seyrettiğim hiç bir sahne yapıtına benzemiyor.
mesela, oyun çok bariz bir hikaye anlatıyor ama metni yok, yani hiç söz kullanılmıyor. aşırı gerçekçi sahne tasarımının zıt kutbu olarak canlı video görüntülerinin yarattığı yabancılaşma (sadece görüntünün beyazperdeden yansıtılması değil; video ekibinin hızlanması, yavaşlaması bazen seyircileri bazen kendilerini çekmeleri, sulu bir sahnede bir bezle kameranın objektifini silmelerinin görüntüye yansıtılması gibi "düşünülmüş" bir çok yadırgatma efektinin de olması) da bu yapıma özgül niteliklerden bir diğeri.

"300 el x 50 el x 30 el" fc bergman'ın avrupa'da tanınmasını sağlayan 2011 tarihli bir yapım. belçika ve hollanda dışında berlin, londra, atina, ruhrtriennale, madrid, viyana, montpellier ve marsilya oyunun turne yapmış olduğu şehirlerden bir kaçı. fc bergman 2015 tarihli "the land of nod" adı işiyle ise avignon'a, paris'e, zürih'e davet edilmiş.
ben son işleri "JR"ı geçen yıl haziran'da holland festival'deki dünya prömiyerinde seyredip, onlara hayran olmuş (izlenimlerimi merak edenler tıklayabilirler), ertesi gün başka hangi işlerini seyredebilirim diye araştırıp "300 el x 50 el x 30 el"i bu yılın mart'ında utrecht'te sahneleyeceklerini öğrenmiş ve hemen biletlerimi almıştım.
topluluk "JR"ı 2018 haziran'ındaki amsterdam gösterimlerinden sonra ilk defa nisan sonunda paris'te sahneleyecek. 2019'un güz ve 2020'nin bahar aylarında ise "JR" belçika ve hollanda'nın çeşitli şehirlerinde geniş kapsamlı bir turneye çıkacak. tiyatro sanatı meraklılarına, ne yapıp edip "JR"ı bir şehirde yakalamalarını hararetle öneririm, "300 el x 50 el x 30 el" de tekrar sahnelenirse tabii ki onu da!

11 Mart 2019 Pazartesi

istanbul'da iki unutulmaz dans akşamı

özlem alkış

geçtiğimiz hafta cuma cumartesi (8-9 mart) mimar sinan güzel sanatlar üniversitesi bomonti kampüsündeki çağdaş dans ana sanat dalı şebnem selışık aksam sahnesi'nde birbirinden iyi çağdaş dans işleri seyrettim, daha önce işini seyretmemiş olduğum bir çok kadın koreografı tanıdım.

cuma, 8 mart dünya emekçi kadınlar gününde tuğçe tuna'nın kuratörlüğünde "kadın hareketi" serisinin üçüncüsü sergilendi. 
programın ilk yarısında msgsü çağdaş dans ana sanat dalı birinci ve ikinci sınıf öğrencilerinden ilayda evgin, dilan onay ve alara keskin, kendilerinin dans ettiği birer kısa işi sundular. üçü iş de ileriye dönük vaatkardı. ilayda evgin'in "fikr-i ani"si içerdiği clown enerjisiyle, dilan onay'ın defne uluer ile dans ettiği "bunu ben de yaparım" mizahıyla, alara keskin'in "zarik"i obje kullanımı, hüznü ve kavramsal yaklaşımıyla övgüyü hak ettiler.
programın ikinci yarısı gaby agis'in 1984 tarihli "shouting out loud" adlı işinin türkiyeli kadın dansçılarla yeniden sahnelenmesinden oluşuyordu. 13 dansçıdan oluşan kadronun yarısı bir nevi "all stars band" idi. yapıt, adının aksine bağırış çığrışları dışarıya doğru yükselerek değil içeri doğru derinleşerek gerçekleştirdi. "shouting out loud" içe dönük, meditatif, adeta şifalı, arındıran, sakin bir işti.

9 mart cumartesi akşamı özlem alkış iki işiyle, “reverbs” ve “dust devil” ile, mekandaydı. goethe enstitüsü destekli gösteri, etkinlik olarak facebook’a düştüğünde alkış’ı tanımıyordum, ama çağdaş dans takipçisi biri olarak merak ettiğimden hemen rezervasyon yaptırmıştım. iyi ki de hızlı davranmışım, ilk iş olan “reverbs”ün seyirci kapasitesi sınırlıymış meğer, sonradan rezervasyon talep eden bir çok kişinin geri çevrildiğini duydum.

"reverbs"de sahneye iç içe ama kaydırmalı ve boşluklu iki halka şeklinde seyirci koltukları yerleştirilmişti. üç dansçı belli bir ritimle ve arka arkaya dizili halde yürümeye başladılar. seyirci koltuklarından oluşan iki halka parçalı, boşluklu ve birbirine göre kaydırmalı olduğu için dansçılar bir grup seyircinin arkasından geçerken, diğerinin önünden geçiyorlardı; en dıştan geçtikleri hallerde ise iki halkanın da arkasından..
iş ilerledikçe dansçıların hareketleri sadece yürümekle kalmadı, yürünen yönler değişti, ritmin hızı değişti, vurgusu değişti, kol hareketleri eklendi, ve yapıt grup üyelerinin birbirlerinden ayrılışı, ikili biraraya gelişler, her birinin tekil devinimleri, tekrar birleşmeler, üçünün birarada kendi içine kapanması, hareketleri küçültmeler, büyültmeler, ritmi bozmalar, tekrar toplamalar halinde devam etti.

dansta mekan-beden ilişkisi üzerine çokça yazılır, çizilir, her yeni yapıtla birlikte sahnede tekrar tekrar uygulanır, sorgulanır. ama, literatürde (yere-özgü işler hariç) mekan ile dansçı bedeninin seyirciyi de içine alacak, kapsayacak şekilde birarada kurgulandığı örnekler sanırım çok fazla değil, bunlardan başarılı olanları ise iyice az. "revebs" işte o ender karşımıza çıkan başarılı örneklerden biriydi. 
dansçılar seyircilerin arasında, sadece onlara kah yaklaşarak kah uzaklaşarak hareket etmediler, seyirciyi gerek bedenlerinin devinimi gerekse de bazı sekanslarda kollarının devinimi sayesinde oluşan rüzgara da birebir maruz bıraktılar. 
özlem alkış seyircilerin dansçılar ile aynı sahneyi paylaşma deneyiminin altını başka yollarla da çizdi: örneğin dansçıların yapıt boyunca zemine farklı vurgu ve güçte bastıkları ayaklarının sadece sesini değil, zemin yoluyla titreşimini de hissetmek bir seyirci olarak beni çok heyecanlandırdı.

yapıtın ilerleyen sekanslarında, rüzgar ve zemin dışında seyirciyi, etrafında varolan mekana dahil eden başka bir etmen daha katıldı: ses.
dansçılar yavaş bir hızda hareket halindeyken ellerinde yatay olarak tuttukları upuzun boruların; bir ucunda ağızlarıyla yaptıkları (damak şıkırtısına benzeyen) sesleri, seyircilerin enselerine/kulaklarına çok yakın geçirdikleri diğer ucundan çıkarttılar. dansçıların; ayak seslerinin konumu ile ağız seslerinin konumlarının farklılığı sayesinde mekanın genelinde yarattıkları ses peyzajı seyircinin mekanın hem üç boyutluluğunu fark etmesini hem de zaman faktörünün de katılımıyla dört boyutta kaybolmasını sağladı. benzer bir durum  bütün ışıkların söndürüldüğü ilerleyen bir sekansta, zifiri karanlıkta da deneyimlendirildi seyirciye.

50 dakikalık "reverbs" bir seyirci olarak benim için müthiş bir deneyim olmasının yanısıra akşamın ikinci yarısı için de beklenti çıtamı yükseltti. ne mutlu ki, özlem alkış'tan seyrettiğim -aslında "deneyimlediğim" demem daha isabetli olacak- ikinci iş "dust devil" de hayalkırıklığına uğratmadı beni, tam tersi, ona hayranlığımı pekiştirdi.

bu sefer bildik icracı-seyirci ilişkisi vardı sahnede, ama yine seyirci olarak daha önce ender rastlamadığım, sıradışı deneyimler yaşadım. 
çok basit fikirlerden inanılmaz etkili sonuçlar almak konusunda özlem alkış çok başarılı. mesela; üç kadın dansçının ağızlarını sonuna kadar açarak dakikalarca durması, bu süreçte nefes almaları gerektiğinde çıkan olağandışı ses. sonra, yavaş yavaş bu fikirle oynamak, devinimi katmak, bedenlerin kıvrımlarıyla, duruşlarıyla anlamlar yaratmak, çoğaltmak.
sonra başka bir fikir: zifiri karanlıkta dansçıların -muhtemelen yere serili dans muşambasını adeta tırmalayarak- çıkardıkları olağandışı sesi dinlemek, ürpermek.

"dust devil" ne anlatıyordu bilmiyorum, program broşürünü okumadım. üç kişi olması, üçünün de kadın olması, baştaki açık ağız sekansı, yapıt boyunca özellikle ağzın kullanılmasıyla yaratılan garip ve alışılmadık seslerden oluşan atmosfer, dansçıların vantuz gibi ağızlarıyla birbirilerine yapışıp yapışıp emmeleri, ilerleyen sahnelerde un gibi beyaz toz olan bir malzemenin yine ağza alınarak kullanıldığı çeşitli durumlar, genel olarak yapıt boyunca üç dansçının ayrıksı ve tekinsiz, ama bir o kadar da kendi sıradışılıklarından memnun ve onunla şımarıkça "oynayan" kibirli halleri, bana macbeth'in cadılarını çağrıştırdı. 

özlem alkış'ın "reverbs" ve "dust devil"den oluşan iki yapıtlı akşamı, bana göre istanbul'da oldukça sakin geçen 2018/19 dans sezonunun -bitmemiş olsa da şimdiden- en etkileyici gösterisiydi. alkış'la istanbullu seyircinin buluşmasına katkıda bulunan herkese yürekten teşekkürler.

9 Mart 2019 Cumartesi

altıdan sonra tiyatro'dan "nihayet makamı"

[bu yazı oyun hakkında "spoiler" içermiyor.]

tüller arkasında bir mekan. terk edilmiş, uzun zamandır ayak basılmamış, harap olmuş eşyalarla bir mekan. uzun zamandır ayak basılmamış ama kağıtları soyulmuş duvarları, yırtılmış muşambasının altından gözüken ahşap zemini, pencere pervazı, şömine ağzı, gramofonun hunisi, plağın kırık ucu, koltuğun yırtıkları mekanın geçmişini, hafızasını, anılarını barındırıyor hala. işte oralardan, o kırıklardan yırtıklardan aralıklardan iki kadın canlanıyor, mekana sızıyorlar. biri şair, diğeri şairin beslemesi, bestecisi. işgal yıllarının istanbul'una gidiyoruz, ama sadece o zamana değil, öncesine, çok öncesine ve çok sonrasına da. bütün zamanlar o mekanda yaşıyorlar..

yüzyıl dönümünde kadın şairin edebiyat dünyasında varolma savaşı, aşkları, şairin yaşadığı imparatorluğun ayakta kalma savaşı, köşkteki beslemenin şaire hayranlığı, tutkusu, hayatta varolma savaşı, beslemenin yeni bir ülke için savaşı..
eğitimli şairin bütün zorluklara rağmen sanatını icra edebilmesi, okuma-yazma bilmeyen beslemenin ise sanatını dışarıya vuramaması, içindeki yaratma güdüsünü yaşayamaması, içinde kopan fırtınalar, kalbinde, zihninde..

hüzün..

hüzün sahnede bu kadar güzel, bu kadar yoğun ve bir o kadar ince anlatılabilirdi.. sahnenin her bir unsuruyla; metni, mizanseni, oyuncuları, müziği, dekoru ve kostümüyle..
burçak çöllü'nün metninin ve mizanseninin hikayede ve protagonistlerin duygularında çizdiği kıvrımlar ayrı bir damıtılmış, yine burçak çöllü'nün bestelerinin atmosfer kuran tınıları ayrı bir duyarlı, gülhan kadim ve hele de ayşegül uraz'ın oyunculukları ayrı bir nüanslı.. dekor ve kostümler katmanları, renkleri ve dokularıyla ne kadar bütünü destekliyorsa, canlı icra edilen müzik de (sazende: burçak çöllü, hanende: benim seyrettiğim akşamda ayşegül aykaç) o kadar etkili..

"nihayet makamı"nı seyretmek bir kadeh yıllanmış kırmızı şarap içmek, bir şölene tanık olmak gibi.. pek eğlenceli bir şölen değil, ara ara gülümsetse de hüznü kesif, tadı buruk.. "mona lisa"nın dudakları gibi..


hamiş:
8 mart dünya emekçi kadınlar gününde seyrettiğim "nihayet makamı"ndan eve dönünce, bu kadar özel bir kadın oyunu yaratmış olan burçak çöllü'den, oyuna emeği geçen bütün kadınlardan ve genel olarak kadınlardan özür dileyerek, bir erkeğin, burhan öçal'ın sadece tanburla kaydettiği "jardin ottoman" albümünü koydum ve hacı arif bey'in "vücud ikliminin sultanısın sen.."ini dinledim; ve sabriye'nin şehvar hanıma, onun için zihninde bestelediği ve ona duyuramadığı şarkılarının yanısıra bunu da söylediğini hayal ettim..