30 Haziran 2023 Cuma

özlemle anıyorum...


pina bausch'u bu yıl, onun wuppertaler bühnen (wuppertal sahneleri/tiyatroları)'nın dans kısmının başına geçtiği 1973/74 sezonu öncesinde kurumun dergisinde yayınladığı makalesinin ilk cümleleriyle anmak istiyorum: 
"beni; ruh hallerinin çok katmanlı yelpazesiyle insan, tek başına insan, diğer insanlarla birlikte insan, diğer insanların arasında insan büyülüyor. bu nedenle geleneksel yapıtların korunması kadar, bugünün ve yarının insanının soru ve sorunları hakkında tavır alınması gerektiğine inanıyorum. bundan, gerek sahneleme gerekse de hareket dilinde her zaman yeni yollar aramamız gerektiğini kastediyorum. bu denemeler riskli olabilir, ama tiyatro ve dans canlı kalmak zorundalarsa, bu riskler göze alınmalı."



bu fotoğraf pina bausch'un wuppertal sahneleri'ndeki 3. sezonunun (1975-76) dansçılarından oluşuyor: (soldan sağa) Barbara Passow, Jan Minarik, Marion Cito, Arnaldo Alvarez, Monika Sagon, Ed Kortlandt, Monika Wacker, Yolanda Meier, Luis P. Layag, Hiltrud Blanck, Jo Ann Endicott, Mari Di Lena, Heinz Samm, John Giffin, Fernando Cortizo, Marlies Alt, Tjitske Broersma, Anne Marie Benati, Dana Sapiro, Dominique Mercy, Hans Pop, Malou Airaudo, Pina Bausch, Vivienne Newport ve merdiven basamaklarında sadece belden aşağısı gözüken Jacques Patarozzi. 
dansçılar o zamana kadar repertuvara girmiş veya yakın zamanda girecek olan yapıtların kostümlerini giymişler. bu yapıtlar şunlar: Fritz, Blaubart, Renate wandert aus, Komm tanz mit mir, Die sieben Todsünden sowie Iphigenie auf Tauris.  

27 Haziran 2023 Salı

aziz george şövalyesi joseph bologne adında sıradışı biri



joseph bologne, le chevalier de saint-georges; bu adı, ünlü olduğu kadar iyi bir icracı olan keman sanatçısı anne-sophie mutter'in 13 haziran'daki istanbul konseri programına bakmadan önce bilmiyordum, konserde duyana kadar onun hiç bir yapıtını dinlememiştim. bologne'nun op.5 2 numaralı keman konçertosu programın son yapıtıydı; şaşırtıcıydı. mutter programın ilk yarısını çağdaş bir yapıtla sonlandırdığı için, cahillik ya bunun da öyle olacağını sanmıştım, değildi, mozart'ınkilere çok benzeyen bir müzikti. bologne meğer zaten 1745 doğumluymuş, yani mozart ve haydn'ın çağdaşıymış. mozart 11 yaşında fransa'ya seyahat ettiğinde bologne marie antoinette'in sarayının en gözde sanatçılarından biriymiş; mozart'ın onu kıskanmış olduğu bile söyleniyor.

sadece besteci değil, keman sanatçısı ve orkestra şefi olan bologne, ilginç bir şekilde, usta bir eskrimciymiş de, ki hayatında sadece bir karşılaşmayı kaybetmişmiş. bologne hayatının ilerleyen yıllarında fransız ordusunda albaylığa terfi ederek 1000 kişilik bir alayı yönetmiş; chevalier (şövalye) ünvanını da bu sayede almış. dönemin abd başkanı john adams'ın onun hakkında "avrupa'daki en donanımlı insan" demesi boşuna değil.


bologne hakkında öğrendiğimde beni şaşırtan en ilginç şey siyahi olması. şimdiye kadar yazdıklarıma bu bilgiyle yeniden baktığımda şunları ekleyebilirim: 
bologne fransız kolonisi guadaloupe'de beyaz bir efendi ile siyahi bir köle kadının oğlu olarak dünyaya geliyor, babası onu yanında fransa'ya götürüyor. fransa'da eskrim ve binicilik eğitimini académie royale polytechnique des armes et de l’équitation'da aldığı biliniyor ancak müzik eğitimini kimden aldığı bilinmiyor; keman tekniğini kemancı antonio lolli'den, kompozisyon derslerini ise besteci françois-joseph gossec'ten aldığı tahmin ediliyor.
bologne fransız devrimi sonrasında ordunun çoğunluğu siyahilerden oluşan ilk alaylarından birinin ilk albaylarından oluyor. hatta bu alaya légion saint-georges adı veriliyor.

bologne'nu müzik tarihçileri yakın döneme kadar "siyah mozart" (the black mozart) olarak anmışlar, ama bazılarına göre esas mozart'a "beyaz chevalier" denmeliymiş. bologne'nun sayısız senfonileri, oda müziği eserleri, operaları ve konçertoları varmış, ancak günümüze maalesef bunlardan çok azı ulaşabilmiş. bunun bir nedeni fransız devrimi sırasında notaların kaybolmasıysa, diğeri de bologne'nun zaman içerisinde unutulmuş olması.

bologne, uzun yıllar unutulmuş olsa da, döneminde avrupa'nın en büyük orkestralarından biri olan le concert des amateurs'ün şefliğini yapmış, bu orkestranın dağılmasından sonra kurduğu le concert olympique ile 1786'da haydn'a ısmarladığı ünlü altı paris senfonisi'nin prömiyerini yapmış.
bologne'nun, marie antoinette'in piyano öğretmeni olduğu da biliniyor. aralarında aşk ilişkisinin yaşandığı ve bu yüzden saraydan uzaklaştırıldığı ise söylenti. 
bologne'nun o dönemde boşalan paris operası'nın müzik direktörlüğüne koyduğu adaylığı, üç sopranonun marie-antoinette'e yazdıkları melez şef istemeyiz mektupları sonrasında geri çektiği bir gerçek, mozart'ın kıskançlığından onu sihirli flüt operasındaki kötü siyahi karakter monostatos olarak düşündüğü ise belki de sadece müzik yazarlarının sansasyon peşindeki tahayyülleri.
ernestine (1777) adlı ilk operasının librettosunun, hayran olduğum tehlikeli ilişkiler (les liaisons dangereuses) romanının yazarı pierre choderlos de laclos'a ait olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdım. bologne'nun müziği takdir edilse de, laclos'un librettosu beğenilmediği için opera sadece bir kere sahnelenebilmiş, günümüze de ulaşamamış.

bologne hakkında alain guédé'nin yazdığı kapsamlı bir kitap (monsieur de saint-george: virtuoso, swordsman, revolutionary: a legendary life rediscovered - 2015), boston senfoni orkestrası'nın siparişi vesilesiyle bill barclay'in yazdığı bir konser-tiyatrosu oyunu (the chevalier - 2018) ve daha henüz geçen yıl vizyona girmiş bir hollywood filmi (chevalier - 2022, yönetmeni: stephen williams) var.



spotify'daki kayıtlara bakıldığında, 2021'den beridir bologne kayıtlarında adeta bir patlama yaşandığı fark edilebiliyor. demek ki batı'da hem tiyatro oyunu hem sinema filmi bologne'na ilginin artmasını sağlamış. ancak bu kayıtlar arasında henüz ünlü icracılarınki yer almıyor.

kayıtlardan en sıklıkla karşılaşılan bestecinin keman konçertoları. bu da çok doğal, çünkü her biri enfes melodiler, ilginç fikirler, oyunlar içeren, keyifle dinlenen yapıtlar. melodinin sunumu, serimi, varyasyonları, ondan ikinci bir melodiye geçiş; oldukça zevkle takip ediliyor. her bir melodisi de ayrı güzel.
operalarından sadece bir tanesinin kaydına ulaşabildim (zaten sanırım sadece o, günümüze ulaşmış): l'amant anonyme (1780). üç saati aşan kaydı sıkılmadan, keyifle dinledim. yapıtta oldukça gluck hissi (belki etkisi mi demeli) edindim ve bu hoşuma gitti. 
bologne'nun gerek symphonie concertante'ları gerekse quartetto concertante'ları da sıkılmadan dinleniyor. "[sıkılmak" fiilini sıklıkla kullanıyorum, çünkü, müzik tarihçileri ve klasik müzik severler duymasın, haydn beni çok sıkar. müzik tarihçilerinin klasik müziğin babası saydıkları haydn'ın yapıtlarının değerini anlayamadım gitti, bana çok bayık be biteviye geliyorlar.]

müzik tarihinin derinliklerinden ya da modern/çağdaş/güncel üretimlerden daha az rağbet gören, kenarda köşede kalmış yapıtlar anne-sophie mutter gibi seyirciyi etkilemek için bildik melodilere ihtiyaç duymayan popülerlikte ve yetkinlikteki sanatçıların konser programlarına almaları veya kayıtlarını yapmaları sayesinde gün yüzüne, daha geniş seyirci kitlesine ulaşıyor. bu tür bir misyon sayesinde ben de joseph bologne ile tanışmış oldum. hiç şikayetçi değilim, mutter konserinden beridir sıklıkla, hatta mozart'tan daha çok, spotify'dan bologne'un müziklerini dinliyorum ve çok memnunum. tavsiye ederim...

bologne'un yaşamı hakkında daha geniş bilgi için tıklayın

24 Haziran 2023 Cumartesi

nurhan damcıoğlu'nun anısına



yaklaşık 15 gün önce nurhan damcıoğlu aramızdan ayrıldı. 
nurhan damcıoğlu çocukluğumun, yani 4-5 yaşlarımın idolüydü. siyah beyaz televizyon ekranındaki belki de o yaştaki bir çocuk için en göz alıcı, hareketli, neşeli figürlerden biriydi. ama ona hayran olmamın esas nedeni dans etmeye duyduğum ilgi ve istek olmalı. 
ilerleyen yaşlarla birlikte ilgim önce saturday night fever ve grease vesilesiyle john travolta'nın figürlerine, ardından michael jackson'ınkilere, arada fame ve footloose gibi filmlerle çeşitlenerek, kaysa da, dans tutkumun temelini nurhan damcıoğlu'nun atmış, ilk kıvılcımı onun yakmış olmasından çok mutluyum. 
bu serüven sonunda dansçı olmasam da, dans hakkında yazıyorum, ki alandan uzaklaşmamışım demektir ;)

onunla, hatırlamadığım ama aile içinde sıkça anlatılan kişisel bir anım da var: 
4-5 yaşlarındayım, o gün annemle levent'teki kuaförüne gitmişiz. bir zaman sonra kapıdan nurhan damcıoğlu girmiş, ama tabii televizyondaki gibi makyajlı, bakımlı, kostümlü değilmiş. onu doğal haliyle görünce nurhan damcıoğlu olduğuna inanmamışım, "dans et bakalım" demişim, "edebiliyor musun!?". kuaförün ortasında karşılıklı kanto yapmışız. ancak o zaman inanmışım, burnuna hafifçe vurmuşum, "tamam inandım, sen nurhan damcıoğlu'sun" demişim.
dansçı olmasam da nurdan damcıoğlu ile karşılıklı kanto yapmışlığım var, daha ne olsun :)

geleneksel gösteri sanatlarımızın önemli bir damarı olan kantonun türkiye'de tekrar gündeme gelmesini, sevilmesini, değerinin anlaşılmasını ve yaşamasını sağlayan istisnai bir sanatçıydı nurhan damcıoğlu, unutulmayacak.

21 Haziran 2023 Çarşamba

on soruluk sohbetler 89 : taldans (filiz sızanlı & mustafa kaplan)

© Tiago Moura

Dansın özü sizce nedir?
Filiz Sızanlı: Bedenin aracı olduğu imgeler dizgesi, yalnızlığın ötekinin dünyasında yankısı, eylemin algının belleğiyle ilişkisidir, kültürel ve toplumsal kodların metaforlarını taşır ve geçicidir.
Mustafa Kaplan: Bedenini keşfetmektir, kendini iyi hissetmektir, hayata katılmak ve bir ritüelin parçası olmaktır. Bugünün dans üretiminde, bedenin politik ifadesidir, bedenin özgürlüğüdür, matematiktir, fiziktir, dansla yeniyi yaratmaktır.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl? 
F.S.: Sanat dönüşme potansiyelini taşıdığı ölçüde, zamansız olma riskini alabildiği kadar dönüştürme gücü taşır. Bunu ne zaman ve nasıl yapacağı kestirilemez. Sanat bir araya getirdiği farklı dinamikler ve karşıtlıklar yoluyla iyileştirici olabilir.
M. K.: Sanat içinden çıktığı hayatı dönüştürmek ister, aynı zamanda sanat üreticisi olarak sizi de dönüştürür. Sanatın, tıpkı bilim gibi yaratırken hayatı anlamlandırma ve yeniden inşa etme sorumluluğu vardır ama bu her zaman istenilen yönde olmaz.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu? 
F.S.: Şehir, şehrin bedeni, doğada kendi başıma yaptığım uzun yürüyüşler, bir arkadaşıma aklımdakileri aktarmak, yazmak, kızım Dea’ya yapmak istediğim şeyi tarif etmek. Rüyalar yaratım sürecinin sıkıntılı zamanlarında zihinsel kalıplardan özgürleşmeye açılan bir kapı olabiliyor. 
M. K.: Yaşadığım sokaktan, aldığım eğitimlerden, izlediğim, okuduğum farklı sanat eserlerinden, yeni bitirmiş olduğum bir projenin ardından ortaya çıkan sorulardan iş üretirken besleniyorum. Rüyaların iyileştirici gücü, zihni tazeleyici etkisi, meditasyon yapmak, bilinç akışı egzersizleri, kurduğum hayaller elbette proje üretimine katkı sağlıyor.

Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
F.S.: Üzerinde çalıştığımız bir projeye isim bulmak genellikle doğmamış bir çocuğa isim bulmaya benziyor. Üretim sürecinin başlarında geçici isimler kullanıyoruz, çünkü çalışırken ne olduğunu tarif etmek için de yararlı oluyor. Bazen yaklaşık on isim yazıp hangisi olabilir diye bakıyoruz. İş çıktığında zaten ismi ile geliyor.
M. K.: İlk yıllarda yaptığımız kısa koreografilerde, proje bittikten sonra bir isim ortaya çıkıyordu. Ortaklık yaptığımız Festivaller ya da tiyatrolar programlarında yazmak için, proje bitmeden bir isim istiyorlar, bu durumlarda çalışmanın ortalarında birkaç isim ortaya çıkmış oluyor. Projeyi Taldans ikilisi olarak yapıyorsak biraz daha zaman alıyor, projenin bitimine yakın bir isim ortaya çıkıyor. 

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim?
F.S.: Maguy Marin, Pina Bausch, Mathilde Monnier, Steve Reich, Ayla ve Beklan Algan, Pier Paolo Pasolini, Ingmar Bergman, Gilles Deleuze, Yılmaz Güney…
M. K.: Bir sürü isim söyleyebilirim, biraz eksilterek söylersem, Beklan Algan, Ayla Algan, Aydın Teker, John Cage, Pina Bausch, Maguy Marin...

Söyleşinin geri kalan beş sorusunun cevabını merak ediyorsanız tıklayın.

19 Haziran 2023 Pazartesi

on soruluk sohbetler 88 : michael maurissens

© Joerg Letz


Brüksel doğumlu ve Almanya’da yerleşik Michael Maurissens, hem dansçı/koreograf hem de özellikle dans filmlerini odağına alan bir yönetmen olarak işler üretiyor. Almanya Kültür Fonu aracılığıyla 3 aylığına İstanbul'a gelen sanatçı, Goethe Enstitüsü ve Tarabya Kültür Akademi ile de Türkiye’de çeşitli ortak çalışmalar yürütüyor. Film alanında yapımcı, kameraman ve kurgucu olarak üretimlerine devam eden Maurissens’in, bir arşiv olarak bedeni ve bedenin hafızayı saklama ve işleme mekanizmalarını merkezine alan, aynı zamanda özellikle gösteri sanatları alanında farklı arşivleme yollarını araştıran belgesel filmi The Body as Archive’ın (Arşiv olarak Beden) 9 Mayıs’ta Kadir Has Üniversitesi’nde, 7 Haziran’da ise Zone60 Atölye’de gösterimi gerçekleştirildi. Daha sonra başka gösterimlerinin de gerçekleşmesini beklediğimiz belgeselin yönetmeni Maurissens, ayrıca 8-11 Haziran arasında Kunststiftung NRW desteği ile Duende’de bir dans- filmi atölyesi gerçekleştirdi. 

Dansın özü sizce nedir?
Benim bakış açıma ve deneyimime göre dans, beden ve çevresi arasındaki bir müzakere, etkileşim ve hibrid ifade biçimleri alanı: Kültürel çeşitlilik gösteren toplumlara dair fikirler dans ortamında ortaya çıkıyor.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Dans ve kültürlerarasılık arasında deneyimlenebilen çok yönlü bağlantılar ve diyalog alanları özellikle ilgimi çekiyor. Örneğin, kültürel aktarım, göç ve toplumsal cinsiyet gibi metodolojik ve teorik kavramlar aracılığıyla dansa dair kültürlerarası perspektifleri müzakere etmek. Ayrıca, dans uygulamaları sosyal ve politik çatışma bölgelerinde değişim için güçlü araçlar oluşturabilir ve direnişin başlatılması ile eyleme geçilmesini tetikleyebilir.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu?
Her seferinde farklı ama her zaman bir şeyi merak etmekle başlar süreç. Bir yapıt, biriyle karşılaşma ile, anlama, deneme, sorgulama ihtiyacıyla tetiklenebilir. Bir kavramla, alışılmadık bir unsurlar kümesinin merak uyandırmasıyla. Hazırlık aşamasını da keyifle gerçekleştiriyorum: araştırmak, araştırma yapmak, analiz etmek, süreç ve yaratım için bir yol, bir eylem planı oluşturmak.

Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
Başlık genellikle başlangıçta gelir. Bir odak oluşturmaya, bir yön korumaya yardımcı olur. Süreç sırasında bazen başlık değişir, ancak orijinal başlık her zaman önemli ve yönlendirici bir çıkış noktası oluşturur.

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim?
Besteci Jóhann Gunnar Jóhannsson, İtalyan ressam Botticelli, İzlanda-Danimarka’lı sanatçı Olafur Eliasson.

Sohbetin devamını okumak için tıklayın.

17 Haziran 2023 Cumartesi

NDT 1’den bir akşamda iki dünya prömiyeri: Raw are the roots



Geçtiğimiz yıllarda birçok kere İstanbul’a gelmiş olan, Hollanda’nın dünyaca ünlü dans topluluğu Nederlands Dans Theater’in bir numaralı grubunun Raw are the roots başlıklı gösterisi 11 Mayıs 2023 tarihinde dünya prömiyerini gerçekleştirdi.
Gösteriyi oluşturan yapıtlardan ilki genç Alman koreograf Felix Landerer’e, ikincisi İsrailli Sharon Eyal’e aitti. Lahey’deki Amare Tiyatrosu’nda sahnelenen Raw are the roots 11-13 Mayıs akşamlarında canlı olarak çevrim içi yayınlandı, 6 Haziran’a kadar Hollanda’nın çeşitli şehirlerinde turneye çıktı.

Avrupa’da Landerer’le kıyaslanmayak ölçüde tanınan, eski Batsheva baş dansçısı ve yerleşik koreografı Sharon Eyal, NDT'nin repertuarına son on yılda, birçoğu dünya prömiyeri olan yapıtlarla yaptığı katkıyla önemli bir yere sahip. NDT için tasarladığı en son yapıt olan, yedi yıl önceki Salt Womb ile En İyi Dans Prodüksiyonu dalında Hollanda’nın dans ödülleri Zwaan’da ödüllendirilen Eyal güçlü bir bedenselliğin hakim olduğu çalışmalarıyla bildik hareket dağarcığına ve beden ifade biçimlerine meydan okuyor.
Eyal gerek Gai Behar ile ortaklaşa yürüttüğü topluluğu L-E-V, gerekse de konuk koreograf olarak yapıtlar ürettiği sayısız topluluklar yoluyla seyircileri büyülemeye devam ediyor. Örneğin NDT 1’in bu yazıya konu olan Jakie’nin dünya prömiyeri gösterimlerini gerçekleştirdiği hafta sonunda sadece Avrupa’da Berlin Devlet Balesi, Göteburg Operası Dans Topluluğu ve Mainz Devlet Tiyatrosu Dans Topluluğu (Tanzmainz) onun yapıtlarını dans etmekteydiler.

Fotoğraf © Rahi Rezvani


Eyal (1971), kendinden önceki nesilden Anne Teresa de Keersmaeker (1960) ve kendi neslinden Marco Goecke (1972) gibi günümüzün dans sahnesinde gerek hareket dili gerekse de estetik dili, damga gibi ilk bakışta tanınabilen az sayıdaki koreograftan biridir. Aynı Keersmaeker ve Goecke gibi Eyal’in yapıtlarını nerede görseniz hemen tanırsınız, başka birininkiyle karıştırmazsınız.
Onun yapıtlarında odak tamamıyla dansçıların bedenlerindedir; bedendeki her bir tekil kas parçasının hareket olanakları sonuna kadar araştırılmıştır ve tüketiliyordur. Özellikle neredeyse bütün yapıt boyunca ayak parmakları üzerinde hareket etmek hem dans eden bedene hem de seyreden bedene müthiş bir enerji ve gerilim yükler. Biçimsel olarak ise onun yapıtlarında genellikle homojen bir genel izlenim yaratan ve minimal hareketlerden oluşan grup koreografisi, solo, duo veya trio danslarıyla ondan sıyrılan bireyler veya küçük gruplar için bir arka plan işlevi görür.
Tıpkı yukarıda saydığım iki koreografın çoğu yapıtlarında olduğu gibi, Eyal’in yapıtları da bariz anlatılar içermezler; daha çok, insan varoluşunun temel koşullarını ele alan ruh hallerini ve duyguları ortaya sererler. Jakie de bu minvalde bir yapıt; dünya prömiyerini Lahey’deki Amare Tiyatrosu’ndaki bir koltuktan değil de evimde bilgisayar ekranından seyreden bana bile, içerdiği yoğun tenselliğin duygusunu ve deneyimini geçirebilen güçte, etkili bir yapıt.

Eyal’in yapıtlarının atmosferini ve duygusunu kuran en karakteristik özellik DJ Ori Lichtik’in müziğidir. Jakie’de de bu durum değişmiyor, ancak bu sefer yapıtta Lichtik’e ait olmayan iki müzik parçası kullanılmış: Yakın zamanda aramızdan ayrılan Ryuichi Sakamoto ile alva noto’nun The Revenant film müziğinden Ana Tema ve Einstürzende Neubauten’nın GS 1’i. Her ne kadar Jakie’nin bir anlatısı olmasa da, yapıtın adının ve bu iki müzik parçasının verdiği ipuçları, yapıtın bende bıraktığı yoğun duyguyu anlamlandırmama yardımcı oldu.
Jakie ilk birkaç dakika zifiri karanlıkta The Revenant’ın ana teması ile çalarken başlıyor: Dramatik bir müzik ve dramatik bir başlangıç. Sonra yavaş yavaş karanlık yerini loşluğa bırakıyor ve sahnenin ortasında toplaşmış bedenleri seçiyoruz: Yüzleri seyirciye dönük olarak hareket eden 15 kişilik bir grup, sırtı seyirciye dönük bir kadın dansçının hareketlerini aynalıyorlar. Sonra gruba odaklanıyoruz; ortadaki kadın ile erkek dışındakiler aynı jesti yaparak dans ediyorlar: iki ellerinin baş ve işaret parmaklarıyla kulak memelerini tutup diğer parmaklarını kanat gibi açarak. İlk, erkek grup koreografisinde eriyor, bir süre sonra da kadın. Artık gruptan ara sıra sıyrılıp görünür olanlar başkaları. Sololarla sıyrılsalar da hepsinin ruh hali aynı. Üzerlerine yapışan şeffaf ve ten rengi geceliğimsi kıyafetleri, üreme organları dışında her yerlerini gösteriyor; adeta cinsiyetsiz ruhlar ya da Bosch’un Dünyevi Zevkler Bahçesi triptiğindeki cennet ile cehennem arasında kalmış faniler gibiler. Aynı kaderi paylaşıyorlar. Bir zaman sonra baştaki kadın ile erkek tekrar ayrılıyor, farklı hareketleriyle sıyrılıyorlar gruptan. Grup önce sahnede çapraz bir çizgi oluşturuyor, kendilerini sunuyorlar; ardından kadını ortalarına aldıkları geniş bir daire kuruyor, kurban ayini düzenliyorlar; ve sonra dört adet dörtlü sıra halinde unison hareket ediyorlar, müziğinde tempolu bir hal almasıyla adeta askeri bir tabura dönüşüyorlar. Bütün bu süreçte de, son düzlüğe girildiğinde tekrar ortada toplaştıklarında da, mutlaka aralarından birisi diğerlerinden farklı hareketler yapıyor.




Fotoğraflar © Rahi Rezvani


Program kitapçığında yazmasa da merakımdan araştırdım: Yapıtın başlığı olan “Jakie” İbranice’de kullanılan oğlan adlarından biriymiş ve “birinin (ayağını kaydırıp/gölgede bırakıp) yerini alan erkek” anlamına geliyormuş. Acaba bu her sahnede diğerlerinden farklı hareket edenler birer Jakie mi? Peki grup?
“Revenant” İngilizce’de “uzun bir aradan sonra dönen kimse” ya da “ölümden dönen hayalet/zombi” demek. GS 1’in sözlerinde ise; “Bizler, Çok/Kalabalık olanlar” diye hitap edilerek, yarının bugün, ertesi günün dün olacak şekilde zamanın alt üst olduğu apokaliptik bir dünya tasavvurundaki figürler; asılmamış azizler, yararlı peygamberler, sürgünler, hakikat hırsızları, evsizler, vs. sayılarak, nakaratta “Bizler çokuz” deniyor ve “Ne zaman geliyorlar” diye soruluyor. Jakie’deki grup işte tam da onlar; çok olanlar, ölümden dönenler mi?

Jakie güçlü ve etkili bir yapıt. NDT’nin yakın zamanda açıklanan 2023-24 sezonunda tekrar programa alınmış; bu sefer Simon McBurney ile Crystal Pite’ın dünya prömiyeri yapacak ortak projesi ve Peeping Tom’dan Gabriela Carrizo’nun NDT’de ilk defa 2021-22 sezonunda sahnelenmiş La Ruta adlı yapıtlarıyla birleştirilmiş heyecan verici bir formatta. From Here Now Far başlıklı program 8 Şubat - 9 Mart 2024 tarihleri arasında Hollanda sahnelerinde turnede olacak.

.


Raw are the roots'u oluşturan diğer yapıt, Felix Landerer'in I contain multitudes adlı işi hakkındaki izlenimlerimi de okumak isterseniz, lütfen bu yazının tamamının yayınlandığı unlimited dergisinin bağlantısını tıklayınız.

15 Haziran 2023 Perşembe

louise bourgeois - IV : kumaşlardan kolajlar


"aradığım ne bir görüntü, ne bir fikir. yeniden yaratmak istediğim bir duygu; isteme, verme ve yok etme duygusu."

louise bourgeois sergisine dair ilk yazımda bahsettiğim hücrelerden birinin bulunduğu odanın duvarlarına çepeçevre asılmış bir dizi vardı. sergi izlenimlerimin bu son yazısını işte o dizi ve benzeri yapıtlarına ayırdım: bourgeois'nın çeşitli kumaşları kesip biçip tekrar dikerek bir araya getirdiği ve bazılarında terzilik ile ilgili yardımcı malzemeleri kullandığı, yaklaşık a4 ile a3 arasında değişen boyutlara sahip kolajları.

isimsiz, 2006

isimsiz, 2006

isimsiz, 2006

isimsiz, 2007

isimsiz, 2006

isimsiz (2006) 'den detay

buraya bourgeois'nın sergideki bütün bu tür yapıtlarının fotoğraflarını koyamayacağım. zaten hepsinin fotoğraflarını da çekmedim. yukarıda paylaştığım ilk beşinin ortak noktası, tabii ki kolaylıklar anlaşılıyordur: örümcek ağı motifi. bazılarında kaleydoskop etkisi de var. dört tanesindeki ortaklık ise ağların beş nokta etrafında oluşuyor olması. bu tesadüf değilmiş, meğerse beş rakamının bourgeois için özel bir anlamı varmış: beş hem bourgeois'nın içinde yetiştiği aileyi simgeliyormuş, hem de kocasıyla birlikte kurduğu kendi ailesini.

sergi küratörlerinin görüşüne göre; "bu kumaş kolajlar güçlü bir görsel biçimciliğe sahip olmalarına rağmen, ev malzemeleriyle yapılmış olmalarından ve dolayısıyla hafıza ve bedenle kurdukları ilişkiden dolayı derin duygusal çağrışımlar açığa çıkarırlar."

şimdi de bourgeois'ın kumaş kolajlardan yaptığı iki seriden görseller paylaşacağım. serilerden ilki bourgeois'nın çocukluğunda ve genç kızlığında ailesiyle yaşadığı evin yakınından geçen derenin onda çağrıştırdıklarına dair bir çalışması:










bievre'e övgü (2007) 'den parçalar
küratörlerin bourgeois'nın iki ayrı çocukluk-gençlik eviyle ilgili yapıtlarını aynı odada birlikte sergilemeleri hoşuma gitti.


diğer seri ise bourgeois'nın etkilendiği bir roman kahramanından: eugénie grandet'den almış adını. eugénie grandet, honoré balzac'ın 1833 tarihli aynı adlı romanının baş kahramanı. bourgeois, babası tarafından ezilen genç kadın eugénie grandet ile kendini özdeşletirmiş, çünkü "beni eugénie grandet yapmaya çalışan babama karşı güçlü bir intikam duygularım var" diye bir açıklaması var.
bourgeois bu 16 paneli ömrünün son döneminde, yani 2009 yılında, 70 yıl önce amerika birleşik devletleri'ne taşındığında fransa'dan getirdiği çeyizden mendiller ve kurulama bezleri kullanarak üretmiş. bourgeois'nın kendi şapka ve kıyafetlerinden ve yıllar içinde bir araya getirdiği dikiş kutusundan aldığı yapma çiçekler, inciler, düğmeler ve diğer unsurlarla zenginleşen bu yapıtlar, serginin küratörlerine göre "gerçekleşmemiş arzuları ve geçen zamanı" çağrıştırıyorlarmış. 
ilk gördüğümde biraz mesafeli yaklaştığım, ancak "yaklaşıp" detaylarına vakıf olunca hayran kaldığım bir seri bu.










eugénie grandet (2009)'ten parçalar

sergiden paylaşacağım son görsel, unutmaya övgü (2004) adlı seriden bir parça: 



13 Haziran 2023 Salı

louise bourgeois - III : totemler




hepsi: isimsiz, 2002

yukarıda fotoğraflarını koyduğum "progressions" serisinde, bourgeois 1950'ler ürettiği "personage" heykel dizisinde kullandığı dikey etkiyi tekrarlıyormuş. 

"personage" serisini merak ettim çünkü gezdiğim sergi bourgeois'nın son 20 yılına odaklanıyordu, dolayısıyla 1950'ler ürettiği yapıtları yoktu, ayrıca personage'ların herhangi bir görseli de yoktu. şöyleymişler: 


iki seri arasında dikeylik dışında bir akrabalık bulamadım, çünkü progressions'larda  birbirinin aynı parçalardan oluşan ama yükseldikçe büyüyen veya küçülen, bir dizim/istif var. bunlara tam da serinin adı gibi, ilerlemeler veya gelişmeler olarak bakılabilir. ve tabii malzemeleri bambaşka. her türlü kumaş; goblen, yatak çarşafı, havlu, döşemelik kumaş...

bourgeois'ya göre, biçimsel tekrarın öngörülebilirliği kaotik duygulara bir düzen duygusu kazandırmaya hizmet ediyormuş. yapıt açıklamasında şöyle bir alıntı vardı bourgeois'dan: "geometride tutarlı ve katı bir kurallar dizisine sahipsinizdir. geometri, içinde yaşadığım duygusal dünyanın tam tersi olan bir kesinliğe sahiptir.

serginin küratörleri de yapıt açıklamasında; bu kumaş kulelerin, yapıldıkları yumuşak malzemeler sayesinde, bir yandan esnek, uyarlanabilir ve dirençli kalırken, kırılganlık ve mahremiyet duygusu yarattıklarını belirtiyorlar.

bu progressions'lardan birinin, tercihen mavi olanının evimin bir köşesinde olmasını çok isterdim.

11 Haziran 2023 Pazar

café müller istanbul'da!


pina bausch'un başyapıtı café müller'i ilk defa, 1998 mayıs'ında istanbul'da atatürk kültür merkezi büyük salon'da bausch'un hong kong'dan esinlendiği yapıtı der fensterputzer (cam temizleyicisi)'ni seyredip, kalbimden vurulup, gösterimin ertesi günü koşturduğum goethe enstitüsü'nde bulduğum vhs kasetten izlemiştim. kasedi evde kendime kopyalamıştım da.
café müller'i uzun süre o vhs kasetten izledim, bausch'a dair heyecanımı ve merakımı paylaşan mimarlık öğrencilerime ve arkadaşlarıma izlettim. sonra aynı kaydın dvd'si çıktı. şimdi de pina bausch vakfı'nın internet sitesinden izlenebiliyor (tıklayın). [ilgilenenler için, aynı sitede yapıtla ilgili bir sürü detay, kostüm fotoğrafı da var.]

café müller'i canlı olarak ise; pina bausch hayattayken bizzat onun da dans ettiği (çünkü bausch hayattayken de bir kaç istisna gösterimde onun rolünü topluluğun başka dansçıları, örneğin helena pikon, clementine deluy dans ederlerdi) 2007 eylül'ünde üst üste iki akşam wuppertal schauspielhaus'ta ve bir kere de bausch'un ölümünden sekiz ay önce kasım 2008'de düsseldorf'da seyretmiştim.

.


şimdi café müller bir tanztheater wuppertal yapımı olarak 25-26 ekim'de istanbul'a geliyor. "tanztheater wuppertal yapımı" diyorum, çünkü café müller artık bausch'un topluluğu dışındaki dans toplulukları tarafından da sahneleniyor. örneğin dört yıl önce flemenk operası'nın bale topluluğu café müller'i sahnelemişti (fragman için tıklayın). 

bausch hayattayken café müller ile diğer bir başyapıtı der frühlingsopfer (le sacre du printemps / bahar ayini) -bir kaç istisna dışında- aynı akşamda arka arkaya sahnelenecek şekilde programlanırdı, turnelere de bu şekilde giderdi. altı kişilik kadrosu, içe dönük ve sakin yapısıyla café müller'in ardından verilen yarım saatlik arada sahne bütünüyle değişir; ikinci yarıda 24 kişilik kadrosu, dışa dönük ve dinamik yapısıyla bahar ayini sahnelenirdi. böylece tek akşamda hem topluluğun bütün dansçılarının görev aldığı bir program oluşur, hem de bausch'un sanatının dans tiyatrosundan çağdaş dansa bütün yelpazesi ortaya konurdu. 
ilk sahnelendiklerinde (şimdi artık topluluğun repertuvarında olmayan) başka yapıtlarla eşleştirilmiş olan bu iki orta metraj yapıtın (café müller yaklaşık 40 dakika, bahar ayini 35 dakika sürer) bir zaman sonra aynı akşamda arka arkaya sahnelenmeye başlanmasına gerekçe olan başka özellikler/gerekçeler var mıydı bilmiyorum.

.


dansçı: taylor drury

bu sezonun başında, topluluğun 2028'e kadar genel sanat yönetmeni olarak göreve başlayan fransız koreograf boris charmatz café müller'in tek başına sahnelendiği yeni bir format yarattı (eskiden bu durum istisna idi). 
bu format aynı akşama iki veya üç seans koymaya imkan veriyor; yapıt her seansta topluluğun farklı dansçılarından oluşan bir kadroyla sahneleniyor. örneğin café müller önümüzdeki temmuz'daki paris turnesinde üç akşam üçer defa, üç akşam da ikişer defa  (yani: altı akşamda toplam 15 gösterim) olarak programlanmış ve aynı akşamdaki seansların farklı kastlar tarafından sahneleneceği belirtilmiş. istanbul'da da ikinci akşam (26 ekim) iki seans olarak programlanmış.

tanztheater wuppertal'in bu yeni yapımında bausch hayattayken sahnelenen kadrodan hiç bir dansçı yer almıyor, yani café müller'in bu yeni versiyonu topluluğun bütünüyle yenilenmiş genç ekibi tarafından oynanıyor. 2023 ocak ayında wuppertal'de tanztheater wuppertal ile pina bausch vakfı'nın ortaklaşa düzenliği ve café müller'in müziklerinin ilk defa canlı olarak icra edildiği özel gösterimin künyesinde genç dansçılardan oluşan üç ayrı kast listesini görmek mümkün. 
bausch'un dans ettiği café müller'deki ikonikleşmiş "beyaz gecelikli uyurgezer kadın" rolünü yeniden canlandıran dansçılar arasında, topluluğa 2020 yılında katılmış olan trans birey naomi brito da var. umarım istanbul gösterimlerinde o da yer alır.
2014'ten beridir topluluğun kadrosunda olan türk asıllı alman dansçı çağdaş ermiş de café müller'de rol alıyor. umarım onun bulunduğu kast da istanbul'da sahneye çıkar.

.


yıllar önce mimesis dergisinin sadece café müller üzerine düzenlediği bir toplantıya ben de konuşmacı olarak davet edilmiştim. o toplantıda yaptığım konuşmayı merak edenler, tıklayabilirler.

9 Haziran 2023 Cuma

louise bourgeois - II : dikiş ve tamir


"ben büyürken evimdeki bütün kadınlar iğne kullanırdı. iğneye, iğnenin sihirli gücüne her zaman hayranlık duymuşumdur. iğne hasarı onarmak için kullanılır. bu bir bağışlama talebidir. asla saldırgan değildir. iğne şiş değildir.

louise bourgeois'nın, "the woven child" başlıklı sergiye konu olan, yaşamının son 20 yıllık dönemindeki işlerinde, kendi kıyafetleri dahil olmak üzere kumaş malzemeyi kullanımı, bu yapıtlarına; tensel bir nitelik ve -ziyaretçide bu yapıtlara neredeyse dokunma (ve şefkat gösterme, avutma) hisleri uyandıran- bir kırılganlık ve yakınlık duygusu katıyor. 

kumaş malzemenin kullanımı bir yandan da, önceki yazımda bahsettiğim gibi, bourgeois'nın aile geçmişine geri dönmesiyle ilgili. serginin küratörleri, aile geçmişine geri dönüşün, tamir etmenin anlamlarını düşünmeye sevk ettiğini belirtmişler; herşeyi düzenli ve sıkı bir şekilde dikerek kapatmaktan çok, duygusal olarak tamir ederek yenile(n)mek ve bu sayede farklı perspektiflere aç(ıl)mak. 

aşağıda bu yapıtlardan bazılarını paylaşıyorum:

pierre, 1998
pierre, bourgeois'nın kumaş malzemeden yaptığı büstlerin ilkiymiş. yapıt adını bourgeois'nın, hayatının uzun yıllarını akıl hastanesinde geçiren ve orada ölen erkek kardeşinden alıyormuş. büstün bir kulağının eksik olması, bourgeios'nın, kardeşi ile olan iletişiminin kaybolmasını ve onun hayatında yer alamamış olmasını simgeliyormuş.

bunda ve bundan sonraki üçünde de olduğu üzere, heykeller hem aynı kumaşın (ya da aynı renk kumaşın) küçük parçalarının bir araya getirilmeleriyle oluşturulmuş, hem de dikiş yerleri belirgin şekilde dikilmiş.
küçük parçalardan bir araya getirilmiş olmaları "parçalanmış benlik" fikrini, dikiş yerlerinin belirgin olması ise yara izlerinin iyileşmenin kalıntısı olması fikrini çağrıştırıyor. küratörler bu durumun "psikolojik tamirin fiziksel temsili" olarak okunabileceğini belirtmişler.

isimsiz, 2009

birlikte, 2005

beni terk etme, 1999
bu sözü hangisi hangisine söylüyor olabilir; anne mi yeni doğmuş bebeğine, yoksa bebek mi annesine?
bourgeois, bütünüyle oğlu alain'i konu alan (ve bu sergide de olan, ama fotoğrafını buraya koymadığım) "suskun çocuk" isimli yerleştirmesi hakkında şunları söylemiş: "doğmayı açıkça reddeden bir çocuk. doğumu oldukça geç oldu. acaba algıladığı, onu anne karnından çıkıp dünyaya gitmekten alıkoyan bir şey mi vardı? bu ortaya çıkmayı reddetme nasıl biri olacağının ve, duygularının ve eylemlerinin ne kadarını önceden belirleyecek? bu çocuk geleceği nasıl karşılayacak? utangaç, sessizliğe indirgenmiş, garip ve hatta düşmanca mı davranacak?"
bu sözlerden terk edilmek istemeyenin, yani anne karnından çıkmak istemeyenin bebek olduğunu varsayabiliriz sanırım. 

femme maison (kadın-ev), 2001
mimari bir motif barındırmasından dolayı mimar olmamla mı ilgili yoksa figüratif olmasından dolayı kolay ilişki kurup yorumlayabiliyor olmamla mı, bilmiyorum, ama bourgeois'nın bu yapıtını çok sevdim; 
bedenin kıvrımlı hatlarıyla yapının sert hatları arasında kurulan karşıtlığı, yapının bir ev olması ile kadınların evlerin başat bileşeni olmalarının yanısıra evin kadına bir yandan da yük olmasının arasındaki ilişkiyi, evin kadının karnının (çocuk doğururken büyüyen/genişleyen kısmının) üzerine yerleştirilmiş olmasını, evin adeta bütün ataların/tanrıların anası ve de toprakla özdeşeleşen ana tanrıça gaia'nın üzerinde durmasını. 
kafası, kolları ve bacaklarının olmaması, antik heykellerin günümüze ulaşan durumlarına bir gönderme de olabilir, zamanla erkek egemenliğine geçen toplumda kadının bastırılması, gücünün ve etkisinin iğdiş edilmesine de, belki ikisi de.


çift iv (couple iv), 1997
çift'ten bir tane daha vardı: çift iii. her ikisinde de altta olan kadın figürün bir uzvu takma; bunda kolu, diğerinde bacağı.
sergideki bu iki yapıt hakkında yorumunu kaleme almış, kendisi de bir sanatçı olan alison wing yin poon'un yazısına bu bağlantıdan ulaşılabilir.

isimsiz, 1999

spiral kadın, 2003

tek/yalnız (single), 1996

kadın, 2005

yüksek topuklar, 1998

"bana göre bir heykel bedendir. bedenim heykelimdir.
bourgeois, yaşamının son beş yılında, içerinde çeşitli heykelsi motifleri yan yana getirdiği dört büyük ahşap vitrin tasarlamış. aşağıda görüleceği üzere biri dışında hepsinde zemindeki çelik yüzey ikili bir yerleştirmenin altlığını oluşturuyor. ikiliğin bir tarafına tülbentlerin, peynir süzme torbalarının ya da kumaş çay süzme poşetlerinin istiflenmesiyle tasarlanmış motifler yerleştirilmiş, diğer tarafta ise kauçuktan bir damla ile iplik makaralarının çelik bir sırığa bağlanmasından oluşan motifler bulunuyor. oldukça soyut oldukları için anlamlandırmak çetrefil, ama etkilenmemek imkansız. 
serginin küratörleri bu vitrinlerin bourgeois'nın karşıtlıkları uzlaştırmaya duyduğu ilgi üzerinden okunabileceğini belirtiyorlar: sert-yumuşak, geometrik-organik, travma-tamir, figüratif-soyut.




isimsiz, 2010

 bourgeois'nın, ölümünden hemen önceki aylarda bitirdiği yukarıdaki vitrinde (isimsiz 2010) ise; çelik bir masanın üzerinde, kendi berelerini doldurarak yaptığı bir torso heykeli yatıyor. bu motifi, bereleri göğüslere benzeterek, kolsuz bir torso olarak yorumlayabileceğiniz gibi, tepelerden oluşan bir peyzaj betimlemesi olarak da okuyabilirsiniz. çünkü motif şekil olarak soyut ve gizemli duruyor, etkileyiciliği de burada zaten.

gökyüzündeki onarımlar, 1999

bu yazıda paylaştığım yapıtlardan, malzeme olarak çok farklı olsa da, dikme ve tamir fikri ekseninde sergide bulunan etkileyici bir görselliğe sahip bu yapıtla bu yazıyı noktalandırıyorum.