29 Nisan 2010 Perşembe

sidi larbi cherkaoui istanbul'a hiç bu kadar yakın olmamıştı



(fotoğraflar: maarten vanden abeele)


sidi larbi cherkaoui'nin damien jalet ile birlikte sahneye koyduğu son yapıtı "babel" iki gün önce, 27 nisan'da brüksel'de ilk defa sahnelendi.

dans eleştirmenleri arasında saygın bir yere sahip jochen schmidt "babel"i bu yılın en güçlü yapıtlarından biri olarak nitelendirirken, hareket dili olarak da 70'lerdeki pina bausch ne kadar yeni idiyse bu yapıtın da o kadar yeni ve değişik olduğunu belirtiyor.


"babel"in şimdilik açıklanmış olan dünya turnesi:
prömiyer:
brüksel 27-30/04/2010 de munt/la monnaie

2010
zürich 04-05/05 theaterhaus gessnerallee
cenevre 08-09/05 bâtiment des forces motrices
neuchatel 11/05 théâtre du passage
londra 18-19/05 sadler's wells theatre
madrid 28-30/05 festival d'otono
ludwigsburg 05-06/06 ludwigsburger schlossfestspiele
lüksemburg 08-09/06 grand théâtre de luxembourg
paris 01-03, 05-07/07 parc de la villette
roma 16-17/07 villa adriana
's-hertogenbosch 07-08/08 theaterfestival boulevard
turnhout 11/09 de warande
groningen 17-18/09 stadsschouwburg groningen
gent 04-05/10 gent festival van vlaanderen
metz 08-09/10 l'arsenal
amsterdam 12-13/10 stadsschouwburg amsterdam
genk 16/10 cc genk
dijon 21-22/10 l'opéra de dijon
st. pölten 30/10 festspielhaus
lille 05-07/11 opéra de lille
rouen 16-17/11 festival automne en normandie
rotterdam 23/11 rotterdamse schouwburg
nice 03-04/12 théâtre national de nice
berlin 09-11/12 berliner festspiele
antwerp 16-19/12 bourla

2011
lyon 12-15/01 maison de la danse
bonn 10-11/03 theater bonn
sevilla 19-20/03 teatro central
lizbon 25-26/03 centro cultural de belém
mulhouse 30-31/03 la filature
chambéry 05/04 espace malraux
brugge 08/04 concertgebouw brugge
barcelona 14-17/04 mercat de les flors
bregenz 29/04 kulturamt bregenz


sidi larbi cherkaoui ile ilgili "rêves de babel" adlı belgesel 31 mayıs pazartesi akşamı arte'de yayınlanacak.
2009 yapımı 59 dakikalık film sidi larbi'ye çin, hindistan, antwerp ve korsika'da eşlik ederken onun dans, ruhaniyet, eşcinsellik, çocukluk, aile gibi konular hakkındaki görüşlerini belgeliyor.

benim için şimdilik "babel"i izlemek uzak gözükse de, "babil'in düşleri"ne girmek imkan dahilinde..

26 mayıs'ta mezzo'da "rheingold" naklen yayını, 31 mayıs'ta arte'de "rêves de babel", kendisi dans etmese de 2-3 haziran'da muhsin ertuğrul'da "sutra": cherkaoui istanbul'a bu kadar yakın olmamıştı...

28 Nisan 2010 Çarşamba

reha erdem / kosmos




reha erdem'in yeni filmini heyecanla bekliyordum, vizyona girer girmez de ilk fırsatta seyrettim. hakkında yazı yazmaya yeltenmem ise bayağı zaman aldı.

reha erdem, ilk filmi "a ay"dan beridir hayranlık ve merakla takip ettiğim bir yönetmen. hatta, "a ay"dan sonra yaklaşık 5-6 yıl film çekmeyince üzüldüğümü de hatırlıyorum, sinemayı bıraktı mı acaba diye. meğerse "a ay"ın borçlarını ödemek ve yeni filmi için para biriktirmek için reklam filmleri çekiyormuş.
"a ay" vizyona çıktığı yıllarda reha erdem devlet tiyatrosu'nda jean genet'nin "hizmetçiler"ini sahnelemişti; insana "keşke arada sırada tiyatro -ve hatta opera- sahnelese" diye diletecek kadar sağlamdı erdem'in "hizmetçiler" yorumu.

"kosmos" erdem'in son filminin adı.
şarlatan mı şaman mı, hırsız mı aziz mi, insan mı hayvan mı yoksa uzaylı mı olduğu belirsiz bırakılmış, ancak genelgeçer değerlere/kabullere aykırı kaldığı kesin bir kahramanın, adı sanı verilmeyen ancak toplumsal ve sosyal göndermelerden hangi coğrafya olduğu hayli belli bir diyarda başından geçenlere tanık oluyor film.

reha erdem'in, filmlerinin, "kaç para kaç" istisna olmak üzere, her birinde tanık olduğumuz özgür, serbest, zaman zaman soyut, bazen absürd, uçuk tarz "kosmos"da en yetkin seviyesine ulaşıyor.
diğer filmleri gibi "kosmos"da da erdem'in öyle birebir gerçekleri anlatmakla derdi yok; daha çok bir duyguyu, bir ruh halini, bir atmosferi yaratmaya uğraşıyor.
bu açıdan, filmin kuvvet aldığı en önemli öge ses bandı; aynı "hayat var"da, "beş vakit"de olduğu gibi "kosmos"da da ses bandı çok yüklü; filmin kişileri hiç konuşmasalar, sadece ses bandının sesleriyle film derdini rahatlıkla anlatabilir sanki. örneğin; şehrin sokaklarında geçen her sahnede arkadan gelen bomba sesleri, filmin geçtiği atmosferi açıklamaya yarayacak bir sürü repliğe bedel.
keza görüntüler de aynı güce sahipler. reha erdem'in kahramanlarını uzun uzun konuşturmasına gerek kalmıyor; bir heykelinin kadraja alınış şekli, uzun bir tiradın yerine rahatlıkla geçiyor.
bir de; herhalde ömer kavur'un filmlerinden beri ilk defa, bir şehir bir filmin dokusuna, ruhuna, atmosferine bu kadar ustaca sızmayı başardı, filmi oraya ait kıldı, filmle bütünleşti.

"kosmos" reha erdem'in en yaratıcı ancak gerek izlenmesi, gerek anlaşılması, gerekse dünyasına girilmesi en zor filmi. ancak bir de girildi mi, bitsin istenmiyor.
"kosmos"dan çıkarken reha erdem'in yaratıcılığının, hayalgücünün ve zanaatkarlığının (filmin kurgu ve ses tasarımı da ona ait) hakkını aklımla teslim etmeme rağmen, gönlümdeki en etkileyici filmi hala "beş vakit" olarak kaldı.

27 Nisan 2010 Salı

"seni seviyorum diyecek kadar sarhoş?"; çıkarları uğruna dünyayı mahfedecek kadar ayık!

bu akşam üç alternatif arasından “seni seviyorum diyecek kadar sarhoş?” oyununu seçtim. diğerleri süreyya’da istanbul devlet balesi’nin dans haftası kutlamalarının ilk gecesi ile cemal reşit rey’de akordeon & yaylı çalgılar dörtlüsü konseri idi.

beyoğlu’nun ara, arka, ana sokaklarında bir sürü küçük ölçekli, bağımsız tiyatro toplulukları türedi son yıllarda. ve bu tiyatrolar, örneğin dot’tan daha radikaller, -marifet sayılır mı bilmem ama- daha “in-yer-face”ler. oldukça da “underground” olduklarından dolayı daha rahatlar, daha özgürler; daha kolay sınırları zorlayabiliyorlar.
iki ay kadar önce istiklal’den girilen bir apartmanın üst katlarından birinde, dot’la tanışık olduğumuz mark ravenhill’in “birkaç açık saçık polaroid” oyununu izlemiştim. hakkında o zaman blogumda yazmaya zamanım olmamıştı, ama beğenmiştim.

bu akşamki oyun, caddeden içlere doğru sızıp, ara sokakların birindeki gaf sahnesindeydi.

balık pazarı’nın arkasındaki sokakların birinde bir zile basıyorsunuz, kapı açılıyor. üst kata çıkıyorsunuz, bilet alıp, sergi salonu-fuaye gibi bir mekanda beklemeye başlıyorsunuz. bu arada sangria ikramı yapılıyor.
akşamın seyircileri geldikçe mekan kalabalıklaşıyor, oyunun başlama saatini biri iki dakika geçe üst kattan iki genç adam iniyorlar mekana, ellerinde içki, hafif sarhoş… önce uzun uzun bakışıyorlar, kesişiyorlar demek belki daha doğru.
seyircilerden bu mizanseni fark edenler kenara çekilip genç adamlara yer açıyor. sonra biri diğerine “seni seviyorum diyecek kadar sarhoş” diyor ve oyun başlıyor.
kısa süren bu girişten sonra seyirciler iki genç adamın arkasından üst kata çıkıyorlar ve küçük bir oturma odası boyutlarındaki mekana alınıyorlar; üç yanda duvar kenarlarına sandalyeler dizilmiş, ortada birer büyük, yaldız işlemeli, kadife kaplı koltuk ve bir ayaklı lamba.

45-50 dakikalık oyun bu küçük odada ve odanın kapısından görülen merdiven sahanlığında geçiyor. yönetmen jale karabekir sadece iki kişinin birbiriyle konuşmasına dayalı oyunu olabildiğince hareketli, dinamik hale getirmeye uğramış; hem o küçük oturma salonu hem de merdiven sahanlığı çok iyi kullanılmış. bu başarılı düzenlemede ışık tasarımının da büyük payı var.

[eve gelip, internette küçük bir araştırma yapınca oyunun west end ve broadway’deki yapımlarının eleştirilerine denk geldim; doğrusu, yurtdışındaki rejinin daha sade ama çok daha etkileyici olduğunu düşünüyorum: bütün oyunun geçtiği iki kişilik koltuk oyun süresince gitttikçe yerden koparak yükselmiş.]

ingilizlerin önemli yazarlarından carly churchill’in oyununun konusundan çok, konuyu ortaya koyuş şekli ilginç: iki adam var, sevgililer. birinin amerikalı olduğu tahmin edilebiliyor diğeri nereli çok anlaşılmıyor. [yurtdışı eleştirilerinden öğrendim; biri amerikalı (sam) diğeri ingilizmiş (jack), hatta bush ile blair olarak bile düşünülebilirmiş]
bir yandan bu adamların eşcinsel ilişkilerinin seyrini izliyoruz, bir yandan da amerika’nın dünya üzerinde gerçekleştirdiği müdaheleleri (vietnam, ırak, şili, kolombiya… suikast, virüs, bomba, uyuşturucu, silah ticareti, ihtilal…) hakkında kendilerini haklı çıkaran, daha etkili nasıl yapabileceklerine, stratejilerinin ne olması gerektiğine dair kesik kesik, tam cümleleşmeyen, spotlar ve sloganlar halinde kalan konuşmalarını dinliyoruz.
amerikalı olan ingiliz’i baştan çıkarıyor; iki adam kirli çamaşırları hakkında konuşarak tahrik oluyorlar, öpüşüyorlar, sevişiyorlar.

etkili olmasına etkili bir buluş; amerika ve ingiltere’yi birer eşcinsel figür olarak tanımlayıp, dünya üzerinde kendi faydaları uğruna gerçekleştirdikleri icraatlar üzerinden ilişkilerinin seyrini ortaya koymak.
ancak tam da anlamış değilim, neden illa eşcinsel olmaları gerektiğini?

oyunun türkçe metni maalesef, bütün bu tarz oyunlarda olduğu (ve dot’un da bir türlü üstesinden gelmeyi başaramadığı) üzere çeviri kokuyor, oyuncuların ağzında yapay duruyor.
yine de, iki genç oyuncuyu, fatih gençkal ve murat mahmutyazıcıoğlu’nu kutlamam lazım; hem cesaretleri, hem de gayretleri için, yani cesaretlerinin arkasını doldurdukları için; hem türkiye sahnelerinde kolay kolay tanık olunamayacak bir rahatlıkla oynuyorlar hem de çok zor bir işin altından kalkıyorlar: birer figür olarak çizilmiş rollerine can katıyorlar.

“seni seviyorum diyecek kadar sarhoş?” çarşamba ve perşembe akşamları da saat 20.00'de tiyatro gaf’ta.

23 Nisan 2010 Cuma

yine de, "gnosis" hakkında:




.ilk bölümde akram khan solo dans etti: ancak sanki bir sürü karakter vardı sahne üzerinde, kalabalıktı. ikinci bölümde akram khan yine solo dans etti: bu sefer sadece o vardı sahnede, tekti. üçüncü bölümde müzisyenlerle alışveriş etti, düet yaptı, atıştı. akşama adını veren "gnosis" isimli dördüncü bölümde ise akram khan ile kodo davulcusu yoshie sunahata birlikte dans ettiler.

.ilk üç bölüm daha soyuttu, dördüncü bölüm bir hikaye anlatıyordu.

.ilk üç bölüm geleneksel danstı: akram khan'ın ustası olduğu kathak. çok da zarifti dansı. geleneksel kuzey hindistan dansını tanımayan seyirciye, kendini hayran hayran seyrettirmek kolay iş olmasa gerek.

.dördüncü bölüm kodo ve kathak hareketlerinden esinlenilerek tasarlanmış bir çağdaş dans örneği idi. koreografinin br kısmı ve özellikle de yoshie sunahata'nın japonca şarkıyı söylemeye başlamasından itibaren sona kadar olan bölüm had safhada akram khan ile sidi larbi cherkaoui'nin 2005 yılında birlikte sahneye koydukları "zero degrees"i andırıyordu.

.gösterinin bütün bölümlerinde ışık tasarımı çok ustacaydı; ışık özellikle "gnosis"te neredeyse başrollerden biriydi, dansçılardan rol çaldı.

.dekor olarak sahnenin en gerisine asılmış iki perdenin arasında bir yarık vardı. bütün enerjiyi o yarık biriktirdi ve sonunda serbest bıraktı. belki de "gnosis"in en özgün tarafı o yarıktı.

22 Nisan 2010 Perşembe

akram khan ve sylvie guillem istanbul'da dans ediyorlar...

istanbul en son ne zaman büyük ölçekli bir çağdaş dans gösterisi gerçekleşmişti diye sorunca insan kendisine: iki sene önce william forstyhe'ın "insan yazıyor"u antrepo'da; bir sahne yapıtı değildi. ondan önce ise; dört sene evvel anne teresa de keersmaeker konuk olmuştu tiyatro festivali'ne. demek ki akram khan dört sene sonra bir sahne yapıtıyla istanbul'a konuk olan ilk önemli çağdaş koreograf/dansçı.
[akram khan bu akşam gösteri sırasındaki konuşmasında istanbul'a gelmesinin 20 sene sürdüğünü söyledi, başka bir deyişle 20 senedir istanbul'a gelmek istediğini.]

dolayısıyla; bu akşamki "gnosis" gösterisinin kalitesinden ziyade, akram khan gibi günümüzün en popüler/yıldız koreograflarından birini istanbul'da canlı seyretmiş olmamız önemli olan!

"gnosis" hakkında bir şeyler yazmak istemiyorum; içimden gelmiyor. keza, yarın akşam seyredeceğimiz "sacred monsters" hakkında da. (dvd'den seyretmişliğime güvenerek sarf ediyorum bu lafları)
çünkü o gösterinin de, kalitesinden daha fazla önce çıkan özelliği, sylvie guillem gibi günümüzün çok önemli dans ikonlarından birinin ilk defa istanbul'da sahneye çıkacak olması.

sidi larbi cherkaoui la scala'da





13 mayıs'ta la scala'da rejisini guy cassier'in yaptığı wagner'in "das rheingold" operasının prömiyeri gerçekleşecek. yapıtın koreografisi sidi larbi cherkaoui'ye ait.
keşke cinebonus bu operanın da naklen yayını yapsa, yapmaz ama di mi: wagner! rheingold! zor!!!

21 Nisan 2010 Çarşamba

"ve arkanda duran kişi yoktur artık"

(foto: bettina stöss)

en başından beri pina bausch'la birlikte wuppertal'de olan ve geçtiğimiz günlerde 60 yaşına basan dansçı jo ann endicott ile yakın tarihte yapılmış bir söyleşiden:

"...Und niemand steht mehr hinter dir, keine Pina, die dich die ganze Zeit angetrieben hat. Wir ziehen nicht mehr ein in das Haus, das wir gemeinsam gebaut haben. Ich fühle mich so allein...

... Alles ist alt daran. Auch die Unterhose und der BH. Ich habe Pina immer wieder andere Modelle vorgeführt, aber sie ließ sich nicht erweichen: ”Du siehst am besten aus in den alten.” Inzwischen gebe ich ihr Recht: In den alten Klamotten fühlt man sich, als wären’s die eigenen. Und an meine Schuhe lass ich niemanden ran, die Straße ist schließlich ein gefährliches Pflaster...

...Mein Text am Anfang ist nicht fixiert. Wie oft habe ich Pina um ein Skript gebeten! Doch nein. Während der Pause zermartre ich mir darüber das Gehirn, was ich dem Publikum nachher sagen soll. Nichts fällt mir ein. Alles kommt erst im Augenblick der Aufführung, ganz spontan! Pina hat meine Einfälle meist geliebt und mir zuletzt im November 2008 deswegen auf ihre zurückhaltende Art große Komplimente gemacht...

...Schon vor ihrem Tod litt ich unter Erschöpfungszuständen. Ich war hundemüde und erzählte Pina von einer Müdigkeit, die ich so nicht kannte. Und, sie sagte ”Das Beste ist: Arbeiten”. Und: ”Jo, ich muss mich auf Dich verlassen können.”





...Ve artık arkanda hiç kimse durmuyordur, her an seni zorlayan Pina yoktur. Artık beraber inşa ettiğimiz eve sizi çekecek insan da yoktur. Kendimi o kadar yalnız hissediyorum ki…”

…Bütün kostümler eskimişti. Külot ve sütyen de. Ben Pina’ya mütemadiyen başka modeller sundum, fakat o hiçbir zaman yumuşamadı, “Eskilerin içinde çok daha iyi gözüküyorsun.” dedi. Zamanla ona hak verdim: Eski elbiselerin içinde, sanki bunlar bana aitmiş gibi hissediyorum. Ve ayakkabılarımı kimseye vermiyorum, neticede dekorun zemini tehlike içeriyor…

… İkinci bölümün başındaki metnim hiçbir zaman kesinleştirilmedi. Pina’ya kaç defa fiks bir metin için yalvardım! Ama hayır. Bölüm arasında kafamı yerdim, seyirciye ne söyleyeceğim diye. Aklıma hiç bir şey gelmezdi. Her şey gösteri anında çıkardı, tamamıyla kendiliğinden! Pina o an aklıma gelip de söylediklerimi genellikle beğenirdi ve en son 2008’in Kasım’ındaki gösteri sonrasında bu konuda kendi ürkek tarzıyla bana büyük komplimanlar yapmıştı…

…Ölümünden önce bitkinlikten muzdariptim zaten. Çok yorgundum ve Pina’ya, daha önce çok da yaşamadığım bu yorgunluk halinden bahsettim. “En iyisi: çalışmak” dedi ve devam etti: “Jo, sana güvenebilmeliyim.”…

… Pina her zaman gücünün ötesinde çalıştı. Hiçbir zaman sakınmadı. Her yapıtı ile bize hayatından bir parçayı hediye etti. Ve herkes onun sonsuza kadar yaşayacağını zannediyordu…

…Bütün dansçıları Pina’nın ölümünden sonra tekrar dans ettiler. Ben etmedim. Pina olmadan, onun karşısındakini bütünüyle anlayan, unutulmaz bakışı olmadan becerip beceremeyeceğimi görmek istedim! Provalar sırasında onun yokluğuna katlanmak, varlığına katlanmaktan çok daha zor…

19 Nisan 2010 Pazartesi

film festivali 29: bilanço

01. zanan-e bedun-e mardan (erkeksiz kadınlar), şirin neşat, almanya-2009, *****
02. mademoiselle chambon (matmazel chambon), stéphane brizé, fransa-2009, *****
03. fish tank (akvaryum), andrea arnold, ingiltere-2009, *****
04. nothing personal/loneliness (özel hayatlar), urszula antoniak, hollanda-2009, *****
05. tanztraeume (dans rüyaları), anne linsel, almanya-2010, *****
06. j’ai tué ma mére (annemi öldürdüm), xavier dolan, kanada-2009, ****.5

07. medalia de onoare (şeref madalyası), calin peter netzer, romanya-2009, ****
08. 5 fingers (beş parmak), joseph l.mankiewicz, abd-1952, ****
09. de helaasheid der dingen (şeylerin boktanlığı), felix van groeningen, belçika-2009, ****
10. l’immortelle (ölümsüz kadın), alain robbe-grillet, fransa-1963, ****
11. einaym pkuhot (gözleri tamamen açık), haim tabakman, israil-2009, ****
12. bunny and the bull (bunny ile boğa), paul king, ingiltere-2009, ****
13. a single man (tek başına bir adam), tom ford, abd-2009, ****
14. accident (kaza gecesi), joseph losey, ingiltere-1967, ***.5
15. korkoro (özgürlük), tony gatlif, fransa-2009, ***.5
16. kuki ningyo (şişme bebek), hirokazu kore-eda, japonya-2009, ***.5
17. nang mai (orman perisi), pen-ek ratanaruang, tayland-2009, ***.5
18. contracorriente (akıntıya karşı), javier fuentes-leon, peru-2009, ***.5
19. celda 211 (hücre 211), daniel monzon, ispanya-2009, ***.5
20. mr. nobody (bay hiçkimse), jaco van dormael, belçika-2009, ***.5

21. kynodontas (köpek dişi), yorgos lanthimos, yunanistan-2009, ***
22. man som hatar kvinnor (ejderha dövmeli kız), niels arden oplev, isveç-2009, ***
23. amreeka (amrika), cherien dabis, abd-2009, ***
24. the calling (çağrı), jan dunn, ingiltere-2009, ***
25. journey into fear (korkuya yolculuk), norman foster, abd-1943, ***
26. perrier’s bounty (getirin kellesini), ian fitzgibbon, irlanda-2009, ***
27. chloe (büyük hata), atom egoyan, kanada-2009, ***
28. the limits of control (kontrol limitleri), jim jarmusch, abd-2009, **.5
29. ordinary people (sıradan insanlar), vladimir perisic, sırbistan-2009, **.5
30. white material (beyaz insan), claire denis, fransa-2009, **.5
31. svetat e golyam i spasenie debne otvsyakade (koca dünyada kurtuluş pusuda), stephan komandarev, bulgaristan-2008, **.5
32. the virgin of stamboul (istanbullu bakire), tod browning, abd-1920, **.5

33. secret ceremony (gizli merasim), joseph losey, ingiltere-1968, **
34. na putu (yolda), jasmila zbanic, bosna hersek-2010 **
35. eva (aldatan kadın), joseph losey, fransa-1962, *.5
36. chaque jour est une féte (her gün bayram), dima el-horr, lübnan-2009, *.5
37. morrer como um homem (erkek gibi ölmek), joao p. rodrigues, portekiz-2009, *.5
38. persécution (zulüm), patrice chéreau, fransa-2009, *
39. heliopolis, ahmad abdalla, mısır-2009, .5

film festivali 29 - izlenim 11: son iki gün

bir festival daha bitti; yıl boyunca heyecanla beklediğim, mart başı gibi kıpırdanmaya başladığım, kitapçık çıkınca bir heyecan filmlerini hatmettiğim (eskiden konularını da okurdum, daha keyifli olurdu, son yıllarda ağırlıklı olarak yönetmenine, sonra oyuncusu, ülkesi ve ödüllerine bakıyorum), her sene mart'ın ortasında kocakarı soğuklarının kenti esir aldığı ya karlı ya da buz gibi soğuk cumartesi sabahında erken saatte kuyruğuna girip saatlerce beklediğim, ilk haftasonunda sanki hayatımda ilk defa festivalde sinemaya gidiyormuş gibi heyecanlı olduğum, birinci haftanın sonlarına doğru bedenimde (mütemadiyen oturmaktan) ve gözlerimde (mütemadiyen karanlıkta ışığa bakmaktan) yorgunluğun hafif hafif kendini hissettirmeye başladığı, ikinci haftanın sonlarına doğru ise -hele de üstüste bir kaç film beklediğim kadar iyi çıkmadıysa- artık bitse diye düşündüğüm, ama hala her filme keşif, merak ve beklenti hissiyle girmekten kendimi alıkoyamadığım, son haftasonunda ise bu sefer festival bitiyor diye hayıflanarak kalan bir avuç filmime dört elle sarılıp dört gözle seyrettiğim, benim için her zaman "sinema günleri" kalacak bir film festivali daha bitti.

her yıl bir şekilde denk geldiği üzere bu sene de bir gün, son cumartesi, sinema için boğaz'ın diğer tarafına geçtim.
bu sayede kadıköy kadıköy sinemasına hayatımda ilk defa gitmiş oldum; salonun eliptik iç mekanı bana "star wars" (yıldız savaşları) filmlerinin ilkini hatırlattı: hem luke skywalker'ın amcasıyla yaşadığı gezegendeki konutlara ve içkili barlara benzettim sinemanın iç içe geçen halkamsı çizgilerini, hem de han solo'nun külüstür gemisi ile bir galaksiden diğer galaksiye ışınlanma sırasında uzay boşluğunda oluşan çizgisel görsel-efekte. ne yapıp edip "yıldız savaşları"nı bu sinemada seyretmek lazım; filmden salona yayılacak atmosferik deneyim için!



bol ödüllü sırp filmi "ordinary people" (sıradan insanlar) derdi (askerliğin anlamsızlığı, insan öldürmenin sıradanlaşması) hakkında ne kadar haklı ise, onu anlatış biçimi açısından o kadar yavandı; basit diyemeceğim, hele de özellikle mimarların vazgeçilmez başucu aforizmalarından olan "less is more" (az çoktur) sloganını bu filmin biçemini haklı çıkarmak için hiç kullanmayacağım. belki çok banal olacak ama; "sıradan"laşan bir biçemi vardı filmin.
yine de meraklısına; türkçe altyazısı üzerindeydi, vizyona girecek demektir. yönetmeni, vladimir perisic'ti.

daha da çok ödüllü yunan filmi "kynodontas" (köpek dişi) ise herşeyiyle özgün bir dünya kuruyordu kurmasına ancak seyircinin duygusal dünyasına balyoz gibi inme konusunda bence ne haneke ne de von trier seviyesindeydi.
refahtan bunalmış burjuva toplumu eleştirisi, uç noktalara varan bir nedensizlik ve anlamsızlık manzumesi olarak ele alınmıştı. yönetmen yorgos lanthimos'un tahammül sınırlarını zorlayan hayalgücü, filmin dahil olduğu "mayınlı bölge" bölümünü taçlandırdı; salondan çıkalar boldu, bölümün namusu korundu!



pazar sabahı tekrar istiklal'deydim. claire denis'nin "white material" (beyaz insan)'ı, her seferinde bir denis filmine gitmeyeceğim dedirtip her seferinde gittiğime pişman olma ritüelimi tekrarlattı bana. (bir kaç istisna dışında bir denis filminden tatmin olarak çıkmışlığım azdır; istisnalar bende saklı.)
isabelle huppert ne zaman takıntılı, egzantrik karakterleri oynamaktan vazgeçecek acaba diye de merakla beklemekteyim. filmin tindersticks imzalı müziği ise çok iyi.



son güne sakladığım jaco van dormael'in "mr. nobody" (bay hiçkimse)'si basit ama zeki bir fikri fazlaca karmaşık ve teknolojik anlatan bir filmdi. halbuki "hayatta tercih yapmazsan, her şey ihtimal dahilinde olur" anafikri daha sakin bir sinematografi ve kurguyla çok daha etkileyici bir son ürüne kaynaklık edebilirmiş.



son filmim, hiam abbass'ın başrolde oynadığı lübnan yapımı "chaque jour est une féte" (her gün bayram), her ne kadar, http://www.imdb.com/ notunun 5.5 olduğunu bildiğimden beklentimin çok fazla olmadığı bir filmdiyse de, büyük bir hayalkırıklığı oldu. maalesef, hiam abbass'ın varlığı bile filmi kurtaramadı! tek iyi yanı, imdb'ye inancımı kuvvetlendirdi!

18 Nisan 2010 Pazar

istisnai haftaya sıkı açılış: paul taylor dance company


(brief encounters)

cuma ve cumartesi akşamları iki ayrı repertuarla paul taylor dans topluluğu modern dansa olan açlığımızı giderdi. bunun üzerine; 20-21 nisan'da akram kahn'lı "gnosis" ve 23 nisan'da akram khan & sylvie guillem'li "sacred monsters"la istanbul dans seyircisi uzun zamandır yaşamadığı ve kolay kolay da bir daha yaşayamayacağı istisnai bir hafta geçirmiş olacak.

paul taylor modern dansın yaşayan sayılı ustalarından biri. pina bausch'un hemen öğrenciliği sonrasında onun topluluğunda dans etmişliği var.
yaşından dolayı kendisi istanbul'a gelememiş olsa da, 16 kişilik ekibi 70'lerden 2000'lere ve hatta 2009 yılı tasarımı bir yapıta kadar uzanan geniş bir repertuar sundular iki akşamda. bir nevi retrospektif oldu.
hepsi amerikalı olan (gösteri broşüründe herbirinin teker teker özgeçmişi yazıyordu) topluluk üyeleri teknik olarak çok iyiydiler, belli belirsiz bir kaç hata dışında, işsanat'ın dansa elverişsiz sahnesi de gözönüne alındığında, çok başarılı bir performans sergilediler.

her iki akşamın programı tipik bir modern dans akşamı niteliğinde hazırlanmıştı: önce, seyirciyi ısıtmak için, hafiften bir başlangıç eseri, tercihen barok müzik eşlikli. ardından bir ağır eser; müziği ve koreografisiyle sofistike. bir de gerek müzikal olarak gerekse hareketler açısından popüler bir yapıt.
1. akşam bach'la başladı ("brandenburgs"), ikinci akşam haendel'le ("airs"), 1.akşam'da tango vardı ("piazzolla caldera"), 2. akşam'da ise the mamas and papas şarkıları eşliğinde -"hair"in park sahnelerinin twyla tharp imzalı koreografisini oldukça andıran- 70'lerin hippi dansları ("changes").
kişisel olarak benim favorilerim; 1. akşamdaki debussy'nin müziği ile hazırlanmış "brief encounters" ile 2. akşamda da bach'ın toccata ve füg'ünü de içeren devasa "promethean fire" idi.
"brief encounters"da sıcak sarı ışıkla yıkanmış, oldukça loş aydınlatılmış sahnede gün doğumundaki orman perilerine mi yoksa çöl cinlerine mi benzeteceğimi bilemediğim dansçılar günlük ayinlerini gerçekleştirdiler; büyüleyiciydi. alçakgönüllü ama etkileyici bir yapıttı. koreografi de sanki nijinski'nin "bir faun'un öğleden sonrası"ndan feyz alınmış gibiydi.
iki akşamlık turnenin kapanışını yapan "promethean fire" ise topluluğun tam kadro sahne aldığı, gösterişli, koreografisi alengirli ve oldukça komplike bir yapıttı; kostümünden ışığına bach'ın toccata ve fugue'nün görkemini yansıtıyor, sonuna doğru ise seyirciyi huşuya erdiriyordu.

işsanat son 2-3 sezondur getirdiği ikinci-üçüncü sınıf dans topluluklarından vazgeçip bu yıl tek bir topluluğu konuk etti sahnesinde; çok çok isabetli bir tercih! paul taylor gibi modern dansın sayılı ustalarından birini yıllar sonra tekrar istanbul'da seyretmek hem akademik, hem de keyifli bir deneyimdi.
işsanat 2010-2011 için cesaret etse de merce cunningham dance company'nin dünya üzerindeki son turnesi olan "the legacy tour"undan bir termin koparsa; müthiş olurdu!

17 Nisan 2010 Cumartesi

film festivali 29 - izlenim 10: "erkeksiz kadınlar"




(şirin neşat - kendi portresi)

şirin neşat'ın "zanan-e bedun-e mardan" (erkeksiz kadınlar)'ı festivalin bitimine bir gün kala en iyiler listemde en üst sıraya oturdu.
iran'da 20.yüzyılda gerçekleşen bütün devrimlerin kurbanlarına adanan film, yüzyılın tam ortasındaki bir tarihten, 1953'teki iran'a bakarak anlatıyor derdini.
şirin neşat hayli politik bir hikayeyi, son yıllarda seyrettiğim en estetik görüntülerle aktarıyor perdeye. her bir sahne ışığı, renkleri, kompozisyonuyla bir tablo gibi. her sahnesi tüyleri ürpertecek kadar güzel.
sadece görsel seviyesi yüksek değil filmin, kurgusu, senaryosu ve sarf edilen sözlerin içeriği de çok üst düzeyde. yani, biçim içeriği ezmiş falan değil, birbirine hizmet ederek yükseltiyorlar filmin değerini.

"erkeksiz kadınlar" bir meyva bahçesinde biraraya gelen üç kadını ve dışarda kalıp sokaklarda dolaşan bir ruhu anlatıyor. simgelerle yüklü bir film. her şey göründüğünün dışında da anlamlara sahip. ben şöyle yorumladım:
meyva bahçesi iran'ın kendisi.
erkeksiz dört kadın ise iran'ın dört yüzü: asil iran (sadri), dini iran (faezeh), halkçı-milliyetçi iran (zerrin) ve komünist iran (munis).
sadri kraliyete yakın, yüzü ve kıyafetleri batıya dönük tarafı iran'ın, şah pehlevi'nin iranı. meyva bahçesi -yani "toprak"- da ona ait zaten, diğerleri oraya sonradan geliyorlar. bu da çok anlamlı çünkü iran'ın binyılları aşan geçmişinde olan bir kavram imparatorluk/kraliyet ve ülkenin şah'a ait olması.
faezeh, gözü gibi koruduğu bakireliğini sokak ortasında iki adamın tecavüzü ile kaybeden, gönlü arkadaşı munis'in inançlı abisinde olan, kendisi de inançlı olan karakteri filmin. (film 1953'te geçtiğinden) belki de geleceğin ayetullah humeyni taraftarı.
zerrin genelev kadını; mütemediyen üzerinden geçilen, girip çıkılan (belki de amerika ve ingiltere'nin iran üzerinde oynadıkları oyunlara gönderme). musaddık'ın, yani demokrasinin, halkın, milletin iran'ı zerrin. musaddık 1950'lerde ingiliz ve amerikan işbirliği ile zayıflatıldıkça zerrin de güçsüzleşir, ne zaman musaddık düşürülüp darbe haberi gelir, zerrin de o an ölür.
munis ise filmin hemen başında abisine isyan ederek intihar eden, ruha dönüşüp film boyunca sadece komünist gençlere gözüküp yardım eden bir kahramanıdır filmin, ama iran'ın geleceğine etkisi olamayan, baştan kaybetmiş olan.

"erkeksiz kadınlar" makmalbaf veya kiarostami'den tanıdığımız iran sinemasının tipik bir örneği değil; şirin neşat'ın film yönetmeninden ziyade güncel sanatçı olmasının etkisiyle, görsel açıdan örneğine ne iran sinemasında ne de dünya sinemasında kolay kolay rastlanacak türden bir yapıt çıkmış ortaya; şiir kadar lirik bir görselliğe sahip.
sivri dilli politik içerik de ayrı bir güç katıyor "erkeksiz kadınlar"a.

16 Nisan 2010 Cuma

film festivali 29 - izlenim 9: "matmazel chambon" ve diğerleri

festival son iki gününe girerken, bu seneki gözde filmlerim "akvaryum" ve "yalnızlık"ın yanına bir film eklendi: "mademoiselle chambon". yönetmeni: stéphane brizé.

gündelik hayatın içinde öylesine kıvılcımlanan bir imkansız aşk hikayesi anlatıyor "matmazel chambon". içinde fırtınalar kopan iki insanın bakışlar, duruşlar, sessizlikler ve franz von vecsey'in "valse triste" (hüzünlü vals)'i üzerinden anlatılan ilişkisi.
evli çocuklu inşaat işçisi bir adam ile bekar ilkokul öğretmeni arasında belli belirsizce başlayan, cinsellikten ziyade şefkat üzerinden ilerleyen, olaylardan çok duyguların önplanda olduğu, derinden giden hüzünlü bir aşk ilişkisi. kadından daha çok adamı çarpan, hırpalayan, hırçınlaştıran ve sonunda sessizce gözyaşı dökecek duruma getirten bir hikaye.

filmin içinde verilen referansla (öğretmenin evinde asılı poster) görsel atmosferin hammershoi'nin tablolarından esinlenildiği, müzikal esinini ise vecsey'in yanısıra edward elgar'dan alan zarif, ince, dingin bir anlatımı var "matmazel chambon"un.
filmin en hareketli sahnesi, adamın arasıra kendibaşına kaçtığı, kasabaya tepeden bakan çayırlıkta esen delice rüzgarla oraya buraya savrulan ağaçların görüntüsü; adamın içindeki fırtınayı, çalkantıyı anlatırcasına...
"matmazel chambon" bir roman uyarlamasıymış; yazarı eric holder. türkçeye de çevrilmiş. filmin etkisinden çıkmadan kitabı okumak niyetindeyim...



yarışmalı bölümden arka arkaya seyrettiğim iki film ilginç bir koşutluğa sahiptiler: "j'ai tué ma mére" (annemi öldürdüm)'de annesiyle oturan eşcinsel yeniyetme oğlan yatılı okula gitmemek için elinden geleni yaparken, "de helaasheid der dingen" (şeylerin boktanlığı)'nda babası ve amcalarıyla oturan hetero yeniyetme oğlan yatılı okula gitmek için çırpınıyordu.
iki film de sorunlu ebeveynlerin çocuklarının sorunlu hikayelerini kah neşeli, eğlendirici kah kızgın, sinirli, kah hüzünlü, kah tiksindirici detaylarla gözler önüne seriyordu.
"annemi öldürdüm"ün yapımcısı, senaristi, yönetmeni ve başrol oyuncusu 20 yaşındaki xavier dolan biraz yalapşap ve özensiz gibi duran ancak oldukça yaratıcı fikirler içeren bir yapıt ortaya koymuş. umarım yarışmadan eli boş dönmez.
felix van groeningen'in filmi "şeylerin boktanlığı" ise serbestçe zamanda geri-ileri gidişlerle hikayesini anlatmak dışında gözeçarpan bir özelliğe sahip değildi, tabii filme konu olan dört erkek bir kız kardeşten oluşan strobbe ailesinin sıradışılığını saymazsak.



dindar bir ortamda yetişmemiş bir yetişkin günün birinde dindar olmaya nasıl karar verir, karar verirse ne olur, etrafı nasıl tepki verir fikrinden yola çıkarak yapılmış iki film seyrettim haftaiçinde. ikisinin yönetmeni de kadındı ve soru-cevap kısmında ilk söyledikleri şey inançsız oldukları idi.
geçen yılın en iyi filmlerinden "grbavica"nın yönetmeni jasmila zbanic'in "na putu" (yolda)'sından çok umutluydum, ancak baştan itibaren sonunda hangi kararı vereceğini kolayca tahmin edeceğimiz kadın karakteri luna'yla özdeşleşmek yerine içkiyle sorunlu bir hayat sürerken bir tarikata katılacak ve onun müridi olacak kadar uç bir noktaya savrulan erkek karakter amar'ın psikolojisine, neden böyle bir karar verdiğine, iç dünyasındaki değişimlere odaklansaymış ve amar'ı tarafsızca anlamaya çalışsaymış daha ilginç bir film olurmuş. bana sanki zbanic, batı'nın (kişisel olarak ondan olmasa da genel olarak köktendinci islam'a yaklaşım anlamında) istediği/beklediği filmi yapmış gibi geldi.
jan dunn'ın yönettiği "the calling" (çağrı) ise, rahibeliği seçen bir genç kızın merkezinde bir tarafta onu engellemeye çalışan ailesi ve arkadaşlarının, diğer tarafta ise kızın girmek istediği manastırdaki rahibelerin dünyasını harmanlayan, dine ve manastır hayatına "saldırmak" veya o hayatı kötülemek için değil, "anlamak" için bakan sevimli bir yapıttı. komediydi, oldukça serbest bir hayalgücü ile yazılmıştı; dolayısıyla filmin sevecenliği bir noktadan sonra inandırıcılığını zedeliyordu. yine de hoştu.



maalesef bu yılın benim için en büyük hayalkırıklığı josef losey filmleri oldu. bir kaç sene önce "monsieur klein" (kaderini arayan adam)'ını seyredip hayran olmuştum; ancak bu sefer ne harold pinter senaryolu "the accident" (kaza gecesi) ne george tabori senaryolu "secret ceremony" (gizli merasim) ne de jeanne moreau'lu "eva" (aldatan kadın) beni memnun edebildi. hatta hepsini, bir an önce bitsin diyerek seyrettim. "the servant" veya "the go-between"i seçmiş olsaydım belki losey hakkında farklı düşünebilirdim...

15 Nisan 2010 Perşembe

film festivali 29 - izlenim 8: "yalnızlık"

programda ve biletin üzerinde adı "nothing personal" (özel hayatlar) diye geçiyordu, film başladı, perdede "loneliness" (yalnızlık) yazdı.

yaralı bir kızın hikayesiydi; evinin eşyalarını sokak kenarında satıp, boş odalarda öylece donup kalıp, kendini sonunu bilinmediği bir yolculuğa atan uzun kızıl saçlı bir kız. kendini, insan geçmeyen ıssız dağ yollarına vuran, çöp kutularından topladıkları ile beslenen, açık havada çadırda kalan bir kız. film boyunca adını öğrenemeyeceğimiz kız. film boyunca, onu böyle dağlara vurdurtan nedeni öğrenemeyeğimiz gizemli kız. hakkında sadece schubert'in winterreise'sini, mozart'ın da ponte operalarını sevdiğini, ve onlardan aryaları söyleyebildiğini bileceğimiz kız.

bir gün, dar uzun bir yarımadanın en ucuna yerleşmiş bir evi yukardan seyredip, sahibinin kayıkla açıldığını görünce eve girip etrafı karıştırıp, birşeyler atıştırıp, yatakta çırılçıplak dönüp durarak kokusunu yatağa sindirmiş, saçından bir teli bırakmış olarak evden çıkıp giderse, ama sonrasında evin sahibi orta yaşlı adamla, biraz da adamın zorlamasıyla zorlu bir iletişim sürecine girerlerse ne olur...
bir ilişkinin sonu, evililik, bir ilişkinin başlangıcı ve yalnızlık; filmin dört bölümüm başlıkları bunlar.

film, dünya festivallerinden aldığı bir sürü ödülü hakkediyor; müziği, duman mavisi-doygun yeşil-bakır turuncusu renkleriyle muhteşem görüntüleri, sakin kamerası, adamı oynayan stephen rea'dense kızı canlandıran lotte verbeek'in fütursuz oyunculuğu doya doya, içinize sindire sindire seyretmeye değer.


("avec plaisir", elina brotherus)

çıkışta filmin görüntülerini, bir-iki yıl önce yapı-kredi kazım taşkent galerisi'nde sergi açmış bir kadın fotoğrafçının çalışmalarına çok benzettim, hatta acaba bu film o sanatçının mı diye de düşündüm; o fotoğraflarla bu filmin dünyaları çok paraleldi. filme işten beraber kaçtığımız meslekdaşıma çıkışta bunu söyleyince o da bana hak verdi.
eve gidip kataloga bakınca aynı kişi olmadıklarını fark ettim, bugün de arkadaşımdan mail geldi, "haklı olarak urszula antoniak olduğunu düşündüren fotoğraf sanatcışı elina brotherus-muş" diye.

en son bu kadar hüzünlü, bu kadar acıtıcı ama bu kadar insani bir kadın-erkek ilişkisini yıllar önce ivan fila adlı bir çekoslovak yönetmenin "lea" adlı filminde tanık olmuştum. içim acımış tüylerim diken diken olmuş, film bittiğinde koltuğumda büzülüp kalmış ne yapacağımı bilememiştim, hatta soru-cevaptan sonra yönetmenin yanına gidip "bizi bu kadar üzmeye hakkınız var mı" diye hesap sorasım bile gelmişti! [bu satırları yazdıktan sonra imdb'de "lea"yı aradım, 1996 yapımıymış, demek ki 97'deki festivalde seyretmiş olmalıyım.]
"yalnızlık", "lea" kadar acıtmadı içimi, ancak derin bir iz bıraktığı kesin; bu seneki festivalin bana göre en iyisi.

13 Nisan 2010 Salı

film festivali 29 - izlenim 7: hiam abbass günü

bugün (pazartesi) seyrettiğim dört filmden üçünde hiam abbass vardı; birinde hiç konuşmadı sadece film boyunca birkaç dilde söylenen hayatın anlamına dair cümleyi arapça zikretti, diğerinde sadece beş dakika görünüp bir paris cafesindeki arkadaş toplantısında biraz konuştu, üçüncüsünde ise yardımcı kadın oyuncuydu.
hiam abbass'ı beş sene önce "suriyeli gelin"de seyrettiğimden beri takip ediyorum; ortadoğu'nun gizemini, güzelliğini, geçmişini üzerinde taşıyan hem alımlı hem de başarılı bir oyuncu.
"suriyeli gelin"den sonra "paradise now"da, spielberg'in "munich"inde kısa rollerde, gitai'nin "free zone"unda, iki yıl önceki festivalde gösterilen "visitor" (ziyaretçi)'de ve sonra tabii yine "suriyeli gelin"in yönetmeni eran riklis'in "limon ağacı"nda başrollerde doya doya seyrettik kendisini.
bu seneki festivalde bir filmi daha var; ben başta üç saymıştım, bugün patrice chéreau'nun filmi başlayıp da jenerikte ismini görünce dörtlediğimizi anladım. dördüncü film: dima el-hoor'un "her gün bayram"ı, ben pazar akşamı festivali atlas'ta bu filmle kapatacağım.
bu arada; milliyet sanat dergisi festivalde iki filmi var diye (ve büyük ihtimalle amerikalı ve sözde "sıradışı" diye) julianne moore'u bu ay kapak yapmak yerine keşke hiam abbass'ı yapsaymış! bize uzak, yabancı ülkelere değil de etrafımızdaki, yakınımızdaki, yanı başımızdaki, komşularımıza yüzümüzü çevirme zamanı...




patrice chéreau'nun "persécution" (zulüm)'ü çok kötüydü; biliyordum, tahmin etmiştim ama hem chéreau'nun filmografisini takip etme hem de romain duris ile jean-hugues anglade'ı seyretme isteği birleşince bu zülme 100 dakika kadar katlanmak zorunda kaldım. bonusu/sürprizi abbass oldu.



o kadar kötü olmasa da jim jarmush'un son filmi "the limits of control" (kontrol limitleri), sinemayı seven ve sinemadan anlayan bir tanıdığın çok güzel formüle ettiği üzere "sınırlarımızı zorlayan" bir deneyimdi.
john hurt'ü, tilda swinton'ı, bill murray'i, hiam abbass'ı seyretmek, madrid, sevilla ve bir ispanyol dağ köyünün sokaklarında christopher doyle'un kamerasıyla gezinmek, madrid'de 70'li yıllarda inşa edilmiş ünlü toplu konut gökdeleni edificio torres blancas'ın içini görmek, reina sofia çağdaş sanatlar müzesi'nin salonlarında/tablolarında dolaşmak ve resim-sinema-filmler-marilyn monroe arasında serbestçe bağlantılar kurmak keyifliydi keyifli olmasına, ama yeterince doyurucu değildi.



hiam abbass'ın yardımcı kadın oyuncu olduğu cherien dabis'in "amreeka" (amrika) adlı filmi de maalesef iyi değildi. evet, eğlenceliydi, hüzünlüydü ancak çok bildik klişeler, durumlar, cümleler üzerinden anlatıyordu derdini.
filistin-israil sorununa "suriyeli gelin" ve "limon ağacı", amerika'da müslüman ve göçmen olmaya da iki sene önceki "ziyaretçi" ve geçen seneki "hoşçakal solo" daha isabetli ve yenilikçi bir şekilde parmak basıyorlardı.



bugünümün çılgın filmi ise tony gatlif'in temperemanı yüksek "korkoro" (özgürlük)ü idi.
sanırım hakkında çok az film yapılmış bir konuda, ikinci dünya savaşında çingeneler hakkında hüzün, neşe ve müzik dolu bir filmdi "özgürlük", ancak onun da tony gatlif'in diğer filmleri (örneğin "exils") kadar güçlü, etkileyici olduğunu söyleyemem.

11 Nisan 2010 Pazar

film festivali 29 - izlenim 6: "dans rüyaları"


anne linsel ve kameraman rainer hoffmann yaklaşık bir yıl boyunca bütün provaları izliyorlar, kaydediyorlar. anne linsel gençlerin hepsiyle sohbet ediyor, hikayelerini öğreniyor, aileleriyle konuşuyor. bir yandan da wuppertal tanztheater’in prova mekanı lichtburg’da çalıştırıcılar jo-ann endicott ve bénédicte billiet’nin gençler ile her cumartesi günü yaptıkları provalara tanık oluyorlar.
bir zaman sonra, yapıt biraz çalışılıp, esas kadro için seçimler yapılması gerektiğinde pina bausch geliyor; gençlerin gayretlerinden, enerjilerinden, kendilerini adamışlıklarından o kadar etkileniyor ki, eleme yapmayıp birinci ve ikinci olmak üzere iki grup halinde çalışmaya devam edilmesine karar veriyor.

anne linsel deneyimli bir belgeselci. wuppertal’de oturuyormuş ve 1973’den beri pina bausch’u tanıyormuş; yani bausch’un wuppertal’e ilk geldiği günden itibaren. örneğin "kontakthof"u ilk sahnelendiği 1978'den bugüne en az yirmi kere seyretmişliği varmış.
anne linsel ile pina bausch’un karşılıklı güveni ve anne linsel’in titiz, dikkatli belgeselciliği sayesinde sanki o prova odasında hiç kamera yokmuşcasına yapılmış çekimler; müthiş içerden, derinden bir bakış linsel’inki.
tek bir noktada pina bausch rica etmiş çekim yapılmamasını; son genel prova sonrasında gençlerin yanına gidip onlarla konuşacağı zaman. görüntüleri yok ama linsel anlatıyor; pina bausch gözleri yaşlı şekilde, yapıtını ileriki dönemlere taşıdıkları için gençlere teşekkür etmiş.

pina bausch’un yanında, onunla beraber çalışan insanların onun kadar zarif, düşünceli, ince olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek; ancak “dans rüyaları”nda birebir tanık olunca jo-ann endicott ile bénédicte billiet’nin gençlerle nasıl ilgilendiklerine, onları nasıl sakince, ilgiyle ve sevgiyle yönlendirdiklerine, ve hatta dans dışındaki hayata dair nasıl fark ettirmeden öğütler verdiklerine, insanın bir kere daha pina bausch’a hayran olmaması mümkün değil; bütün dünyadan bu birbirinden değerli, “güzel” insanları etrafına topladığı için.

tanztraeume” (dans rüyaları pina bausch’un görüntülerinin olduğu son film. bu film çekildikten yaklaşık altı ay sonra ansızın hayata gözlerini yumdu pina bausch.

dans rüyaları” sağlam bir belgesel; bir dans yapıtının nasıl ortaya çıktığını, dans ile hiç alakası olmayan, bu çalışmadan önce aynı kentte yaşadıkları pina bausch’un adını bile duymamış genç insanların nasıl dönüştüklerinin, değiştiklerinin sosyal-toplumsal belgesi.

dans rüyaları” artık sadece rüyalarımızda buluşabileceğimiz ilahi bir sanatçı ile vedalaşmamız…



festival’deki gösterimleri kaçıranlar için müjde:
haziran sonunda, pina bausch’un “nefes”i istanbul’da eserken, goethe enstitüsü “dans rüyaları”nı bir kez daha gösterecek.

film festivali 29 - izlenim 5: "tek başına bir adam"

malum, eğer bir romanı çok sevdiyseniz, ondan yapılan bir uyarlama filmi o kadar beğenmiyorsunuz. nedenleri bildik.
aslında her sanat eserini kendi içinde değerlendirmek lazım, yoksa hepimizin yönetmen olması gerekirdi, kendi uyarlamalarımızı çekmek için.

modacılıktan sinemacılığa geçen sansasyonel figür tom ford'un "a single man" (tek başına bir adam) filmi hiç, christopher isherwood'un o muhteşem kısa romanını fatih özgüven çevirisinden okurken zihnimde canlandırdığım gibi çıkmadı.

"tek başıan bir adam" kendi içinde tutarlı, detay detay düşünülmüş, çok özenilmiş bir film. belli ki tom ford büyük itina ve ihtimamla çekmiş ilk filmini. müthiş estetik, duyarlı ve ince.
ancak, o kadar estetize edilmiş ve o kadar özenilmiş ki, bazı sahneler hareketli reklam fotoğrafı gibi; tercihen gucci, levi's veya prada.
maalesef bu da zaman zaman başkarakterin o kasvetli, hüzünlü, ağır halet-i ruhiyesinden kopmanıza neden oluyor, dikkat ister istemez manken gibi oyunculara, cinsellik yüklü duruşlara, estetize kadrajlara kayıyor.
bir modacının akşamdan sabaha sinemacı olması da mümkün değil zaten!

hakkını da yemiyeyim; bir yerde okumuştum, takdir ettim: bu işin eğitimini almadan ilk filmini çeken yönetmenler (çoğunlukla oyuncular) teknik takımlarını kurarken özellikle deneyimli bir görüntü yönetmeni seçerlermiş ki işleri kolaylaşsın, tom ford tam tersini yapmış ve çok da deneyimli olmayan eduard gau ile çalışmış. isabetli de olmuş; filmin görsel kalitesi, kadrajları, ışıkları, renkleri çok iyi.
filmin başka şeyleri de çok iyi: yapım tasarımı mesela. biz, filmi beraber seyreden mimar arkadaşlar george'un evine hayran kaldık. kalınmayacak gibi de değil.
sonra; filmin abel korzeniowski ve shigeru umebayashi (muhteşem "in the mood for love" filminin de bestecisi) imzalı müzikler de çok iyi.
ve tabi filmin en güçlü artısı: colin firth. tek kelime ile muhteşem oynuyor; venedik'te ve bafta'daki ödüllerini sonuna kadar hak ediyor.

nedense bütün bu yukarda saydığım pozitif yönlerine rağmen "tek başına bir adam" öyle beni alıp götüren, sıkı bir sinema duygusu yaratan, konusunun bütün potansiyeline rağmen içimi acıtan bir film olamamış.
isherwood'un o hüzün dolu, yoğun novellası bende daha güçlü bir etki bırakmıştı; hala da öyle...

10 Nisan 2010 Cumartesi

mummenschanz pandomim tiyatrosu




en büyük şaşkınlığı gösteri bitip de sanatçılar siyah maskelerini çıkardıkları zaman yaşadım. ardından da hayranlık geldi. isviçreli mummenschanz pandomim tiyatrosu'nun sanatçılarından bahsediyorum.
yaklaşık bir saat boyunca sahnedeki büyüyü, enerjiyi, espriyi yaratan ekip öyle genç falan değil, hepsi rahat 50'nin üstündeler ve bu had safhada elastik ve enerjik gösterinin ardında onlar var: floriana frassetto, bernie schürch, raffaella mattioli ve pietro montandon.

yaklaşık bir saat boyunca soyut, absürd, yaratıcı bir dünyaya götürdüler beni. eğlendim, şaşırdım, hayran kaldım. bittiğinde keşke daha sürseydi diye geçirdim içimden. ve bu kadar yaratıcı, ince, nüanslı bir gösteriden sonra cevahir alışveriş merkezinin kaba mimarisine, gürültüsü ve kalabalığına çıkasım gelmedi.

bir enfes konser daha!


jordi savall'ın "istanbul" albümü, fazıl say'ın "istanbul senfonisi", pina bausch'un "nefes"i, orhan pamuk'un "masumiyet müzesi" romanı ve evi... bunların hiçbirinin kıvılcımını istanbul 2010 ajansı yakmadı! 2010 ajansı işi gücü bıraktı, habire şizofren piyanisti istanbul'a getirmekle uğraşıyor!
son istifalar olmayıp, onların yerine vecdi sayar ajans'ta göreve başlamasaydı bu akşamki konser de olur muydu acaba? zor! çünkü sayar'ın önayak olduğu, ve ajans'ın başta destek verdiği "golden routes" projesinden son bir yılda ses-seda çıkmamaya başlamıştı.
neyse...

jordi savall'la birlikte, akdeniz'e kıyısı olan yedi ülkeden ondört müzisyen birlikte müzik yaptılar bu akşam lütfi kırdar'da. kudsi ergüner, derya türkan, yair dalal, fahrettin yarkın, pedro estevan gibi hepsi birbirinden usta müzisyenler birarada o kadar ahenkle çaldılar, yaptıkları müzik o kadar güzeldi ki, salonun duvarlarından çınlayan bozuk akustik bile konserden aldığım keyfi azaltamadı.
sinemalarda film festivali, crrks'da igudesman & joo şovu bir yana, konserin bilet fiyatlarının çok yüksek olmasından dolayı da olsa gerek, seyircinin az ve öz olması, serseri mayınları engellemiş olmalı ki, benim oturduğum yerden edindiğim intiba saygılı, meraklı ve "sessiz" bir izleyici kitlesinin büyülenmiş bir huşu ile jordi savall ve "istanbul" ekibini izliyor olmasıydı.

eser aralarında es vermeden (ve alkış istemeden) iki büyük bütün halinde yorumladılar albümü. tabii, hızlı biten eserlerin ardından alkışlar gelmedi değil!
albümde olmayan bir-iki eser de eklenmişti sanırım programa.

jordi savall ve sırf bu albüm için biraraya gelmiş ekibin "istanbul"u, salı akşamki türkan-zülfikarpasic-garciafons konserinin akdenizli ruhunu çoğaltarak, koyultarak sürdürdü.
konserin tamamı damıtılmıştı; doruk anlarından biri ise, ikinci yarıda gaguik mouradian'ın kemençesiyle yaptığı taksimdi.

9 Nisan 2010 Cuma

film festivali 29 - izlenim 4: üç britanyalı arasında bir uzakdoğu mayını

öyle denk geldi; perşembe dünki dört filmimin üçü britanya’dan, biri tayland’dandı. malum, en kötü ingiliz filmi bile “seyredilebilir”dir. tayland filmi ise, daha önceki filmleri de festivalin “mayınlı bölge” seçkilerinde gösterilen pen-ek ratanaruang’ın yine seyretme sınırlarını zorlayan bir çalışması idi. ingiliz filmleri ne kadar kolay lokmalarsa, tayland filmi de o kadar zor yutuluyordu.

geçen seneki festivalde matematiği iyi ayarlanmış, komik ve zeki “a film with me in it” (bu filmde ben de varım) ile hem ödül hem övgü almış ian fitzgibbon’ın son filmi “perrier’s bounty” (getirin kellesini) bir öncekine göre yıldız oyuncusu boldu ancak matematiği zayıf ve zekası yeterince parıltılı değildi.


pen-ek ratanaraung’ın “nang mai” (orman perisi) ise sıradan bir konuyu (bir evliliğin yıpranmışlığı) ele alış biçimiyle (adam bir orman cinine dönüşüp karısının düşsel yaşamına yerleşiyor) ilginçti.
kore-eda’nın “şişme bebek”ini de düşününce; uzakdoğu sineması derdini, içinde yeşerdiği kültürden beslenerek, kahramanlarının karakter özellikleri üzerinden değil, gerçek dünya ile hayal dünyasını fütursuzca karıştırarak, içiçe geçirerek, sınırsızca harmanlayarak anlatıyor, anglasakson sinemanın kalesi ingiliz filmleri ise dertlerini acımasız çıplak gerçekler dünyasında yarattıkları kahramanların çeşitliliği üzerine kuruyorlar.



en fantastik görünen ingiliz filmi bile yaratıcılığının esinini gerçeklerden alıyor/çıkarıyor. bu seneki festivalin en eğlenceli filmlerinden biri olan ingiliz filmi “bunny and the bull” örneğin.
evet, “bunny ile boğa”da çok yaratıcı tasarımlar, fikirler, animasyonlar var ve ilk filmini yöneten paul king yaratıcılıkta bu tarzın babası michel gondry ile yarışsa da, iş tahayyül etme, sıfırdan tasarlama, yoktan var etmeye gelince, “bunny ile boğa” bütün referanslarını gerçekler üzerinden kuruyor, gondry gibi absürd, olağandışı, beklenmedik olamıyor.
herkes gondry olmak zorunda da değil zaten; “bunny ile boğa” müthiş eğlenceli bir film; dahil edildiği bölümün başlığını sonuna kadar hak ediyor: “antidepresan”!



perşembemin son filmi, bu seneki festivalde şimdiye kadar seyrettiğim en iyi filmdi: andrea arnold’un “fish tank” (akvaryum)’u.
daha ilk dakikalarından itibaren başkahramanı 15 yaşındaki mia’nın dünyasına bizi ortak eden arnold, iki saat boyunca onunla nefes alıp vermemizi sağladı; mia ile birlikte kızdık, heyecanlandık, umut ettik, hayal kırıklığına uğradık…
ken loach ile mike leigh karışımı bir sineması var arnold’un; loach kadar sert, gerçekçi, çıplak, leigh gibi dramatik, gözlemci. arnold’un loach ve leigh’den farkı ise, çok fazla göze batırmadan küçük simgeler kullanması; mia ile aynı yaşta olan ancak bedensel açıdan kendi türüne göre yaşlı sayılan beyaz at… kısa bir an gözüküp kaybolan gökyüzüne uçan kalp şeklindeki balon… sert dalgaların yaladığı kıyı şeridi…
akvaryum”un andrea arnold dışındaki artıları ise; o daracık, sıkışık açık koridorlu toplu konutların iç mekanlarını kullanışındaki kıvraklık ve mia’yı canlandıran katie jarvis’in abartılı olmadan etkileyici olan dengeli ve doğal oyunculuğu.
2007 yılındaki festivalde çok beğendiğim ilk filmi “red road” (kırmızı sokak) gösterilen andrea arnold’u bundan sonra takibe alacağım, hiçbir filmini kaçırmamaya gayret edeceğim…

dans'ın nisan'ı


kendimi bildim bileli istanbul’da nisan ayı sinema şenliği ile özdeştir; dans bu yıl sinemanın önüne geçti.
ay boyunca istanbul’da geleneksel, çağdaş, modern, popüler, klasik, avant-garde, underground, solo, büyük topluluklu; her tip dans/bale tutkununu memnun edecek bir toplam var.
tam, 29 nisan dünya dans günü’ne yakışan bir nisan ayı:

06 nisan: “tanztraueme” anne linsel & rainer hoffman, beyoğlu sineması
08 nisan: "tutsak" amsterdam v.e.t & podium mozaiek, kumbaracı 50
09 nisan: "tutsak" amsterdam v.e.t & podium mozaiek, kumbaracı 50
09 nisan: “tanztraueme” anne linsel & rainer hoffman, beyoğlu sineması
09 nisan: "mata hari balesi" st.petersburg balesi & mariinsky tiyatrosu yıldızları, tim maslak
10 nisan: "mata hari balesi" st.petersburg balesi & mariinsky tiyatrosu yıldızları, tim maslak
10 nisan: "mao's last dancer" bruce beresford, atlas sineması
11 nisan: "mata hari balesi" st.petersburg balesi & mariinsky tiyatrosu yıldızları, tim maslak
11 nisan: "mao's last dancer" bruce beresford, nişantaşı city's sineması
12 nisan: "dönük" esra yurttut, istanbul fransız kültür merkezi
13 nisan: "mao's last dancer" bruce beresford, sinepop sineması
14 nisan: "bugün, hiçbir şey..." ilyas odman, duru tiyatro
16 nisan: "mao's last dancer" bruce beresford, kadıköy sineması
16 nisan: paul taylor dans topluluğu, işsanat
17 nisan: paul taylor dans topluluğu, işsanat
19 nisan: "bu f" fırat kuşçu, istanbul fransız kültür merkezi
2o nisan: “gnosis” akram khan, harbiye muhsin ertuğrul sahnesi
21 nisan: “gnosis” akram khan, harbiye muhsin ertuğrul sahnesi
21 nisan: “concerto barocco – mi favorita – creatures” istanbul devlet opera ve balesi, süreyya operası
23 nisan: “concerto barocco – mi favorita – creatures” istanbul devlet opera ve balesi, süreyya operası
23 nisan: “sacred monsters” akram khan & sylvie guillem, harbiye muhsin ertuğrul sahnesi
24 nisan: moskova grand klasik bale devlet akademik tiyatrosu, cemal reşit rey konser salonu
25 nisan: moskova grand klasik bale devlet akademik tiyatrosu, cemal reşit rey konser salonu
27 nisan: “dansamble” dans haftası kutlamaları – istanbul devlet opera ve balesi, süreyya operası
28 nisan: “bağımsız hareket” dans haftası kutlamaları – istanbul devlet opera ve balesi, süreyya operası
29 nisan: "imza...dansı gör, dansı dinle" remdans proje topluluğu, istanbul fransız kültür merkezi
29 nisan: “concerto barocco – mi favorita – creatures” istanbul devlet opera ve balesi, süreyya operası
30 nisan: "bugün, hiçbir şey..." ilyas odman, kumbaracı50
30 nisan: “gala” dans haftası kutlamaları – istanbul devlet opera ve balesi, süreyya operası