31 Temmuz 2023 Pazartesi

avignon festival günlüğü - 2 : taş ocağında

festivalin afişi

bu yıl 77. edisyonu gerçekleştirilen festivalin resmi programında, orada bulunduğum süre zarfındaki gösteriler arasından heyecanla beklediğim iki tanesi vardı. heyecan nedenim gösterilerin yaratıcılarından çok yerleri dolayısıylaydı. 

onlara geçmeden önce, bu yılki festivalle ilgili ilk heyecanlandığım şey konusunda bir çift laf ediyim: afişi. soyut haline, mavisine, boşluklarına bayıldım. tasarımcısını merak ettim, arkadaşım benim için basın bürosundaki görevliden bir afiş rica ederken, tasarımcısının kim olduğunu da sordu, basın görevlisi maalesef bilmiyordu! biraz araştırınca öğrendim: perméable atölyesinden célia vitali imiş. vitali desenleri, fırça olarak lavanta ve mandalina dallarını kullanarak oluşturmuş.

gelelim, festivalde en heyecanla beklediğim gösteri mekanına: carrière de boulbon.
terk edilmiş bir taş ocağı sahası olan boulbon taş ocağı ilk defa 1985 yılında peter brook'un efsanevi mahabharata'sı için kullanılmış ve gösteri sanatları tarihine geçmişti. sanırım en son 2012 yılında sidi larbi cherkaoui puz/zle yapıtını yaratırken oradan esinlenmiş, ve tabii ki yapıt avignon festivali kapsamında burada dünya prömiyerini yapmış. hatta, puz/zle'ın carrière de boulbon'dan yapılan naklen yayınını ailecek arte'den izlemiştik, o zamanlar iflah olmaz bir cherkaoui hayranıydım. sonraki bir zamanda puz/zle'ı münih'te canlı da seyretmiştim. neyse..




otoparktan gösteri alanına giden yol üzerinde...

altı avroya gidiş-dönüş bileti alınan servis otobüsü bizi otopark olarak kullanılan yerde bıraktı. sonra yarım daire çizen bir güzergah boyunca beş dakika kadar yürüyüp, fuaye olarak kullanılan alana vardık. yürüdüğümüz güzergah bir tepenin yamacında ve sağ tarafı ova olduğu için çevredeki kırsal peyzaj ayaklar altındaydı, güneş batmaya yakın olduğu için renkler de yumuşamıştı, biz de yumuşadık. 



 
gösteri öncesindeki fauye alanından...

carrière de boulbon yüksek ve sarp bir yar tarafından çevrelenmiş bir alan. yar doğal değil tabii ki, ocak kazıları sonucunda oluşmuş. duvar etkisi yapan yarın çevrelediği alan aşırı geniş olmadığı için alanda insan ölçeği yakalanıyor; yani yar insanı sarmalıyor ve yoğunlaştırılmış bir uzam yaratıyor. 

şehir merkezinden 20:00'de kalkan son servis otobüsüne nefes nefese yetişmiştik, gösteriden bir saat önce alana varmış olduk. zaten herkes o saatte gelmiş, fuaye niyetine kullanılan ön alanda masalara banklara yayılmış yiyor, içiyor, sohbet ediyordu. biz de topluluğa dahil olduk. arkadaşım, tanıdığı uluslararası sanat insanlarıyla selamlaştı, ayaküstü sohbet etti. gösteri başlayıncaya kadar keyifli bir ara-zamandı orada geçirdiğimiz. 
sonra anonslarla herkes tribündeki yerlerine doğru hareketlendi. gösterinin başlangıç saatinde hepimiz koltuğumuzdaydık, ama dünya prömiyerini o akşam yapacak olan gösteri 15-20 dakika kadar geç başladı çünkü festivalin direktörü tiago rodrigues eşliğindeki fransa kültür bakanı ve ekibinin teşrifi beklendi. az çok dünyada her toplum aynı! sabırsızlıktan alkışlayan olmadı ama...

gösterinin festivalde kullanılan afişi

gösteri başlamadan önceki gökyüzünün rengi 
(arkadaşımın dikkat çekmesiyle fark ettim)

gösterinin başlamasını beklerken


kısaca gösteriden bahsedersem; philippe quesne, hieronymus bosch'un ünlü zevkler bahçesi tablosundan esinlendiği ve aynı adı taşıyan yapıtında tablonun içeriğini kendine has saçma ve absürd dünyaya tercüme etmiş. quesne taş ocağının seyirciyi üç bir yandan saran görkemli ve gelişigüzel yüzeyini sakin ama etkili bir şekilde kullanmış (aynı etki bu gösteri sezon boyunca kapalı tiyatro mekanlarını turlarken olacak mı, emin değilim), bazı yere ve mevsime özgü öğeleri (örneğin ağustos böceklerinin vızıltısını) gösteriye entegre etmiş, bir kaç yaratıcı espri katmış (örneğin bir performansçının altyazı tabelasıyla kaprisli ilişkisi), ancak son kertede bana göre iki saatlik süresinin hakkını vermeyen, gevşek örülmüş, sarkan, ve hatta gittikçe sıkıcılaşan bir yapıt ortaya çıkarmış. 
dönüşü olmayan noktaya kadar hep "şimdi ilginç bir şey olacak ve şimdiye kadarkileri temize çekecek, beni cezbedecek" diye bekledim, nafile. dört yıl önce amsterdam'da holland festival'de "crash park"ını seyretmiş olduğum quesne maalesef beni şaşırtmadı; kendisine ne kadar sempati beslesem de, gösteri hakkında ikide iki olumsuzum. quesne'e bir şans daha verir miyim, şüpheliyim...

gösteriden bir an

gösteriyi alkışlarken 
(en sağdaki: philippe quesne)

festivalde heyecanla deneyimlemeyi beklediğim diğer gösteri hangisi miydi, o da sonraki yazımın konusu olsun, zira bu beklediğimden uzadı.

hamiş:
"crash park" hakkındaki görüşlerimi merak ederseniz tıklayın, "le jardin des delices"i arte.tv'nin kaydından izlemek isterseniz de buraya tıklayın

[bütün fotoğraflar: mehmet kerem özel, carrière de boulbon, 06.07.2023]

29 Temmuz 2023 Cumartesi

avignon festival günlüğü - 1






çocukluğumda ve ilk gençliğimde milliyet sanat dergisinde zeynep oral'ın her yıl salzburg, edinburgh, avignon festivallerinde, londra west-end'de seyrettiği gösterileri ballandıra ballandıra anlattığı yazılarını takip ettiğimden beridir oralara gidip gösteriler seyretmek en büyük hayallerimden biriydi. west-end'de, salzburg festivali'nde ve sonradan kendimin keşfettiği başka pek çok avrupa festivalinde gösteriler seyretme şansım oldu, hatta bazılarının müdavimi bile oldum. ancak, ben frankofon olmadığımdan, onlar da programa aldıkları gösterilere ingilizce üstyazı koymadıklarından dolayı, sahne sanatları dünyasının kâbe'si sayılan avignon festivali'ne şimdiye kadar yolumu düşürememiştim. taa ki geçen yıl festivalin direktörlüğüne dört yıllığına getirilen portekizli tiyatro insanı tiago rodrigues, düzenlediği bu yılki ilk edisyonda fransızların dil konusundaki tutuculuklarını aşarak gösterilere ingilizce üstyazı ekleme kararı alıncaya dek. bu yıl aynı zamanda rodrigues'in her edisyonda bir dile odaklanma fikrinin de ilk uygulamasıydı ve seçtiği dil ingilizceydi. ingilizce üstyazı bu yıl bu yüzden mi kullanılıyordu, önümüzdeki yıl o yılın seçilen dili mi, geçen gün açıklandı ispanyolca olacakmış, üstyazılarda kullanılacak, bilmiyorum. neyse, ben avignon maceralarıma geri döneyim.

festival 5 temmuz günü açıldı, ertesi gün avignon'daydım. bu festival konusunda oldukça deneyimli istanbul'dan üç, paris ve londra'dan birer arkadaşımla avignon'da dört gün kaldım. festival 25 temmuz'a kadar devam etti...
 
bana göre seyirci olarak avignon festivali'nde yaşanan en büyük sorun eski kent surları içinde veya yakınında uygun fiyata konaklama bulabilmek. bilet bulmak bile konaklama yeri bulmaktan daha kolay. iki ay önceden bileti kalmadı denen bir çok gösteriye festival yaklaştıkça koltuklar açıldı. eğer festival sitesini sıkı ve düzenli takip ederseniz, hiç bir gösteride kapıda kalmazsınız. ama sokakta ya da şehre çok uzakta bir yerde kalabilirsiniz!

neyse ki biz şanslıydık, program açıklanalı oldukça zaman geçmiş olmasına rağmen airbnb'den, belki ucuz değil ama, surun hemen dışında tren-otobüs istasyonları dibinde, eski kentin merkezi sayılabilecek saatli meydana benim adımlarımla ve hızımla 10 dakika yürüme mesafesinde bir daire bulduk. 
dairenin iyi taraflarından biri konumuduysa, diğeri ferah ve sessiz olmasıydı. geceleri festival partilerine veya sokak parade'lerine katılmamayı tercih eden benim gibi birisi için gürültüsüz bir ortamda uyuyabilmek büyük bir lükstü. dairenin tek gürültüsü sabah erken saatten itibaren geçmeye başlayan trenlerdi, ama o bile sorun değildi, çünkü avignon'da günler erken başlıyor. nedeni sonraki yazılarımda...
sur içinde konaklamak belki gösteri mekanlarına daha yakın olacağı için tercih edilebilir ama festival zamanı gece geç saatlere kadar süren sokak hayatının gürültüsünden etkilenmeyi göze alarak... 

avignon'un festival sırasında ne kadar renkli ama bir o kadar da kaotik, kalabalık ve gürültülü bir atmosfere sahip olduğuna dair sadece yukarıdaki, afişlerle yığılı sokak fotoğrafları bile fikir veriyor olmalı. aşağıdaki gibi sessiz sakin bir meydanda, şehrin her yerinde olan o güzelim devasa ağaçların altında kahve içmek ya da bir şeyler yemek gibi keyifler avignon'da ancak ya sabah 9 civarında ya da festival dışı bir zamanda olası...


festivale ilk defa geldiğim için ajandamı öncelikli olarak resmi program gösterilerine göre planlamıştım. ancak bütün istediklerime basın bileti çıkmayınca, ki çok isabetli oldu, hiç hayıflanmıyorum, hakim olması zor olacağını düşündüğüm için o zamana kadar uzak durduğum off'ın programını araştırmaya başladım. iyi ki de resmi programda basın bileti çıkmayan gösteriler için kendimi kasmamış basın bürosundakileri darlamamış, ya da cebimden ödeyerek bilet almamışım çünkü off'un programına daldıkça, biraz da sanırım burnum iyi koku alıyor, enfes gösteriler buldum, seyrettim. 
resmi programda bana basın bileti çıkmayan bir-iki gösteriden arkadaşlarımın, çoğu diğer seyirciler gibi, erken çıkmaları ya da sonuna kadar kalsalar da haz almamış olmaları da, her ne kadar onlar için üzülsem de, kendi adıma sevinmeme neden oldu; almanların schadenfreude dedikleri hissi yaşadım yani...

ben, acemilikten mi yoksa kısa zamana çok şey sığdırma isteğiyle gösterilere yetişmek için oradan oraya koşturmakla meşgul olduğumdan mı bilmiyorum, hani avignon festivali'ni deneyimleyen herkesin söylediği, gösterilerinin reklamını sokaklarda dolaşarak yapan genç tiyatrocuların "cezbedici olanlarına" pek rastlamadım. rastlamışımdır belki, ama o sırada dikkatim yetişme telaşımdadır kesin. rastladığım en ilginçleri bunlardı:



[bütün fotoğraflar: mehmet kerem özel, avignon, 6-10 temmuz 2023]

 

27 Temmuz 2023 Perşembe

Phia Ménard’dan Avrupa’nın bugününe performatif bir bakış

gösterinin başlamasını beklerken
fotoğraf: mehmet kerem özel, 7 nisan 2023, theatre du nord - lille 

Sahnenin zemini bütünüyle kalın mukavva kaplı. Mukavvanın yüzeyinde çeşitli yırtıklar var. Hani çocuklar için kartondan hazır kes-katla-yapıştır maketler vardır ya, genellikle ev maketleridir bunlar, işte onlara benziyor, ama devasa boyutlarda. 
Sahnenin arka duvarına biri dayanmış, yerde oturuyor; saçı, makyajı, kıyafetiyle punk bir kadın. Anons yapılıp, salon ışıkları karartıldıktan az sonra kadın ayağa kalkıp, yavaş ama ayağını yere sağlam basarak mukavvanın etrafında bir tur atıyor; adeta zemini keşfediyor, etrafı kolaçan ediyor. Sonra, sahne gerisindeki yüksek kabın içinden bir mızrak alıyor, geliyor, balık avlar gibi, mukavvanın bazı yerlerine saplayıp, mızrağına takılan parçaları çekip çıkarıyor ve kenara fırlatıyor. Bütün hareketlerine kendinden eminlik hakim; ne yaptığını biliyor, kontrol onda. Gösteri, bu kadının yerdeki kalın ve ağır mukavvadan, aynı yukarıda bahsettiğim gibi kes-katla-yapıştır mantığıyla bir yapı inşa etmesini konu ediniyor. Seyirci olarak bir noktadan sonra kadınla özdeşleşip, yapıyı ayağa kaldırma sürecinde; bazı zorlukları başardığında sevinip, bazı zorluklarla baş edemediğinde üzülüp, bazı kendinden emin hareketlerinin naifliğine gülüp, bazı yanlışlarını ondan önce fark edip hayıflanıyorsunuz. Zamanla o kendinden emin ve biraz da böbürlenen protagonistin beceriksiz, şaşkın bir tarafının da olduğunu fark ediyorsunuz, o aslında tam bir günümüz clown'u.
Bana tipik bir Antik Yunan tapınağını hatırlatan yapı tam bitip de, ustası kenarda eseriyle övünmeye hazırlanırken, yağmur bastırıyor. Dakikalarca yağan yağmur, mukavvadan olan yapıyı yavaş yavaş çökertirken, usta da yanda yere çöküyor ve çaresizlikle kalakalıyor. Zamanla, yağmurla birlikte çok yoğun bir duman sahneyi kaplıyor ve ortam göz gözü görmeyecek hale geliyor. Fırtına yatışıp, etraf sakinleyip duman dağılınca, ustanın ortadan kaybolduğunu fark ediyoruz. Böylece gösterinin birinci bölümü, Ana Evi (Maison Mère), sonlanmış oluyor. Böyle; sıfırdan, basitçe, bir çocuk oyununda olduğu gibi kurmuyor muyuz yapılarımızı, çevremizi; evsizlerin kartondan barınaklarını, mülteci kamplarını, deprem çadırlarını, savaş geçirmiş şehirlerimizi; tarih boyu hep böyle yapmadık mı; bizler, insanlar; ve her seferinde “üzerimizde dolaşan kara bulutlar” yüzünden yerle bir olmadı mı kurduklarımız; gerçek bir kasırga olabilecek, ama yükselen faşizmi, amansız ultra-liberalizmi de temsil edebilecek o kara bulutlar yüzünden...


gösteriyi alkışlarken
fotoğraf: mehmet kerem özel, 7 nisan 2023, theatre du nord - lille 

Gösterinin adı (Avrupa için) Ahlaksız Masallar Üçlemesi (La Triologie des contes immoraux (pour Europe)). Yaratıcısı, günümüz gösteri sanatları dünyasının bana göre en sıra dışı ve aykırı sanatçılarından biri olan Phia Ménard. Ménard sıra dışı çünkü onun yapıtlarını belli bir kategoriye sokmak pek imkanlı değil. Dans? Tiyatro? Performans? Yeni sirk? Sihirbazlık? Kukla tiyatrosu? Hiçbiri değil. Ménard, bence aynı Dimitris Papaioannou gibi, bir yandan plastik -eski tabirle güzel- sanatlardan beslenirken, diğer yandan da 1960 sonrası sanat türlerinden, Arte povera’dan (Yoksul Sanat’tan), Land art’tan (Arazi Sanatı’ndan), Performans Sanatı’ndan, yerleştirmelerden, yani güncel görsel sanatlardan esinleniyor. Ménard’ı diğer çağdaş gösteri sanatları ustalarından ayıran ve özellikli kılan yanı ise, sahne üzerinde görmeye pek alışık olmadığımız; hava, su, buz gibi malzemeleri kullanıyor olması ve bunları gösteri sırasında dönüşüme uğratması, hatta bir noktadan sonra çok da kontrol edilemeyen bu malzemelerin gösteri sürecinde kendi doğallıklarında dönüşmelerine izin vermesi. Ménard’ı, belki kısaca, sahnede dönüşüme uğrarken içinde eyleyenlerin/performansçıların hareket ettikleri yerleştirmeler yaratan bir sanatçı olarak tarif edebilirim.


gösteriyi alkışlarken
fotoğraf: mehmet kerem özel, 7 nisan 2023, theatre du nord - lille 

Ménard’la ilk defa 10 yıl önce Paris’te tesadüf eseri seyrettiğim bir gösterisiyle tanıştım: +4 yaş çocuklar için olan, ama aslında herkese hitap eden benzersiz etkileyicilikteki L’aprés-midi d’un foehn (Bir fönün* öğleden sonrası) (Gösteri hakkındaki yazımı okumak için tıklayın). Ménard, halen dünyayı gezmekte olan bu gösterisinde, rahatça tahmin edileceği üzere esinlendiği Debussy’nin L’aprés-midi d’un faune (Bir faunun/kır perisinin öğleden sonrası) adlı bestesinin ismiyle de kelime oyunu yaparak, rüzgar pervaneleri aracılığıyla kontrol ettiği hava akımları sayesinde bir sihirbaz gibi, neredeyse hiç dokunmadan, çöp torbalarını havada dans ettirir. 
Ménard’dan, sonraki yıllarda, yine rüzgar pervanelerini kullanarak, ancak bu sefer +18 yaş için tasarladığı ve bizzat kendisinin icra ettiği Vortex ve Paris Opera Comique için Jean-Philippe Rameau’nun bestelerinden özel olarak tasarladığı Et in Arcadia ego gösterilerini de canlı seyretme imkanım oldu  (Gösteri hakkındaki yazımı okumak için tıklayın). Bu gösterilerin Ménard’a olan hayranlığımı pekiştirmesiyle, bir kısmı pandeminin son demlerine denk gelen üç yıl boyunca peşinde koştuğum (Avrupa için) Ahlaksız Masallar Üçlemesi’nin son gösterimini geçtiğimiz Nisan başında Lille’deki Theatre du Nord’da yakalayabildim.

[Bu yazı 16 Mayıs 2023 tarihinde Unlimited'de yayınlanmıştır. Yazının tamamını okumak için tıklayın.]

24 Temmuz 2023 Pazartesi

51. Venedik Tiyatro Bienali İzlenimleri - 3 : Büyük Dünyalarla Baş Etmeye Çalışan Küçük İnsanların Hikayelerini Anlatan Kolektif, FC Bergman

fabrikanın içinde gösterinin başlamasını beklerken
fotoğraf: mehmet kerem özel, 17.06.2023

FC Bergman’ın Het land nod (Nod Ülkesi) isimli gösterisini deneyimlemek üzere, Avrupa'da 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kraliyetlerin koleksiyonlarını sergilemek için inşa edilen Kunstkammer mantığındaki güzel sanatlar müzelerinden birinin devasa boyutlardaki salonundayız. Venedik'teki hiç bir mevcut tiyatro mekanına sığmadığı için, yakındaki Marghera sanayi bölgesinde artık kullanılmayan bir fabrikada sıfırdan birebir kurulmuş olan 18 metreye 12 metre boyutlarında ve 10 metre yüksekliğindeki müze salonunun bir yarısı seyirci tribünü, diğer yarısı sahne. Sonradan, bu salonun anonim bir müzenin değil, gösterinin prömiyer yaptığı 2015 yılında dört yıldır yenileme için kapatılmış olan (ve ancak Kasım 2022’de tekrar ziyarete açılan) Antwerp Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi'nin Rubens Salonu'nun birebir kopyası olduğunu öğreniyorum.

salona girdikten sonra gösterinin başlamasını beklerken
fotoğraf: mehmet kerem özel, 17.06.2023

Salona girdiğimde dikkatimi çeken ilk şey: duvarların, soldakinde asılı duran tek bir devasa tablo dışında bütünüyle boş olması ve bir görevlinin makinayla yeri temizliyor olması. Gösteri başladığında dört-beş görevlinin o devasa olduğu kadar ağır olduğu anlaşılan tabloyu duvar kancalarından zar zor çıkartarak yerinden oynattıklarını, salonun tek kapısına doğru götürdüklerini ancak boyutlarından dolayı dışarı çıkaramadıkların tanık oluyoruz. Demek ki diğer tablolar taşınmış, duvarlardaki kancalar onlarınmış, ve bir tek bu tablo kalmış geriye diye düşünüyorum. Gösterinin doğrudan Antwerp Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi'nin başından geçmiş olan olaylardan, örneğin 2. Dünya Savaşı sırasında dibine düşen bombadan, veya az önce bahsettiğim yenileme için kapanmasından esinlenildiğini öğrenince boş duvarlar ve ilerleyen sahnelerdeki bazı anlar daha fazla anlam kazanıyor bende. Ama kanımca bu bilgiyi bilerek seyretmek, gösteriyi alımlamak ve gösteriden hakkıyla keyif almak için gerekli değil.
Hemen ilk sahnelerin birinde, salona giren ziyaretçilerden birinin boynunda asılı sesli rehberden gelen açıklamayla, tablonun Rubens’in Le Coup de Lance - Christ on the Cross, Christ between the two murderers (Mızrak Darbesi - Çarmıhtaki İsa, İki katil arasında İsa) adlı yapıtı olduğunu öğreniyoruz. Tablonun içeriğinin gösterinin anlam katmanlarında önemli bir yeri olsa gerek, ama yan duvarlardan birine yerleştirildiği için seyircilerin azımsanmayacak bir kısmının onu düzgün şekilde göremiyor olması, belki de tablonun içeriğinin gösteriyi anlamak için çok da hayati olmadığını düşündürtüyor bana. Zaten 90 dakikalık gösterinin omurgasını, tablonun içeriğinden çok, o tabloyu o salondan çıkarmayı kafasına koymuş görevlinin serüveni oluşturuyor. Biraz Şarlo (Charles Chaplin), biraz Bay Hulot (Jacques Tati) biraz Komiser Clouseau (Peter Sellers) karışımı bir karakter bu; sevimli ama saplantılı, beceriksiz, sakar ve biraz da aptal; o kadar ki, tablonun boyutlarını ölçerken çıktığı merdivende asılı kalıyor, tablonun çerçevesini kesmek gibi akıl almaz bir çözümü bile kısmen hayata geçiriyor, ve sonunda çareyi, salonun kapısının üst kısmını dinamitle patlatarak tablonun geçeceği boşluğu yükseltmekte buluyor.

Bu gittikçe absürdleşen omurga hikayenin etrafında/aralarında ise salonda gerçeküstü anlar vuku buluyor; duvardan duvara geniş yarım daireler çizerek dans eden, önce üç sonra altı kişilik bir grup, bunlardan üçü bir anda duvarların birinin içinde yitiveriyorlar, tablonun karşısında aynı tablodaki İsa gibi anadan doğma soyunup karşısındaki duvara yaslanarak uzun uzun oturan adam, tablonun karşısında altına işeyen kadın, belli aralıklarla sahnenin ortasına gelen smokinli adamın yere serptiği taç yaprakları, kar topakları ve solmuş yapraklar, parmaklarını tablonun alt tarafına sürerek aldığı siyah ayakkabı boyasını haydut gibi gözüne sürerek diğer elini tabanca gibi kullanan adam, odanın zeminine serilen battaniyelerin, üzerlerine düşen adamı da beraberlerinde sürükleyerek bir anda kara deliğe dönüşen duvar süpürgeliklerinden birinden içeriye çekilivermeleri, yağmur, rüzgar, kesif bir günışığı, birdenbire tavandan düşen kartonpiyer, bir anda duvarlardan birinin şerit gibi soyuluvermesi (duvar kaplaması olan gri kadife kumaşın kendini bırakıp, duvardan ayrılması), bomba sesleri, zeminde yüzüstü yüzme antremanı yapanlar, küçük bir çadırda yaşayanlar, Summertime'ın biri bir sopranodan diğeri Nina Simone'dan olmak üzere iki versiyonu, Vivaldi’nin Mevsimleri’nden Bahar’ın Max Richter versiyonu.
Gösteri sonunda tabloyu dışarıya çıkarmayı başaran görevli tablodan boşalan o yan duvarın altına küçük masasıyla gelip oturduğunda, tablodaki İsa’nın silüeti ışık yoluyla, tablodaki konumunun aynısı olacak şekilde duvarda belirir; İsa salonda artık bir hayalettir.

Gerek omurga hikaye, gerekse de bütün diğer sahneler dramaturjik olarak titizlikle hesaplanmış bir zamanlamayla kurgulanmışlardı; sessizlikler, dinginlikler, enerjik anlar, komik anlar, melankolik anlar, müziklerin kullanımı, ilüzyonların kullanımı, hareket tasarımı, slapstick’in kullanıldığı anlar, resimsel anlar kıvamında, dozunda ve dengede arka arkaya dizilmişlerdi. Mekanın, hikayeye koşut olarak; temiz, düzgün ve sağlam halinden giderek kirlenmesi, bozulması ve hasar görmesi de ustaca tasarlanmıştı.

gösteri bittiğindeki salonun durumu
fotoğraf: mehmet kerem özel, 17.06.2023

Gösteri tanıtımını okuyunca, Jean-Luc Godard’ın filmlerine göndermelerin olduğunu öğrendim. Yönetmenin 1964 tarihli ünlü Bande à part (Çete) filminin iki ikonik sahnesinin birinde üç kafadar bir kafede Madison dans stilinde dans ederler, başka bir sahnesinde ise aynı üçlü Louvre Müzesi’nin salonları boyunca son hızla koşarlarken bir dış ses Louvre Müzesi’nin bir Amerikalı tarafından 9 dak. 45 saniyede gezilebildiğini ve üçünün bunu daha iyi yapmaya karar verdiklerini söyler. Gösterideki duvarlar arası yarım daireler çizerek yapılan danslar sırasında filmin tam da bu sahnesinin ses kaydının tekrarlanarak verildiğini fark ettim. FC Bergman ekibi belki Antwerp’teki müzenin Rubens Salonu’ndan ve spesifik olarak o müzenin geçmişinden yola çıkmış olabilirler, ama dünyadaki bütün müzelerin anası Louvre’a bu kadar bariz bir selam gönderdiklerine göre, gösteri anonim bir müze fikrini içeriyor da olabilir.
Müzelerin insanlık mirasının koruyucu kapları olduklarını hatırladığımızda, gösteri boyunca dışarıdan gelen bomba, rüzgar, yağmur (kasırga) öğelerini distopik bir gelecek tahayyülünde tehdit altındaki insanlık olarak okumak, ya da bir sahnede yere serilen battaniyeleri mültecilerle, evsizlerle, göçmenlerle özdeşleştirerek yorumlamak da mümkün.
Müze salonunun gösteri sonundaki halini ise tam bir savaş alanı olarak tarif etmek yanlış olmayacaktır. Yukarıda bahsettiğim gibi, gösteri sonunda hayalete dönüşmüş olan İsa’nın silüetinin bu savaş alanını izlemekte olması, bu açıdan bakıldığında çok manidar değil mi…

Gösterinin adını biraz araştırınca Nod Ülkesi’nin İncil’de, Kabil’in, Habil’i öldürdükten sonra Tanrı tarafından sürgüne gönderildiği, Cennet’in doğusundaki yer olarak tarif edildiğini öğrendim. İşte burası, bizlerin de seyirciler olarak bizzat “içinde” bulunduğumuz müze salonu; Yahudilerin dini metinlerine göre Kabil’in kötülüğünü sürdürdüğü, şiddete ve soyguna başvurduğu, insan kültürünü masumiyetten kurnazlığa ve düzenbazlığa dönüştürdüğü ve müstahkem bir şehir inşa ettiği Nod’un, günümüzdeki Dünya’nın ta kendisi olamaz mı…
Gösteride kullanılan müzikleri, objeleri (çiçek yaprakları, kar taneleri, kuru yapraklar), atmosferleri (rüzgar, yağmur, sis, güneş) düşündüğümüzde ise, müze salonunu içinden mevsimlerin geçtiği bir coğrafya olarak da yorumlayamaz mıyız; aynı Dünya’nın kendisi gibi…


fc bergman ekibini alkışlarken
fotoğraf: mehmet kerem özel, 17.06.2023


[FC Bergman topluluğunu yakından tanımak ve Venedik Tiyatro Bienali'nde Gümüş Aslan Ödülü'nü alma nedenlerini öğrenmek, yani yazının tamamını okumak için tıklayın.]

21 Temmuz 2023 Cuma

51. Venedik Tiyatro Bienali İzlenimleri - 2 : Hapishanede bir Şaman, Armando Punzo

gösterinin başlamasını beklerken, fotoğraf: mehmet kerem özel, 15.06.2023

Armando Punzo’nun adını daha önce duymamıştım. Belki de duymam imkansızdı, çünkü Punzo’nun yapıtları şimdiye kadar ağırlıklı olarak İtalya dışında sahnelenmemiş. Bunun nedeni, Punzo’ya Venedik’te büyük ödül getiren nedenle aynı: kariyerinin neredeyse başından beridir, yani 35 yıldır cezaevi mahkumlarıyla çalışıyor olması. Bienal sayesinde Punzo’yu biraz tanıdıktan sonra, ve ona bu büyük ödülü layık gören ricci/forte’nin hayata ve dolayısıyla sanata dair aykırı ve sorgulayıcı duruşlarını da göz önüne alınca; aşırı sağcı bir partinin hükümet kurduğu, denizlerinin açıklarında her gün onlarca mültecinin boğulduğu veya ölüme terk edildiği son yılların İtalya’sında, yani ricci/forte’nin deyişiyle “İnsan haklarıyla uzlaşma mücadelesi veren, kardeşlik, sevgi ve dayanışma fikirlerinin pasta gibi un ufak olduğu bir ülkede, hapishane hayatını ve sınırlarını aktarmaya çalıştığı 35 yılda […] -özgür olmadan, iktidara sözde bağlılık göstermeden ve yavan burjuva dünyasının üzerinde köprüler kurarak- kendi özgün yaratıcı kimliğini oluşturma ihtiyacıyla hareket eden” Armando Punzo’ya bu ödülün verilmesinin çok anlamlı olduğunu düşünüyorum.
ricci/forte’nin ne kadar isabetli bir karar verdiği, bienalin ödül töreninin yapıldığı, kurumun ana binası Ca’ Guistinian’daki görkemli Sala delle Colonne’yi dolduran, çoğunluğu İtalyan sanatçıların ve basın mensuplarının dinmeyen alkışlarından ve tören sonrası yapılan resepsiyonda tanıştığım İtalyan tiyatro eleştirmenlerinin Punzo’dan bahsederken ışıldayan gözlerinden belli oluyordu. 

Armando Punzo (1959) ilk sanatsal çalışmalarını doğduğu şehir olan Napoli’de yaptıktan sonra 1983’te Toskana bölgesindeki Volterra kasabasına taşınır, 1989’da Volterra Hapishanesi’ndeki mahkumlarla çalışmaya başlayarak Compagnia della Fortezza’yı kurar. Bu toplulukla sahnelediği birçok gösteri ile İtalya’nın prestijli tiyatro ödülleri UBU’da birçok ödül alır. Topluluk yıllarca hapishane dışında çok kısa süreli gösteriler yapabildikten sonra, 2003'ten itibaren İtalyan Cezaevi Sisteminin 21. maddesinin uygulanması sayesinde düzenli olarak hapishane dışında, İtalyan şehirlerinde turneye çıkmaya başlar. Punzo yıllar içinde İtalya'nın proje lideri olduğu ve Fransa, İspanya, İsveç ve Almanya'daki cezaevlerini içeren Avrupa projesi “Avrupa'da Tiyatro ve Hapishane” gibi birçok girişimin filizlenmesinde de başat rol oynar.

Bienali takip eden İtalyan tiyatro eleştirmenlerinden birinin bana bir gösteriye giderken deniz takside “suüstü” anlattığına göre; İtalya’da bazı mahkumlar para kazanmak için gün içinde çalışma saatleri süresince hapishaneden çıkabiliyorlarmış, geceyi tekrar hapishanede geçirmek koşulu ile. Compagnia della Fortezza'nın oyuncuları da, tiyatrodan profesyonel oyuncu statüsünde para kazandıkları için bu uygulamadan yararlanıyorlarmış. İtalya içinde turneye gittiklerinde ise her şehirde geceleri o şehirlerin hapishanelerinde konaklıyorlarmış. Bu tür bir kural Avrupa’da olmadığı için, topluluk şimdiye kadar İtalya dışına turneye gidememiş. Tek istisna, İtalya ile çevrili San Marino imiş, ama o sefer de mahkumlar geceyi çok yakındaki Rimini Hapishanesi’nde geçirmişler.






gösteriden anlar, fotoğraf: mehmet kerem özel, 15.06.2023

Punzo’nun bir Compagnia della Fortezza yapımı olan Naturae isimli gösterisi bienalin açılış oyunuydu. Naturae, Arsenale’de 16. yüzyılda yelkenlerin gerildiği dört depo yapısının birleştirilmesiyle hacim sahne mantığında geniş boyutlu bir tiyatro mekanına dönüştürülmüş olan Teatro alle Tese’de sahnelendi. Üç yanını seyircinin sardığı devasa sahne bütünüyle bembeyaz Volterra tuzuyla kaplıydı. Punzo bizzat sahnede ve elinde kırmızı topla bizleri karşıladı. Yerlerimize otururken, o kırmızı topu bizlere uzattı; “Hadi gelin, oyunuma katılın, içlerimizdeki o yaratıcılık, o heyecan, o tutku damarını birlikte ateşleyelim” der gibiydi. Herkes yerleştiğinde Punzo artık elleri, kolları, zaman zaman bütün bedeni ile sessiz direktifler vererek seyirci koltukları arasındaki altı giriş-çıkışta beliren figürleri ve onların hareketlerini sahne içinde kah yönlendirerek kah onlardan esinlenip kendi hareketlerini yaparak, bizlere zihnindeki, hayal gücündeki imgeleri sundu. Önce, kendisi gibi siyah kıyafetli bir erkek ile beyaz kıyafetli bir kadını sahnenin bir kenarına yerleştirdi, sonra onlara tepsiler içinde meyvalar, kadehler içinde içecekler getirdi. Başka bir kenarda ise iki figür, sahneye dağılmış bir sürü dış sınırları tanımlı, içi boş küplerden oluşturulmuş nesnelerden birinin içine beraberlerinde getirdikleri kitapları dizdiler bir süre. Adeta Punzo’nun kitaplarla tetiklenmiş hayal gücünden, zihninden fırlayan imgeler, motifler, figürler zamanla bütünüyle kapladı sahneyi. Naturae onun ve oyuncuların hayalgücünden çıkan ama bizlerin hayalgüclerini tetikleyen bir şölendi; 40 performansçının katıldığı karnavalesk bir geçit töreniydi. Naturae; hayatın, hayal gücünün, bizleri ayakta tutan, yaşatan içimizdeki, kalbimizdeki ateşin, kıvılcımın, hayat neşesinin coşkuyla kutsanması, kutlanmasıydı. Bir yanda Kafkaesk, diğer yanda Uzakdoğu ve Yakındoğu’ndan esinlenilmiş figürler, bir yanda güç ve dayanıklılık gösterileri, diğer yanda romantik karşılaşmalar, aynı anda müzik, şiir ve ses, hepsi bir arada, yan yana beyaz bir tuvalin üzerinde kaligrafik bir tablo oluşturdular. Gösterinin belki de en zayıf tarafı bu tabloda herhangi bir çatışma, gerilim olmadığı için zamanla biteviyeliğe sürükleniyor oluşuydu. Ama ne gam, çünkü Naturae’nin en can alıcı özelliği Punzo’nun bütün bu hareketleri, anları, durumları ve figürleri sahnenin üzerinde birebir kurgularken, kendi deyişiyle “olasılıkları düzenlerken”, yüzünün, gözlerinin içinin gülüyor, yani mutlu olmasıydı; zaten son yıllardaki metinlerinde Homo sapiens’i aşıp Homo felix’e ulaşmamız gerektiğini söylemiyor mu, işte belki de kendisi mutluluğu çoktan, aramanın ötesine geçmiş, sahnedeki bu karnavalesk tabloda bulmuştu.

alkışlar sırasında armando punzo oyuncularına teşekkür ederken, fotoğraf: mehmet kerem özel, 15.06.2023

Nasıl mutlu olamazdı zaten. Ödülü aldıktan sonra yaptığı konuşmada ve tören sonrası düzenlenen kısa oturumda söylediği gibi; 35 yıl önce Volterra hapishanesine kabul edilmek istemiş, şaşırtıcı bir şekilde yirmi gün sonra “tiyatroyu teste tabi tutmak” için içeri girme izni almış ve o gün bugündür her gün saat 9:00’da hapishaneye gidiyor, öğle yemeği için çıkıyor, 15:00’te dönüyor ve bazen gece 21:00’a kadar hapishanede çalışıyormuş. Punzo 35 yıldır onunla çalışmış olan 80’den fazla mahkum-oyuncuyla, insanı yok etmeye yazgılı bir yerde sanat yaratmanın ve tiyatronun özgürlüğünün mümkün olduğunu gösterdiği ve göstermeye devam ettiği için mutlu. Punzo için mutluluğa giden yoldaki özgürlüğün ipuçlarından biri, oturumdaki bir soruya verdiği yanıtta; ideal tiyatro yönetmeninin tarifinde gizli olsa gerek: “Her şeyin akılda hazır ve değişmez olduğu bir yönetmenlik mefhumuna inanmıyorum, ben o anlamda kendimi yönetmen olarak görmüyorum, ben kendimi olasılıkların düzenleyicisi olarak görüyorum; içinde herkesin bir şeyler önerebileceği mekanları düzenleme şansını size sağlayan kişi olarak. Ben özgürlük mekanları yaratıyorum, bana göre yönetmenlik böyle bir şey. Ve bu anlamda bana göre yönetmenlik bir şans, çünkü önceden her şeyin tanımlı olduğu bir projede, sizin öngörmediğiniz veya düşünmediğiniz ama başkalarının sahneye getirdiği şeylerin ortaya çıkma ihtimalini sağlayan ortam ortadan kalkmıştır. Her şeyden sorumlu ve her şeyi bilen mutlak bir rol olarak yönetmen fikrinin gerçek tiyatroyla alakası yoktur, tiyatroda herkes kendi rolünü, yerini bulur, önemli olan böyle bir ortamın nasıl yaratılacağıdır.

Punzo Naturae’yi, önce iki yıl Shakespeare’le hesaplaştığı, ardından iki yıl Borges’le el ele devam ettiği ve pandemiyle zorunlu bir ara vermek zorunda kaldığı sekiz yıllık bir çalışmanın sonunda ortaya çıkardığını söyledi ve şöyle devam etti: “Ondan ayrılamadık, bizimle büyüdü, biz onunla büyüdük, geliştik. Hakkında konuştuk, okuduk, imajlar aradık, böyle aylarca devam ettik. Önce anafikri, yapıtın hipotezini kurduk, sonra oyuncular tam da nereye evrileceğinin farkında olmadan önerilerde bulundular ve bu şekilde süreci sürdürdük.

Armando Punzo, hayata geçirdiğinde Homo felix’in bir sonraki mertebesine ulaşacağını düşündüğüm, iki yeni hedefini de ödülünü aldıktan sonraki konuşmasında açıkladı: Volterra Hapishanesi’nin içine kalıcı bir tiyatro mekanı inşa etmek ve Compagnia della Fortezza ile Avrupa turnesine çıkmak. Bizlere “Sadece karanlık kıvrımlara bakma; ışık ve umut olasılığı var” diye öğütleyen bir şamandan da ancak böyle gözüpek, engin projeler beklenirdi; bunları en kısa zamanda hayata geçireceğine eminim…

[Yazının tamamını Unlimited dergisinden okumak için tıklayın]

18 Temmuz 2023 Salı

51. Venedik Tiyatro Bienali İzlenimleri - 1

Fotoğraf: Mehmet Kerem Özel, 17.06.2023

Sanatseverler Venedik’i, özellikle dönüşümlü yapılan sanat ve mimarlık bienalleri ve film festivali ile çok iyi bilseler de, bu üç organizasyonu üstlenen La Biennale di Venezia kurumu yıllardır her yıl tiyatro, dans ve müzik festivalleri de düzenliyor.

Tiyatro Bienali özellikle 70’li yıllarda Robert Wilson’dan, Peter Brook’a, The Living Theatre’dan Jerzy Grotowski’ye dönemin en önemli uluslararası gösteri sanatları temsilcilerini ağırlamış. Şehrin kamusal alanlarına yayılan o yılların festivallerinde; Ariane Mnouchkine L’Âge d’or (Altın Çağ)’ı bir kanal kenarında, John Cage ile Merce Cunningham San Marco Meydanı’nda, Brook bir manastırın avlusunda gösterilerini sahnelemişler.
Dans ve müzik bienalleri gibi Tiyatro Bienali de son zamanlarda, 70’li yıllarda olduğu gibi şehre nüfuz etmek yerine, La Biennale di Venezia kurumunun özellikle sanat ve mimarlık bienalleri için kullandığı anıtsal Arsenale yerleşkesi içindeki, aslında İtalya Deniz Kuvvetlerine ait 300-400 yıllık tersane yapılarından dönüştürülmüş mekanları kullanıyor.
Tiyatro Bienali son yıllarda uluslararası niteliğini yitirmese de özellikle İtalyan sanatçılara geniş alan açmasıyla, ve bir yandan da Bienal Tiyatro Okulu (Biennale College Teatro) ile genç İtalyan sanatçıların eğitimine odaklanmasıyla öne çıkıyor. O kadar ki La Biennale di Venezia Başkanı Roberto Cicutto çok kısa tuttuğu ödül töreni açılış konuşmasında Tiyatro Bienali’ne bu ve önümüzdeki yıllarda daha fazla bütçe ayrıldığının müjdesini verdikten sonra, gösteri sanatları bienallerinin genel sanat yönetmenlerinin kendi alanlarında çok iyi gösterileri getirmekten daha önemli olan amaçlarının, Bienal Okulu gibi projelerle geleceğe yönelik üretimler için verimli bir ortam yaratmak olduğunu söyledi.

Tiyatro Bienali her yıl Hayat boyu Başarı için Altın Aslan ve Gümüş Aslan ödülleri de veriyor. Son on yılda Hayat boyu Başarı için Altın Aslan ödülünü alan isimler şöyle: Christiane Jatahy (2022), Krzysztof Warlikowski (2021), Jens Hillje (2019), Antonio Rezza ve Flavia Mastrella (2018), Katrin Brack (2017), Declan Donnellan (2016), Christoph Marthaler (2015) ve Jan Lauwers (2014). Bienalin bu yıl 51.si, alışılmıştan daha uzun bir sürede, 15 Haziran – 1 Temmuz tarihleri arasındaki 17 günde gerçekleştirildi. 

Fotoğraf: Mehmet Kerem Özel, 17.06.2023

Bienalin genel sanat yönetmenliğini dört yıllığına üstlenen, İtalyan avant-garde tiyatrosunun provokatif ve korkusuz ikilisi ricci/forte (Stefano Ricci ile Gianni Forte)’yi İstanbul seyircisi 2013’teki Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali sayesinde tanıma fırsatı bulmuştu. İkili Blue (Mavi) ve Rot/Red (Kırmızı)’dan sonraki bu üçüncü yıllarının başlığını Emerald (Zümrüt) koymuşlar; zümrüt yeşilinin günümüzde dijital teknolojinin imajlarına ve pasif çekiciliğine doymuş ve seyircinin hayal gücünü harekete geçirmeye her zamankinden daha fazla kendini adamış olan tiyatro’nun siyasi ve şiirsel direnişin platformu olarak bienalde yaşayacağı bahar uyanışını simgelediğini düşünmüşler.
İkili bu misyonla bienale Romeo Castellucci, Tiago Rodrigues, Boris Nikitin, Mattias Andersson, Bashar Murkus ile Khashabi Ensemble, Tanya Beyeler & Pablo Gisbert (El Conde De Torrefiel) ve Noémi Goudal/Maelle Poésy’i davet etmişler. Ve tabii ki festival gösterimlerinin büyük bir ayağını Bienal Tiyatro Okulu’ndan çıkan işler oluşturuyordu. Bu kapsamda Yere-Özgü Performans (Performance site-specific) başlıklı bir modülün olması ayrıca dikkat ve ilgi çekiciydi.
Bienalde bu yıl Hayat boyu Başarı için Altın Aslan Ödülü İtalyan tiyatro yöentmeni Armando Punzo’ya, Gümüş Aslan Ödülü Hollandalı kolektif FC Bergman’a verildi.

La Biennale di Venezia'nın ana binası Ca’ Guistinian’daki görkemli Sala delle Colonne’de 
gerçekleşen ödül törenini F45 numaralı koltuktan takip ettim.
Fotoğraf: Mehmet Kerem Özel, 17.06.2023

Armando Punzo Hayat Boyu Başarı için Altın Aslan Ödülü'nü aldıktan sonra ekibi ile hatıra fotoğrafı çektirirken
Fotoğraf: Mehmet Kerem Özel, 17.06.2023

FC Bergman ekibi Gümüş Aslan Ödülü'nü aldıktan sonra hatıra fotoğrafı çektirirken
Fotoğraf: Mehmet Kerem Özel, 17.06.2023

Ben de bu yıl akredite basın mensubu olarak festivalin ilk üç gününü takip etme, üç oyun seyredip, ödül törenine katılma imkanına sahip oldum. Altın ve Gümüş Aslan alan sanatçıların festivalde sahneledikleri gösteriler hakkındaki izlenimlerimi ilerleyen günlerde paylaşacağım.

[Yazının tamamını Unlimited dergisinden okumak için tıklayın]

15 Temmuz 2023 Cumartesi

etkileyici mekanları olan bir müze binası: LaM - 3



manuelle gautrand'nın ek yapısı her açıdan simounet'ninkinin karşıtını temsil ediyor:
ilkinin dik açılı planimetrisine karşılık, bu yapı kırıklı çizgilerden oluşuyor. 
ilkinde dış mekanla ilişki ön plandayken, bunda minimuma indirgenmiş: yapıyı saran ve bir tekstüre sahip ikinci cidar iç ile dış arasındaki görsel ilişkiyi kısıtladığı gibi ışık kontrolünü de sağlıyor, içerden dışarıya artık doğrudan bakmak imkansız, hep bir nevi tülün arkasından bakılıyor. bu tekstür kafe gibi ortak mekanlarda içeriye gölge atarak, mekanın zemininde de benzer bir tekstürün bu sefer ışık-gölge oyunuyla oluşmasını sağlıyor.
ilkinde farklı malzemeler yoluyla mekansal tanımlamalar yapılmışken, bunda tek malzeme içte ve dışarda tek renk olarak ve kesintisiz devam ettirilmiş. ilk yapıya sıcaklığını ve insancıllığını kazandıran tuğla yerine bu yapı bütünüyle beton renginde.











.

son olarak müzenin bahçesindeki açık hava heykel yerleştirmelerinden örnekler paylaşacağım. bahçede biri sabit (guillotine pour huit, 1962) diğeri mobil (reims, croix du sud, 1970) iki alexander calder heykelinin yanı sıra, pablo picasso'dan (femme aux bras écartés, 1962) jacques lipshitz'e (le chant des voyelles, 1931-1932) bir çok sanatçının yapıtlarını görmek mümkün.