fabrikanın içinde gösterinin başlamasını beklerken
fotoğraf: mehmet kerem özel, 17.06.2023
salona girdikten sonra gösterinin başlamasını beklerken
fotoğraf: mehmet kerem özel, 17.06.2023
Salona girdiğimde dikkatimi çeken ilk şey: duvarların, soldakinde asılı duran tek bir devasa tablo dışında bütünüyle boş olması ve bir görevlinin makinayla yeri temizliyor olması. Gösteri başladığında dört-beş görevlinin o devasa olduğu kadar ağır olduğu anlaşılan tabloyu duvar kancalarından zar zor çıkartarak yerinden oynattıklarını, salonun tek kapısına doğru götürdüklerini ancak boyutlarından dolayı dışarı çıkaramadıkların tanık oluyoruz. Demek ki diğer tablolar taşınmış, duvarlardaki kancalar onlarınmış, ve bir tek bu tablo kalmış geriye diye düşünüyorum. Gösterinin doğrudan Antwerp Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi'nin başından geçmiş olan olaylardan, örneğin 2. Dünya Savaşı sırasında dibine düşen bombadan, veya az önce bahsettiğim yenileme için kapanmasından esinlenildiğini öğrenince boş duvarlar ve ilerleyen sahnelerdeki bazı anlar daha fazla anlam kazanıyor bende. Ama kanımca bu bilgiyi bilerek seyretmek, gösteriyi alımlamak ve gösteriden hakkıyla keyif almak için gerekli değil.
Hemen ilk sahnelerin birinde, salona giren ziyaretçilerden birinin boynunda asılı sesli rehberden gelen açıklamayla, tablonun Rubens’in Le Coup de Lance - Christ on the Cross, Christ between the two murderers (Mızrak Darbesi - Çarmıhtaki İsa, İki katil arasında İsa) adlı yapıtı olduğunu öğreniyoruz. Tablonun içeriğinin gösterinin anlam katmanlarında önemli bir yeri olsa gerek, ama yan duvarlardan birine yerleştirildiği için seyircilerin azımsanmayacak bir kısmının onu düzgün şekilde göremiyor olması, belki de tablonun içeriğinin gösteriyi anlamak için çok da hayati olmadığını düşündürtüyor bana. Zaten 90 dakikalık gösterinin omurgasını, tablonun içeriğinden çok, o tabloyu o salondan çıkarmayı kafasına koymuş görevlinin serüveni oluşturuyor. Biraz Şarlo (Charles Chaplin), biraz Bay Hulot (Jacques Tati) biraz Komiser Clouseau (Peter Sellers) karışımı bir karakter bu; sevimli ama saplantılı, beceriksiz, sakar ve biraz da aptal; o kadar ki, tablonun boyutlarını ölçerken çıktığı merdivende asılı kalıyor, tablonun çerçevesini kesmek gibi akıl almaz bir çözümü bile kısmen hayata geçiriyor, ve sonunda çareyi, salonun kapısının üst kısmını dinamitle patlatarak tablonun geçeceği boşluğu yükseltmekte buluyor.
Bu gittikçe absürdleşen omurga hikayenin etrafında/aralarında ise salonda gerçeküstü anlar vuku buluyor; duvardan duvara geniş yarım daireler çizerek dans eden, önce üç sonra altı kişilik bir grup, bunlardan üçü bir anda duvarların birinin içinde yitiveriyorlar, tablonun karşısında aynı tablodaki İsa gibi anadan doğma soyunup karşısındaki duvara yaslanarak uzun uzun oturan adam, tablonun karşısında altına işeyen kadın, belli aralıklarla sahnenin ortasına gelen smokinli adamın yere serptiği taç yaprakları, kar topakları ve solmuş yapraklar, parmaklarını tablonun alt tarafına sürerek aldığı siyah ayakkabı boyasını haydut gibi gözüne sürerek diğer elini tabanca gibi kullanan adam, odanın zeminine serilen battaniyelerin, üzerlerine düşen adamı da beraberlerinde sürükleyerek bir anda kara deliğe dönüşen duvar süpürgeliklerinden birinden içeriye çekilivermeleri, yağmur, rüzgar, kesif bir günışığı, birdenbire tavandan düşen kartonpiyer, bir anda duvarlardan birinin şerit gibi soyuluvermesi (duvar kaplaması olan gri kadife kumaşın kendini bırakıp, duvardan ayrılması), bomba sesleri, zeminde yüzüstü yüzme antremanı yapanlar, küçük bir çadırda yaşayanlar, Summertime'ın biri bir sopranodan diğeri Nina Simone'dan olmak üzere iki versiyonu, Vivaldi’nin Mevsimleri’nden Bahar’ın Max Richter versiyonu.
Gösteri sonunda tabloyu dışarıya çıkarmayı başaran görevli tablodan boşalan o yan duvarın altına küçük masasıyla gelip oturduğunda, tablodaki İsa’nın silüeti ışık yoluyla, tablodaki konumunun aynısı olacak şekilde duvarda belirir; İsa salonda artık bir hayalettir.
Gerek omurga hikaye, gerekse de bütün diğer sahneler dramaturjik olarak titizlikle hesaplanmış bir zamanlamayla kurgulanmışlardı; sessizlikler, dinginlikler, enerjik anlar, komik anlar, melankolik anlar, müziklerin kullanımı, ilüzyonların kullanımı, hareket tasarımı, slapstick’in kullanıldığı anlar, resimsel anlar kıvamında, dozunda ve dengede arka arkaya dizilmişlerdi. Mekanın, hikayeye koşut olarak; temiz, düzgün ve sağlam halinden giderek kirlenmesi, bozulması ve hasar görmesi de ustaca tasarlanmıştı.
gösteri bittiğindeki salonun durumu
fotoğraf: mehmet kerem özel, 17.06.2023
Gösteri tanıtımını okuyunca, Jean-Luc Godard’ın filmlerine göndermelerin olduğunu öğrendim. Yönetmenin 1964 tarihli ünlü Bande à part (Çete) filminin iki ikonik sahnesinin birinde üç kafadar bir kafede Madison dans stilinde dans ederler, başka bir sahnesinde ise aynı üçlü Louvre Müzesi’nin salonları boyunca son hızla koşarlarken bir dış ses Louvre Müzesi’nin bir Amerikalı tarafından 9 dak. 45 saniyede gezilebildiğini ve üçünün bunu daha iyi yapmaya karar verdiklerini söyler. Gösterideki duvarlar arası yarım daireler çizerek yapılan danslar sırasında filmin tam da bu sahnesinin ses kaydının tekrarlanarak verildiğini fark ettim. FC Bergman ekibi belki Antwerp’teki müzenin Rubens Salonu’ndan ve spesifik olarak o müzenin geçmişinden yola çıkmış olabilirler, ama dünyadaki bütün müzelerin anası Louvre’a bu kadar bariz bir selam gönderdiklerine göre, gösteri anonim bir müze fikrini içeriyor da olabilir.
Müzelerin insanlık mirasının koruyucu kapları olduklarını hatırladığımızda, gösteri boyunca dışarıdan gelen bomba, rüzgar, yağmur (kasırga) öğelerini distopik bir gelecek tahayyülünde tehdit altındaki insanlık olarak okumak, ya da bir sahnede yere serilen battaniyeleri mültecilerle, evsizlerle, göçmenlerle özdeşleştirerek yorumlamak da mümkün.
Müze salonunun gösteri sonundaki halini ise tam bir savaş alanı olarak tarif etmek yanlış olmayacaktır. Yukarıda bahsettiğim gibi, gösteri sonunda hayalete dönüşmüş olan İsa’nın silüetinin bu savaş alanını izlemekte olması, bu açıdan bakıldığında çok manidar değil mi…
Gösterinin adını biraz araştırınca Nod Ülkesi’nin İncil’de, Kabil’in, Habil’i öldürdükten sonra Tanrı tarafından sürgüne gönderildiği, Cennet’in doğusundaki yer olarak tarif edildiğini öğrendim. İşte burası, bizlerin de seyirciler olarak bizzat “içinde” bulunduğumuz müze salonu; Yahudilerin dini metinlerine göre Kabil’in kötülüğünü sürdürdüğü, şiddete ve soyguna başvurduğu, insan kültürünü masumiyetten kurnazlığa ve düzenbazlığa dönüştürdüğü ve müstahkem bir şehir inşa ettiği Nod’un, günümüzdeki Dünya’nın ta kendisi olamaz mı…
Gösteride kullanılan müzikleri, objeleri (çiçek yaprakları, kar taneleri, kuru yapraklar), atmosferleri (rüzgar, yağmur, sis, güneş) düşündüğümüzde ise, müze salonunu içinden mevsimlerin geçtiği bir coğrafya olarak da yorumlayamaz mıyız; aynı Dünya’nın kendisi gibi…
fc bergman ekibini alkışlarken
fotoğraf: mehmet kerem özel, 17.06.2023
[FC Bergman topluluğunu yakından tanımak ve Venedik Tiyatro Bienali'nde Gümüş Aslan Ödülü'nü alma nedenlerini öğrenmek, yani yazının tamamını okumak için tıklayın.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder