25 Ağustos 2019 Pazar

Stuttgart’ı iki senede bir renklendiren uluslararası çağdaş dans festivali: Colours

[geçtiğimiz temmuz ayının başında üç gün colours festivali'ni takip etme imkanım olmuştu. 
izlenimlerimi aktardığım yazım 15 ağustos 2019 tarihinde gaia dergi'de yayınlandı. 
isteyen bağlantıya tıklayıp https://gaiadergi.com/stuttgarti-iki-senede-bir-renklendiren-uluslararasi-cagdas-dans-festivali-colours/ oradan okusun, isteyen -daha fazla görselli- buradan.]


COLOURS festival mekanı Theaterhaus Stuttgart'ın girişi. 
Fotoğraf: Simon Wachter

Stuttgart’ın ödenekli olmayan kültür-sanat kurumlarından Theaterhaus Stuttgart’ın iki yılda bir temmuz ayında düzenlendiği Colours, henüz üç yaşına basan çok yeni bir uluslarası dans festivali. Ancak yeniliğiyle ters orantılı olarak festival bu yıl günümüzün popüler koreograflarının dünya prömiyerlerinden, çağdaş dans tarihinin klasiklerine çok iddialı bir programla seyirci karşısına çıktı. Bu yüksek niteliğin sağlanmasında sanırım en önemli faktör festivalin iki genel sanat yönetmeninden birinin koreograf olması. Bu koreograf, aynı zamanda Theaterhaus Stuttgart’ın bünyesindeki dans topluluğu Gautier Dance’in başında olan Eric Gautier’den başkası değil.

COLOURS'ın iki genel sanat yönetmeni (Meinrad Huber ile Eric Gauthier) arasında Akram Khan. 
Fotoğraf: Simon Wachter

16 günlük bu yılki programda 20 dans gösterisi vardı. Bunlardan en önemli ve heyecanla bekleneni, Stuttgart’ta yapacağı dünya prömiyeri sonrasında, gösteri sanatları dünyasının Kabe’si niteliğindeki Avignon Festivali’nin en prestijli mekanı Papalar Sarayı Avlusu’nda sahnelenecek olan, Akram Khan’ın “Outwitting the devil” adlı son yapıtıydı. Festival aynı zamanda bu yapıtın ortak yapımcısı olduğu için Akram Khan ve ekibi prömiyerden 10 gün önce şehre geldi ve son provaları festivalin mekanlarında yaptı. 


Genç koreograflara alan açmak: Meet the Talents 
Festival programı sadece gösterilerden oluşmuyor,bir çok farklı konseptte etkinliği de içeriyordu. Bunlardan en ilginci “Meet the Talents” (Yeteneklilerle Tanışın) etkinliğiydi. Bu etkinlik kapsamında Eric Gautier dünyanın farklı yerlerinden seçtiği altı genç ve gelecek vaat eden koreografa (Arianna Benedetti, Eyal Dadon, Valerio Longo, Norge Cedeño, Po-Cheng Tsai ve Nadav Zelner) kısa yapıtlar üretmeleri için topluluğunun dansçılarını emanet etmekte kalmadı, bu altı işin festivaldeki dünya prömiyeri gösterisinden önceki hafta her gün provaların 18:00-21:00 arasındaki kısmını seyircilere ücretsiz olarak açtı.

Meet The Talents: Nadav Zelner (Playboy). 

Fotoğraf: Simon Wachter




Meet The Talents: Norge Cedeno (The space between us). 
Fotoğraf: Simon Wachter

Meet The Talents: Po-Cheng Tsai (Narcissus). 
Fotoğraf: Simon Wachter 
İçinde, farklı seyirci kapasiteli dört salon bulunan Theaterhaus Stuttgart binasına gösteri saatinden biraz erken geldiğinizde veya o akşam seyredeceğiniz iki gösteri arasında, meydan sahne tipinde düzenlenmiş dört bir tarafında seyirci tribünleri olan mekana girip “Açık prova”yı izleyebiliyordunuz. Gerek seyirciler gerekse de alandan sanatçılar, eleştirmenler ve öğrenciler için festival kapsamında bitmiş bir dans gösterisini sahnede seyretmenin yanısıra, kısa metrajlı da olsa altı yapıtın sahne arkasına ve yaratım sürecine tanık olmak oldukça heyecanvericiydi. Stuttgart seyircisi de kendilerine tanınan bu imkanı değerlendirdi ve tribünleri hiç boş bırakmadı. Festivalde konuk olduğum üç gün boyunca, “Meet the Talents” provalarının yanısıra dört gösteri seyretme imkanım oldu. 

Hip-hop ile Barok’un uçucu birleşimi: Folia 
Geçen yılki İstanbul Tiyatro Festivali’nin kapanış gösterisi “Pixel”in koreografı Mourad Merzouki, 2018 tarihli işi “Folia” ile Colours’daydı. Break dans, hip-hop gibi sokak dansları geleneğinden gelen Merzouki “Folia”da bu dans türlerinin gündelik ve dinamik estetiğiyle Barok müziğin enerjik ve ilahi şiirselliğini birleştirmeye çalışmıştı. Ancak 15 dansçı ve sekiz müzisyenden oluşan geniş kadrosuyla “Folia” bir dans işinden ziyade, hareketli dekorları, çok renkli ışıkları ve kostümleriyle adeta bir şov gibiydi. 



 Folia. 
Fotoğraflar: Julie Cherki

Folia. 
Fotoğraf: Gilles Aguilar

Barok müzik özgün haliyle değil, elektronik müzikle harmanlanarak, yani dönüştürülerek sunuluyordu. Hip-hop koreografileri ise Merzouki’nin özellikle ünlendiği ilk yıllardaki işlerinde olduğu kadar nitelikli bir seviyede değildi. Yapıt dramaturjik bir altyapı da içermiyordu; etkileyici ve bildik Barok müzikler ile gözalıcı hip-hop/break dans hareketleri yan yana getirilmiş, “best of” mantığında arka arkaya dizilmişti. Yapıtın son sekansına hakim ancak bütünü ile alakasız olan semazen dansı ise, ülkemizdeki bazı eğlence mekanlarında içi boşaltılıp koflaştırılarak kitle turizminin hizmetine sunulan Sema törenlerini hatırlattı bana. “Folia” maalesef Barok müziğin ve sokak danslarının derinine ve felsefesine inmeden kotarılmış, tüketilirken keyiflendiren ancak bittikten hemen sonra hafızada iz bırakmadan silinen, uçucu ve yüzeysel bir çalışmaydı.

Çin’den bir çağdaş dans denemesi: From IN
Şangaylı yeni çağdaş dans topluluğu Xien Xin Dans Tiyatrosu, Avrupa turnesi kapsamında Paris’ten önce “From IN” ile Colours Festivali’ndeydi. Topluluğun kurucusu ve ünlü Fas asıllı Belçikalı koreograf Sidi Larbi Cherkaoui’nin eski dansçılarından olan Xien Xin aynı zamanda yapıtın koreografıydı. 

From IN. 
Fotoğraf: Huang Kaidi

From IN. 
Fotoğraf: Shen Jianzhong

60 dakikalık “From IN”, teknikleri ve fizikaliteleri güçlü dansçılara rağmen bildik çağdaş dans hareket vokabülerini kullanan, bu nedenle de Avrupa’daki bir çok benzerinden farklılaşamayan, dolayısıyla sadece sıradan koreografisiyle değil, yine Avrupa çağdaş dans sahnesinde çokça karşımıza çıkan ambient müzik kullanımı ve atmosferik ışık tasarımıyla da özelleşemeyen, etkisi zayıf bir işti.

İlüzyon ile hareket tasarımını harmanlayan koreograf: Philippe Saire
Festival ünlü İsviçreli koreograf Philippe Saire’i iki yapıtıyla, “Hocus Pocus” ve “Black Out” ile konuk etti. Saire’in aslen 7-11 yaş arası çocuklar için tasarladığı, ancak çocuklar kadar büyüklerin de ilgisini çeken 2017 tarihli “Hocus Pocus” adlı işi Avignon Off ve Edinburgh Festivali dahil olmak üzere iki yıldır Avrupa’nın bir çok şehrine ve festivaline konuk oluyor. Ben “Hocus Pocus”u geçen yaz sonunda Zürich Theaterspektakel’da seyretme imkanı bulmuştum. Stuttgart’ta ise Saire’in 2011’den beridir sahnelenmekte olan “Black Out” adlı işini izledim. 





Hocus Pocus. 
Fotoğraflar: Philippe Pache

Önce kısaca “Hocus Pocus”dan bahsetmek isterim. Bu yapıtta iki erkek dansçı, kara sahne-ışık perdesi ilüzyon tekniğiyle oluşturulan kara delikten bedenlerinin uzuvlarını ve çeşitli aksesuarları çıkararak ve her an seyircinin koordinat algısını (oryantasyonunu) altüst ederek, sihirli bir dünya yaratırlar. Bütünden soyutlanmış beden parçaları önce kendilerinden bağımsız imgeler olur, sonra birleşip iki insanı yaratır, sonra da bu iki insan birbirlerine rakip olur. 
“Hocus Pocus”un çok belirgin bir anlatı çizgisi yoktur, dolayısıyla yapıt her seyircinin seyrettiğini kendi hayalgücüyle tamamladığı uçu açık bir seyir önerir. Şahsen ben 45 dakika boyunca gözlerimin önünden geçen imgelerle; Edvard Grieg’in hayalperest tınılı Peer Gynt Süiti eşliğinde denizin derinliklerinden gökyüzüne, Habil ile Kabil’in hikayesinden Ortaçağ şövalyelerine, balinanın karnındaki Yunus peygamberden gerçeküstü kabuslara yolculuk ettim.





Black Out. 
Fotoğraflar: Philippe Weissbrodt

Philippe Saire “Black Out”ta da, “Hocus Pocus”da olduğu gibi ışığı ve siyah rengi kullanıp ilüzyon yaratarak seyircinin algısıyla oynuyordu, ancak bu sefer seyirciler için sıradışı bir seyir açısı da tanımlamıştı. Seyirciler kare planlı, çevresi insan boyunu geçen duvarlarla çevrili oyun alanına yaklaşık iki metre yükseklikten ve dört bir yönden bakıyordu. 
Işıklar açıldığında beyaz renkli zeminin üzerinde deniz havlularıyla yatmakta/güneşlenmekte olan mayolu üç insan vardı aşağıda. Yerde yatar vaziyette hareket etmeye başladılar önce, çok uzaktan geçen bir cenaze bandosunun sesi duyuldu derinden bu sırada. Sonra bir anda tepeden siyah kum öbekleri düşmeye başladı, sanki dünyanın sonuydu. Üç figür gökten yağan kara kumlarla/küllerle baş etmek için evrim geçirdiler, bütünüyle siyaha dönen zeminde onlar da siyaha bürünüp varolma savaşı verdiler ve sonunda sanki yer göğe dönüştü, onlar da gökteki yıldızlara. İnsanlığın ışık ile karanlık, madde ile gölge, ölüm ile kalım arasında verdiği savaştı bu belki de. 
Bütün bunlar soyut ve grafik bir dilde ifadesini buldu. Mayoların ve havluların siyah-beyaz desenleri ve dansçıların yatar vaziyette bacak ve kollarının zemine yapışık hareketleriyle siyah kumda oluşturdukları desenler; ilk(el) kültürlerin zanaatkarlıklarına, Nazca çölündeki çizgilere, Action Painting’e, Franz Kline’a ve Keith Haring’e uzanan çağrışımlar yaptı zihnimde. 
“Black Out” çağdaş dans ile performans sanatı disiplinlerinin soyut ekspresyonist bir tarzda biraraya geldiği, kullanılan bütün materyal ve immateryal öğelerin ilüzyonist bir hünerle gösterilip kaybedilerek tek bir potada ustaca eritildiği, çok güçlü fiziksel etkiye ve yoğun atmosferik duyguya sahip bir yapıttı. 

Maguy Marin’den Beckett’in dünyasına bir bakış: “May B”
Festivalin doruk noktalarından biri, Fransa’nın çağdaş dans kraliçesi Maguy Marin’in 1981 yılında tasarladığı ve o zamandan bugüne Fransa içinde ve dışında sayısız turne yapmış olan başyapıtı “May B” idi. 




May B. 
Fotoğraflar: Herve Deroo

Genç ve tanınmamış bir koreografken Samuel Beckett’e yazıp, eserlerinden serbestçe esinlenerek bir dans yapıtı tasarlamak için izin isteyen, izni almakla kalmayıp Beckett’in davetiyle onunla yapıt hakkında tartışmak üzere biraraya gelen Marin’in bu neredeyse 40 yıllık yapıtı, üzerinden onca yıl geçmiş olmasına rağmen tazeliğinden, vuruculuğundan ve mizahından bir nebze bile kaybetmemişti.
Yapıt başladığında sahnenin her yeri siyah ve kapkaranlıktı. En gerideki kapılar belli belirsiz açılıp sahneye ruh gibi beyaz varlıklar girdi ve dağınık şekilde yerleştiler. Franz Schubert’in “Der Laiermann” isimli lied’i çaldı baştan sona. Sonra yavaş yavaş sahne aydınlanırken, ruhvari figürler belirginleşmeye ve hareket etmeye başladılar. Kadınlı erkekli 10 grotesk figürdü bunlar. Üzerlerinde bir örnek, ten rengi uzun donlu, entarili yatak kıyafetleri vardı.
Herbirinin suratlarındaki bazı organlar deforme olmuştu; birinin kulakları kepçe ve büyük, diğerinin burnu uzun, diğerinin burnu kıvrık ve sivri, çoğunun dişleri dökülmüş, hepsinin saçları, üzerleri tozluydu.Akıl hastanesi sakinleri de olabilirlerdi, berduş da, kıyametten “arta kalabilmiş” bir grup insan da. 

90 dakika boyunca bu grotesk ama sevimli 10 figür, insan olmanın kaçınılmaz durumlarıyla yüzleştirdiler seyircileri; yalnızlıkla, şehvetle ve şefkat ihtiyacıyla, ihtirasla, kinle, yardımlaşmayla ve açgözlülükle. Marin “May B”de Beckett’ten direkt tek bir alıntı kullanmıştı, “Endgame” (Son Oyun)’dan “Bitti. O bitti. Neredeyse bitecek. Neredeyse bitmiş olmalı.” repliğini, ancak hareket, mim ve anlamsız sesler yoluyla ürettiği özgün sahne dili Beckett’in zamanda kaybolmuşluk ve belirsizlik yüklü absürd dünyasının duygusunu son kertesine kadar biz seyircilere geçiriyordu. Yapıt boyunca müthiş dengeli ve pürüzsüz bir fizikaliteyi, her bedensel detayı incelikle düşünülmüş bir teatrallikle birleştirmiş olan dansçılar dinmeyen alkışlar boyunca da odaklanmış oldukları rollerinden çıkmadılar; insanlığın sonuna dair umutsuzluğu ve kaçınılmazlığı imlercesine…  

21 Ağustos 2019 Çarşamba

sakız'da yedi gün

volissos sokağı

sakız ege’ye paralel, anadolu’ya dik konumlanmış, kabaca uzun ince bir dikdörtgen şeklinde büyük bir ada. adanın; yamaçları yanmış çam ağaçları kaplı dağları, zeytinlik denizi gibi vadileri, altlarına kireç dökülmüş sakız ağacı tarlaları var.
ada talihsiz bir tarihe sahip; 1880’de başkent castro’yu yerle bir eden şiddetli bir deprem ve 1980’lerde yoğun orman dokusunu oldukça seyrelten yangınlar geçirdiği gibi, yunan bağımsız savaşı sırasında osmanlılar tarafından nüfusunun 47.000 bini köle olarak satılmış, 23.000 bini kılıçtan geçirilmiş.
talihsiz geçmişi yüzünden midir, şimdiye kadar gezme imkanı bulduğum ege’deki altı yunan adası arasında şapeli en çok olanı. tarlalarda, ormanlık alanlarda, kıraç yamaçlarda; kapısının yanında en az bir selvi ile sürekli şapeller çıktı karşıma.
adada sürekli karşıma bir de gözetleme kuleleri çıktı. ortaçağ’dan beri sakız üretimiyle özelleşen adanın korsanlara karşı koruma kalkanı bu kuleler.
sadece gözetleme kuleleriyle yetinilmemiş, sakız üreten köyler de kale mantığında inşa edilmişler; surları, kapıları, dar sokakları, bitişik evleriyle. bu köylerin, benzer geleneksel yerleşimlerden en ilginç farkı ise; tam merkezlerinde bir dini binanın değil, sakızın depolandığı büyük bir yapının bulunması. insanın her zaman ve öncelikle ekonomik bir varlık olduğunun ispatı!
adanın merkezinde ise ege’de bizans’tan kalma en eski ada manastırı olan, unesco dünya mirasına kayıtlı nea mori manastırı bulunuyor; dağların arasında, önü denize açılan kanyonsu bir vadiye bakan bir çukurda konumlanmış, belli ki korunma amaçlı olarak oraya saklanmış.

olympi sokağı

mesta sokağı

sakız müzesi / mastica museum

ortaçağdan beri varolan pyrgi, olympi ve mesta adanın en turistik köyleri. bunlar aynı zamanda sakız üretimi yapan köylerin belli başlıları; mutlaka gezilmeliler.
hazır bu köyler gezilirken, sakız müzesi'ne de uğranabilir; hem sakızın nasıl elde edilip işlendiğini öğrenmek hem de güncel yunan mimarlığının, yakın zamanda uluslararası bir ödül de almış olan kalburüstü bir örneğini deneyimlemek için. müzenin mimarları kizis studio.

bu sakız köyleri üçlüsü dışında, dağ köyleri olarak tanımladığım bir üçlüyü de ben tavsiye ederim: volissos, avgonima ve anavatos.

ege'den volissos'a bakış

volissos'tan ege'ye bakış

sakız’da her keyfe göre kumsal ve deniz var; derin, buz gibi soğuk, taşlı, sığ, kumlu, ılık.
kuzey ve kuzeybatısındaki kumsallar daha bakir, zor ulaşılır (toprak yollu) ve donatısız (lokantasız). güney ve doğusundakiler daha popüler, kalabalık, asfalt yollu ve lokantalı.
lokanta olması, çoğunlukla şemsiye ve şezlongun olması anlamına geliyor. illa yemek yemek gerekmiyor, bir frappe ısmarladığınızda şemsiye ve şezlongu kullanma hakkınız oluyor. ister bakir ister kalabalık olsun, neredeyse bütün kumsallarda değişme kabini ve duş var.

mavra volia kumsalı

kumsalda çakıl, sessizlik ve sakinlik, denizde buz gibi su istiyorsanız lefkathia ve limnos kumsallarını, kalabalık, hareket ve cıstak cıstak müzik seviyorsanız agia fotini kumsalını tavsiye ederim.
lokantası olmayan ama basit bir büfenin hizmet verdiği, herkesin kendi şemsiyesini getirdiği kara taşlı kumsal (mavra volia)'da ise mutlaka denize girmelisiniz. ana kumsaldan batıya doğru yüründükçe iyice tenhalaşan küçük koylar var; doğa harikası bir yerde yalnız kalmak isteyenler için birebir.


adada çoğu şey, doğal olarak sakızlı. sakız aromasını sevenler için ada bir cennet.
ada üretimi olup sakızlı olmayan tek şey birası. normal yunan biralarından (mythos ve alpha’dan) az biraz daha pahalı ama bayağı lezzetli.

mouria taverna'da soframız

herhangi bir yunan adasındaki herhangi bir taverna/lokantadan memnun kalmamak çok zor. yedi günde sakız‘da pek çok tavernada yemek yedim, özellikle üçünü önereceğim:

.çeşme feribotlarının da yanaştığı liman kenti castro’ya çok yakın olan mouria taverna.
eğer arkeolojiye ve edebiyata meraklıysanız, aslen kibele tapınağı olan "homeros taşı"nı ziyaret edersiniz zaten, mouria taverna da oraya çok yakın. lokanta suyun üzerinde gibi ve önünden denize girilebiliyor. menüsünde bir çok kendi spesiyaliteler var; mesela karidesli soğanlı tava, uzolu köfte, domates kızartması gibi ve hepsi birbirinden lezzetli.
buranın adada yemek yediğim en lezzetli ve aynı zamanda fiyatı en uygun lokanta olduğunu belirtmeliyim. bizim yemek yediğimiz öğle saatinde lokanta tam doluydu ve bizim masa dışındaki bütün müşteriler yunandı. bu yüzden buranın adayı istila eden türk turistler tarafından keşfedilmemiş olduğunu zannetmiştim ancak sonradan instagramdan baktığımda durumun öyle olmadığını fark ettim.

.dağ köyü avgonima'daki to asteri taverna.
köyün en ucunda, batıya, engin ege'ye tepeden bakan enfes bir manzaraya sahip bu aile işletmesinin de yemekleri şahane. şarap sosunda horoz ve odun ateşinde oğlak menünün favorileri. patates kızartmasının da enfes olduğunu eklemeliyim. lokantanın pansiyon hizmeti de var.

.sakız köylerinden mesta'nın hemen girişindeki kastro pizzeria. 
adına bakıp bir yunan adasında pizzacı mı öneriyorsun diye düşünebilirsiniz. bize de burayı mesta'daki bir dükkan sahibi önerdi. evet pizzaları çok lezzetli, ama menüsünde bilinen bütün geleneksel yunan yemekleri mevcut ve onlar da çok çok lezzetli. örneğin, deniz ürünlü makarnası enfesti ve adada yediklerimiz arasında en iyisiydi.

to asteri'de yemek sonrası ikramı

yunan adalarında konaklanılacak yerlerin de genel olarak sorunlu olduğunu düşünmeyenlerdenim, yani her yerde kalınabilir. yine de sakız'da bir yeri özellikle tavsiye etmek isterim. bana da yakın bir dostum önermişti: louiza apartments.
burası adanın güneyinde, prygi köyünün yakınında bir koyda bulunuyor. arabasız ulaşmak imkansız. yolun son bir kilometresi toprak. koyda başka tesis yok.
dört daireli bir pansiyon burası. fiyatı çok hesaplı (adanın en ucuzlarından biri olmalı). fiyat ile ters orantılı olarak çok şık, zevkli ve detaylı döşenmiş ve hazırlanmış bir tesis. odalarda mutfak var, ancak yakında yemek yiyecek yer olmadığı için kahvaltı ve akşam yemeği hizmeti sunuluyor; bunlar da yine çok ucuz fiyatlara. örneğin çeşidi bol ve taze bir kahvaltı 5 avro ki adada (ve hatta karşı yakada, yani çeşme'de) bu fiyata o kahvaltıyı etmek imkansız.
gece etrafta hiç ışık olmadığı için, hele de benim orada kaldığım vakitlerde ay henüz yeni ay evresinde olduğu için, kapkaranlıkta şahane berraklıkta ve netlikte gökyüzü seyrettim; elimi uzatsam yıldızları tutacak, samanyolu'na değecek kadar..
olur da louiza'ya yolunuz düşerse genç, sevimli ve yardımsever işletmecisi stefanos'a benden selam söyleyin!

louiza apartments sahili

18 Ağustos 2019 Pazar

"Bizim Büyük Çaresizliğimiz"den...



"...
Nihal elleri masanın altında, başı iyice daralttığı omuzlarının arasında hafifçe eğik, bütün bu gülünç ve güzel hikayeleri dinlerken birkaç kez bana bakmıştı, şu bütün kitaplarda geçen "der gibi baktı" bakışlarıyla.
Bakmasaydı üzülürdüm, kırılırdım Çetin. O masada anlattığımız şeylerin bir kısmını ona daha önce anlatmıştım çünkü, biliyordu.
Dört kişilik yemek masasında komşu kenarlarda oturan iki kişi böyle birkaç saniye bakışınca ne olur? Şu olur: Bu iki kişi kendilerini diğerlerinden yalıtır. Canlılığın ilk ve temel aşamasının, bir "iç" ve "dış" yaratan, böylece kendisini çevreden yalıtan hücrenin ortaya çıkışı olduğunu biyoloji söylüyor; her türlü sıcak insan ilişkisinin aşağı yukarı aynı şeyi yaptığını da ben söylüyorum. Birbirine dönersin! İki insan birbirine döner! Bu bakışlarla olur ya da aynı yerde susmayla örneğin, en basit biçimde. Sonra, öyle birbirine dönük, kendi dilini yaratırsın. Esnaflar ve zanaatkarlar da böyledir Çetin. Seyirciye sırtlarını dönerek çalan Bebopçılar da. Seninle biz de böyleyiz. Kimsenin anlayamayacağı bir dilimiz var. El kol hareketlerimizle, yüz ifadelerimizle, nihayet sözcüklerle örülen bir dil. Bir tür argo. Kendi meslek sırrımızı korumak için. Azınlık kültürümüzü korumak için. Bütün sıkı ilişkiler bir azınlıktır çünkü. Sırtlarını "dışarıya" bir güzel dönmüş iki insanın oluşturduğu azınlık. Düşünsene Çetin, şimdi şuraya "Milliyet Sanat dergilerine başvurmamız lazım!" diye yazsam, bu dünyada seninle benim dışımda kim ne anlar Allah aşkına!"
Nihal'in bana bakışı da böyle bir şeydi işte. "Senin odanda, masayla kitaplık arasında, öğleyle akşam arasında ve hatırlamakla unutmak arasında, bizi birbirimiz için var eden cümlelerinle anlatmıştın bana bunları," der gibi bakmıştı. Ender ile Nihal'i, Çetin ve Murat Ağabey'den yalıtmıştı.
..."

- Barış Bıçakçı
İletişim Yayınları

7 Ağustos 2019 Çarşamba

Hollanda Festivali’nde Bir Hafta

[geçtiğimiz haziran ayında bir hafta holland festival'i takip etme imkanım olmuştu. 
izlenimlerimi aktardığım yazım 30 temmuz 2019 tarihinde unlimited'de çıktı. 
isteyen bağlantıya tıklayıp https://www.unlimitedrag.com/single-post/Hollanda-Festivali-nde-bir-hafta oradan okusun, isteyen buradan.]

aus LICHT - LUZIFERS TANZ.
Fotoğraf: Ruth & Martin Walz

Hollanda Festivali, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaralarını sarmaya çalışan Avrupa’nın bir çok şehrinde düzenlenmeye başlanan sanat festivallerinden biri. Bu yıl 72. yılını kutlayan festivalin programı, İKSV İstanbul Festivali’nin eski hali gibi, müzik konserinden gösteri sanatlarına, sergilerden film gösterimlerime sanatın bütün türlerini içeriyor. Hollanda’nın yanısıra dünyanın prestijli ve önemli sanat etkinliklerinden biri olmaya devam eden festival yıllardır, özellikle müzik ve gösteri sanatları alanlarında dünyadan geniş bir yelpazede davet ettiği sanatçıları buluşturan ve bir çok önemli dünya prömiyeri gerçekleştiren bir nirengi noktası konumunda.

William Kentridge ve “Daha Az İyi Fikir”
Bu yıldan itibaren yeni bir uygulamayla festivalin artistik programının bir bölümü “Ortak Sanatçı” olarak belirlenen bir veya iki sanatçıyla birlikte oluşturuluyor. Bu yılın ortak sanatçıları Güney Afrikalı görsel sanatçı ve tiyatro yönetmeni William Kentridge ile Kongolu dansçı-koreograf Faustin Linyekula idi. 


William Kentridge. 
Fotoğraf: Marc Shoul

Festival Kentridge ile Linyekula’ya iki hafta boyunca Amsterdam’ın canlı, çok-kültürlü ve deneysel işlere kapılarını sonunda kadar açan Frascati salonlarını emanet etti. Onlar da kendi işlerinin yanısıra davet ettikleri sanatçılarla Frascati’yi daha da sinerjik bir etkinlik alanına çevirdiler. Dans ve tiyatro gösterileri, söyleşi ve yuvarlak masa toplantıları, enstalasyonlar ve performansların yanısıra Kentridge’in beş yıl önce Johannesburg’un bir banliyösünde açtığı The Centre for the Less Good Idea (Daha Az İyi Fikir için Merkez)’in geçen yıl ve bu sezonki gösteri ve sergi programlarından seçkiler Frascati’deydi. 
Kentridge özellikle bu merkezin gösterilerinde, kanatları altına aldığı Güney Afrikalı genç sanatçıları yalnız bırakmadı, orta metrajlı (yaklaşık 40 dakika süren) işlerin öncesinde, konferans formatındaki ünlü performanslarından bir kaçını sergiledi. “A Defence for the Less Good Idea” (Daha Az İyi Fikir için bir Savunma) Kentridge’in bu merkezi kurma hikayesini, nedenlerini, merkezin yapısını ve amaçlarını tipik Kentridge’vari bir estetikle, yani sahnenin arkasındaki beyazperdeye yansıtılan kendi çizimlerinden oluşan hareketli görüntülerle senkronize bir anlatımla ortaya koyan bir gösteriydi. 
2017’de New York’ta prömiyer yapan “Ursonate” ise ünlü Dadaist Kurt Schwitters’in aynı adlı performansının yine Kentridge estetiğine uyarlanmış haliydi. Ağızdan çıkan anlamsız seslerden oluşan bu kaotik ses senfonisine, sonlara doğru çalgılarıyla bazı müzisyenler de eşlik ettiler. 


Enyangeni. 
Fotoğraf: Zivanai Matangi

Kentridge’in performanları iki akşam da Gregory Maqoma ile Nhlanhla Mahlangu’nun koreografileriyle devam etti: “Requem Request” (Ağıt Arzusu) ve “Enyangeni” (Yükselen). İki yapıt da Zulu folklörünün gerek müzikal gerekse koreografik öğelerini içeriyordu, ancak çağdaş bir anlayışla sahneye konmuşlardı. 

Philippe Quesne ve eğlence parkları
Bu sene festivale Leh usta Krystian Lupa ve kariyerini Almanya’da sürdüren Amerikalı koreograf Richard Siegal gibi, geç de olsa ilk defa davet edilen bir diğer sanatçı Fransız tiyatro yönetmeni Philippe Quesne idi. Vivarium Studio isimli disiplinlerarası işler üreten topluluğun kurucusu ve aslen sahne tasarımcısı olan Quesne 2014 yılından beri Fransa’nın ödenekli tiyatro kurumlarından Theatre Nanterre-Amandiers’in de başında. 


Fotoğraf: Martin Argyroglo

Quesne’nin festivalde sunduğu en yeni işi “Crash Park - La vie d’une ile” (Kaza Parkı - Bir Adanın Hayatı) bir uçak kazasından sonra denizin ortasında ıssız bir adaya ulaşan bir grup insanın başından geçenleri anlatıyordu. “Issız ada”, “sıfırdan başlamak” ve “ütopya” denince akla gelebilecek neredeyse bütün klasik ve popüler edebi ve felsefi referanslar gösteri sırasında bir şekilde anıldı. Ancak Quesne ilginç bir şekilde, yapıtının gidişatını bunların hiçbirinin herhangi sıradan bir seyircide uyandıracağı çağrışımlarla örtüştürmemişti. Kazazedeler ne “Sineklerin Tanrısı”nda olduğu gibi iktidar savaşına girip birbirlerini katlettiler, ne “Robinson Crusoe” gibi ölüm kalım savaşı verdiler, ne de “Lost”ta olduğu gibi hayatta kalmak için çözümler ürettiler. “Crash Park” “Mavi Göl”de olduğu gibi cinsellik veya erotizm de içermedi. Sanki bir grup naif insan bir süreliğine bir eğlence parkına bırakılmışlar ve orada dertsiz tasasız eğlenerek zaman geçiriyorlardı. Gösteri her ne kadar insanlığın tarih boyunca (evet, yapıt çok usta ve basit bir-iki trükle çağlar arasında dolaşıyor) dünya üzerinde ayak bastığı her yeri her anlamda (ticari, ekolojik, sosyolojik) kirletmesi üzerine düşünmemizi sağlasa da, insankızı ve -oğlunun kendi psikolojisi ve hayatta kalma içgüdüsü söz konusu olduğunda Quesne’nin bakışı müthiş iyimser ve safiyane şekilde ütopikti. Quesne’nin sahne estetiği ise tam da öykündüğü B-tipi Hollywood macera filmleri ve eğlence parkları gibi yapay ve çapaklıydı. 
Quesne “Crash Park”la, herhangi bir kalburüstü gösteri veya konseri daha ilk selamda ayağa kalkarak alkışlayacak kadar geniş gönüllü Hollanda seyircisini bile ikna edemedi maalesef, hatta şaşırtıcı şekilde, gösteri bitmeden salonu terk edenler azımsanmayacak miktardaydı.


Heidi & Rolf Abderhalden ve Kolombiya tarihi
Kolombiyalı Mapa Teatro “Los Incontados - Un Triptico” (Göz Önüne Alınmamışlar – Bir Üçleme) adlı yapıtı, topluluğun daha önce üç ayrı akşamda sahneleği üç işin yoğunlaştırılmış olarak biraraya getirilmiş versiyonuydu. Bu gösteri ile Mapa Teatro, Kolombiya’nın 1960’lardan günümüze sol gerilla, sağ paramiliter ve askeri güçlerinin kanlı iktidar savaşına sahne olan politik tarihini; mekanı, objeleri, kayıtlı ve canlı icra edilen müzikleri, belgesel film görüntülerini ve sesleri kullanarak, karnavalesk bir happening estetiğinde ve 55 dakika gibi kısa bir sürede ama oldukça yoğun (seyirciyi adeta görsel ve işitsel bir bombardımana maruz bırakacak) şekilde sundu. 


Fotoğraf: Mauricio Esguerra

Gösteri süreci boyunca Kolombiya tarihinden farklı zamanlar üst üste çakıştıkça, perde açıldığında 60’lardan kalma bir oturma odasını tarif eden sahne alanı, geriye doğru katman katman açılarak önce 80’lerden bir parti-karnaval mekanını, son olarak da bir jungle’ı görünür kıldı. Sadece görünür kılmakla yetinilmedi, zamanların üst üste bindirilmesi gibi bu üç mekan gösterinin son çeyreğinde iç içe de geçirildi. “Her eğlencede bir düşman saklıdır” diyen Kolombiya özdeyişinin izinden giden, Mapa Teatro’nun kurucuları Kolombiya-İsviçre asıllı Heidi ve Rolf Abderhalden kardeşler bizlere zamanların, mekanların, karnavalın, devrimin ve şiddetin sınırlarının belirsizleştiği bir gösteri sundular. Ne yazık ki sahnedeki yüksek ve enerjik duygu, sahne ile seyirci arasına yerleştirilmiş cam yüzeyden dolayı olsa gerek, seyirci kısmına aynı etkiyle geçirilemedi kanımca.

Anne Teresa de Keersmaeker ve Brandenburg’lar
Dünya çağdaş dans dünyasının tartışmasız kraliçesi Anne Teresa de Keersmaeker, Eylül 2018’de prömiyer yapmış en yeni yapıtı “The Six Brandenburg Concertos” (Altı Brandenburg Konçertosu) ile festivaldeydi.“The Six Brandenburg Concertos”; klasik, modern ve çağdaş bestelerden pop ve rocka, yapıtlarında müziği yapısal, biçimsel ve dramaturjik açılardan ustaca çözümleyerek harekete tercüme eden Keersmaeker’in, sadece barok müziğin değil genel olarak müziğin ustası Bach’la beşinci buluşmasıydı.


Fotoğraf: Anne van Aerschot

Dönem çalgıları kullanan 18 kişilik B’rock Orchestra’nın canlı icrası ve Keersmaeker’in kendi topluluğu Rosas’tan 17 kişilik dansçı ekiple görkemli bir kadrosu olan yapıt, Bach’ın kristalize olduğu kadar sürprizlere açık müziğini bütün müzikal ve dramaturjik nüanslarıyla sahneye taşıdı. Aynı Bach’ın, Brandenburg Konçertoları’yla sanatının bütün hünerlerini gösterdiği ve mükemmelliğe ulaştırdığı müziği gibi, Keersmaeker’in bu yapıtı da onun şimdiye kadar kullandığı bütün koreografik araçların birarada izlenebildiği, sanatsal birikiminin doruk noktası niteliğindeydi. Şöyle ki, “The Six Brandenburg Concertos” onun “My walking is my dancing” (Yürüyüşüm dansımdır) düsturundan, hareket vokabüleri olarak ani durmalar, ters yöne ani gerilmeler, dönüşler, akıcı kıvrılmalar ve sıçramalara, kalabalık dansçı grubunun gerek ileri geri çizgisel, gerekse farklı yörüngelerde dairesel hareketleriyle boş ve geniş sahne mekanını kullanımından, tasarım olarak duo, trio ve quartet danslarından ziyade herkesin, hareket ederken birbirini etkilese de birbirine değmediği solo danslara, Keersmaeker’in bütün alamet-i farikalarını içeriyordu. Dolayısıyla, Bach’ın ilahi müziği ile Keersmaeker’in soyut, yalın ama etkili koreografisi birleşmiş ve ortaya iki saatlik bir başyapıt çıkmış.

Karlheinz Stockhausen ve “LICHT”
Bu yılki Hollanda Festivali’nin iddialı projesi, 20. yüzyılın en avant-garde bestecisi Karlheinz Stockhausen’in 29 saatlik yapıtı “LICHT” (IŞIK) opera dizisinden seçilmiş 16 saatlik “aus LICHT” idi. 


Stockhausen. 
Fotoğraf © Stockhausen-Stiftung für Musik, Kürten

Elektronik ve elektro-akustik müzik besteleriyle Miles Davis’ten Beatles’a, Herbie Hancock’tan Pink Floyd’a, David Bowie’den Björk’e bir kaç nesil caz, pop ve rock müzisyenine ilham kaynağı olan çağdaş müzik ustası Stockhausen elektro müzik alanında bir çok deneme yaparak kendi müzikal dilini geliştiren, ve bu sayede kendini klasik müziğin geleneklerinden kopartarak özgürleştiren bir bestecidir; sadece elektro-akustik müzik besteleriyle değil, önce müziği sonra da müzisyenleri konser salonunun içinde dolaştıran denemeleriyle de konvansiyonel anlamda sesin statik olarak sahneden (veya tek bir merkezden) çıkmasına alternatifler üretmiş, özellikle operalarında bunu yaparken sadece şancıların değil çalgıcıların, örneğin trompetçilerin veya flütçülerin de aynı birer oyuncu gibi hareket halinde ve tiyatral olarak belirli karakterleri canlandırmasını öngörmüştür. 
Stockhausen, 1977-2003 tarihleri arasında bestelediği ve başlıklarını haftanın günlerinden alan yedi operadan oluşan “LICHT” ile sadece bir operanın bestecisi değil, sıfırdan bütün bir evrenin, bir mitin yaratıcısıdır. Stockhausen, birbirini takip eden bir anlatı çizgisi içermeyen dizide genel olarak üç karakterin, Michael, Lucifer (Şeytan) ve Eva (Havva)’nın, birbirleriyle ilişkileri üzerinden iyilik ve kötülük kavramlarını tartışır. Gerek diziyi oluşturan operalar, gerekse de operaların perdeleri birbirlerinden bağımsız olarak seçilip biraraya getirilerek veya tekil olarak sahnelenebilirler; opera dizisinin bütünü de şimdiye kadar sahnelen(e)memiştir.

Amsterdam’da eski gazhane yapılarından dönüştürülmüş Westerpark içindeki gaz silosu Gashouder’da, üç gece süren bir dizi şekilde tasarlanan ve üç kere tekrarlanan “aus LICHT” festivalin Hollanda Ulusal Operası (De Nationale Opera), Lahey Kraliyet Konservatuvarı (Koninklijk Conservatorium Den Haag) ve Stockhausen Müzik Vakfı (Stockhausen – Stiftung für Musik, Kürten) ile ortak prodüksiyonuydu. Yönetmen koltuğunda, 2018’e kadar 30 yıl Hollanda Ulusal Operası’nın genel sanat yönetmeni olan Pierre Audi oturuyordu. 


Pierre Audi. 
Fotoğraf: Sarah Wong

Audi’nin bu yapımdaki rejisi için “sahnelemek”, “sahneye koymak” tabirlerinden ziyade “mekanlaştırmak” gibi bir kelime kullanmak daha yerinde olur kanımca. Çünkü Audi; gerek Stockhausen’in elektro-akustik dünyasına uygun endüstriyel estetiğiyle, gerek Stockhausen’in evrenini kapsayan dairesel planı ve kubbesiyle, gerekse de her bölümde farklı seyirci-sahne imkanları sağlayan mekansal esnekliğiyle Gashouder’in imkanlarını sonuna kadar kullandı; özellikle dizinin 10’ar saat süren ikinci ve üçüncü bölümlerde mekanı her perdede farklı şekillerde düzenleyerek, seyircinin her seferinde farklı bir deneyim yaşamasını sağladı. Bütün bu düzenlemeler sayesinde seyirci her an müziğin içinde yer aldı ve bir operayı seyretmek veya bir müziği dinlemekten çok, bütünsel bir operatik deneyimin parçası haline geldi. 


aus LICHT - HELICOPTER-STREICHQUARTET 
Fotoğraf: Ruth & Martin Walz

aus LICHT“in doruk noktası, aynı zamanda Stockhausen’in efsanevi yapıtlarından biri ve bu opera dizisinin “MITTWOCH” (ÇARŞAMBA) bölümünün bir parçası olan “HELICOPTER-STREICHQUARTET” (HELIKOPTER YAYLI ÇALGILAR DÖRTLÜSÜ) idi. 20’li yaşlarındaki dörtkadın müzisyenden kurulu Pelargos Quartet, seyircilerin Gashouder’daki dört devasa ekrandan canlı takip ettikleri yayında; ayrı ayrı birer helikoptere bindiler ve birbirlerini duymayarak ama senkronize bir şekilde, yaklaşık 18 dakika süren yapıtı havada icra ettiler. Böylece, “Arkasında felsefi bir düşünce yok, rüyamızda hep havalandığımızı, uçtuğumuzu görürüz, ben de rüyamda böyle şeyler görürüm ve ayrıca müzik havada uçuşan bir şeydir, ben de müzisyenlerin ayağını yerden kesip müziğin birebir havada olmasını istedim” diyen Stockhausen’in rüyası bir kere daha gerçekleştirilmiş oldu.

Üç güne yayılan toplam 25 saatlik sürede 16 saatlik müziğin sunulduğu “aus LICHT”; müziğin, mekanın, ışığın, videonun, kostümlerin, makyajın ve koreografinin birleştiği tam bir Wagneryen gesamtkunstwerk’ti. “aus LICHT” sadece 72. Hollanda Festivali’nin değil çağdaş müzik tarihinin sayfalarına, seyircilere yaşatılan olağanüstü bir deneyim olarak altın harflerle yazıldı.