26 Haziran 2018 Salı

sinema tadında tiyatro: fc bergman'dan "JR"


önceden bildiğiniz, işlerini tanıdığınız bir yönetmenin veya topluluğun gösterisine bilet alırsınız; beklentiniz az çok bellidir, genellikle sürpriz olmaz, memnun kalırsınız, ya da bazen düş kırıklığına da uğrayabilirsiniz, ama yine de, eğer o yönetmeni/topluluğu seviyorsanız, iş kötü de çıksa takip etmiş olmak yeterlidir sizin için.
bazen de hiç tanımadığınız bir yönetmen veya topluluk çıkar karşınıza, vaktiniz müsaittir, alırsınız bir bilet ve hiç beklemediğiniz şekilde büyülenirsiniz; o yönetmen/topluluk belli bir süredir mevcuttur ama sizinle yolu kesişmemiştir daha önce, onu yeni tanımışsınızdır. hele de çok bilinen bir yönetmen/topluluk değilse, onları sanki siz "keşfetmiş" gibi hissedersiniz. işte, fc bergman da benim için öyle oldu.
holland festival'e gidiş nedenim, önceden işlerini, tarzını bildiğim ivo van hove'nin yönettiği altı saatlik "roma trajedileri" idi, boş akşamıma da fc bergman'a bilet almıştım. "roma trajedileri" şahaneydi, fc bergman'ın 4.5 saatlik tour de force'u "JR" da!

fc bergman belçikalı bir kolektif. 2008'de bir araya geldiklerinde altı kişilermiş, şu anda dörde inmişler, ama diğer iki sanatçı hala toplulukla dirsek temasındaymış.
fc bergman'ın internet sitesine girip baktığınızda, işlerinin fotoğrafları zaten sizi yeterince cezbediyor; işlerinden bahsedilirken pina bausch, romeo castellucci ve christoph marthaler referansları veriliyor; iki yıl önce yere-özgü işleri "het land nod" (nod'un ülkesi) ile, tiyatro camiasının greenwich'i avignon festivali'ndeymişler.

geleyim "JR"a:
"JR" william gaddis adlı amerikalı bir yazarın 1976'da kaleme aldığı 600 küsür sayfalık bir tuğla-roman. merkezde; şirket kurup wall street'e uzanan 11 yaşında bir ortaokul öğrencisi var, çeperde ise eşzamanlı olarak alakalı alakasız bir sürü karakter ve hikaye.
romanın bir diğer ilginç yanı ise; sadece diyaloglardan oluşması, o kadar ki diyalogları kimlerin söyledikleri bile belirtilmemiş. romanı baştan sona okumadım, bir kaç sayfasına göz gezdirdim; kasırga gibi allak bullak edici, bir taraftan da bulmaca gibi bir metin.

fc bergman ekibi tam da romanın biçimsel özelliğini kullanan bir sahneleme gerçekleştirmiş; nefes kesici, cezbedici ve eğlenceli.
bir kere yapım konvansiyonel bir tiyatro binasında sahnelenmiyor, sahnelenmesi de mümkün değil zaten, hatta konvansiyonel bir kara-kutu sahne de imkansız. devasa bir hangara ihtiyaç var. mesela amsterdam'da 1934 yılında inşa edilmiş yiyecek hali'nde (central markıjthal) sahnelendi.

devasa boşluğun ortasında dört katlı kare tabanlı bir kule, adeta bir babil kulesi gibi yükseliyor; dört tarafına seyirci tribünleri yerleştirilmiş. hikayelerin günümüzün babil'i new york'ta geçtiği ve çok karakterli olduğunu düşündüğümde, yapımın mekan tasarımını benim okuma şeklimin, yani benzetmemin ötesinde; fc bergman kolektifi de sahnede gerçekten bir "babil kulesi" yaratmak istemiş olabilir.

kulenin katları beyaz kalın storlarla örtülü. bu dört katlı kulede; bazı katlardaki storların yanlara doğru açıldığı, her katta her yönde mekanların olduğu, bu mekanların içinde oyunun karakterlerinin eşzamanlı olarak yaşadıkları, iki kameramanın katlar arasında mekik dokuyarak yaşananları canlı kaydettiği, canlı kayıt görüntülerinin storları o sırada kapalı olan katların beyazperde görevi gören yüzeylerine yansıtıldığı, oyun sırasında tribünlerin yan boşluklarından sahne görevlilerinin ya kuleye eşya taşıdığı ya da kuledeki mekanlardan eşya götürdüğü, storları kapalı katlarda duvarların bile yerlerinin oyun esnasında değiştirildiği bir düzen kurulmuş; inanılmaz bir zamanlamayla, saat gibi tıkır tıkır işleyen, kimsenin kuyruğunun kimseninkine dolanmadığı müthiş bir trafik tasarlanmış.

oyunculuklar çok iyi, dekor ve kostümler, müzik, ses ve ışık tasarımları; hepsi tek kelime ile mükemmel.
üstüne üstlük; canlı video görüntülerinin kalitesi film tadında. yani o iki hareket halindeki kameraman tarafından canlı kaydedilen görüntüleri üzerinde hiç oynama yapmadan olduğu gibi kullan, al sana bir paul thomas anderson filmiı; dönem bakımından "boogie nights" havasında, eşzamanlı olarak bir çok hikaye anlatımı ve arka planda kullanılan ritmik müzikle bu hikayelerin birbirine bağlanarak bütünselliğin sağlanması gibi kurgu/biçim tercihi açısından ise kesinlikle "magnolia" tadında.
4.5 saat nasıl geçiyor farkına bile varmadım; tek, flemenkçe bilmediğime hayıflandım, çünkü ingilizce altyazıyı okurken ister istemez kulenin çeşitli katlarında eşzamanlı gerçekleşen olayları istediğim gibi takip edemedim. hoş, flemenkçe bilse bile insan, aslında bu yapımı dört defa seyretmek lazım; dört ayrı yönden/açıdan.

"JR" mart ayında antwerp'te prömiyer yaptıktan sonra gent'te ve amsterdam-holland festival'e konuk oldu. bundan sonraki açıklanmış ilk turnesi taa nisan 2019'da paris'e.
imkanı olanlar kaçırmasınlar; çok özel bir deneyim!


(fotoğraflar: mehmet kerem özel, 17.06.2018, central markthal - amsterdam)

19 Haziran 2018 Salı

ivo van hove'den shakespeare'in "roma trajedileri"



geçtiğimiz hafta sonu holland festival'de iki şahane tiyatro gösterisi izledim; ikisi de beni nefessiz bıraktı. bunlar; ivo van hove'nin yönettiği toneelgroep amsterdam yapımı shakespeare uyarlaması "romeinse tragedies" (roma trajedileri) ile bir kolektif olan fc bergman topluluğunun sahnelediği, william gaddis'in 1975 tarihli tuğla-romanından uyarlanan "JR" idi.
gerçi ilki 2007'de prömiyer yapmış, diğeri ise daha üç ay önce ilk defa seyirci karşına çıkmış olsa da, bir çok açıdan, özellikle tiyatro ile sinema arasındaki ayrımı belirsizleştiren yönleriyle birbirlerine çok benzeyen iki yapımdı bunlar.
sadece teknik açıdan değil, sadece biçimsel niteliğiyle değil; içerikle biçimi örtüştüren ve bunu anafikire hizmet için kullanan; oyunculuk ve artistik kalemler (yani sahne, ışık, ses, müzik, kostüm ve video tasarımları) anlamında da neredeyse hiç bir kusurlarının, (benim için: "keşke"lerinin olmaması) bir yana, her açıdan üst düzey kaliteye sahip iki yapımdı bunlar.
vaktim olunca kesin "JR"ı da yazacağım ama önce "romeinse tragedies":

ivo van hove'nin "roma trajedileri"; shakespeare'in, roma'da geçtiği için aynı üst başlıkla anılan üç oyunundan; "coriolanus", "jül sezar" ve "antonius ve kleopatra"dan oluşan ve arasız tam altı saat süren bir uyarlama. uyarlama diyorum çünkü sadece, son 50-60 yılda avrupa'da klasik metinlere çokça yapıldığı gibi hikaye sadece günümüze taşınmamış, aynı zamanda metin üzerinde değişiklikler, kısaltmalar ve karakter cinsiyetleri değişiklikleri de yapılmış.

kapıda biletinize bakan görevli biletlerin numarasız olduğunu, parter veya balkonda istediğim yere oturabileceğimi ama oditoryuma mont veya çanta alınmadığını, vestiyere bırakmam gerektiğini söylüyor. eğer benim gibi merakla seyretmeyi beklediğiniz bir şey (film veya gösteri) hakkında, varsa sürprizi bozmamak için önceden herhangi bir bilgi edinmeme yolunu seçiyorsanız, sadece bu uyarı bile yetiyor heyecanlanmaya. evet, biletini yaklaşık bir yıl önce aldığım yapım hakkında sadece altı saat sürdüğünü biliyordum ve tabii ki yönetmeninin, daha önce 4-5 oyununu canlı seyrettiğim ve hayran olduğum ivo van hove olduğunu.

oditoryuma girdiğimde herhangi bir tiyatro salonundan farklılaşacak hiç bir olağandışılık görmedim. seyirciler parterde veya balkon-localarda kendilerine yer seçiyorlardı. sahne tarafında ise; perde açıktı, sahne yükseklik olarak portal ağzının yarısı yani yaklaşık 4-5 metreyle sınırlandırılmıştı, alan olaraksa; yan sahnelere kadar uzayan, gri rengin hakim olduğu, üçlü koltuklardan, platformlardan, bir kaç masadan ve podyumdan, farklı büyüklükteki bir çok ekrandan oluşan bir peyzaj hazırlanmıştı. sahnenin yan iç kısımlarından birine konumlandırılmış makyaj masası gözüküyor ve oyuncular son rötuşlarını yapıyorlardı, oyunculardan biri ise öndeki koltuklardan birine uzanmış seyircilere bakıyordu. sahnenin üst kısmı ise bütünüyle sağır bir duvarla kaplıydı. alt ile üst kısım arasında kırmızı led yazı geçen ince bir bantta (hani borsalarda veya ünlü times square görüntülerinde haber başlıklarının geçtiği bir bant vardır, onun gibi); oyun başlamadan önce oyunun hashtag'leri, oyun sırasında içki ve yemeğin serbest olduğu gibi bilgiler geçiyordu. aynı bantta bir kaç dakika sonra ise; coriolanus'tan başlayıp kleopatra'ya kadar oyundaki protagonistlerin ölmesine kaç dakika kaldığı bilgisi geçti..
sahne ile oditoryum arasındaki, müzikal gösterilerde orkestranın yerleştiği alçak yere ise altı saatlik oyunun şahane müzik peyzajını (eric sleichim) canlı olarak icra edecek olan iki müzisyen yerleşmişti, mekan tasarımı ise ivo van hove'nin her zaman birlikte çalıştığı usta sahne tasarımcısı jan versweyveld'e aitti.

(fotoğraf: mehmet kerem özel, 16.06.2018, koninklijk theatre carre, amsterdam)

oyun başlayınca anladım ki, sahnenin üzerinde büyük sağır alan meğer canlı olarak sahne üzerinde kaydedilen görüntülerin yansıtıldığı ekran görevi üstlenmiş.
sahneye daha alıcı gözle bakınca da; bir tv stüdyosu, otel veya bir iş merkezinin giriş lobisi gibi durduğunu fark ettim.
oyun başlayalı yarım saat olmuşken, sahne ışıkları söndü, salonun ve sahnenin bütün ışıkları yandı, o sırada kırmızı yazılı bantta "sahne değişimi" bilgisi geçiyordu. sahneye görevliler girip eşyaların yerlerini yeni sahneye göre değiştirmeye başlarken, ekranlarda 5 dakikadan geriye doğru sayan saat görüntüsü, ve bir spikerin seyircileri sahnedeki koltuklara davet bilgisiyle bir anda bir çok seyirci yerinden kalktı ve yan basamaklardan sahneye çıkarak koltuklara oturmaya başladı.

altı saat boyunca bir kere 10, üç-dört kere de 5'er dakikalık olmak üzere, sahne değişimi nedeniyle verilen aralarda seyirciler istedikleri gibi bu peyzajda konumlarını değiştirdiler, daha önce oditoryumda oturan birileri sahneye çıkıp yer aradı, orada oturmaktan vazgeçenler oditoryuma geri indiler. ben de oyunun sonuna doğru verilen bir arada sahneye çıkıp, arkalarda kendime bir yer buldum ve oyunu oradan seyrettim.
o zaman fark ettim ki; peyzajın yan sınırlarında; sahnenin bir tarafında video montaj masası, makyaj masaları ve seyircilerin oyun sırasında ve aralarda içki ve yemek satın alabildiği bar, diğer yanında ise topluluk hakkında bilgi alabildiğiniz bir stand ve yine bir bar varmış. hatta bu alanların üzerine konan tabelalarla da işlevlerinin baştan seyircilere gösterildiğini fark ettim.
yani başta sahne alanını tarif etmek için kullandığım "peyzaj" tabiri yanlış değil, hatta "peyzaj" kelimesi durumu çok iyi tarif ediyor. o peyzajda "yaşama alanı"/"gerçek alan" ile "oyun alanı"/"kurgu alan"ın sınırları müphemleşiyor; o peyzaj ikisi arasındaki ayrımın ortadan kaldırıldığı bir mekansal düzenleme yaratıyor.
oyuncular oyun sırasında rolleri olmadığında da seyircilerle aynı peyzajın içinde bulunuyor, oturuyor, bir sonraki sahnedeki konumlarını almak üzere hareket ediyorlardı. beş dakikalık aralar dışındaki sahne değişimleri için sahne görevlileri oyun sırasında sessizce sizi oturduğunuz yerden kaldırabiliyor, siz de oyun sırasında canınız istediği gibi kalkıp, bara gidip, bira alıp yerinize dönebiliyor, ya da başka bir açıdan oyunu seyretmeye devam edebiliyorsunuz; eğer bulunduğunuz konumdan oyuncular gözükmüyorsa, mutlaka size dönük bir ekran bulabiliyorsunuz oyunu takip edecek.

ivo van hove'nin "roma trajedileri"; roma döneminde geçen; aşk, entrika ve savaşın yanısıra; hükümranlık, iktidar, politika, yönetici-toplum gerilimi ve toplumun katmanları arasındaki ilişkiler gibi konuları deşen shakespeare'in bu üç oyununun; günümüze taşınmakla kalınmayıp, tam da seyircilerin ortasında/arasında oynanarak, sadece oynanmakla da kalınmayıp oynananların canlı yayınla ekranlardan verilmesiyle ve görüntü kadrajlarının içine sadece oyuncuların değil, etrafta oturmakta olan seyircilerin de girmesiyle; yukarıda saydığım temaların "şimdi ve burada", "günümüzde ve çağımız toplumunda" da sürmekte olduğunu tartışmaya açan, sorgulayan bir uyarlamasıydı. "roma trajedileri" diğer yandan da, erk ve aşk oyunlarının; günümüz konutunun demirbaşı televizyondaki "haberler"den ve "soap-operalardan" izlendiği, "ekranlara bağımlı" günümüz toplumuna tutulmuş bir aynaydı. örneğin; "coriolanus"ta menenius, brutus ve sicinius'un roma'daki bir meydanda marcius/coriolanus hakkında yaptıkları konuşma televizyonlardaki tartışma programları formatında sahnelendi, "jül sezar"da brutus ile marcus antonius'un jül sezar'ın ölümü ardından halka yaptıkları konuşmalar seçim zamanı kürsü arkasından açıklama yapan politikacıların televizyondan naklen yayınlanan programlardaki görüntülerinin formatında sunuldu.

"roma trajedileri" 2007 yılında prömiyer yapmış. o zamandan beri (belki daha eskiden beridir) sahne üzerinde canlı kayıt yapılıp bu kaydın aynı anda sahnedeki ekranlardan izlenebildiği bir çok tiyatro yapımı sahnelenmiş olmalı.
ünlü tiyatro adamı frank castorf video görüntülerinin sahnede canlı kullanılması konusunda başı çeken yönetmenlerden biri. castorf'un volksbühne'den "atılmadan" önceki son işi "faust" da biçimsel olarak bu fikir üzerine kuruluydu. ama doğrusu, bu fikrin/uygulamanın içerik ile bu kadar iyi örtüştüğü ve ustaca yapıldığı çok az örnek olsa gerek tiyatro tarihinde.

2009 ve 2017 yıllarında iki kere olmak üzere shakespeare'ın vatanı londra-barbican'a turne yapmış ve müşkülpesent ingiliz eleştirmenlerden beşer yıldız almış olan ivo van hove'nin "romeinse tragedies"i sahnelere veda etmeden önce, son kez önümüzdeki temmuz ayında paris-theatre national de chaillot'da beş gösterim yapacak; yolu o tarihlerde paris'ten geçecek olanlar kaçırmasınlar!

13 Haziran 2018 Çarşamba

bilanço: 46. istanbul müzik festivali, 23mayıs-12haziran


son on yılın müzik festivalleri arasında teması en zorlama olanıydı bu yılki. ve keşke sadece icarcılar arasındaki "aile bağları" değil, besteciler arasındaki aile bağları üzerine de biraz eğilinseymiş, belki bu sayede zorlama tema biraz daha kabul edilebilir olurdu.
tema zorlama da olsa, konserlerin müzikal kalitesi oldukça yüksekti. ayrıca; bu yıl neredeyse her konser öncesinde yapılan "konser doğru" etkinliği de takip etmeye değer kalitedeydi.

.skidre quartet ***** albert long s. 30mys
.sascha maisky – maxim rysanov – mischa maisky – lily maisky ***** süreyya o. 04hzr
.renaud capuçon – gerard causse – clemens hagen ****.5 neve şalom s. 31mys
.diana damrau – nicolas teste – pavel baleff – borusan istanbul filarmoni orkestrası ****.5 lütfi kırdar km 07hzr
.misha maisky – franz liszt oda orkestrası ****.5 aya irini 02hzr
.daniil trifonov – daniel harding – filarmonica della scala **** lütfi kırdar km 27mys
.güher & süher pekinel – gerard schwarz – ingiliz oda orkestrası ***.5 lütfi kırdar km 12hzr
.müzik rotası: sevil ulucan – hillel zori – koehne quartet – aima festival orkestrası – orhun orhon – katrin targo – tuuri dede – bester quartet ***.5 italyan sinagogu - st.georg kilisesi - st.piyer kilisesi - aşkenazi sinagogu 10hzr, 12:30-17:15
.hakan güngör – kudsi ergüner – çağ erçağ – yurdal tokcan – ferran savall *** kapalıçarşı 03hzr
.meral azizoğlu – gypsy fire ensemble *** sirkeci garı 06hzr

6 Haziran 2018 Çarşamba

pina'nın vefatından bu yana: dimitris papaioannou'dan "seit sie"


(gösteriden olan bütün fotoğraflar: julien mommert)

bir kez daha wuppertal'de, barmen operası'ndayım. müthiş heyecanlıyım; benim için sadece gösteri sanatları alanında değil, genel olarak sanat söz konusu olduğunda ilah mertebesinde bir sanatçı pina bausch'un tanztheater wuppertal topluluğuyla, bausch'tan sonra ikinci sıramda yer alan dimitris papaioannou'nun sahnelediği bir yapıtı seyredeceğim birazdan.
yapıtın adı konmuş bile: "seit sie". "seit sie" türkçeye "ondan beri" olarak çevrilebilir. "o" almancada dişil üçüncü tekil şahsı imleyen haliyle kullanılmış. yani büyük ihtimalle "o"dan kasıt pina; dolayısıyla başlık rahatlıkla "pina'nın yokluğundan bu yana / pina vefat ettiğinden beri" gibi formüle edilebilir.

(fotoğraf: mehmet kerem özel, 19.05.2017)

ilk akşam yerim balkonun birinci sırasının ortasında. oditoryum kapıları açılır açılmaz koltuğuma oturmaya gidiyorum.
antrasit rengi bir sahne; en arkada yığın yığın kalın plakalar üst üste, plakaların süngerden olduklarını sonradan anlayacağım, aralarında beyaz büyük bir masa. sanırım ilk defa papaioannou sahne tasarımını kendisi yapmamış, bir önceki yapıtı "the great tamer"da ona yardımcı olan tina tzoka'ya emanet etmiş bütünüyle. 
gösteri sırasında görüntü ve ses kaydı alınamayacağına dair uyarıyla birlikte seyirci sessizleşiyor. çok zaman geçmeden, oditoryumun ışıkları açık bırakılmışken, sahnenin sol yan kapısından sandalye üzerinde bir adam beliriyor; topluluğun pina döneminin dansçılarından, ama onu seyrettiğim 20 yıllık süre boyunca ilk defa sakallı gördüğüm, michael strecker bu adam. 
onun öncülüğünde bütün kadro önlerine sandalyeler dize dize ve dizdiklerinin üzerine basa basa sahnenin sağ yan kapısına doğru ilerliyor. hah işte diye geçiriyorum içimden; ilk sahne, ilk imge: pina'nın sandalyeleri! pina'nın "café müller" başta olmak üzere, "bandaneon"dan "wiesenland"a bir çok işinde kullandığı sandalyeler. kadınlar gece kıyafetleri ve topuklu pabuçlar, erkekler takım elbiseler içindeler. bu imge de pina'nın yapıtlarından çok tanıdık geliyor bana; tek fark marion cito'nun pina için tasarladığı kostümler, özellikle de kadınlar için olanları, çok daha renkli, çiçekliydi, papaioannou'nun kostüm tasarımcısı thanos papastergiou ise, aynı sahneye hakim antrasit gibi koyu karanlık renkler kullanmış kostümlerde. kadınlı erkekli grubun üzerlerine basarak ilerlemesi için yol taşları olan sandalyeler en arkadan öne doğru elden ele ulaştırılıyor, gelişigüzel bir şekilde zemine yerleştiriliyor, dolayısıyla bazen sandalyelerin arkalıkları birinden öbürüne geçerken zorluk yaratıyor, bu yüzden grup sandalyeler üzerinde aritmik ve asimetrik olarak ilerlemeye çalışıyor, bazen bir sandalyede üç kişi birlikte duruken, o sırada dizinin boş kalan sandalyeleri olabiliyor.

hemen bundan sonraki sekansta aynı sakallı adam geniş bir masanın başında çalışıyor; kesiyor biçiyor, eliyle düzeltiyor, biçim veriyor, yaratıyor: önce siyah bir sandalye, sonra kendi gibi giyinmiş, koyu renk takım elbiseli, beyaz gömlekli, kravatlı genç bir adam. geriye çekilip yarattığına/tasarımına uzaktan bakıyor, onu inceliyor, ara sıra koltuğuna oturup nefesleniyor. aklıma hemen pina geliyor; onu bütün belgesellerde ve prova fotoğraflarında büyük bir masanın arkasında oturmuş not alırken görürüz; dansçılarının hareketlerini defterlere yazar, aylar sonra döner o notları kullanarak yapıtlarını ortaya çıkarır. acaba o masanın arkasıdaki sakallı adam pina'yı mı simgeliyor diye düşünüyorum ilkin. yapıtı ertesi akşam ikinci kere seyredip ve biraz daha üzerine düşünüp seyrettiklerimi sindirince aslında o sakallı adamın pina'yı değil, papaioannou'nun kendisini temsil ettiğini düşünmeye başlıyorum. sandalye nasıl pina'nın göstergesiyse, masa da aslında; 2000 yılındaki istanbul tiyatro festivali'nde atatürk kültür merkezi büyük salon'da sahnelediği "medea"dan, iki yıl önce seyrettiğim 2012 tarihli "primal matter"ına kadar, papaioannou'nun vazgeçmediği bir sahne objesi. bence, strecker'in neden sakal bıraktığı da anlam kazanıyor böylece; hele de ilerleyen sahnelerde başka bir eski pina dansçısının, franko schmidt'in de daha önce yıllarca bıyıksız olmasına rağmen, papaioannou'nunkini andıran ince bir bıyık bırakmış olduğunu görünce; topluluğun şu anki en kıdemli ve pina'yla çalışmış erkek dansçılarının papaioannou'nun alter-egolarına dönüştürüldükleri sonucuna varıyorum. ama çok ileri gittim, şimdi kaldığım yere geri döneyim:
sakallı adamın masada yarattığı genç adam, topluluğun post-bausch dönemi dansçıları arasında en sevdiklerimden, giacometti'nin figürlerinin zarifliğine sahip scott jennings, sahnenin en önüne gelip, ters çevirdiği siyah sandalyeyi arkalığından zemine yerleştirip üzerine çıkıyor, kollarını açıyor ve; bıçaksırtı bir dengede, her an düşme olasılığında, ağırlığını ve dengesini iyi ayarlayarak öylece kalıyor. michael strecker papaioannou'nun alter-egosu ise, takım elbisesiyle ona tıpatıp benzeyen scott jennings kim o zaman. o da sahnedeki alter-egonun yarattığı alter-ego olmalı. papaioannou, canlı seyrettğim son üç yapıtında ("primal matter", "still life" ve "the great tamer") sahneyi hep kendisine benzeyen erkek figürleriyle doldurmuştu zaten. bizzat kendisinin rol aldığı "primal matter" ise bütünüyle yaratıcı-yaratan, koreograf-dansçı arasındaki gerilim üzerine bir duo işiydi. papaioannou, tanrının (yaratıcının) insanı (yarattığını) kendi suretinde yaratması (ortaya çıkarması) gibi, sahnelediği yapıtlardaki figürleri kendisinin bir kopyası olarak yaratıyor, sadece tek bir figür de yaratmıyor, aynı figürü çoğaltıyor. bunu hatırlayınca ilk şaşkınlığım geçiyor, hatta yapıt ilerleyip de gözlemimde yanılmadığımı görünce keyfim katmerleniyor.



bu müthiş gerilimli süre boyunca genç adamın arkasından, sahnenin bir yanından diğer yanına doğru ağır ağır figürler geçiyor; köküyle birlikte bir ağacı çeken kadın (o ağaç bausch’un ölmeden dokuz gün önce prömiyerini yaptığı son yapıtı “como el mosguito en la piedra, ay si, si, si…”den alınmış tıpatıp bir imge, o yapıtı seyretmemiş olanlar "pina" filminden hatırlayabilirler o köküyle taşınan fidan-ağacı), bir masayı iten çırılçıplak adam (bu imge de sanırım papaioannou’nun 2012 tarihli “primal matter”ından), sandalye yığınını sürükleyen adam, bir elinde şarap bardağı tutarken diğer eliyle sandalyeyi beraberinde götüren dimdik vakur kadın (pina'nın benzersiz dansçılarından julie ann-stanzak) ve diğerleri; çok derinden de bir yunan müziği geliyor, sadece buzukiyle çalınan bir melodi, sanki sessiz bir yaz gecesinde uzaklardan belli belirsiz duyulan. nedense bilmiyorum, ağlamaya başlıyorum, bu sekans dokunuyor bana, belki aynı sekansta hem papaioannou'yu hem pina'yı hem yunanistan'ı hem wuppertal'i gördüğüm içindir. sonradan fark ediyorum ki, aslında bu sekans bir geçit töreni; papaioannou, yapıt boyunca göreceğimiz imgeleri bu ilk sekansta topluca önümüzden geçiriyor. bıçak sırtı dengedeki genç adamın gerilimi sanki hem doğum sancısı, sanki bir sanatçının yaratma, yoktan var etme sürecindeki gerilimi, hem de "o -gittiğin-den bu yana / ondan beri" papaioannou'nun hayatından -ve belki de bizlerin de hayatından- akıp geçenler/gidenler.

bu noktadan hemen sona atlıyorum:
sondan iki önceki sekansta; ters çevrilmiş ve içine bütün dansçıların doluştuğu masayı rulolar üzerinde iten tek bir kişidir: sakallı adam.
sondan bir önceki sekansta ise yine o sakallı adam bu sefer sahneye serpiştirilmiş gibi duran sandalyelerin (belki 15 tane varlar) üzerinde ilerlerken, onları teker teker sırtına atarak üst üste koyup taşımaya çalışır, tam hepsini sırtına yüklemeyi başarmış, bir tek sandalye kalmışken tökezler ve sandalyelerle birlikte yere yuvarlanır.
o sırada hemen arkasında, kalın uzun rulolarla kaplı zeminde bir kadın, yine pina'nın döneminden, topluluğun en kıdemli dansçılarından ve aynı zamanda benim en sevdiklerimden ruth amarante; hani şu anne linsel'in pina bausch belgeselinde "pina ile dansçıları arasındaki ilişki bir tür aşk ve nefret ilişkisidir" diyen o derin ve hüzünlü bakışlı dansçı, bir o yana bir öbür yana yavaş ve sakin hareketlerle gidip gelmektedir; gözleri kapalı, uzun saçları açık, ayakları çıplak, üzerinde beyaz bir gecelik. işte bence "seit sie"de bu da pina'yı simgeleyen imge; ne kadar da "café müller"deki uyurgezer kadın; pina'nın, ölümüne denk bizzat dans ettiği -"danzon"daki 10 dakikayı saymazsak- tek yapıt olmasının yanısıra, onun en ünlü ve ikonik yapıtı "café müller", ve üzerinde ince bir gecelik, gözleri kapalı, saçları açık, uyurgezer ya da uykudaymış gibi haliyle pina'nın en bilindik sahne imgesi. sonradan düşününce papaioannou'nun bu imgeyi "seit sie" içinde başka sahnelerde ve hatta diğer bir pina'yla çalışmış dansçı ditta miranda jasjfi'yi de bu imgeyle kullandığını fark ediyorum. daha da önemlisi, bir kaç sahnede bu iki kadının omuzlarında kalın birer palto var, aynı "café müller"in son sahnesinde pina'nın omuzunda olduğu gibi. 
"seit sie"nin son sekansında ise; papaioannou'yu imleyen sakallı adam sahnenin arkasındaki dağın/yığının en tepesine çıkıp bir gölge gibi orada ayakta dururken, pina'yı imleyen kadın yığının yamaçları arasındaki bir yarıktan yavaş yavaş kaybolur.

bu uzun uzun betimlediğim sekanslar genel olarak insanlığa, insan olmaya, yaratmaya, yoktan var etmeye, tasarlamaya dair çok şey anlattığı gibi, bu yapıt özelinde papaioannou’nun kendisinin, hayranı olduğu ve vefat etmiş olan bir sanatçının topluluğuyla çalışırken yolunu bulmasının, iz sürmesinin, ilerlemesinin ne kadar çetrefil bir durum olduğunu, hatta belki bazen tökezlediğini; yani bütünüyle bu süreci imliyor sanki. kanımca papaioannou “seit sie”de pina’ya hayranlığını, ondan aldığı ilhamları, onun topluluğuna hazırladığı iş sırasındaki hissiyatını konu ediyor, bunları duyguya çevirmeye çalışıyor ve bence olağanüstü bir şekilde başarılı da oluyor.







"seit sie"de bütün papaioannou yapıtlarında olduğu gibi sahne üzerinde söz kullanılmıyor; yapıta kesif bir kara mizah ve ironi hakim; bedenler parçalara/uzuvlarına ayrılıyor, parçaları/uzuvları başka bedenler tamamlıyor; ve objeler imge olarak kullanılarak kendileri dışındaki başka şeylerin simgeleri haline getiriliyorlar.
buna en güzel örnek; papaioannou'nun alter-egolarından franko schmidt'in davul zillerinden birini pina'nın alter-egolarından julie ann-stanzak'ın başının arkasına yerleştirip, davul zilini görsel bir imge olarak, hristiyanlıkta aziz sayılanların resimlerinde başları çevresinde çizilen daireye, yani haleye dönüştürmesi. ann-stanzak sahneden çıktıktan sonra, schmidt zili bu sefer kendi başının arkasına koyarak seyirciye muzipçe gülümsüyor; sanki, bakın ben de sahnenin azizlerinden biriyim der gibi.
anlatmadan geçmek istemediğim uzunca bir sekansta ise ince çubuklar kullanılıyor. bunlar önce ok gibi bedenlere, saçlara saplanıyor, saçlara saplananlar dört-beş çift el tarafından aynı anda arkadan öne doğru itildiğinde sanki yine geleneksel hıristiyan aziz/azize betimlemelerinde olduğu gibi başından ışık hüzmeleri fışkıran figür imgesi yaratılıyor, dolayısıyla çubuklar bir anda ışık hüzmelerine dönüşüyorlar. hemen ardından da bütün bu ince çubuklar erkek ile kadının arasındaki mesafeyi belirlercesine gergin yaylar olarak iki beden arasına yerleştiriliyor; kadın ile erkek birbirine yaklaştıkça doğal olarak çubuklar gerilime dayanamayıp teker teker kırılıyorlar. cinsler arası ilişki/gerilim/etkileşim bu kadar mı şahane bir soyutlukta anlatılabilir.

papaioannou aslen ressam; dolayısıyla her yapıtında olduğu gibi bunda da yoğun bir şekilde resim sanatından besleniyor, ama estetik anlamdaki başat kaynağı bence ortodoks ikona geleneği, ayrıca içerik olarak yunan mitolojisinden ve hıristiyan anlatısından da esinleniyor. onun yapıtlarını hem kendi içinde tablolardan oluşan bir bütün olarak görmek/seyretmek mümkün hem de bu bütünün içinde resim sanatı tarihine yapılan göndermeleri yakalamak. dolayısıyla “seit sie”, papaioannou’nun diğer yapıtları gibi bir çok görsel göndermeyle dolu. bunlardan benim yakalayabildiklerim; başının çevresi ışık ışınlarıyla kaplı madonna, altın post, adem ile havva, bedeni oklarla kaplı aziz sebastian, bakhalar tarafından parçalanan orfeus, ikarus’un düşüşü, vaftizci yahya’nın kesilmiş kafası, ölüler nehri styx'in kayıkçısı kharon.


ve ne kadar doğrudur bilemem, sadece benim hissiyatım olabilir: "seit sie"de pina'nın istanbul yapıtı "nefes"ten bir çok alıntı/esinlenme, "nefes"e bir çok gönderme gördüm. "nefes"te nazareth panadero'nun yastığı hamur gibi yoğurduğu bir mutfak sahnesi vardır, "seit sie"de de upuzun bir yemek yapma sahnesi var. "nefes"in sonlarına doğru bütün dansçılar sanki bir partide toplu fotoğraf çektiriyormuş gibi bir araya gelirler, "seit sie"de de benzer bir sahne var. "nefes"te kadınlar bütün endamlarıyla yürürken, eteklerinin erkekler tarafından uçlarından tutularak havalandırıldığı bir sahne vardır, "seit sie"de de erkekler ellerindeki küçük karton levhaları sallayarak bir kadın dansçının kıyafetinin eteklerini havalandırılıyorlar. ve bir de, iki yapıt da bir tom waits şarkısıyla bitiyor:"nefes" tom waits'in sesinden "all the world is green", "seit sie" ise cibelle'in sesinden "green grass". beni ağlatarak başlayan akşam, yine gözyaşlarımla uğurluyor beni salondan..
bu eşleşmeleri fark edince, aklıma geçen yıl amsterdam’da oyun sonrasında yanına gittiğimizde papaioannou'nun, istanbul'un onun gönlünde ayrı bir yeri olduğunu söylediği geldi, nedeni de pina'yla şahsen istanbul'da tanışmış olmasıymış; 2000 yılındaki istanbul tiyatro festivali’ni papaionanou’nun "medea"sı açmış, bir hafta sonra da bausch’un "masurca fogo"su sahnelenmişti (ne yıllarmış! dikmen gürün hoca'ya bir kere daha kocaman bir teşekkür!). ayrıca; papaioannou’nun pina için dans ettiği (sirtaki yaptığı) da söylenir. dolayısıyla sanki papaioannou pina'yla ilk tanıştığı şehire de selam çakmış gibi geldi bana. 

“seit sie”nin sunuş yazısında şöyle diyor papaioannou: “bu, pina’ya bir aşk mektubu. varolduğu ve insanlık tarihine kalıcı bir iz bıraktığı için ona bir teşekkür notu.”
“seit sie” bauschyen tarafları olan, ama aynı zamanda tipik bir papaioannou yapıtı. papaioannou kendi bakışından ödün vermeden pina’ya yaklaşmış, ve adeta ona bir hommage hazırlamış.

yıllardır merak ederdim, atina’ya çok sık turneye gitmesine, uzun yıllardır topluluğunda yunan bir dansçı olmasına ve bu dansçı son yıllardaki yapıtlarının üretim sürecinde çoğunlukla onun asistanlığını yapmış olmasına rağmen pina neden bir atina yapıtı çıkarmadı diye. işte “seit sie” ile papaioannou; bauschyen nitelikleriyle, ara sıra duyulan yunan müziğiyle, topluluğa yaptırdığı soyutlanmış sirtaki hareketleriyle ve sahnenin en gerisinde kalın sünger plakaların üst üste yığılmasıyla oluşturulmuş akropol’üyle pina'nın "bütün yapıtları" arasındaki “eksik atina yapıtı”nı ortaya çıkarmış sanki..

(fotoğraf: mehmet kerem özel, 20.05.2017)

1 Haziran 2018 Cuma

2017-2018 sinema sezonu

vizyon filmleri 01 haziran 2017 - 31 mayıs 2018
.sevgisiz (nelyubov) andrey zvyagintsev  ***** 27ock
.üç billboard ebbing çıkışı, missouri (three billboards outside ebbing, missouri) martin mcdonagh ***** 04şbt
.beni adınla çağır (call me by your name) luca guadagnino  ***** 30ekm
.phantom tread paul thomas anderson  ***** 11mrt
.coco lee unkrich & adrian molina  ***** 18mrt
.mr. gay syria ayşe toprak  ***** 17mys
.blade runner: 2049 dennis villeneuve  ****.5 08ekm
.kare (the square) ruebn östlund  ****.5 07ksm
.ben tonya (i, tonya) craig gillespie ****.5 04mrt
.paramparça (aus dem nichts) fatih akın ****.5 02şbt
.velayet (jusqu’a la garde) xavier legrand ****.5 07nsn
.köpek adası (isle of dogs) wes anderson  ****.5 01mys
.yeni ahit (the brand new testament) jaco van dormael  **** 23ara
.işe yarar bir şey pelin esmer ****02ksm
.kelebekler tolga karaçelik **** 18nsn
.suyun sesi (the shape of water) guillermo del toro  **** 03mrt
.en karanlık saat (darkest hour) joe wright  **** 04şbt
.daha onur saylak  ***.5 15ock
.suborbicon george clooney  ***.5 21ara
.tutku oyunu (l’amant double) françois ozon  ***.5 22eyl
.mutlu son (happy end) michael haneke  ***.5 19ekm
.the post steven spielberg  ***.5 12ock
.star wars: son jedi (star wars: the last jedi) rian johnson  ***.5 31ara
.hakaret (l’insulte) ziad doueiri *** 26ock
.kutsal geyiğin ölümü (the killing of sacred deer) yorgos lanthimos  **.5 30ksm
.yıldızlar asla ölmez (filmstars don’t die in liverpool) paul mcguigan **.5 03mys
.soygun (goodtime) benny & josh safdie **.5 02ksm
.loving vincent d.kobiela & h.welchman  **.5 01ock
.avril et le monde truque c.desmares & f.ekinci  **.5 23ara
.içimdeki güneş (un beau soleil interieur) claire denis  **.5 19ara
.foxtrot samuel maoz  **.5 08şbt
.muhteşem bir kadın (una mujer fantastica) sebastian lelio  **.5 18nsn
.thelma joachim trier  **.5 26nsn
.uğur böceği (lady bird) greta gerwig **.5 04mrt

!f İstanbul 15-25 şubat
.milla valerie massadian ***** 18şbt
.november (kasım) rainer sarnet  ****.5 17şbt
.the work (terapi) jairus mcleary & gethin aldaous **** 23şbt
.tom of finland dome karukoski  ***.5 25şbt
.inxeba (yara) john trangove ***.5 24şbt
.junkhead (çöp kafa) takahide hori  *** 24şbt

37. istanbul film festivali 06-17 nisan
.wajib (düğün davetiyesi) annemarie jacir, filistin  ****.5 11nsn
.in blue (mavili) jaap van heusden, hollanda  ****.5 07nsn
.marvin anne fontaine, fransa ****.5 17nsn
.the reports on sarah and salem (sara ve selim hakkında) muayad alayan, filistin  **** 07nsn
.armomurhaaja (öldürücü) teemu nikki, finlandiya ***.5 07nsn
.der kuchenmacher (pastacı) ofir raul grazier, israil  ***.5 08nsn
.abu (baba) arshad khan, kanada *** 07nsn
.namme zaza khalvashi, gürcistan  **.5 10nsn
.ni luo he nu er (nil’in kızı) hou hsiao-hsien, çin  **.5 17nsn
.touch me not (dokunma bana) adina pintilie, romanya  **.5 19nsn
.holiday (tatil) isabella eklöf, danimarka ** 08nsn
.obscuro barroco evangelia kranioti, yunanistan ** 11nsn
.l’amour des hommes (erkeklere bakmak) mehdi ben attia, tunus *.5 10nsn
.9 doigts (9 parmak) f.j. ossang, portekiz * 08nsn

kısalar
.death of a shadow tom van avermaet  ***** 23mys
.waves 98 ely dagher **** 3 23mys
.french roast fabrice joubert **** 23mys
.alles wird gut patrick vollrath *** 23mys