26 Kasım 2023 Pazar

biricik amcam ertan özel'in anısına

23 ocak 2023

tam dokuz ay önce bugün, 26 şubat 2023 pazar akşamı amcam ertan özel'i kaybetmiştik. onun hakkında bir yazı kaleme almaya oturmam, görüldüğü gibi, uzun zamanımı aldı. belirli bir neden olmaksınız son yıllarda çok sık görüşmesek de, onun varlığını, esentepe emekli subay evleri'ndeki evinde yengem ve kedileriyle birlikte yaşıyor olduğunu bilmek yetiyordu bana. tam da bu nedenle uzun bir süre onu kaybetmiş olduğumun ayırdına varamamış olabilirim...
ve bir de; babamın çalıştığı şirkete sıklıkla uğradığı için düzenli olarak babamdan alıyordum haberlerini, "amcam bu hafta uğradı mı büroya, nasıl, iyi mi?.." sorularımın sonucunda babamdan öğreniyordum amcamın hayatındaki gündelik gelişmeleri. belki o yüzden de onu doğrudan aramıyordum. ama tabii ki artık babamdan da haberleri gelmiyor... 


1980'lerden iki fotoğraf...
ilkinde yengem, annem ve benimle, ikincisinde kızı selen'le..

doğduğumdan beridir amcamlarla aynı veya komşu mahallelerde, 3 ile 10 dakika arasında değişen yürüyüş mesafelerinde oturmuş olmamızdan dolayı, amcam ile anılarım çok, ortaklıklarım da çok. ben de onun gibi mimarlık okudum; hem de onunla aynı okulda, sadece adı değişmişti, onun zamanında istanbul devlet güzel sanatlar akademisi idi, ben okurken mimar sinan üniversitesi olmuştu. 
sınav öncesi meslek-üniversite seçme listesi yapılmasına bir ay kalaya kadar tıbbı yazmayı düşündüğümü biliyordu, beni fikrimden caydıran o değildi, ama caydıktan sonra seçmem gereken mesleğin mimarlık olması yönünde beni etkiledi ve seçimimi destekledi. 
mimarlık bölümüne girdikten sonra sanırım içten içe hep onun yanında çalışmamı, yürütmekte olduğu mimarlık ofisine dahil olmamı istedi, diledi, bekledi. ama babamdan da çok iyi bildiğim üzere "özel ailesi erkekleri" duygularını, isteklerini, düşüncelerini pek öyle sesli dile getirmezler; karşı taraftan anlaşılmayı beklerler. amcam da hiç bir zaman gel yanımda çalış demedi. hep benim ilgi göstermemi bekledi. ben ise, mesleki anlamda bir adım uzağımdaki, bir sürü uygulama yapmakta olan bir mimar amcanın değerini hakkıyla bilmedim, bilemedim. ara ara bürosunda çalıştım, eğitim aşamasında gerekli olan şantiye-büro stajlarımı onun bürosunda yaptım, taze mezunken arkadaşım burcu ile birlikte amcamla bir mimari proje yarışmasına girme denememiz oldu, o kadar...

eğitim sırasında hiç ondan yardım istemedim, ama olabilecek en kritik anda bana yardımcı oldu: 
diploma projemi cuma günü teslim etmiş, pazartesi günkü maket teslimi için evde projemin maketini yapıyordum, cumartesi akşamıydı, "tesadüf bu ya" yengemle amcam bize uğradılar. amcam odama geldi, maketin topografyasını bitirmiştim, makete baktı, "maket teslimi koşul mu?" diye sordu, "hayır" dedim, "iyi o zaman, teslim etme" dedi. 
çalıştığım arsadaki topoğrafyaya yaptığım müdahelenin, çizim paftalarında çok belirgin olmasa da makette tabak gibi ortada olduğunu fark etmiş, bunu jürinin gözüne sokmamanın hayrıma olacağına hükmetmişti. sözünü dinledim. 
diplomadan geçtim, amcam haklı çıktı; jüri üyeleriden bir hoca topoğrafyaya yaptığım müdaheleyi kaşıdı, diğer hocalar ise biraz görmezden geldiler. ortada bir de maket olsaydı, görmezden gelinemeyecekti!

amcam, ben üniversiteye akademik kariyer yapmak üzere girdikten sonra kürsü arkadaşım ve dostum kayahan ağabey ile girdiğimiz yarışmaların maket yapılma aşamalarında annem ve yengem ile birlikte bize her zaman çok yardımcı oldu. sadece fikir vermedi; falçatayı, baliyi eline alıp bizzat kesti, biçti, yapıştırdı da. zaten aşırı stresli olan son aşamalarda; maket yapma, makete altlık yaptırma, üstüne şeffaf fanus yaptırma yükünü hep üzerimizden aldı.
 
hayatımda şimdiye kadar bana bir kere bir bina yapma teklifi geldiğinde, bize, yani seçilen tasarımdan dolayı teklife dahil olan kayahan ağabey ile bana ofisini açarak ve bizimle yıllar boyunca uygulamada ve proje yönetiminde edindiği birikimini paylaşarak benzersiz bir şekilde yardım etti. bu da "özel ailesi erkekleri"nin başka bir özelliğidir: bilgilerini ve zamanlarını karşılık beklemeden, bütün samimiyet ve cömertlikleriyle karşılarındakilerle paylaşırlar, onlara yardımcı olurlar.

kısaca; mesleki anlamda amcamın üzerimdeki emeğini hiç bir zaman unutamam, unutmayacağım ve değerini her zaman bileceğim.

1970'lerin başı

amcamın üzerimde sadece mesleki anlamda emeği yoktu, insan olarak da vardı: 
ben hatırlamıyorum, sadece fotoğraflardan biliyorum, küçükken annem ile babam çalışırlarken gündüzleri amcam ile yengem bana az bakmamışlar. 
amcam yeni mezunken hayatını profesyonel maket yaparak kazanırken, ben de odanın bir kenarında yerde takılırmışım. 
çocukluğumun en güzel fotoğrafları amcamın gözünden çekilmiş olanlarıdır.

29 mayıs 2022

amcam ile olan ortaklıklarımızdan biri sezen aksu sevgisiydi, bir diğeri sulu ev yemekleri sevgisi, benim çok geç edindiğim bir başkası ise kedi sevgisiydi. 
amcam kedileri çok severdi. yengem de kedi, köpek ve genel olarak hayvan sevgisiyle bilinir. bir ara evlerinde 13 kediyle yaşıyorlardı. o sırada, yarı-bodrum konumundaki bürolarında bir odanın penceresine kedi kapısı yaptırmışlar, dışarıdan girip çıkabilen 20 kadar kediye de bu şekilde bakıyorlardı. 
amcam kedilerin dilinden çok iyi anlardı. evdeki kediler onun dibinden ayrılmaz, onunla yatar uyurlardı. babam da kedileri çok sever. çocukluklarında, asker olan büyükbabamın görevi gereği anadolu'da çok şehir değiştirmişler ama evleri hep kediliymiş. zamanla ben de kedi sever "özel ailesi erkekleri" kervanına katıldım.

1980'lerin ortası

amcamın, maalesef ortak olmadığım, keşke öyle olabilseydim dediğim özellikleri de vardı elbette: 
aşırı titiz ve detaycıydı bir kere; ne her iş yaparsa yapsın kılı kırk yarardı, üzerine çok düşünürdü... 
inatçıydı; inadında da çoğunlukla haklıydı... 
müthiş özgün bir mizaha sahipti; her konuya farklı ve ironiyle yaklaşırdı, sizi her seferinde ters köşe yatırırdı... 
özenliydi; ayakkabıları her zaman pırıl pırıl, üst başı her zaman uyumluydu. gerçi büyükbabam ve babamın da bu özelliği meşhurdur; demeki ki bu da "özel ailesi erkekleri"nin ortaklıklarından biri, benim henüz hakkıyla edinemediğim...

22 Kasım 2023 Çarşamba

INK - notlar..

[yıl bitmeden, hakkında bitmiş bir yazı hazırlayamadığım, ama benim için bu yılın en etkileyici ve unutulmaz gösterisi olan INK hakkında aldığım notları paylaşıyorum.]



INK, megaron, 12 ocak 2023, dünya prömiyeri
(fotoğraflar: mehmet kerem özel)


15 ocak 2023, uçakta, istanbul'a dönerken... 

iki dünya var; biri içerde yaşanan, diğeri dışarıya doğru yansıtılan. ilki midenin seviyesinde; su dolu, çalkantılı, girdaplı, duygusal, duyumsal; doğallık, cinsellik burada barınıyor, buradan doğuluyor da. diğeri baş seviyesinde; akıl, düşünceler, etrafa saçılan ışıklar... 
sahnedeki siyah pantolonlu ve kolları sıvalı siyah gömlekli yaşlı adam bu iki dünyayı barındırıyor...

yaşlı adam ilk anda birdenbire zeminden bir ahtapot yakalayıp çıkarıyor, vura vura etini ehlileştiriyor, ısırıp bir parça koparıyor, yiyor, sonra sandalyeye oturup dinleniyor.. o sırada fıskiyenin adamın kafasının hizasından belli bir yarıçapta hareket ederek su fışkırtması, fışkıran suyun arkadaki perdeye çarpması...

ahtapot avlamak çok yunan bir olgu. illa aşçı olmasına gerek olmadan, bütün yunanların yaptığı bir şey; denizden yakalayıp, sahilde kayalara vurarak etini yumuşatıp yemeleri...
ama ahtapot gösteride bununla kalmıyor, gösteri boyunca dönüp dönüp geri gelen, sıklıkla kullanılan bir imge: penisin üzerindeki ahtapot.. çocuk başlı ahtapot...

yaşlı adamın sahnede gösteri boyunca kullandığı eşyalardan biri: içi yarıya kadar su dolu küre. 
başlangıçta sahnenin zemini şeffaf. zeminin altında bir yaratık sürünüyor; çıplak, beyaz. o yaratık o ahtapot mu, silindirik yüzeylere sahip ve sulu sahne mekanı da o içi su dolu küre mi...

çıplak, beyaz, genç oğlan ile giyimli, siyah, yaşlı adam. papaioannou'nun "iki"likleri; "primal matter"da zirvesine ulaşan... "2" adında bir gösterisi bile var...
vals müziği... iki kişilik bir dans...

ikisi bir sahnede içi su dolu küreyle oyun oynuyorlar; önce karşılıklı, sonra rekabetçi şekilde, sonra birlikte/aynı tarafta/paylaşarak. biri diğerinin gençliği mi... çocukluktaki masumiyeti mi paylaşıyorlar... 
yaşlı adamın yakalayıp yediği ahtapot aslında kendi çocukluğu, kendi masumiyeti mi..
yaşlı adam, içindeki çocuğu mu öldürüyor, kendi çocukluğunu mu yiyor; kendi çocuğunu yemek kendini yemiş olmak aslında.. geçmişinle, masumiyetinle bir şeyleri tekrar paylaşmak istediğin için mi yersin kendi dölünü.. yoksa tekrar çocukluğuna dönmek için mi.. ama bu imkansız tabii; hüzünlü olan da bu değil mi, ne kadar istesen de geriye dönemiyecek, zamanı geri çeviremeyecek olmak..

yaşlı adamın pikaba yerleştirip çaldığı plak... bittiğindeki cızırtı... özlem...

"bir faun'un öğleden sonrası"; buğdaylar, üremek, semen kokusu, güneş ışığının ısıttığı bedenin şehvetle ve bir yılan gibi kıvrım kıvrım kıvrılması, kendini tatmin etme...

kırmızı 
yaşlı adam bir sirk yöneticisi mi... 
ipler, oryantal müzik... 
bir "ucube gösterisi" mi seyrediyoruz... 
fanus içindeki bebek, kafasının yenmesi, dehşet, hazza gömülmek, hazzın içinde kaybolmak..
havadan düşüp paramparça oluyor; parçalanan akıl mı... 

çırpınan küçük yaratıklar; balık mı, yoksa okyanusun derinliklerindeki ilk canlılar mı... beyaz oğlan getiriyor onları; onun çocukları mı, spermleri mi... havayla temas edince zamanla hareketsizleşiyorlar... 
bir tanesini önce yaşlı adam yiyor, sonra oğlan da; hatta aynı yerden ısırıyorlar, yan yanalar...

siyah kayış, kırmızı su boruları, siyah masa, siyah tabure, şeffaf küre, disko topu...

yaşlı adamın panoya ipleri yerleştirip, oğlanı baygınken çekmesi... sonra kement atıp, onu ayıkken çekmesi... [ikinci gece o kement bir türlü gitmiyor, istenilen noktaya, papaioannou ardı ardına atıyor kementi, ertesi gün julian'la buluştuğumuzda papaioannou'nun ikinci gün bir kaç kere akış aldığını, stresli olduğunu söylüyor, zaten ikinci akşamda bir çok şey prömiyer akşamı gibi akmıyor]

yaşlı adamın küreye su doldurup amuda kalkmış oğlanın ağzına su akıtması, sonra küreyi o haldeki oğlanın kaba etlerinin arasına yerleştirip oğlanın altına girmesi ve bu sefer onun küredeki suyu içmesi, sonra bir sevişme sonrası rehavetindeymiş gibi baygın sırtüstü yatmaları bir süre... enfes bir sahne!

beyaz siyahı şeffaf panoya sarıyor, ehlileştirilen baş kaldırıp karşısındakine, onun ona yaptığının aynısını yapıyor...

perdenin arkasında disko topu ışıldıyor, perdeyi açıp, onu içeriye alıyor, içeride parıldıyor, parıltıları içerden perdeye düşüyor... 
yaşlı adam önce topu asıyor, sonra oğlanı. oğlan asılıyken yaşlı adam gergin; karşılıklı dönüyorlar...

masa üzerindkie koşu, önce dört ayak üzerinde, sonra yavaş yavaş hızlanarak, emin adımlarla. 
zaman yolculuğunda bir tünel adeta: geriye çekiliyor ve baştaki ana geri dönüyoruz; masumiyete mi, sıfır noktasına mı... o ehlileştirme anına mı... 

21 Kasım 2023 Salı

on soruluk sohbetler 100: jo strømgren

© Jakub Sobotka

1998 yılında Norveç’te kurulan ve zamanla İskandinavya'nın en başarılı bağımsız gruplarından biri haline gelen Jo Strømgren Kompani dünya çapında çok aranan; hem büyük ulusal tiyatro binalarında hem de küçük alternatif mekanlarda yılda 150'ye yakın gösteri yapan bir dans tiyatrosu topluluğu. Bugüne kadar 60'tan fazla ülkede turneye çıkmış olan Jo Strømgren Kompani 21-22 Kasım 2023 tarihlerinde, yani bu ve yarın akşam Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nun 2023-24 Sezonu Dans Programı çerçevesinde ilk defa İstanbul seyircisinin karşısına çıkacak. Topluluk CRR’de, kurucusu olan Jo Strømgren’in 2018'de kapanan Oslo Danse Ensemble için tasarladığı üç kısa yapıttan oluşan Made in Oslo adlı gösteriyi sahneleyecek. Strømgren gösteriyi oluşturan GONE (2015), THE RING (2014) ve KVART (2007) adlı yapıtların her birinde birbirlerinden bağımsız temaları ele almış olsa da, bütünde çağdaş yaşamın farklı yönlerini tasvir etmeyi amaçlamış.
Strømgren ilginç ve çok yönlü bir sanatçı. Dansçı eğitimi almasının ardından dünyanın birçok ünlü bale ve çağdaş dans topluluğu için koreografiler tasarlamış ve tasarlamaya devam ediyor. Ancak Strømgren’in üretimi sadece dans ile sınırlı değil; Strømgren tiyatro, opera, sinema ve kukla tiyatrosu yönetmenliğinin yanında sahne tasarımı da yapıyor. Strømgren, özellikle İskandinav ve yakın coğrafyasındaki ülke tiyatrolarında yönettiği Henrik Ibsen oyunlarıyla adından söz ettirmesinin yanı sıra, Norveç Yazarlar Birliği'nin üyesi ve İskandinavya'daki devlet ve belediye tiyatroları tarafından sahnelenen bir çok oyunun yazarı ve yönetmeni. Şimdi söz, cevaplarımıza bütün samimiliğiyle cevap veren Strømgren’de…

Performansın özü sizce nedir?
Zor bir soru. Bir cevap vermek için bunun üzerine düşünerek bir saat geçirdikten sonra kalan soruları yanıtlamaya devam etmeyi seçtim.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
İçimdeki sanatçı 13 yaşımdayken uyandı. George Orwell'ın Hayvan Çiftliği’ni okumuştum. Bugün hala siyaset ve genel olarak toplum hakkında okuduğum en iyi kitap. Neden bu kadar etki yarattı? Çünkü karakterler insan değil hayvandı. Gerçek değildi ve bu nedenle her şey daha net hale geldi. Bu daha sonra benim için gerçeği sahnede asla göstermeme mantrası oldu. Her zaman gerçekliğin bir soyutlaması veya yorumu. Bu Platon'un mağaradaki gölgelerinin yankısı; bizim gördüğümüz en iyi ihtimalle gerçekliğin bir temsili. Olaylara doğrudan baktığımızda bazen hiçbir şey görmez veya anlamayız.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu?
Gerçekliği çok daha ilginç bulduğum için asla rüyalardan ilham almıyorum. Kendimi sık sık, parlak gün ışığında gördüğüm veya deneyimlediğim bazı şeylerin bir romana veya filme asla sığmayacağını, çünkü fazlasıyla gerçek dışı görüneceklerini düşünürken yakalarım. Sanki uydurulmuş ya da bir rüyadan çıkmış gibi şeyler. Bence bu, ayrıntıları nasıl gözlemlediğinizle ilgili bir mesele. Bazı insanlar sokakta sadece araba görüyor, bazıları ise çok sayıda sürücü görüyor. Arabaların hikayesi yoktur, sürücülerin vardır.

Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
Başlıklar çok zor. Kendileri başlı başına bir sanat formu. Bu yüzden başlıkları her zaman kısa tutuyorum, olası kapıların kilidini açmalarını ama onları tamamen açmamalarını umaraktan genellikle tek kelime başlıklar buluyorum. Bazen keşke görsel sanatlarda sıklıkla kullanılan “İsimsiz” terimini ya da müzikteki sonata terimini seçebilseydim diyorum. Ancak tiyatro ve dansta gelenek, her ne kadar soyut olsa ve açık fikirlilikle görülmeyi hak etse de, bir esere edebi bir isim vermek. Tiyatroların sezon programlarında bir şeyler yayınlaması gerektiğinden, genellikle bir esere bir yıl önceden isim veriyorum. Bazen bir anahtar kelimeye sahip olmak sürecime yardımcı olabiliyor, bazen de yük oluyor. Örneğin “ölüm” başlığı karanlık ve soğuk bir Ocak sabahında kulağa doğru gelebilir ama parlak güneşli bir Temmuz günündeyse tamamen yanlış.

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim?
Yıllar boyunca çok çeşitli koreograflardan ilham aldığımı okudum ve duydum. Bu epey şaşırtıcı çünkü çoğu hiç görmediğim ya da duymadığım isimler. Sanatçıların kendi alanlarından ilham aldıklarını hayal etme eğilimi var ama benim için durum tam tersi. Belki de en büyük ilham kaynağımdan henüz hiç bahsedilmedi. Kariyerimin başlangıcında, Prag'da Jan ve Iva Svankmayer'in büyük bir retrospektif sanat sergisine katılmıştım. Tuhaf nesneler, filmler ve tablolarla dolu, bir sanat sergisinden çok bir bit pazarına benziyordu. O günden beri bu izlenimleri yanımda taşıyorum. Absürt, sezgisel ve inanılmaz bir yaratıcı keyifle dolu işler. Ve herhangi bir moda trendinin tamamen dışında. İşlerimin eleştirilerini okuduğumda ben de tam olarak bu kelimelerle karşılaşmayı umuyorum.

Sohbetin devamını okumak için tıklayın.

17 Kasım 2023 Cuma

Atina-Epidavros Festivali 2023'ten İzlenimler II - Frank Castorf'tan "Medea"

epidvros yolu üzerinde

Frank Castorf’un Yunan oyuncularla bir Atina-Epidavros Festivali yapımı olarak Epidavros Antik Tiyatrosu’nda sahnelediği “Medea” ise bu yılki festivalin en merakla beklenen gösterilerinden biriydi. 

epidavros antik tiyatrosu

Gündüzki 40 derece sıcağın etkisinin devam ettiği ve tek bir esintinin bile olmadığı bir geç Temmuz akşamında, 13000 kişilik Epidavros Antik Tiyatrosu’nun seyirci alınan kısımlarında iğne atsan yere düşmeyecek sıkışıklıkta (9000 seyirci) ve sıcağı emmiş taş sıralarda oturarak arasız 3.5 saat süren, İngilizce yanyazılı Yunanca ve arada Fransızca, az Almanca bir gösteriyi seyretmenin bende haz almak ile işkence çekmek arasında salınan bir ruh haline tekabül ettiğini saklamayacağım. Bu seferki deneyimim, Epidavros Tiyatrosu’nda daha önce iki gösteri, ilki 2008’de Pina Bausch’un “Orfeus ve Euridike”sini, diğeri 2019’da Robert Wilson’ın “Oedipus”unu keyifle seyretmiş biri olarak, aşırı sıcağın ve uzun sürenin seyrettiğim gösteriyi alımlamamda ve neticesinde ondan aldığım hazda önemli etkilerinin olduğuna kanaat getirmemi sağladı.

Castorf metni Euripides’inkindeki temalardan esinlenerek, içine Heiner Müller’in Medea esinli metinlerinden bölümler ve bir Arthur Rimbaud şiiri katarak baştan yazmış. Gösteri tanıtımlarında; Euripides’in adı “esinlenme” veya “uyarlama” olarak bile anılmıyor ve “dünya prömiyeri” deniyor. 

gösteriyi beklerken 

Antik tiyatronun orkestrası çöplerle, boş plastik su şişeleriyle, market arabalarıyla ve ucuz mülteci çadırlarıyla kaplı, skene’sinin olduğu yere devasa bir ekran kurulu, ekranın üstündeki neondan Coca Cola yazısının Co la’sı ayrık ve sarkıyor (senografi: Aleksandar Denic). Ekrandan distopik bir tonda günümüz metropollerinin, fabrikalarının ıssız görüntüleri geçiyor. İlerleyen sahnelerde Castorf’un alameti farikası, canlı kamera çekimlerinin görüntüleri de bu ekrandan verilecek (video tasarımı: Andreas Deinert). Böylece öndeki bu dekorun arkasında bir de kapalı kırmızı bir odanın olduğunu anlayacağız. Oyunun kadrosunda sekiz oyuncu var; beş kadın oyuncu Medea’yı, üç erkek oyuncu da oyundaki erkek rollerini paslaşarak canlandırıyorlar.

Post-dramatik tiyatronun babalarından anarşist ve marksist Castorf 2008-2009 sezonunda Volksbühne Berlin’de sahnelediğinden sonraki bu “Medea”da da yine açık biçimi ve yapısökümü kullanarak ve farklı zamanlar ait metinlerin arasında dolaşarak, bir kadın protagonist olarak Medea’nın politik, sosyal ve psikolojik boyutunu ortaya serdi ve ezilen, ötekileştirilen, yabancı/şeytan/barbar addedilen bir özne olarak Medea çağımızda başkaldırdığında neye benzer, nasıl davranır, nasıl konuşur sorularını sordu.

Castorf trajediyle fars arasında salınan “Medea”sında bir yandan kişisel ve toplumsal protestoyu bütün sertliğiyle ve çıplaklığıyla ortaya koyarken, bir yandan kendi kendiyle dalga geçen bir eğlencelik yaratıyor (gösterinin süresine, hala seyircinin kalıp kalmadığına dair şakalar yapan oyuncular), bir yandan da yaklaşık her 15 dakikada bir, seyrettiğimizin bir gösteriden başka bir şey olmadığını ve tiyatralliğini vurguluyordu (oyuncular kendi repliklerini tekrar ettiler, birbirlerinin repliklerini tekrar ettiler, Heiner Müller’in Medea ile ilgili metinlerinin başlıklarını söylediler, Medea’lar Mısırlı revü kızları gibi gösterişli, payetli, tüylü kostümler giyiyorlardı). Ama sanki Castorf mesajlarını verme şeklinde biraz kolaya kaçmıştı bu sefer; kapitalizm, tüketim toplumu, otoriter rejim, militarizm ve metalaşan beden eleştirilerini pek bir doğrudan dillendirmişti ve belki de bu yüzden bütün bunlar gösteri ilerledikçe tekdüzeleştiler ve etkilerini yitirdiler. Castorf’un alameti farikası olan canlı video çekimlerinin sahnedeki büyük ekrandan gösterilmesi de bu sefer maalesef gösterinin tekdüzeleşen özelliklerinden birine dönüştü, çünkü Castorf beş oyuncuya canlandırtdığı “Medea”lara bıraktım renk farkını, nüans, ton veya tını farkı bile atfetmemişti; beş oyuncu da Medea’yı aynı ifadeci tarzda yorumluyor, aynı abartılı tavırlı öfkeli kadını canlandırıyorlardı.

gösteriyi alkışlarken

İlk yarım saatinden itibaren sürekli bir akışla tiyatroyu terk eden seyircilerden geriye kalanlar müthiş bir tezahüratla oyuncuları, yönetmeni ve sanatsal ekibi ayakta alkışladılar. Bir Frank Castorf deneyimi daha sonlanmış oldu. Antik bir tiyatroda, Epidavros’da gerçekleşmiş olması tiyatral deneyim açısından bir fark yaratmış mıydı, hayır. Bildik, kapalı bir çerçeve sahneye daha mı yakışırdı, sanırım… 

bütün fotoğraflar: mehmet kerem özel, 21.07.2023 

 [Bu yazının bir versiyonu tiyatro tiyatro dergisi'nde yayınlanmıştır.]

15 Kasım 2023 Çarşamba

Atina-Epidavros Festivali 2023'ten İzlenimler I - Gisele Vienne'den "L'etang"

gösterinin başlamasını beklerken (fotoğraf: mehmet kerem özel, 20.07.2023)

Beni Temmuz sıcağında Atina'ya getiren meraklarımdan biri, uzun zamandır yapıtlarını uzaktan takip edip hiç canlı seyretme şansına eremediğim Fransız-Avusturyalı koreograf Gisele Vienne'nin bir gösterisini yakalama imkanıydı, diğeri namlı Alman tiyatro yönetmeni Frank Castorf’un Yunan oyuncularla Epidavros Antik Tiyatrosu’nda sahnelediği oyundu. Sırayla. Önce Vienne’in gösterisi.

Gisele Vienne’i koreograf olarak bilsem de, meğer Ecole Supérieure National des Arts de la Marionette okulunda kuklacılık eğitimi almış, ünvanları arasında görsel sanatçı ve yönetmen de varmış, sergiler açmış, fotoğraf kitapları yayınlamış, yerleştirmeler tasarlamış. Vienne’nin Atina-Epidavros Festivali kapsamında seyrettiğim “L’etang (The Pond)” (Göl) isimli yapıtı ise danstan çok tiyatro olarak tanımlanmalı.

Önceden ne "Göl"ün metnini biliyordum, ne de yazarı Robert Walser'in (1878-1956) herhangi bir metnini okumuştum, dolayısıyla Walser’in edebi tarzından habersizdim. Yerime oturduğumda sahnede beni; oyun alanının bütününü kaplayan ve yüksek beyaz duvarla çevrili bir mekan ve mekanın içinde bir karyola, etrafında bir çocuk odası dağınıklığı, karyolanın üzerinde, yerde ve duvara dayanmış yedi figür bekliyordu. Gösteri başladığında bütün mekanı dolduran yüksek sesli tekno müzik eşliğinde duvarlardan biri aralandı, sahne teknisyeni kılıklı bir adam çıktı ve kaldırıp taşımasıyla insan boyunda kuklalar olduklarını fark ettiğim figürleri teker teker dışarıya çıkardı. Karyola ve etrafındaki dağınıklık kaldı. Sonra erkek çocuk kılıklı (bermuda şortu, kafasında kasketi ve spor ayakkabıları ile) bir kadın oyuncu girdi sahneye. Biraz sonra pantolon ve süveteriyle diğer bir kadın oyuncu takip etti onu. Ağır adımlarla, sanki her bir adım yaşadıklarının ağırlığını taşıyormuşçasına, sanki görünmez iplerle oynatılan kuklalarmış gibi yavaş yavaş ilerlediler sahnede.

Walser'in kızkardeşine ithaf ettiği ve aslında sahnelenmesi amacıyla yazmadığı 20 sayfalık tiyatro oyunu “Göl” bir erkek çocuğun, Fritz’in kardeşlerinden farklı olarak, anne ve babası tarafından maruz kaldığı sindirilme, aşağılanma ve taciz hikayesini konu alıyor. Fritz ebeveyninden, özellikle de annesinden tepki almak için gölde boğularak intihar etme numarası yapıyor. Hikayede Fritz’le birlikte kardeşleri ve yaştaşı çocuklar da yer alıyorlar. Gösteride ise sadece iki oyuncu var: Céline Sciamma’nın yönettiği “Alev almış genç bir kızın portresi” filmindeki rolüyle hayran olduğum Adele Haenel ile Pina Bausch'un yapıtlarında tanıyıp hayran olduğum Julie Shanahan.

Temel olarak Fritz’i canlandıran Haenel aynı zamanda hikayedeki diğer çocuklara da hayat veriyor. Shanahan ise genelde anneyi, yeri geldiğindeyse babayı canlandırıyor. Haenel farklı karakterleri canlandırırken ses tonunda veya vurgusunda belli belirsiz değişiklikler yapıyor, sesiyle daha çok elektronik olarak oynanıyor. Shanahan de anne ile babayı canlandırmasının arasında en fazla postüründe minör değişikliğe gidiyor, bir de basit bir kostüm değişimi yapıyor, onun dışında bariz bir fark yaratmıyor. İkisinin de canlandırdıkları karakterler birbirleriyle konuştuklarında birbirlerine bakmıyor, gerçekçi bir diyaloga girmiyorlar, sanki bütün karakterler kendi monologları içinde kayboluyorlar. 90 dakika boyunca her konuşma, her hareket ağır bir şekilde icra ediliyor. Frankofon olduğunu bildiğim Haenel İngilizce konuşuyor. Her an varlığını hissettiren atmosferik ses peyzajının (ses tasarımı: Adrien Michel) yaladığı beyaz mekan (sahne tasarımı: Gisele Vienne) gösteri boyunca zaman zaman bütünüyle farklı renklere; kırmızıya, yeşile, mora, pembeye, maviye boyanıyor (Işık Tasarımı: Yves Godin). Bütün bunları neden arka arkaya sıralıyorum, çünkü Vienne’nin, anlamlandırması kolay olmayan bütün bu mizansen seçimleri gösterinin garip, tarifi zor ve evet “tekinsiz” atmosferini etkili bir şekilde kurmasını sağlayan başat öğeleri. Fritz’in başından geçenler, hissettikleri, icra ettikleri kendi hayalgücünün ürünü bir kabus mu, onun kabusunun mu içindeyiz, yoksa enseste maruz kalmış ve kardeşleri tarafından da karalanan yalnız bir erkek çocuğunun kafa karışıklığıyla kendini ifade edemediği gerçek bir ortamda mıyız?

Beyaz mekanda yarattığı “derinine karanlık” atmosferle Vienne’nin tiyatro dair hiç bir konvansiyonu kullanmadığı ve tavizsizce yeni bir dil yaratmaya soyunduğu “Göl”, baştan dünyasına girmeyi başaran seyirciler için benzersizce hiptonize edici, giremeyenler içinse rahatsız edici bir gösteriydi.

gösteriyi alkışlarken (fotoğraf: mehmet kerem özel, 20.07.2023)

[Bu yazının bir versiyonu tiyatro tiyatro dergisi'nde yayınlanmıştır.]

13 Kasım 2023 Pazartesi

on soruluk sohbetler 99: floriana frassetto (mummenschanz)


Tiyatronun özü sizce nedir? 
Sadece kendi dünyamın özü hakkında konuşabilirim. Bizim özümüz 4'ten 104'e kadar seyircinin masum oyunbazlıklarını bulmalarına, hayal etmelerine ve icat etmelerine yardımcı olacak duygu, oyunbazlık ve etkileşimi sağlamak. Gösterimizde 30 küçük hikâyemiz var ve her biri, bazıları çağdaş olmak üzere, çok farklı fikirlerin duygularıyla dolu. Dünyanın her yerindeki insanlar bu duyguları hissediyorlar çünkü bunlar aşkla, nefretle, rekabetle, kıskançlıkla ilgili. O halde özümüz, insanları o masum dünyaya yönlendirmek ve hayal ettirmek. 

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl? 
Evet. Mesela bir müzeye gidiyorum ve bazı tablolar, heykeller bende mutlaka bir şeyleri değiştiriyor. Eve koşup kopyalamak istediğimden değil ama bana o duyguyu veriyorlar. Bana yoluma devam etme ve belki bir şeyler icat etme gücünü veriyorlar. Bu yüzden sanatın dinlememiz gereken çok güçlü bir mesaja sahip olduğuna inanıyorum ve birçok insanın da buna inandığını biliyorum.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu?
Hayaller, gerçekler… ama haberler değil, haberler o kadar çirkin ve kötü ki, size gerçeği söylemem gerekirse, üzerlerine kapıyı kapatmak istiyorum. Ama bir müze veya doğada bir yürüyüş, bir erkek ya da bir kadınla keyifli bir tartışma, hikâyeler dinlemek, mesela şimdi Meksika'da hikâyeler dinlemek - geçmişe dair inanılmaz bir tarihe sahipler ve seyircinin gerçekten de bu geçmişten gelen bir kültüre sahip olduğunu hissediyorsunuz. İyi ve kötü pek çok şey yaşamışlar ve bu çok güçlü. Bu yüzden çok güçlü, çok güçlü ve sadece güçlü.

Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
Aslında bizim hiç başlıklarımız yok çünkü özgür kalmak istiyoruz, böylece seyircilerden her biri isterse kendi başlığını koyabilsin. Verdiğimiz küçük mesajlar var, mesela bir işimizde bazı kostümler giyen karakterler var. Telefonla oynuyorlar ve birbirleriyle iletişim kurmuyorlar - ne yazık ki bu gerçek hayatta da oluyor - ve sonra biri çok büyük bir telefonla geliyor ve herkes kıskançlıktan ona bakıyor, “bizim sahip olduğumuzdan daha büyük bir telefonu var” diyorlar. Daha sonra telefonlarını saç tokasına, bıyıklara, ağızlara dönüştürmeye başlıyorlar ve yavaş yavaş bir ritim başlatıp birlikte şarkı söylemeye başlıyorlar. Böylece kendilerini ritmin içinde bulup tekrar iletişim kurmaya başlıyorlar ve telefonları unutuyorlar. Bu, Güney Kore, Seul'den 14 saatten fazla süren uzun süren bir yolculuktan döndüğümde, eve gitmek için trene bindiğimde (ki bu da üç saat daha sürdü) kimsenin bana "Hanımefendi" ve hatta yaşlı bir kadın olduğum için "oturmak ister misiniz?" diye bakmadığı bir zamandan ilham alan bir temaydı. Herkes telefonlarıyla meşguldü ve ben de tamam, intikam alacağım dedim. Bu "iletişimi" eleştiren bir iş yapacağım. Ve hepsi çok yetenekli ve deneyimli meslektaşlarımın yardımıyla, birçok doğaçlama yaptık ve bu taslağı oluşturduk; bunun çok güçlü ve çok eğlenceli olduğunu göreceksiniz. Yani eğlence aracılığıyla bir eleştiri var. Başka şekilde eleştirmeyi sevmiyorum. Bunun için kelimelere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Sessizliğin içinde şiirsel değerler var ve orada eğlence sayesinde çok daha fazlasını eleştirebiliyorsunuz. Umarım sizin için yeterince açıktır bu.

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim?
Yetmişli yıllarda kesinlikle Oskar Schlemmer'den etkilenmiştik ve o da Bauhaus'un bir parçasıydı. Schlemmer bir heykeltıraş ve mimardı ve ayrıca daha çok mekânda insanı temsil ettiği bazı baleler yaptı. Bu baleler duygusal değillerdi, biraz mesafeliydiler ama çok ilginçtiler. Oskar Schlemmer'den ve Mummenschanz isminden kesinlikle büyülenmiştik, bu ismi sergilerinden birinden aldık, bu isme sahip olmak istediğimize karar verdik.

Sohbetin devamını okumak için tıklayın.

11 Kasım 2023 Cumartesi

on soruluk sohbetler 98: mesut arslan

©Fred Debrock

Tiyatronun özü sizce nedir?
Bu satırları Gılgamış’ı oynayacağımız Bağdat Tiyatro Festivaline doğru uçakta yazıyorum. Batı’dan Doğu’ya uçarken bedenim, sanki yüreğim Doğu’dan Batı’ya uçuyor. Sanki bir şeyleri hatırlıyor. Bundan üç bin yıl önce Konfüçyüs zamanı Batı Çin değil miydi? 2000 yıl önce Mezopotamya/Orta Doğu? Medeniyet nerede ise oraya Batı dedik bizler. Ama özünde akıl bedenin en Batı’sıdır. Benim açımdan soru belki de “tiyatro ne değildir ki?” olmalı. Ailesi Balkanlarda doğmuş, sonra Türkiye’ye yerleşmiş ve kendisi de İzmir’de doğup uzun yıllardır Belçika’da yaşayan bir sanatçı olarak Batı ve Doğu arasında kalan bir çok alan gibi tiyatro’nun özü de bence arada kalmış ve hatta araya kaynamış gibi duruyor. İnsanı, insana, insanla ve insanca anlatan bir estetik nasıl olur da Antik Yunan’da doğar? Antik Yunan’da doğan tiyatro değildir, olsa olsa onun konseptidir, onun lineer olma halidir. Bundan on bin yıl önceyi düşünün. Hep beraber bir ateş yakmışız. Birimiz vurduğu ayının postu üzerinde dans ederek, şarkılar söyleyerek bize ayının büyüklüğünden bahsediyor. Bazıları tahtalarla hayvan derilerinden yapılmış aletlerle sesler çıkartıyor. Birimiz makyaj yapıyor, ben ölü bir ayı objesi gibi yerde kıpırdamadan duruyorum. İnsanlar bize bakıyor, arada gülüyor, korkuyor ve ayıyı vuranın anlatımı bittiği gibi sevinçlerini paylaşıyorlar bizimle. Tiyatronun özü hayatın kendisidir. Yaşamın bir parçasıdır. Tıpkı fizik gibi, kimya gibi, matematik gibi, dil gibi yaşamın bir parçasıdır. Doğanın içinden çıkmıştır. Orada ışık vardır, müzik vardır, söz vardır, makyaj vardır, görsel sanat vardır, dans vardır. Tek bir şey yoktur, o da perde! Bir anlamda da 4. duvar.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Başka bir şeyin dönüştürücü gücü olduğuna inanmıyorum ben. Yani bugün Felsefe düşüncenin estetiğini tartışıyorsa, sanat da duyularımızın estetiğini tartışıyor. Hani o eskiden beri bizde var olan, doğayla diyaloğu sağlam ve evrende sadece bir zerre olduğunu kabul eden, erdemini ne tanrılara ne şeytanlara satmayan, korkularla boyun eğmeyen ama medenileştikçe kaybolan o içimizdeki çocuğun gülümsemesi gibi en berrak halimiz olan duyularımız. Onlar körelmesin diye sanat var. Onlar beslensinler diye var. Dışımız 100 yıl yaşarken içimiz ölmesin diye. Anlayamıyoruz ama algılayabiliyoruz diye var.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu?
Ben kendimi rüyalarımda, rüyalarımı sahnede, sahneyi dünyada arıyorum. Shakespeareyen bir söylem oldu biliyorum ama gerçek göründüğü gibi bir şey değildir. Sonradan uydurulmuş bir yaşamın, bize öğrettikleri gibi giyinmenin, yemenin, içmenin, konuşmanın, sevmenin, çocuk yapmanın gerçeklikle ilgisi yok. Bizler gündüzleri gözü açık uyuyoruz, geceleri ise gözümüz kapalı rüyalarımızda tek gerçekliğimiz ile tanışıyoruz; tekrar tekrar. Hani gözü kapalı gelirim seninle der gibi. O kadar güvenli yani. Rüyalardan besleniyorum. İnsanlardan besleniyorum. Sokaklardan, ağaçlardan, kedilerden. Bu matrix'in içinde kaçabildiğim ve sığınabildiğim her köşeden, her nefesten, her gözyaşından, her rüzgârdan ilham alıyorum ben ki ilham verebileyim. Ama kalıplardan, dogmalardan, metotlardan, kanunlardan beslenmiyorum ben.

Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
Ne güzel bir soru. Bana her yapıt adıyla gelir. Doğaya doğan çocuklar gibi. Kiraz mevsiminde doğduğu için adı Kiraz olan. Artık son çocuk olduğu için adi Songül olan gibi. Ya adı vardır çocuğun ya da bana gelirken adını fısıldar.

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim?
Spinoza’nın tanrısı gibi en büyük sanatçı bu tabiat beni etkilemiştir ve etkiliyor. Bugün matematikteki Kaos teorisi gibi, fizikteki Kuantum teorisi gibi ya da Kairo’da şehir merkezindeki o müzenin önündeki akıl almaz karmaşıklık gibi bir “düzen” yaratan bu tabiat, bu doğa beni çok etkiliyor. Ama illa da isim istersen; Nasreddin Hoca, Ömer Hayyam, Halil Cibran, Celalettin Rumi, İspinoza, Charlie Chaplin, Kandinsky, Duchamp, Eric De Volder, Şahika Tekand, Karagöz diye aklıma geldi şimdi.

Sohbetin devamını okumak için tıklayın.

9 Kasım 2023 Perşembe

on soruluk sohbetler 97: theodoros terzopoulos

© Johanna Weber

Tiyatronun özü sizce nedir?
Tiyatronun çekirdeği, dönüşüm süreci, sürekli değişim, öteki benliğimizi ve kolektif oluşu arayıştır. Ama her şeyden önce tiyatronun özü, bir çekirdeğin gelişmesidir. Bu çekirdek sürekli kanayan bir yara olabilir; psikolojik, ontolojik ve aşkın boyutta bir yara.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Elbette, dönüşüm kavramına inanıyorum. Heraklitos τα πάντα ρει der, yani "her şey akar", güneş her gün yenidir. Her şey değişir, dönüşür, her ne kadar biz aynı kaldığımızı düşünsek de. Değişim, dönüşüm, yeniden doğuş, rönesans. Bu nasıl başarılabilir? Tüm duyuları tetikte tutarak, uyanık olarak, empati göstererek; "öteki"ni, farklı olanı hissetme , dinleme, görme yeteneğini sürdürerek, Öteki'nin bizi dönüştürmesine ve değiştirmesine izin vererek.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu?
İçime ve dışıma bakarım; tüm uyaranlar duyularımı besler. Özgürce işlev görmeleri ve bilinçaltını, rüyaları, hatta kabusları özgürleştirmek için duyuları açık tutmaya çalışırım.

Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
Bazen başlık bir çıkmazdan, var olmayan bir şeyden, anlatılamaz olandan ortaya çıkar. Bazen de bir oyuncunun bir jestinden ya da bir leitmotif gibi tekrarlanan bir kelimeden ortaya çıkar, örneğin Alarme’deki gibi. Nora ve Io'da iki kadın figürüne odaklandım: Nora'da kahramanın ve onun çıkışının (Exodus) trajik boyutuna dikkat çektim. Io'da savaşın avladığı bir kadına odaklandım. Sonuçta tiyatronun maskesi kadın maskesidir.

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim?
Akıl hocam ve çalışma arkadaşım olan Heiner Müller ile tanışmam beni derinden etkiledi. Aslında In the Labyrinth: Theodoros Terzopoulos meets Heiner Müller (Labirentte: Theodoros Terzopoulos, Heiner Müller ile Buluşuyor) başlıklı bir kitap var ve bu, Müller’in benim çalışmalarım ve çoğunlukla da düşünce tarzım üzerindeki etkisine tam olarak gönderme yapıyor. Müller bana, klasik ile klasisizm arasındaki farkı ve kabusla bile olsa mit ile olan derin bağlantıyı öğretti.

Söyleşinin devamını okumak için tıklayın.

7 Kasım 2023 Salı

on soruluk sohbetler 96: sofia dias & vitor roriz

© Joana Linda

Performansın özü sizce nedir?
Öncelikle belirtmek lazım ki, hem genel hem de aynı zamanda derin olan sorulara cevap verme konusunda özel bir yeteneğimiz yok. Üstelik bu kadar kısa bir sürede bu daha da zor. Bu tür sorulara verdiğimiz cevapların çoğu genellikle basmakalıp. Söyleyecek bir şeylerimizin olduğu yer (herkesten biraz farklı olabilir) performatif çalışmalarımızın içinde mevcut. Hatta orada bile tam nedir bilmiyoruz. Şimdi bunları aradan çıkardığımıza göre artık başlayabiliriz. Geçmişte, görevimizin bir gerçekliği değiştirmek veya sürdürmek değil, belli hisler, duygular veya fikirler için henüz bulunmamış 'imgeleri' bulmak anlamında, o gerçekliği ortaya çıkarmak olduğunu söylerdik. Bir metin veya şiir okurken, “ah, tam olarak hissettiğim şey buydu ama henüz kelimelerini bulamamıştım” dediğiniz anı düşünün. İşte, çalışmalarımızda sadece hissettiğimiz ama henüz her biri için kelimelerimiz, jestlerimiz veya imgelerimizin olmadığı şeylere biçimler bulmaya çalışıyoruz, ama her biri için hala kelimelerimiz veya jestlerimiz veya imgelerimiz yok. Bunu söyledikten sonra bu da kulağa çok basmakalıp geliyor. Klişelerden kaçınmak çok zor. Şiir, yazılı dilde bu sorunu harika bir şekilde ele alıyor. Klişelerden uzaklaşmak, otantiklik olarak tanımladığımız şey için gerekli bir arayış. Belki de performanslarımızda aradığımız şey ve diğer sanatçıların performanslarını izlerken bizi harekete geçiren şey de bu. Biraz saf ve romantik, öyle değil mi? O halde, sadece oyunu oynamak için sorunuzu basit ve cesur bir fikirle cevaplamak gerekirse: bizim için performansın özü otantiklik. Ama “öz” kelimesi o kadar rahatsız edici bir kelime ki, çünkü özünde bizler birçok yüzeysellikten oluşuyoruz. Neyse, hadi bir sonraki soruya geçelim. 

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl? 
Eğer “sanatın dönüştürücü gücüne” inanmıyor olsaydık, yaptığımız şeyi yapıyor olmazdık. Öncelikle sanat tarafından dönüştürüldük ve hâlâ dönüştürülüyoruz. Performatif çalışmalarımızdan bahsetmiyoruz, yıllardır kendimizi içinde bulma ayrıcalığına sahip olduğumuz sanattan bahsediyoruz. Ona erişimimiz olmasaydı, tamamen farklı insanlar olurduk. Sanat zihnimizi değiştirir, ifade edilemeyen veya henüz ifade edilmemiş olanı ifade etme yeteneğine sahip olduğu için güçlü ve tehlikeli bir araçtır. Bizim varlığımızın bilinmeyen ve gizemli taraflarıyla bağlantı kurmamızı sağlar. Rüyalarımızın ve kim olduğumuzun bir yansımasıdır -ki bazen bu yansıma dayanılmaz olabilir. Geleneklere meydan okur, ama onları sürdürmek için de kullanılabilir. Sanat o kadar güçlü bir araçtır ki, tüm siyasi sistemler onu kontrol etmeye çalışır. Kapitalizm, onu piyasa kurallarına tabi kılmaya çalışır. Otoriter sistemler, onu ulusal geleneklere indirgemeye veya propaganda aracı olarak kullanmaya çalışırlar. Görüyorsunuz, ilk soruda klişelerden bahsediyorduk ve ikinci sorunun cevabına başlarken de böyle bir klişeyle başlıyoruz: eğer sanatın dönüştürücü gücü için olmasa, yaptığımız şeyi yapıyor olmazdık. Belki de, yaptığımızın nedenleri çok daha sıradan ve kahramanlıkla uzak.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu? 
İlham kaynaklarımız… Hangi unsurlar, sıradanlığın arasından farklı bir şeyler görmemize olanak sağlayacak çatlaklar açıyor? Yaptıklarımızı sürdürmemizi, inancımızı devam ettirmemizi sağlayan şey nedir? Ümitsizlikle dolu (bugünü tanımlamak için kullanabileceğimiz bütün diğer klişeleri de düşünün) bir dünyada nefes almamızı sağlayan şey nedir? Birçok insan gibi, delirmeden yaşamaya devam etmemizi sağlayan ilham kaynağı, aynı zamanda işlerimizi etkileyen ve yönlendiren şey. Ve bu Sanat ve diğer sanatçılar. Ancak daha spesifik olmamız gerektiğini biliyoruz. Bir süredir birlikte çalıştığımız için, her proje, önceki bir projenin devamı veya ondan kopuş gibi bir şey. Her yaratıcı sürecin başında, neyin devam edeceği, duracağı, yeniden icat edileceği ve şimdiye kadar yapmadığımız ama yapmak istediğimiz şeyin ne olduğu hakkında konuşuyoruz. Kendi çalışmamız etrafında yürüttüğümüz bu otofajik diyalogun yanı sıra, dünyada bu anda neyin söylenmesi gerektiğini anlamaya çalışırız. Bu oldukça geniş bir soru teşkil eder. Dünyanın daha fazla soyutlama, öznelcilik, empatiye ihtiyacı var gibi basit cevaplara ulaşabiliriz. Aynı zamanda, bir film sahnesi, bir resim, bir kişinin konuşma veya yürüme tarzı, felsefi bir metin veya bir psikoloji makalesi gibi birçok referans veya ilhâm kaynağı toplarız ki yapıtın zihinsel haritasını oluşturmaya yardımcı olan birçok unsuru bir araya getirelim. Bu ilhâm kaynakları ağını oluşturduktan sonra stüdyoya gideriz ve bir süre sonra her şeyi unuturuz. Sadece birlikte olmanın keyfini çıkarmak üzere doğaçlamalar yaparız ve ardından başka malzemeler türeten ve daha önce düşünmediğimiz diğer referansları ve ilhâm kaynaklarını hatırlamamıza yol açan performatif malzemeler bulmaya başlarız. Süreç boyunca, bir tür gizem için savaş veren bir aile veya topluluğun bir parçası gibi hissetmek için diğer sanat eserleriyle örtük bir diyalog sürdürmeye çalışıyoruz. Sanki yatıp rüya görüyormuşuz gibi savaşıyoruz. Metaforik olarak söyleyecek olursak, rüya görmek çok önemli. Pratik olarak da süreçlerimizde bir rol oynuyor. Uzun süredir bilinçli zihnimizden nasıl kaçabileceğimizle ilgileniyoruz. Rüyalar, "Ben" in bir parantezi gibidir. Ayakta rüya görmek de bir tür varoluş hali veya performatif durum olabilir. Yaratıcı akış olarak bilinen bir kapsayıcı psikososyal durum içindeyken de, birçok farklı ve beklenmedik bağlantının ortaya çıkmasına izin veren bir tür ayakta rüya görmektesinizdir. İşte bu nedenle birlikte çalışmayı seviyoruz. Doğaçlama yaparken ve bahsi geçen yaratıcı akışa ulaştığımızda, yaptığımızın hiçbirimize ait olmadığını ama aramızda ortaya çıktığını hissediyoruz. Bu gerçekleştiğinde, önceden ilhâm kaynağı olarak topladığımız tüm malzemeler, beklenmedik şekillerde birleşmeye başlıyor ve merkezi şeyler periferiye ait şeylere, periferiye ait şeyler merkezi şeylere dönüşüyor.

Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz? 
Bir isim bulmak bizim için kolay değil. Bazen bir süreç başlamadan önce bir isim oluyor elimizde ve bu, performans için bazı fikirleri yoğunlaştıran bir tür leitmotif veya bir motto olarak işlev görüyor. Diğer zamanlarda ise ismi süreç sırasında buluyoruz ve yaptığımız şey için aşikar bir isim olarak ortaya çıkabiliyor. 
Bir yapıta bir isim vermenin en iyi zamanı, ilk veya ikinci seyircili gösterimden sonra olurdu. Bir yapıtın ne olduğunu, izleyiciyle paylaştığımızda anlıyoruz sadece. Yapıtın ismi, seyircinin performansla bağlantı kurması için ona verdiğiniz ilk anahtar gibi. Birçok kişi, etkilenmek istemedikleri için sadece gösteriden sonra özeti okur, ancak yapıt ile temasa geçmeden önce kesinlikle ismi okurlar. Bu nedenle, yapıta dair farklı perspektiflere izin veren ve aynı zamanda sadece öylesine olmayan, yeterince spesifik isimler bulmaya çalışıyoruz. 
Bazı yapıtlarımızın isimlerinden memnun değiliz ve eğer mümkün olsaydı, o yapıtı her oynadığımızda ismini değiştirirdik. Aslında, bu bir proje için güzel bir konsept olurdu. Bir yapıtın ismini oynadığımız yerlere ve bağlamlara göre, o anda yapıt hakkındaki hislerimize göre değiştirdiğimizi hayal edin. Never Odd Or Even’ın İstanbul'da ne olacağını hayal edin? Ayrıca, seyircilerin izledikten sonra hangi ismi verdiklerini bilmek de ilginç olurdu.

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim? 
Bunu söyleyemeyiz! Saklanması gereken sırlar vardır. Bizi etkileyenler, ışığa çıktıklarında, aslında hiç var olmamış gibi kaybolma riski taşıyan gece yaratıkları gibi. Ama peki... bizi etkileyen birçok sanatçı ve insan var, düşünme şeklimizi değiştiren, çalışmamızda güçlü eğilimlere neden olanlar. Üzerimizdeki etkilerini saygıyla anmak üzere bazılarının adını verebilirdik ancak hava atarmışçasına isim vermenin adil olmadığını düşünüyoruz çünkü uzun uzun bizi neden ve nasıl etkilediklerini açıklamak gerekir. Ve sonunda sadece en aşikar olanları veya tanımlaması daha kolay olanları konuşurduk. Aslında bazen bir sanatçıdan veya bir kişiden ne kadar etkilendiğimizi ancak uzun bir süre sonra fark ediyoruz. "Etkilerin" işleyişi çizgisel veya ardışık değil. Garip bir şekilde, gerçekten bizi etkileyen şeylerin arkeolojisini yaptığımızda, birçok çocukluk referansı buluyoruz. Diğer yandan, kesinlikle birini unutacağımızı (muhtemelen daha önemli olanları) bilerek herkesi aynı seviyede tutmak için bir isim listesi yapabiliriz, işte: Beckett, Cassavetes, Rimbaud, Stuart, Herzog, Kiarostami, Jandek, Bessa-Luís, Saramago, Morizot, Sloterdijk, Klossowski, Rodrigues, Graham, Kelly, Myasaki, Anderson, Smith, Etchells, Burrows, Sebald, Crary, belki yeter... Bu biraz garip geliyor.

Bu güzel ve samimi sohbetin devamını okumak için tıklayın.

5 Kasım 2023 Pazar

NEVER ODD OR EVEͶ : dias, roriz, sızanlı ve kaplan'dan oyunsu bir koreografik kuartet


gösteri başlamadan önce arkamdaki sırada oturan orta yaşlı dört kişilik kadın grubu, önümüzdeki günlerdeki kültür-sanat programlarını, kel diva'dan sidikli kasabası'na zorlu psm'de seyredecekleri oyunları konuşuyorlardı. gösteri bittiğinde ise, aralarından biri diğerlerine "ne seyrettik biz şimdi, biriniz açıklasın. zeynep anlatır şimdi bize" dedi. gruptan üç hanım gösteri sonrası söyleşiye kalıp soru da sordu; böylece, sadece eğlence olsun diye o müzikal benim, dans gösterisi senin, zorlu benim kundura senin gezmediklerini, seyrettiklerini ve kendilerinin beğenmediği bir şeyi çılgınca alkışlayan bizleri anlamak istediklerini fark ettim.
zeynep hanım diğerlerine "hayat gibi işte" demişti gösteri hemen bittiğinde kendine atılan topu çevirmek için. aldığı cevaptan tatmin olmamış olmalı ki, arkadaşına sorduğu soruyu soru-cevap'ta sanatçılara da sordu o hanım: "bize ne anlatmak istediniz?" gösterinin koreograf-icracılarından vitor roriz, "siz nasıl bir anlatı çıkardıysanız odur, bizim belli bir ajandamız yok, seyircimize belli bir şeyi anlatmıyoruz"a gelen bir cevap verdi.

benim durumum o hanımlarınkinden farklı. gösterinin yaratıcıları olan portekizli ve türkiyeli iki çiftten ikincisinin, yani taldans'ın kurucuları filiz sızanlı ile mustafa kaplan'ın şimdiye kadarki bütün üretimlerini seyrettim, zamanla onları insan olarak tanıdım. onlarla ayaküstü de olsa sohbetim, mimarlık diploma öğrencilerine yaptıkları bir hareket atölyesine katılmışlığım var; yani onları az çok "tanıyorum", "sanatları"na aşinayım. 
ayrıca, ayşe draz ile birlikte yaptığımız on soruluk sohbetler dizimize sadece taldans'ı değil, gösterinin portekizli çiftini, sofia dias ile vitor roriz'i de konuk ettik.
yani gösteriyi seyrederken o hanımlarınki gibi bir beyaz sayfa yok zihnimde. yine de; unutmaya çalışıyorum bildiklerimi. son zamanlarda -garip bir şekilde- bir çok şeyi unutmayı "başarıyorum" da, ama çoğunlukla istemsizce, hafızamda boşluklar açılıyor; örneğin sık rastlaşmadığım tanıdıkların adlarını, aylar önce yaptığım bir söyleşide söylenenleri hatırlamıyorum... dolayısıyla sayfam bembeyaz değil belki ama kirli beyaz.

gösterinin başlamasını beklerken (fotoğraf: mehmet kerem özel, 4.11.2023)

gösteri benim için, insanların oyunlar oynayarak -ya da oyun oynayan insanların (homo ludens)- birbirleriyle etkileşime girmelerini anlatıyordu. sahnede, kayboldukları ormanın içindeki bir açıklıkta buluşan dört "çocuk" vardı. dört köşeden usul usul, ıslık çala çala ortaya, o açıklığa geldiler, kendilerinin tasarladıkları türlü türlü oyunları sergilediler; ıslıklarıyla, ağız kopuzuyla/arpıyla çıkardıkları sesleriyle, adımlarıyla, sıçrayışlarıyla, yere düşüşleriyle, saklanmalarıyla, sarf ettikleri cümlelerle, seslerine verdikleri vurgularıyla, sorulara, kelimeler verdikleri vurgularıyla, ettikleri folklorik esinli danslarıyla, söyledikleri türkülerle, tuttukları ritimlerle, tempolarla, objelerle oynayarak... ve sonra da usul usul geldikleri köşelerden kayboldular. 
oyunlar dedim ama bu oyunlarda, az çok her oyunda olan rekabet yoktu, aksine, paylaşım vardı, dolayısıyla bireysel kazanç değil, kolektif birliktelik, bir şeyleri ortaklaşa yapmak ön plandaydı. yine bu oyunlarda her oyunda olması gereken bariz kurallar yoktu, varsa da esnekti, değişiyordu. zaten gösteride genel atmosfer olarak rahat bir ortam kurulmuştu. 
neden zihnimde orman imgesi belirdi, çünkü başlangıçta ıslıklarını benzettiğim kuş sesleri doğrudan ormanı çağrıştırdı bana; ve bir de yine başlangıçta üstten soldan gelen sıcak ışıkla yıkanan, sahnenin bir yanında yukardan kalın iplerle sarkıtılmış objeler ağaç gövdelerinin kalabalığını... ama bu öyle bir orman ki, andersen masallarından aşina olduğumuz karanlık derinliklerinde kötülükler, bilinmezlikler, tehlikeler barındıran değil, yeşil yapraklı dallar arasından hüzmeler şeklinde süzülen güneş ışıklarının aydınlığında  dolaştığımız...

gösterinin adı zaten bana hemen oyunu, oyunsuluğu çağrıştırdı: NEVER ODD OR EVEͶ. "never odd or even" palidrom bir kelime. gösterinin adı olarak son "N"sinin ters yazılması da bununla ilgili; tersten okunduğunda ve bir kaç harfin arasındaki boşluk değiştirildiğinde aynı ibarenin çıktığını imlemek amaçlı. N'nin tersliği yapıtın oyunsu, konvansiyonelleri kıran, eğlenceli haline de gönderme yapıyor. 

tabii ki, sahnedeki dört kişinin, uzun yıllardır birlikte çalışan iki çift olduğunu -ve yukarda yazdığım gibi bu çiftlerden birinin önceki bütün yapıtlarını- bildiğim için, gösterinin ilk yarısında dillendirilen soruları ve cevapları bu bilgiyle işledi aklım ve çok eğlendim. yıllar içinde ben de zihnimin diplerinden onların yapıtları ve sanatları hakkında, bu sorularda formüle edilen hınzır düşünceleri geçirmiş olabilirim, hatta itiraf ediyim: geçirdim. dolayısıyla kendileriyle ve geçmiş üretimleriyle oyunsu bir şekilde hesaplaşmaları çok hoşuma gitti.

alkışlarken ve sohbet ederken (fotoğraf: mehmet kerem özel, 4.11.2023)

NEVER ODD OR EVEͶ'ın 3-4 kasım'daki gösterimleri istanbul'un bir ucunda, boğazın kıyısında, mimari açıdan son yıllarda şehirde açılmış en nitelikli ve gerçek gösteri sanatları mekanı beykoz kundura sahne'nin daveti sayesinde gerçekleşti. gidin seyredin diyemeyeceğim, çünkü gösterimleri bitti ama bundan sonra, açıldığından beri birbirinden etkileyici ve zihin açıcı gösterileri konuk ederek bizlerle buluşturan mekanı takip etmenizi öneririm. beykoz boğaz'ın bir ucu gibi duruyor, ama üsküdar'dan kalkan şehir hattıyla deniz havası ala ala ve kıyıları seyrede seyrede oraya varmak ve mekanın üsküdar veya beşiktaş-taksim servislerinden birini kullanarak dönmek çok keyifli ve kolay oluyor. tavsiye ederim...

4 Kasım 2023 Cumartesi

aix-en-provence'da üç + üç gün - 7 : çarşı pazar yemek ekmek










dünyanın çoğu yerinde günlük pazarlar güzeldir, aix-en-provence'da da öyle. tezgahlar özenle düzenlenmiş, tablo gibiler. insanlar uzun uzun sohbet ediyorlar, pazarcılar keyifle bilgi veriyorlar. keşke burada uzun süreli kalsam, pazarlardan alışveriş etse diye düşünmeden edemedim. özellikle meze, peynir, şarküteri alanında türkiye'de olmayan şeyler de var, tatmayı isterdim. 

aix'te tarihi kentin merkezindeki richelme meydanı hafta içi boş kalmıyor, burada haftanın bir kaç gün pazar kuruluyor (google map'te bile burası sebze meyva pazarı olarak tanımlı), ama pazarcılar değişiyor, salı tezgah açan perşembe tekrar açıyor, çarşamba başkaları var. salı çiçekçinin tezgah açtığı yeri ertesi gün yakındaki bir cafe kullanıyor. 

[son sabah biraz abartmış olabilirim]

 richelme meydanına çıkan sokaklardan birinin üzerinde, köşede olduğu için kısa kenarıyla meydana da cephe veren maison weibel aix'in en eski pastanesi/fırını. aix'te kaldığımız yere yakın olduğu için arkadaşlarla her sabah buraya kahvaltıya geldik. günümüzdeki menüsünde yemek bile olan maison weibel'da ne ısmarladıysak çok memnun kaldık. ayrıca garsonları da müthiş önsezili ve nüktedandı, onlara hayran kaldık. 

 aix-en-provence cote d'azur'ün sosyetik ve zengin kasabalarından önde geleni. zaten o yüzden burada opera festivali düzenleniyor; opera en pahalı sanat. böyle bir kasabada iyi lokantalara önceden rezervasyon yapmazsanız yer bulmanız imkansız, ama üzülmeyin, ortalama bir lokantada bile lezzetli yemekler yiyebiliyorsunuz. bizim her akşamımız gösterilerle dolu olduğu için zaten gösteri öncesi saatte açık lokanta bulmak zordu. çıkışta da mutfaklar kapanma saatine yaklaşmış oluyordu. yine de aix'te çok lezzetli şeyler yiyebildik. 



verdun meydanındaki cafe du palais'den çok memnun kaldık; beyaz etli balıklı, mangolu ve yeşil limonlu ferah cheviche'si sıcak havada yemek yerken terlemek değil de serinlemek için birebirdi. spesyallerinden kısık ateşte uzun süre pişirilen tavuk da lokum gibi, inanılmaz lezzetliydi. 




 bir gece opera çıkışı açık mutfağını ucundan yakaladığımız, küçücük ramus meydanındaki le bistroqeut'den de çok memnun kaldık. aynı meydanı paylaştığı diğer lokantaların birinde aklımız kalmıştı ama o saatte mutfağı çoktan kapanmıştı, neyse ki şansımız yaver gitti. küçük boyutları, ölçeği ve üstünü kapatan ağacıyla ramus meydanı aix'teki keyifli bir sürü mekandan biri. tavsiye ederim. 





 kaldığımız sokağın üzerindeki bir ekmek fırınından (boulangerie) bahsederek bu yazıyı sonlandırayım: farinoman fou aix. 
fırınların ekmeklerin sergilendiği vitrinlerinin görüntüsünü oldum olası çok sevmişimdir, seyretmeye doyamam ve avrupa'dan istanbul'a ekmek taşımışlığım çoktur. adı "çılgın un adam"sı bir çeviriyle türkçeleştirilebilecek bu fırın da ilk gördüğümde beni yerime mıhladı. hemen içeri girdim, ekmek kokusunu içime çektim, içerdeki vitrinin ve ekmeklerin dizildiği rafın keyfini çıkardım. sonra fotoğraf çektim, sonra fark ettim ki fotoğraf çekmenin yasak olduğu bir uyarı var iç vitrinde. son sabah, kaldığımız daireden çıkıp, havalimanı öncesinde maison weibel'e, son bir kahvaltı yapmak üzere gitmeden önce, buraya uğradım, vitrindeki çeşitlilik arasından üçünü seçtim ve azar azar satın aldım. daha fazla alırdım ama kabin içi bavulumda zaten zar zor yer açabilmiştim. aldıklarımın neli olduğunu unutmıyım diye fotoğraf çekmek için izin istedim, anlayışla karşıladılar. 


fırıncı quebec'liymiş ve bir röportajda fransız ekmeklerinin çok kötü olduğunu belirtmiş. ekmek konusunda uzman değilim ama fransa'daki ekmekler konusunda onunla aynı fikirde de değilim, onunkilerin de kendi iddiası kadar sıradışı olduklarını düşünmüyorum. ekmekleri taşıdığıma kesinlikle pişman değilim, aix'te bir hafta kalsam, her gün oradan bir ekmeği denerim. 

 hadi bakalım, "bir hafta"yı güzel bir enerji yazdırmış olsun bana, aix'e bir daha gidiyim, bir hafta kalıyım.. bu dilekle bu yazı dizisi de bitsin...

1 Kasım 2023 Çarşamba

aix-en-provence'da üç + üç gün - 6 : müzeler, galeriler...

bu yazım genel olarak aix-en-provence'a 2018'deki ilk gidişimde gezdiğim sanat müzeleri ve mekanlarıyla ilgili. yazıda onlara ek olarak bu yaz gittiğimde gezip, koleksiyonundan ziyade bahçesiyle beni etkileyen bir sanat mekanından da bahsedeceğim. 


malum, aix-en-provence paul cezanne'ın kasabası. cezanne'ın burada atölyesi var. defalarca resmettiği saint-victore dağı da aix'in çok yakınında. cezanne hayranları burayı, hacca gelir gibi ziyaret ediyorlar.
dolayısıyla figüratif ama aynı zamanda modern manzara tablolalarına meraklı amerikalı turistlerin cirit attığı, galerilerin cezanne benzeri tablolarla dolup taştığı bir yer burası. 

cezanne'nın atölyesi gezilebiliyor. öyle güzel korunmuş ve saklanıyor ki, sanki cezanne siz gelmeden az önce çıkmış atölyesinden, dinlenmeye çekilmiş. çok başarılı bir mizansen, adeta bir senografi çalışması yapılmış. 




atölyenin giriş tarafı saint-victore dağına bakıyor. atölyenin ana ışık kaynağı olan büyük cam yüzey ise, tabii ki kuzeye yöneldiğinden, dağı görmüyor, enfes bir bahçeyi seyrediyor.
atölyede bana en ilginç gelen detay duvarın içine yerleştirilmiş niş idi; tablolaları saklamak içinmiş.


avrupa'da her şehrin bir güzel sanatlar müzesi vardır. bunların bazıları kraliyet koleksiyonlarını içerir, dolayısıyla adlarının başında "kraliyet" olur, bazıları devlet tarafından kurulmuşlardır, bazıları ise özeldir, özel bir koleksiyonun genişletilmiş halidir. aix'deki musee granet belediye tarafından kurulmuş bir müze. koleksiyonu aşırı heyecan verici değil; ama cezanne'ın on tablosunu bir arada görmek güzel.








bu müzeye 2011 yılında 15 yıllığına jean ve suzanne planque vakfının koleksiyonu bağışlanmış. picasso'nun yakın dostu da olan isviçreli ressam ve koleksiyoncu jean planque'ın biriktirdikleri oldukça kapsamlı, haliyle picasso'lar ağırlıkta, ama açıkcası öyle görmediğiniz zaman eksikliğini duyacağınız bir yapıt yok içinde.

koleksiyonun içeriğinden çok daha etkileyici olan, sergilenmesi için yenilenen chapelle des pénitents blancs (beyaz tövbekarlar şapeli)'ndeki mekansal düzenleme; sade, akıcı ve şeffaf bir tasarım. mevcut yapıya minimal müdaheleler yapılmış, büyük iç hacmi zedelenmemiş. 


2018'deki seyahatimde aix'de gezdiğim son müze victor vasarely'ninkiydi. müze biraz şehrin dışında, ama şehir büyük olmadığı için otobüsle kolay ve çabuk ulaşılan bir mesafede.  
müze binası maalesef bakımsızlıktan biraz eskimişti ama içindeki, bizzat vasarely'nin öncüsü olduğu optic art yapıtları, özellikle devasa boyutlarıyla çok etkileyiciydi. vasarely'nin bizzat 1976'da, jean sonnier ve dominique ronsseray'ın mimari danışmanlığında altıgenlerden tasarladığı yapının kendisi adeta bir tür optik sanat yapıtı. 



daha önce avrupa'daki müzelerde vasarely'nin yapıtlarını görmüştüm, ama hiç biri bu kadar büyük boyutlu değildi. buradakiler insanı içine alan, çevreleyen, adeta sarmalayan boyutlardalar; tabii ki mekanların bizzat vasarely tarafından ve tam da bu yapıtlarını sergilemek için tasarlanmış olması deneyimi benzersizleştiriyor.
 müzeyi ziyaret etmeden önce bu kadar etkileneceğimi tahmin etmemiştim. o kadar hoşuma gittiler ki, tablolaların oyunsu karakterlerine ben de kendimi kaptırdım ve eğlenceli özçekimler yaptım, sonlara doğru anne-babamı da ayarttım. 


2023 temmuz'undaki ziyaretimde aix'in bu belli başlı dört sanat durağına tekrar uğramadım. 
 paris'li bir arkadaşımın tavsiyelerinin ilki, bir günün tamamını kapsayan chateau la coste idi. diğeri ise, şehrin içinde, sokak arasında, adeta gizli saklı bir sanat mekanı idi: gallifet.
gallifet, nicolas mazet tarafından 2010 yılında aile evinde (malikanesinde) kurulmuş. hazırladığı sergilerde güncel sanata odaklanan kurum finansal olarak gönüllülerin, çalışanların, mazet'nin arkadaşlarının ve ziyaretçilerin katkılarıyla ayakta duruyormuş.




  içindeki geçici sergi kadar avlusundaki atmosfer de cezbetti beni. burası, bunaltıcı sıcakta devasa ağaçların gölgesinde bir vaha gibiydi.
diadji diop'un nager dans le bonheur (2013) adlı büyük boyutlu figüratif heykeli fragmantal kurgusu ve rengiyle büyüleyiciydi.

içerde ise, film yönetmeni lee shulman'ın ön ayak olduğu, 20. yüzyılın en önemli amatör renkli fotoğraf koleksiyonlarından biri olarak kabul edilen the anonymus project (anonim proje)'den biraraya getirilmiş reflets ve déjà view başlıklı iki sergi vardı.


sergideki serilerden biri, fotoğrafların içine yerleştirilen aynalarla hazırlanmış olandı; oyunsuydu. ben de shulman'ın davet ettiği oyuna arkadaşlarımı dahil ederek katıldım; aynadaki yerimizi aldık. çoğumuz gündelik hayatımızı artık kodachrome slaytlara değil, cep telefonuna kaydediyor olsak da, bu oyunsu fotoğrafımla serginin ruhuna aykırı kalmadığımı düşünüyorum.

bu vesileyle, kendimin gölgesi ve yansıması kadar yabancı mekanlardaki aynalarda beliren görüntüsüne de meraklı olduğumu fark ettim: 2018'deki aix seyahatimin fotoğraflarını karıştırırken, cezanne'nın atölyesindeki aynaya annem ile kendimin, o sırada mekanı ziyaret etmekte olan lise öğrencileriyle birlikte, düşen görüntüsünü kayıt etmiş olduğumu bulduğumda...