©Fred Debrock
Tiyatronun özü sizce nedir?
Bu satırları Gılgamış’ı oynayacağımız Bağdat Tiyatro Festivaline doğru uçakta yazıyorum. Batı’dan Doğu’ya uçarken bedenim, sanki yüreğim Doğu’dan Batı’ya uçuyor. Sanki bir şeyleri hatırlıyor. Bundan üç bin yıl önce Konfüçyüs zamanı Batı Çin değil miydi? 2000 yıl önce Mezopotamya/Orta Doğu? Medeniyet nerede ise oraya Batı dedik bizler. Ama özünde akıl bedenin en Batı’sıdır. Benim açımdan soru belki de “tiyatro ne değildir ki?” olmalı. Ailesi Balkanlarda doğmuş, sonra Türkiye’ye yerleşmiş ve kendisi de İzmir’de doğup uzun yıllardır Belçika’da yaşayan bir sanatçı olarak Batı ve Doğu arasında kalan bir çok alan gibi tiyatro’nun özü de bence arada kalmış ve hatta araya kaynamış gibi duruyor. İnsanı, insana, insanla ve insanca anlatan bir estetik nasıl olur da Antik Yunan’da doğar? Antik Yunan’da doğan tiyatro değildir, olsa olsa onun konseptidir, onun lineer olma halidir. Bundan on bin yıl önceyi düşünün. Hep beraber bir ateş yakmışız. Birimiz vurduğu ayının postu üzerinde dans ederek, şarkılar söyleyerek bize ayının büyüklüğünden bahsediyor. Bazıları tahtalarla hayvan derilerinden yapılmış aletlerle sesler çıkartıyor. Birimiz makyaj yapıyor, ben ölü bir ayı objesi gibi yerde kıpırdamadan duruyorum. İnsanlar bize bakıyor, arada gülüyor, korkuyor ve ayıyı vuranın anlatımı bittiği gibi sevinçlerini paylaşıyorlar bizimle. Tiyatronun özü hayatın kendisidir. Yaşamın bir parçasıdır. Tıpkı fizik gibi, kimya gibi, matematik gibi, dil gibi yaşamın bir parçasıdır. Doğanın içinden çıkmıştır. Orada ışık vardır, müzik vardır, söz vardır, makyaj vardır, görsel sanat vardır, dans vardır. Tek bir şey yoktur, o da perde! Bir anlamda da 4. duvar.
Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Başka bir şeyin dönüştürücü gücü olduğuna inanmıyorum ben. Yani bugün Felsefe düşüncenin estetiğini tartışıyorsa, sanat da duyularımızın estetiğini tartışıyor. Hani o eskiden beri bizde var olan, doğayla diyaloğu sağlam ve evrende sadece bir zerre olduğunu kabul eden, erdemini ne tanrılara ne şeytanlara satmayan, korkularla boyun eğmeyen ama medenileştikçe kaybolan o içimizdeki çocuğun gülümsemesi gibi en berrak halimiz olan duyularımız. Onlar körelmesin diye sanat var. Onlar beslensinler diye var. Dışımız 100 yıl yaşarken içimiz ölmesin diye. Anlayamıyoruz ama algılayabiliyoruz diye var.
Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu?
Ben kendimi rüyalarımda, rüyalarımı sahnede, sahneyi dünyada arıyorum. Shakespeareyen bir söylem oldu biliyorum ama gerçek göründüğü gibi bir şey değildir. Sonradan uydurulmuş bir yaşamın, bize öğrettikleri gibi giyinmenin, yemenin, içmenin, konuşmanın, sevmenin, çocuk yapmanın gerçeklikle ilgisi yok. Bizler gündüzleri gözü açık uyuyoruz, geceleri ise gözümüz kapalı rüyalarımızda tek gerçekliğimiz ile tanışıyoruz; tekrar tekrar. Hani gözü kapalı gelirim seninle der gibi. O kadar güvenli yani. Rüyalardan besleniyorum. İnsanlardan besleniyorum. Sokaklardan, ağaçlardan, kedilerden. Bu matrix'in içinde kaçabildiğim ve sığınabildiğim her köşeden, her nefesten, her gözyaşından, her rüzgârdan ilham alıyorum ben ki ilham verebileyim. Ama kalıplardan, dogmalardan, metotlardan, kanunlardan beslenmiyorum ben.
Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
Ne güzel bir soru. Bana her yapıt adıyla gelir. Doğaya doğan çocuklar gibi. Kiraz mevsiminde doğduğu için adı Kiraz olan. Artık son çocuk olduğu için adi Songül olan gibi. Ya adı vardır çocuğun ya da bana gelirken adını fısıldar.
Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim?
Spinoza’nın tanrısı gibi en büyük sanatçı bu tabiat beni etkilemiştir ve etkiliyor. Bugün matematikteki Kaos teorisi gibi, fizikteki Kuantum teorisi gibi ya da Kairo’da şehir merkezindeki o müzenin önündeki akıl almaz karmaşıklık gibi bir “düzen” yaratan bu tabiat, bu doğa beni çok etkiliyor. Ama illa da isim istersen; Nasreddin Hoca, Ömer Hayyam, Halil Cibran, Celalettin Rumi, İspinoza, Charlie Chaplin, Kandinsky, Duchamp, Eric De Volder, Şahika Tekand, Karagöz diye aklıma geldi şimdi.
Sohbetin devamını okumak için tıklayın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder