30 Kasım 2018 Cuma

ndt 1'in istanbul tiyatro festivali gösterimleri



ndt tartışmasız dünyanın, belli bir koreografla anılmayan en iyi çağdaş dans topluluğu, aynı zamanda da en popüler; yani hem eleştirmenleri, hem seyircileri, hem de alanındaki meslektaşlarını tatmin edebiliyor. bir ndt gösterisi seyrettiğinizde, program farklı koreografların yapıtlarından oluştuğu için, dünyadaki çağdaş dansın gidişatına, güncelliğine dair bir fikriniz oluyor.

ndt1'nin istanbul seyircisine sunduğu dört yapıtlık, iki aralı, yaklaşık üç saat süren program genel olarak tatmin ediciydi.
topluluğun genel sanat yönetmenliğinden 2020 yazında ayrılacağını geçenlerde açıklamış olan, sekiz yıldır bu görevi sürdüren paul lightfoot'un, hem bütün yapıtlarında hem de hayat ortağı sol leon'la tasarladıkları birer iş akşamı açtı ve kapattı ("shut eye" ve "shot the moon") . iki leon&lightfoot yapıtı arasında, topluluğun iki yerleşik koreografının, marco goecke ile crystal pite'ın birer işi vardı.
programın en çarpıcı, en etkili, en farklı yapıtı pite'ın "the statement"ı idi. "the statement"ın benim açımdan öyle olacağı kağıt üzerinde belliydi, şaşırmadım; 28 kasım akşamki seyircinin de en çok, en güçlü, en çılgınca ve ayakta alkışladığı, en sevdiği yapıtın o olmasına ise sevindim.

.

crystal pite

eski william forsythe dansçısı, kanadalı crystal pite son yılların en üretken, en aranan ve çok yönlü koreograflarından biri. pite'ın işleri kabaca iki damardan ilerliyor. bir, kendi topluluğu kidd pivot ile dans tiyatrosuna göz kırpan, edebi tadı olan işler üretiyor; dört yıl önce münih turnesinde seyrettiğim shakespeare uyarlaması "the tempest replica" ve topluluğun sükse yapan, ses getiren, ödül alan son yapımı "betroffenheit" bunlardan ikisi.
pite'ın diğer damarı ise, büyük opera kurumlarının kalabalık bale/dans topluluklarına yaptığı, unison (bütün dansçıların aynı hareketleri yaptığı) ağırlıklı koreografilerin baskın olduğu işler; bunlardan paris opera balesi'ne yaptığı "the season's canon"a, kayıttan seyrederken bile ağzım açık, hayran kalmıştım.
pite uzun yıllardır ndt1'in de yerleşik koreografı; yani bu topluluğa düzenli olarak işler üretiyor.

pite "betroffenheit"da jonathon young ile yaptığı işbirliğini ndt1 için tasarladığı "the statement"ta da sürdürmüş. ikili şubat sonunda prömiyer yapacak olan yeni kidd pivot işi "revisor"da da beraber çalışıyorlar.
"the statement"ın "betroffenheit" ve kidd pivot'un sitesindeki açıklamadan anladığım kadarıyla "revisor" ile ortak özelliği koreografinin söz ile hareket arasında kurulan ilişki üzerine inşa edilmiş olması; kayıt edilmiş diyalogların beden yoluyla vücuda gelmesi. beden hareketi deyince bundan sadece jestler anlaşılmasın; dansçılar sadece jestler icra etmiyor, bedenlerinin bütünüyle adeta konuşuyorlar, edilen sözlerin içeriklerini bedenlerinden geçirerek dışarıya vuruyorlar.

the statement, crystal pite

"betroffenheit"tan bu koreografik tasarımı bildiğim için, "the statement"ta beni en çok etkileyen yapıtın bu özelliği olmadı.
20 dakikalık orta metraj bir yapıt olmasına rağmen "the statement"ın etkisinin bende uzun süre devam etmesine esas sebep olan, yapıtın kurgusuydu. ilk 10 dakikada gerçekleşen dört kişilik tartışmanın, sonraki 10 dakikada geriye sarılıp, parçalara bölünerek, bu sefer sözlerin birebir dışavurumunun değil, tartışmanın kişiler üzerinde yaptığı/yarattığı psikolojik etkilerin bedensel karşılıklarının dışavurulması bence yapıtın en can alıcı, en ilginç ve beni heyecanlandıran -kurgusal- özelliğiydi.
tartışmanın; detayları verilmeden, ama sezdirilerek günümüzün devletlerinin veya gizli servislerinin pis işlerine göndermelerde bulunan içeriği etkili, tek bir büyük bir masa etrafında, altında, üstünde dönüyor olması etkileyiciydi.
"the statement"ın kurgusal tasarımından sonraki en nefes kesici ve olağanüstü özelliği ise, sahne mekanının genelini ve masa nesnesinin (altını, yanını ve özellikle de farklı mesafelerde üstünü) kullanan, tom visser'e ait atmosferik ve dinamik ışık tasarımı idi.

.

woke up blind, marco goecke

programın diğer ara-yapıtı "woke up blind"; müzik seçimiyle (iki jeff buckley şarkısı), sadece sade bir ışık tasarımının hakim olduğu boş sahnesiyle ve hızlı jest, mimik ve el-kol hareketlerinden oluşan ayrıksı hareket tasarımıyla tipik bir marco goecke işiydi.
goecke günümüz çağdaş dans dünyasında kendine özgü hareket kalitesi ve vokabüleri yaratmış az sayıda koreograftan biri. onun bir yapıtını seyrettiğinizde tanımamanız mümkün değil; çok kendine has bir dünya yaratıyor sahnede ve bunu sadece ve sadece hareket tasarımıyla, beden kullanımıyla (nefesle, sesle, hareketin tasarımının yanısıra hızıyla oynayarak) yapıyor. goecke ne belli bir anlatıya ihtiyaç duyuyor, ne komplike ışık tasarımlarına, ne video görüntülerine, ne de devasa, dönen, kalkan inen, dökülen, fışkıran sahne tasarımlarına. belki ona özgü hareket tasarımının yanına bir de müzik seçimini eklemek lazım, çünkü müzikler hareketlerin ayrıksılığıyla aynı frekanstalar. bütün bu saydığım özelliklerinden dolayı goecke'yi önemsiyorum ve seviyorum. (daha önce onun hakkında uzunca yazdım, merak eden tıklayabilir)

.

istanbul seyircisi ndt'yi yakından tanıyor; en azından benim takip ettiğim kadarıyla şehrimize daha önce dört defa geldiler: bir kere ndt1 (2004), üç kere ndt2 (1994, 2010, 2012).
ndt1'in istanbul'a tekrar bir turne yapması şahane bir olay. 28-29 kasım'daki istanbul tiyatro festivali kapsamındaki iki gösterinin kapalı gişe olmasından, istanbul seyircisinin tanımak dışında ndt'yi sevdiği de anlaşılıyor. dolayısıyla keşke istanbul'a üç-dört yılda bir gelseler. onları kim getirirse; ister iksv ister zorlu, bilet satma konusunda pek zorluk yaşamayacağı kesin.

ancak; her ne kadar, kalitesi tartışmasız ndt'nin bir kere daha istanbul'a konuk olmasından memnun ve seyrettiğim gösteriden genel olarak tatmin olsam da, iksv onları özel program olarak getirebilecekken neden tiyatro festivaline dahil edilmiş olduklarını anlamış değilim.

tiyatro festivali'nin programına dans alanında, popülerlikten ziyade kilometretaşı olmuş veya yeni  şeyler deneyen koreografları ve toplulukları almak daha doğru bir tercih olmaz mı.
iki sene önceki festivalde christian rizzo adeta nefes kesiciydi, ama maalesef ndt gibi salonu dolduramamıştı, ki zorlu'nun küçüğündeydi. dolayısıyla festival direktörü leman yılmaz risk almakta çekiniyor olabilir haklı olarak.

dans alanında çok çok önemli isimlerden maguy marin'in hala istanbul'a davet edilmemiş olması büyük bir ayıp değil mi. müthiş üretken anne teresa de keersmaeker istanbul'a tekrar tekrar gelmeyi hak etmiyor mu. yenilerden; pite'ı kendi topluluğu kidd pivot ile seyretmek, böyle ekmek arası döner misali seyretmekten daha doyurucu olmaz mı. hadi, büyük ihtimalle yapıtlarının içerdiği çıplaklıktan dolayı dimitris papaioannou veya alain platel getirilemiyor istanbul'a, yapıtlarının neredeyse hiçbiri çıplaklık barındırmayan wayne mcgregor'u veya peeping tom'u bir an önce istanbullu dans severlerin ve öğrencilerinin karşısına çıkarmak isabetli olmaz mı.

velhasıl; ndt1 istanbul tiyatro festivali'nde enerjiyi ve heyecanı yükseltti, belli bir kalitesi de olduğu yadsınamaz, ancak pite bir kenarda tutulursa dansa yeni bir bakış açısı sundu mu, görüşümüzü genişletti, nefesimizi kesti mi, sanmıyorum. estetik açıdan güçlü, hareket eden tablolar seyrettik, o kadar!

26 Kasım 2018 Pazartesi

"white on white" hakkında bu da böyle aşırı samimi bir yazı


bahar temiz'i tanımıyordum. ağustos sonunda berlin'e tanz im august'a gittiğim haftasonunda onun da bir işi vardı programda, seyrettim hayran kaldım, hakkında yazdım (buradan ulaşabilirsiniz). temiz'le facebook'ta, instagram'da arkadaş, takipçi olduk. ekim'de paris'teyken buluşmak istedik, kısa sürede çok şey seyredebilmek için tıklım tıklım doldurduğum programımda boşluk bulamadım bir kahvelik. istanbul tiyatro festivali programı açıklanmıştı ve temiz'in de bir işi vardı festivalde, nasıl olsa istanbul'a gelecekti, rastlaşacaktık.
geçen hafta moda sahnesi'ndeki bir gösterinin bitiminde birbirimize merhaba dedik, ayaküstü sohbet ettik. hemen o zamana kadar festivalde seyrettiğimiz işleri çekiştirdik. ben "il teatro comico"yu aşure gibi içine her şey konmuş bulduğum için sevmediğimi söyledim, bir tek video kullanımı eksikti dedim, o da "hmm, bakalım benim işi nasıl bulacaksın o zaman" dedi ve "ama mutlaka fikirlerini açık açık paylaş, alınmam" diye ekledi. rahat, kompleksiz, çevresiyle barışık, eleştiri kaldırır hali okunuyordu zaten üzerinden.

cumartesi bir heyecan uniq hall'ün yolunu tuttum, sekizinci sıra ortadaki şahane yerime kuruldum, bahar'ın "white on white"ına kendimi hazırladım. perde açıktı: bomboş bir sahne, solda bir ayaklı mikrofon, yine solda arkada yanyana iki şerit beyaz perde, ortada tepede bizlere döndürülmüş kocaman bir spot.
bahar siyah bikiniyle sahneye geldi. endüstriyel gürültüleri andıran bir ses peyzajında hareketler yapmaya başladı. bir yerlerden tanıdık geliyordu hareketler bana; ya flamenko dansını, ya klasik baleyi, ya çağdaş dansı andırıyordu hareketler. bahar'ın fizikalitesi güçlüydü, duruşu etkiliydi.
bu ilk sekans bitince, bahar sol ön köşeye yürüdü, bizlere arkası dönük bikinisinin üstünü çıkardı, yerdeki tulumvari kıyafeti geçirdi üzerine. mikrofonu aldı ve dönerek sakin bir ruh haliyle bize önce almanca sonra türkçe "sakin olun", "bana güvenin", "her şey iyi olacak" ve benzeri telkinlerde bulundu. sonra sahnenin ortasına geçip tulumunun içinde oldukça yavaş hareketler yapmaya başladı, meditatif bir kalitesi vardı hareketlerinin. o sırada sol arkadaki perdelerin üzerine, ama perdelerin iki tarafından arkadaki siyah duvara da taşarak çeşitli görüntüler yansıtılmaya başlandı. önce soyut lekeler zannettiğim görüntülerin, üzerinde oynanmış insan fotoğrafları olduğunu fark ettim zamanla. bazısı renkli bazısı siyah beyazdı. görüntüler zamanla dijitalleşiyor ve gerçekliklerini kaybedip desenlere dönüşüyorlardı.

görüntüler o kadar anlamsız, görüntülerin perdenin iki yanından taşıyor olması özensiz, bahar'ın hareketleri o kadar alakasız ve etkisiz gelmişti ki, dikkatim dağıldı, sıkıldım, biraz da sinirlendim, aptal yerine konuyormuşum gibi hissettim. bir yandan da acıktığımı fark ettim. akşam oradan zorlu'daki "gece sempozyumu"na gidecektim, arada yemeğe vaktim olmazsa diyerek yanıma cevizli sucuk almıştım ve daha saat yedi bile olmadan karnım acıkmıştı.
çantamdan cevizli sucuğu çıkardım ve yemeğe başladım, evet, gösteri devam ederken ben cevizli sucuk yiyordum. ne zaman sucuğum bitti, herhalde beynime enerji gitti, birden o ana kadar seyrettiklerim zihnimde anlam kazandı. cevizli sucuk  "aydınlanmamı" sağlamıştı.

çıkışta bir arkadaşa da anlattım: süprematistlerle, soyut sanatla, soyut ekspresyonistlerle, dada'yla; ister dans olsun ister plastik sanatlar ister edebiyat, aram çok iyi değil. o yüzden mesela dans alanında lucinda childs, trisha brown, mark morris gibi amerikan koreograflarından haz etmem, çünkü bana bir şey vermezler. maalesef sanat eserlerinde anlam arayan, duygu arayan, ruh arayan, ancak o şekilde bir sanat eseriyle ilişki kurabilen, herhangi bir şekilde anlam/duygu/ruh bulduğumda o eser hakkında fikri olan, beğenen veya beğenmeyen biriyim. eğer soyut ve anlamsız bir şeyden zevk almışsam, mutlaka o işin arkasında matematiksel, sistemsel ve ayrıca da takıntılı bir taraf vardır; merce cunningham'ın bütün olmasa da bazı yapıtlarında olduğu gibi mesela.

bahar'ın işinde anlamı/ruhu/duyguyu bulmuştum. ilk bölüm günlük hayatın hayhuyunu, kaosunu anlatıyordu; o birbirleriyle ilişkisiz, kopuk, bildik dans hareketleri bunu anlatıyordu. sonra tulum içinde bir hemşire/doktor/iyileştirici/şaman gelmiş bize sakin olmamızı, ona güvenmemizi söylemişti; demek ki ölüyorduk. şaman bizi meditatif hareketleriyle öbür dünyaya taşıyacaktı. video görüntüleri de anlam kazandı; desenlere dönüşen insan figürleri bu dünyadan göçmeyi, unutulmayı, toza/dijitale karışmayı anlatıyordu.

kendimce bu hikayeyi yazınca dört gözle sahneyi takip eder oldum. ne zaman bahar video görüntülerinin arkasında kayboldu, çıktığında siyah mini elbiseliydi ve sahnenin ortasına gelip bu sefer enerjisi yüksek dans etmeye başladı, sahnenin tamamı da kıpkırmızı bir ışıkla kaplanmıştı.
işte, hikayem devam ediyordu: öbür dünyaya gelmiştik artık; cehennemdeydik, çılgınca dans ediyorduk. pür dikkat ve hayranlıkla izledim bahar'ı.

bu üçüncü sekans bitince bahar tekrar mikrofona gitti, türkçe işin künyesini söylemeye başladı; ilk sahnedeki müzik bülent arel'in 1970'lerde yaptığı bir ses tasarımındanmış, kostümü belçikalı bir modacı tasarlamış. bahar, gösteriyi birlikte tasarladıkları marc vanrunxt ile nasıl tanıştıklarını ve bir sürü başka künye detayını da verdi konuşması sırasında. sonra slyvia plath'in bir şiirini okuyacağını söyledi, solda ayaklı mikrofonun orada şiiri ingilizce okudu. şiir biter bitmez mekanı kemanların hakimiyetinde oryantal bir müzik sardı. bir kaç nota sonra arabesk dinlediğimizi anladık. bahar sahnenin tam aksında en arkasına gidip oradan öne doğru yürüyüp, sahnenin en önünde kollarını yavaş yavaş yukarı doğru kaldırırken mekanı bülent ersoy'un yanık sesi sarmış, efkar'ın geçtiği şarkı sözleri bedenlerimize işlemeye başlamıştı ki, "white on white" sonlandı.

gösteri sonrasında konuştuğum arkadaşın dediği gibi "ortaya karışık, kafalar karışık" bir iş miydi "white on white" gerçekten?
"il teatro comico"yu beğenmezken "içinde yok yok" diyen ben, hele de içinde son yıllarda avrupa'da seyrettiğim bir çok çağdaş dans gösterisinde olan "konuşma", "bir modacıya tasarlatılmış kostüm", "video", "alakasız müzikler", "eklektik hareketler", "disco vibe'ı" gibi hiç sevmediğim öğeler barındıran bu iş için neden o arkadaşla aynı fikirde değildim.
bahar ile marc vanrunxt'un bülent arel'den bülent ersoy'a çizdikleri hat bana çok tutarlı ve sağlam gelmişti de ondan. başka bir arkadaşın sorduğu gibi ersoy olmasaydı da olur muydu, eksikliği duyulur muydu, hayır duyulmayabilirdi ama bence fazla da değildi; kişisel alımlamamda "ölüm" ile ilişki kurduğum bir işin "efkarlı" bitmiş olması çok anlamlıydı!

çamurdan performatif tablolar: tierra efímera



atta bebekler ve çocuklar için uluslararası sanat festivali bu sene üçüncü defa gerçekleşiyor. ilk iki yılında seyrettiğim bütün gösterileri çok beğendiğim (ve blogumda da haklarında yazdığım) festivalde bu sene de seyrettiğim ilk gösteriden memnun çıktım; ispanyol-fransız colectivo terron (çamur kolektifi) topluluğu "tierra efimera" adlı gösteriyle beni büyüledi.

ışıklar kararıyor, alacakaranlığın kırmızı loşluğunda garip bir ses sarıyor her yeri. başta anlamıyoruz nereden ve nasıl geldiğini, neden çıktığını sesin; sanki yoktan varoluyor evren.
loşluk aydınlığa döndükçe, sesi perdeye arkadan püskürtülen suyun çıkardığını anlıyoruz. sahneyi kaplayan beyazperde suyla yıkanıyor. hayatın temel kaynağı ve başlangıcı su, gösterinin de teknik olarak gerçekleşmesini sağlayan ana öğe oluyor böylece.

"tierra efímera" seyirciye; arkasından bütünüyle ıslatılan beyazperdenin üzerine, yine arkadan farklı şekillerde (şırıngayla, fırlatılarak, püskürtülerek) ve farklı yoğunluk ve miktarlarda atılan çamur malzeme yoluyla, belli bir anlatı çizgisi takip etmeyen görsel tablolar sunuyor. yaklaşık 40 dakika boyunca şehrin sokaklarından çiçek tarlalarına, video oyunlarından uzayın derinliklerine özgürce seyahat ediyoruz. bazı sekanslardaki tablolar soyut, bazıları figüratif; ancak hepsinin oluşum süreci performatif, aynı zamanda birbirlerine dönüşmeleri de.

performatif çünkü resimler/çizimler o anda ve belli bir süreçte oluşuyor/ortaya çıkıyor. ayrıca çamur ve su gibi organik malzemelerin davranışları bir dereceye kadar öngörülebilir olsa da, çok da kontrol edilebilir olmadığı için eminim tablolar her defasında farklı çıkıyordur.
ışık arkadan verildiği için, bazı sekanslarda beyazperdeye icracıların parmak, el ve kollarının gölgelerinin düşmesi de gösterinin performatifliği arttırıyor. bu kısımlar görsel olarak da daha etkili ve derinlikli.





topluluk üyeleri gösteri sonrasındaki kısa takdim konuşmasında; kolektif olma durumlarının ve çamur gibi bedava ve her yerde bulunabilen bir malzemeyle çalışıyor olmalarının altını çizdiler.
gösteri sanatları içinde bu gösteriyi tarif edecek bir tür var mı bilmiyorum, benim aklıma "çamur tiyatrosu" gibi bir tanım geldi. dünyada bu malzemeyle bu tip iş üreten başka gösteri sanatları toplulukları var mı, onu da bilmiyorum.

istanbullu çocukları ve meraklı yetişkinleri çamur kolektifi (colectivo terron) ile tanıştırdığı için atta festival ekibine yürekten teşekkürler.
festival 9 aralık'a kadar devam ediyor; bence festivalde bir gösteriyi gözünüze kestirin ve bir bilet alın, pişman olmayacaksınız.

25 Kasım 2018 Pazar

robert lepage'ın "hamlet"ten yaptığı kolaj



bir akıl hastanesi hücresinde yatan, muhtemelen şizofren bir adam ve o adamın zihninden geçenler.
adamın; zihninden geçen mekanlar hep o hücrenin bir versiyonu, zihninden geçen karakterler hep kendisinin bir versiyonu, zihninden geçen olaylar ise william shakespeare'in en tanınmış oyunlarından, kısaca "hamlet" diye bilinen "danimarka prensi hamlet'in trajedisi"nden.
adam; günümüzde yaşadığı için olayları zihninde günümüze uyarlıyor ve muhtemelen tiyatrocu olmadığı ve ruhsal bir sorunu olduğu için onları shakespeare'in yazdığı sırayla zihninden geçirmiyor, kendi kolajını yapıyor.
adam kendini büründürdüğü her karakteri, yaşadığı zamanın, yani çağımızın, uzak (televizyondan) ve yakın (mahallesinden) çevresinden tanıdığı, bildiği, gördüğü tipik figürlerle özdeşleştiriyor.
adamın zihninden geçen mekanlar kesin çizgilerle birbirlerinden ayrılmış değiller, aynı bir kabus veya rüyada olduğu gibi, aynı zihinde serbestçe uçuşan düşünceler gibi birbirlerinin içine akıyorlar.

"hamlet I collage"; shakespeare'in, 14-15. yüzyıllarda geçen bir hikayeyi temel alan oyun metinlerinden esinlendiği ve 17. yüzyılın ilk yıllarında yazdığı oyunun 21. yüzyılda robert lepage tarafından; bir sürü yere dönüşen tek bir mekanda ve bir sürü (toplam 11) karaktere bürünen tek bir oyuncuyla yapılmış bir sahne uyarlaması.

oyunun hikayesi özünde; hamlet adlı kişinin, hayalet olarak karşısına çıkan babasının ona nasıl ve kimler tarafından öldürüldüğünü söylemesi üzerine, o kişilerden aldığı intikamı anlatır.
hayalet diye bir şey var mı gerçekten? belki 14.-15. yüzyıllarda veya 17. yüzyılda inanılırdı hayaletlere, peki hala inanıyor muyuz?
babasının hayaleti hamlet'in zihninin, hayalgücünün ürünü değil mi? hiç bir dayanağı olmayan, bir hayalet gibi yoktan varolan kendi şüphesinin, kendi zihninin kendisine oynadığı bir oyunun sonucundaki davranışları nedeniyle kendisiyle birlikte bir çok insanın mahvına ve acı sonuna sebep olan birisi değil mi hamlet?

bir sürü "hamlet" uyarlaması seyrettim/k, tek kişilik "hamlet" uyarlamaları seyrettim/k. sanırım "hamlet"i bu biçimde uyarlayan daha önce çıkmadı; hamlet'in hikayesini, hücresindeki bir köşeye kıvrılmış bir şizofrenin zihninden bakarak, onun sanrıları yoluyla anlatan.

shakespeare'in oyunlarını (ve diğer klasik metinleri); oyunlardaki olayların geçtiği zamanlardan farklı zamanlara, örneğin günümüze, geçtiği yerlerden farklı yerlere, örneğin tanıdık coğrafyalara uyarlamak tiyatro ve sinema yönetmenleri tarafından yıllardır uygulanan bir yöntem.
özünde tiyatro, sahnede "gerçek"leşenlerin seyirci tarafından -mış gibi olduğunun kabulü, yani oyuncular ile seyirciler arasında imzalanmış karşılıklı bir anlaşma üzerine kurulu bir sanat olsa da; eski tarihli metinler söz konusu olduğunda o metinlerdeki çoğu repliği, kişi ve yer ismini değiştirmeden başka zamana/yere alan uyarlamaların -mış gibiliği daha iğreti değil mi; yani -mış gibi yapmanın çifte kavrulmuş hali? tabii bir kere -mış gibiliği kabul ettikten sonra onun katmerlenmesinin önemi kalır mı diye de sorulabilir.
bence robert lepage hem uyarladığı metnin hikayesini oluşturan/başlatan/kuran temel duruma, hikayenin özüne, ana fikrine sadık kalıyor, hem de hiç iğreti olmadan onu sahnelediği yapımın gösterim yaptığı zamana ve yere taşıyor. bence bu kadar zekice olunamazdı.



"hamlet I collage"ının biçimine gelirsem;
lepage o tek oyuncuyu havada asılı duran, x-y-z koordinatlarında üç yüzeyi bırakılmış yarım bir kübün içine yerleştirmiş ("delilik" olarak tarif edeceğim sahne tasarımı carl fillion'a ait). yarım küp yavaşça dönüyor; aynı bir rüya tekinsizliğinde.
zemin, tavan ve duvar olarak tanımlanabilecek yüzeyler kübün her hareketinde değişiyorlar, dolayısıyla zemini, duvarı ve tavanı tanımlamak imkansızlaşıyor; aynı, bir rüyada veya zihnimizde kurduğumuz hayali mekandaki koordinatların serbestleşmesi gibi.
lepage yarım kübün yüzeylerine projeksiyonla görüntüler yansıtıyor. bunlar; hikayenin geçtiği farklı yerleri temsil eden görüntüler olduğu gibi, oyuncunun canlı veya önceden kaydedilmiş büyük boy görüntüleri de olabiliyor.
lepage her sahnede yüzeylerde farklı büyüklükte farklı konumlarda delikler açıyor; bunlar kah kapı, kah pencere, kah mezar çukuru (alttan yukarı, yani çukurun dibinden/içinden yukarı doğru bakılan!), kah salon tavanı, kah kale burcu merdiven boşluğu oluyor.
lepage bu deliklerden objeler ve eşyalar çıkartıyor; mum, kitap, çekmece, kontrol masası, lavabo..
lepage bazen yarım kübün sınırlarını ve sahne zeminini kullanıyor; kübün üstüne, yanına, altına konumlandırıyor o tek oyuncuyu. bazen küp hareket ederken de bunu yapıyor. oyuncu her an tekinsiz bir durumda. hiç bir anda ayaklarının altında sağlam bir zemin yok. aynı, rüyalarda veya zihindeki hayali mekanlarda olduğu gibi.

lepage bütün bunları yaparken, evet bir yandan gösterinin iksv tarafından üzerine basa basa reklamı yapıldığı üzere bir "multimedya dehası" olarak harikalar yaratıyor, ancak yapımın özüne baktığınızda  sahnede esas tıkır tıkır işleyen mekanik bir düzen var. lepage makinaları seviyor; az çok her işinde sahnede mutlaka bir harikalar makinası yer alıyor; yani lepage'ın zanaatkarane bir tarafı var es geçilmemesi gereken. aslında lepage bu anlamda antik yunan'dan rönesans ve baroğa uzanan sahne mekaniği geleneğinin günümüzdeki temsilcisi.

hayalet sahnesi, ophelia’nın intihar sahnesi, polonius’un eski doğu bloku ülkelerinde insanları gözetleyen gizli polislerin şefi gibi kontrol odasında olduğu sahne ve öldürülme sahnesi, mezarlık sahnesi, hamlet ile rosencrantz ve guildenstern’in karşılaştığı ilk sahne, kafatası yorick'in bir röntgen levhası olarak nesneleşmesi, hamlet’in ingiltere'ye yollanacağını öğrendiği kral ile yemek sahnesi; lepage her birini akıldan çıkmayacak güzellikte tasarlanmış.

lepage iki sahnede o tek oyuncuyu yarım kübün tam ortasındaki boşlukta konumlandırıyor; ayaklarının altından bütünüyle zemini çekip alıyor. dolayısıyla lepage'ın oyuncusu sadece üstün oyunculuk kabiliyetine değil, akrobatik hünere de sahip olmalı ve bunları gösterebilmeli. lepage'ın oyuncusu bir karakterden diğerine bazen anlık mimik bazense anlık aksesuar yardımlı değişimlerle dönüşebilmeli.
yıllar önce danimarka'da, sahneye koymanın yanısıra bizzat oynadığı bu yapımı moskova uluslar tiyatrosu için yeniden ele aldığında lepage'ın elinde usta bir oyuncu var: bu sene festivalin onur ödülünü de alan evgeny mironov. mironov sahnede harikalar yaratıyor; bir bukalemun gibi rolden role geçiyor, bir akrobat gibi rahat ve esnek, oyunun sıkı hareket matematiğini bir an olsun aksatmıyor.

oyunun rüya/zihiniçi atmosferini oluşturan bütün özellikleri, yani; yavaş ritmi, kübün yüzeylerinin bir yerden diğerine geçerkenki bulanık görselliği (enfes video görüntüleri lionel arnould'a ait), her karakter için mironov'un mikrofon sesiyle oynanmış olması ve müzik (ses tasarımı ve hipnotik müzik josuė beaucage'a ait) bana aleksander sokurov’un “anne ve oğul”,  “baba ve oğul” ve "alexandra" filmlerinin atmosferini çağrıştırdı. tabii bunda rusça duymanın da etkisi var hiç kuşkusuz.

robert lepage kendi topluluğu ex machina'nın bir yapımı "needles and opium" ile iki yıl önce festival programındaydı, biletleri satışa çıkmıştı. o dönemde türkiye'nin içinde bulunduğu tehlikeli ortam nedeniyle oyuncular gelmek istemedikleri için gösterimler iptal oldu. iksv tiyatro festivali iki yıl sonra, sahne tasarımı olarak o yapıma çok benzeyen başka bir lepage işini istanbul seyircisinin karşısına çıkardı.
yurtdışında üç farklı yapıtını seyrettiğim ve günümüzün en önemli tiyatrocularından biri olduğunu düşündüğüm robert lepage'ı ve sanatını istanbullularla tanıştırdığı için festival direktörü leman yılmaz'a ve tüm ekibe yürekten teşekkürler.

son bir not da iksv'ye:
internette küçük bir araştırma yapınca, bu yapımın rusya dışında sadece singapur'a turne yaptığını öğrendim. keşke istanbul tiyatro festivali'nde dili ingilizce olmayan yabancı oyunlara sadece türkçe değil ingilizce de üst/yanyazı konulsa. amsterdam'ın ünlü holland festival'de böyle mesela; felemenkçe dışında ingilizce üstyazı var. bu sayede festivale hem yurtdışından özel olarak hem de o sırada şehirde bulunan turistler seyirci olarak çekilebiliyor. en basitinden bu rusça oyuna istanbul'daki bir çok yabancı konsolosluk ve okul çalışanı gelememiştir.

22 Kasım 2018 Perşembe

TEB Oyun 39 / Güz 2018



İmparatorluktan Cumhuriyet'e Ermeni Tiyatrosu ve Yersiz Yurtsuz Kalmış "Unutulan" Kadın Oyuncular NİHAL KUYUMCU
Nesrin Kazankaya'nın Oyunlarındaki Trajik Özellikler AZİME AYDOĞMUŞ
İKİ İzleyiciyle Düşünsel Bir İletişim Kurmaya Çalışıyorum SEMİH FIRINCIOĞLU
İKİ Oyuncuları Deneyimlerini Anlatıyor
İKİ ya da Daha Fazla ÖZLEM HEMİŞ
Seyirci İzlenimleri
Mek'ân Sahne'nin Kadınları ENGİN BAYSAL - ZEYNEP KIZILGÖL
Türkiye'de Feminist Tiyatro Feminist Tiyatroculara Sorduk TİJEN SAVAŞKAN
Türkiye'de Feminist Tiyatro Yapılabilir: Tiyatro Boyalı Kuş JALE KARABEKİR
"yeraltı" Tiyatro Kolektifinde Feminist Dramaturjinin Serüveni HAKAN ALTUN
Üniversitede Feminist Tiyatro FEMİNİST ÇABA
Tanıdık ve Saklı Kadın Hikâyeleri HANDAN SALTA
Allahaısmarladık Cumhuriyet Yeniden TİJEN SAVAŞKAN
Yetti Artık (Enough is Enough) PINAR ÖĞÜN - MELTEM ARIKAN
Feminist Dramaturjiyle Direnme: Flight of the Escales'den No Way Out MERAL HARMANCI
Nederlands Dans Tiyatrosu 2 İzmir'deydi NALÂN ÖZÜBEK
Nilüfer Belediyesi Sahne Eseri Yazma Yarışması Sonuçlandı M. FATİH ÖLEKLİ
2018 Yazında Ege'de Tiyatro Festivalleri NALÂN ÖZÜBEK
Oyunlarda Kadınlardan Oyunlarda Kadınlar'a Feminist Eleştirel Bir Okuma Modeli ELİF CANDAN

19 Kasım 2018 Pazartesi

piccolo teatro di milano’da hüsran



roberto lantini'nin yönettiği goldoni uyarlaması "il teatro comico" (komik tiyatro) kıvamı tutturulamamış aşure gibiydi. yani "gösteri" denince akla gelecek her şeyden biraz vardı; bir tutam fiziksel tiyatro, bir nebze cirque du soleil, biraz parıltılı konfeti, biraz duman, kulağa hoş ve aşina gelen müzik, biraz o, biraz şu. valla bir tek video eksikti, ne zaman çıkacak diye bekledim. en hayal kırıklığına uğradım şey ise, kieslowski'nin filmleriyle (hem "üç renk: mavi" hem de "veronika'nın çifte yaşamı") özdeşleştirdiğim müziklerin kullanımıydı. her ne kadar ortaya karışık da olsa diğer her şey özgün tasarımdı, keşke müzik de bütünüyle öyle olsaydı.

ama neticede "komik tiyatro" neyse ki aşureydi; içi çiğ kalmış kek veya altı pişmemiş börek yenmez ama kıvamı tutturulamamış, içine akla gelen her şey konmuş aşure ne olsa aşuredir ve yenir. lantini'nin "komik tiyatro"su da seyrediliyordu.

seyrediliyordu ama doğrusu bu kalitede; iyi oynanmış, havalı ışık tasarımı olan, kostüm ve sahne tasarımı özenli, postmodern bir yapıma avrupa'da, örneğin almanya'nın herhangi bir şehrindeki herhangi bir ödenekli tiyatroda rahatlıkla rastlarsınız. yani, bu kalitedeki yapımlar avrupa'da bir standarttır zaten; çıta seviyesi buradan başlar. eh o zaman da insan sormadan edemiyor: böyle sıradan bir yapımın istanbul tiyatro festivali'nde ne işi var?

17 Kasım 2018 Cumartesi

yoann bourgeois'dan "celui qui tombe"



ahşaptan büyük, kare bir platform. önce; havada, asılı hareket ediyor, bazen düz bazen açılı. sonra; zeminden yükseltilmiş bir düzenekle döndürülüyor, hızlı, yavaş, saat yönünde, ters yönde. sonra; tam ortasından tek bir direğin ucunda tutturuluyor, kontrolsüzce her an her yöne her açıya meylediyor. sonra; zeminle tam dik açı yapacak duruma getiriliyor; sert, sarp. sonra; salıncak gibi iki yönde sallandırılıyor.

platform bütün bu farklı halleri alırken kah üzerinde, kah altında kah yan taraflarında altı kişi var. bu altı kişinin her biri, platformun her farklı haline göre kendi bedenini ve hareketlerini, ve diğerleriyle olan ilişkilerini adapte ediyor. bu altı kişi bazen tekil olarak davranıyor, bazense topluluk olarak hep birlikte davranıyorlar.

platform her seferinde tehditkar, tehlikeli, hakim; oyunun kurallarını yani üzerinde durma (hayatta kalma) kurallarını o belirliyor, ta ki son haline kadar.
o son salıncak halinde platformun hareketini belirleyen, yöneten, yönlendiren artık platformun kendisi (ya da platformu yöneten sahne teknisyeni) değil, o altı kişi. onlar istedikleri gibi platformun hızını belirliyor, ama platform için kendi belirledikleri davranış şekli ve seçtikleri hızdan, zaman geliyor onlar muzdarip oluyor, inciniyor, hatta kurban veriyor.

nesnenin kendi halleri/doğası (ya da kurduğu oyun da denebilir) ne kadar tehlikeli de olsa üzerinde/altında/yanında hareket edenlere sadece zorluk çıkarıyor, öldürmüyor. nesnenin insanı soktuğu zorlu haller insana bireyselliğini, toplumsallığını sorgulatıyor, yardımlaşmaya zorluyor, dayanışmayı öğretiyor.
nesnenin kontrolü ne zaman insanlara geçiyor, nesne onların elinde bir noktadan sonra oyunsu halinden çıkıp, tehdite, öldürücü bir silaha dönüşüyor; belki isteyerek değil ama kaçınılmaz bir şekilde.










geçtiğimiz pazar, 11 kasım günü istanbul'da ilk defa yoann bourgeois'ı seyrettik. bourgeois son yıllarda fransa'da oldukça popülerliği artan bir sanatçı; koreograf, dansçı, akrobat, yeni sirk sanatçısı. biyografisindeki ilginç detaylardan biri, çağdaş dansın önemli isimlerinden maguy marin'in topluluğunda dört yıl dans etmiş olması. geçen sonbaharda paris'in ikonik yapılarından pantheon'da gerçekleştirdiği yere-özgü (site specific) işi ise büyük övgülerle karşılandı. bu işi şiirsel bir dille kayıt altına alana 50 dakikalık enfes bir film var. (merak edenler tıklayabilirler)

bourgeois istanbul seyircisinin karşısına dört yıldır turnede olan "celui qui tombe" (düşen adam) adlı işiyle çıktı. gösterinin haberinin açıklandığı o yaz gününden beri, sonbaharı iple çekmeme neden olan, bu kışın en heyecanla beklediğim işlerinden biriydi.
ekim'de paris'te bourgeois'nın en yeni işi "scala"yı da seyredip büyülenince, hem "celui qui tombe"dan beklentilerim iyice artmıştı, hem de onu ünlü eden eski bir işini de seyredecek olmaktan dolayı sevinçliydim.

"celui qui tombe" beni hayal kırıklığına uğratmadı; az ve öz malzeme (bir platform ve altı dansçı) ile, her seferinde şartları değiştirerek neler yapılabileceğine, yapılanların sırf yapılmış olmak, heyecan veya farklılık yaratmak için yapılmadığına, anlamla da yüklü olabileceğine, ancak o anlamların/mesajların direkt değil dolaylı bir şekilde seyirciye geçirilebildiğine, ve bütün bunları yaparken şiirsel, estetik ve eğlenceli olunabileceğine çok güzel bir örnekti bu gösteri.
esinlenmiş midir bilemem, ama ilk sahne bana giacometti'nin "piazza"sını hatırlattı.



"celui qui tombe" hem sahne tasarımı olarak müthiş bir teknik bilgi ve beceri, hem de bedenlerini ustaca kullanan dansçılar gerektiriyordu.
eğer cirque du soleil değilseniz, devasa bir platformu havada hareket ettirebilecek ve daha sonra başka bir çok farklı kullanıma uyarlayabilecek şekilde tasarlamak ve bu tasarımı uygulamaya geçirmek öyle çok da kolay bir iş olmasa gerek. bourgeois her işinde bu anlamda sınırları zorluyor.
dansçılar da çok iyiydiler; platformla kurdukları ilişkiler, bedenleri kullanış şekilleri, hele de platform salıncağa dönüştüğünde onun tarafından çarpıldıklarında veya sürüklendiklerindeki hareketlerinin ve bedenlerinin zarifliği müthiş estetikti.

fransız kültür merkezi 1990 yılındaydı yanılmıyorsam, philippe genty'i getirmişti istanbul'a. harbiye muhsin ertuğrul sahnesi'ndeki gösteriyi hala unutamıyorum, daha önce hiç öyle bir şey seyretmemiştim; büyülendiğimi hatırlıyorum.
yıl 2018; fransız kültür merkezi ayağımıza yine farklı bir dünyayı getirdi, bizleri gösteri sanatları alanında yeni yeni parlayan bir yıldızla çok geciktirmeden tanıştırdı. yürekten teşekkürler!

15 Kasım 2018 Perşembe

ndt 1'in 28-29 kasım istanbul turnesi

marco goecke bedeni kullanış şekliyle günümüzün en ilginç koreograflarından biri.

ndt 2'nin haziran'daki izmir turnesindeki "wir sagen uns dunkles" ayrıksı, şahane bir şeydi; ilk defa bir goecke yapıtı seyretmiş ve afallamıştım. o yapıtıyla hem goecke hem yapıtın başrolünde dans eden erkek dansçı hollanda'da zwan ödüllerine aday oldular. goecke ve bu işi hakkında bir yazı yazmıştım; merak ederseniz tıklayın.

şimdi, bir goecke yapıtını daha canlı seyretme şansımız var: ndt 1'in 28-29 kasım'daki istanbul turnesinde goecke'den "woke up blind". programda bir de cyrstal pite'tan "the statement". bu ikisi için o gösteri kaçmaz; benden söylemesi!

goecke tarzı nasıl? diye merak ediyorsanız, fikir versin diye:

ancaakkk;
ndt 1'in tiyatro festivali kapsamındaki istanbul turnesi biletleri çok pahalı diyorsanız, ya da o akşamlarda başka işiniz varsa, işte benden size bir teselli: turne programının tartışmasız en iyi işi, crystal pite'ın "the statement"ının tamamını aşağıdaki linkten ücretsiz seyredebilirsiniz:

https://culturebox.francetvinfo.fr/danse/danse-contemporaine/nederlands-dans-theater-1-stop-motion-the-statement-280151?fbclid=IwAR2L58lT7r7hJ0wQ6faoZcdcGtidjvPLhRWqQrorhWpuvi31-tb6hx4GIQ8 keyfini çıkarın! ;)

12 Kasım 2018 Pazartesi

damardan bir yorum: bory'den "orphee et eurydice"


sahnenin zeminini bütünüyle kaplayan kapkara bir bez orfeus'un döngüsel hareketleriyle merkezde toplanır, hemen bu sahnenin devamında euridike'nin üzerine siyah paltolar atılır ve sonunda euridike o kara yığının içinde kaybolarak yeraltı (ölüler) diyarına indirilir; yani sahnenin altına alınır. son perdede, euridike'nin orfeus'u kendisine bakmasına zorladığı sahnede ise yine upuzun ve kapkara bir bez iki dansçı tarafından euridike ve orfeus'un bedenleri arasında, üstünde, etrafında gezdirilir, o bez kara bir baht gibi havada süzülür, tehditkarca salınır, bedenlere sarılır, sarmalanır.

nedir kara olan, karanlık olan; baht, sevda, gölge, ölüm, ölümün diyarı, evham, talih. hepsi. orfeus ile euridike'nin hikayesi bu karaların hepsini ihtiva eder. hayranı olduğum yeni sirk sanatçısı aurélien bory'nin geçtiğimiz ekim ayında paris opera comique'de sahnelediği "orphee et eurydice"de bu karaların hepsini gördüm. görmekle kalmadım, karanlığı ve zaman zaman da zifiri deneyimledim.

aurélien bory bana göre yeni sirk sanatının* en yaratıcı sanatçılarından biri. onun bir işiyle ilk, 2008'de düsseldorf'da pina bausch'un festivalinde tanışmıştım: "plus ou moins l'infini". bory'nin bu yapıtında sahne üzerinde gerçekleştirdiklerine duyduğum şaşkınlığın ve hayranlığın haddi hesabı yoktu; onu önceden tanımadığım ve hiç böyle bir şey seyretmeyi beklemediğim için de olsa gerek, iyice çarpılmış olmalıyım. sonra farklı zamanlarda bory'nin "plan b"sini ve "azimut"unu da seyretme imkanım oldu. bunlar da, bory'den seyrettiğim ilk işin bende bıraktığı etkinin altına inmeyen nitelikte işlerdi.

paris opera comique'in 2018 programı kapsamında bory'nin gluck'un "orphee et eurydice"sini sahneleyeceğini öğrendiğim 2017 eylül'ünde kararımı vermiştim; bu yapımı kaçırmayacak, ne yapıp edip seyredecektim. ve 14 ekim 2018 pazar günü seyrettim.
bory, ilahım pina bausch'unkinin bana göre bir başyapıt olmasının yanısıra, en az on ayrı yönetmenden versiyonlarını canlı veya kayıttan seyrettiğim bu operanın yorumunda da beni hayal kırıklığına uğratmadı. hatta, şöyle söyleyebilirim: bausch ve romeo castellucci yorumlarından sonra en çok etkilendiğim üçüncü "orphee et eurydice" yorumu oldu bory'ninki.

hikaye malum; orfeus ile euridike'nin evlendiği dün euridike'yi yılan sokar ve ölür. orfeus o kadar üzülür ki tanrılar haberci olarak amor'u yollar ve orfeus'a bir şans verdiklerini bildirirler: yeraltına inip euridike'yi alabilecektir, ancak yeryüzüne çıkıncaya kadar onun yüzüne bakmaması gerekmektedir. dönüş yolunda sevdiğinin onun yüzüne bakmıyor olmasına euridike o kadar içerler ve öyle yürek yakıcı laflar eder ki, orfeus sonunda dayanamayıp döner ve ona bakar. böylece euridike, bir daha geri dönülemeyecek şekil ölüler diyarına hapsolur.**

bory'nin yorumunda yapıtın özünü hissettim, deneyimledim; sevdayı, bahtı, ölümü ve yası temsil eden karanlığı ve zifiri.
boş bir sahne. neredeyse sahnenin boyutlarında devasa yarı şeffaf bir çerçeve. zeminle 45 derecelik açı yapan bu çerçeve yaşayanların dünyasını ölüler dünyasından ayırıyor. gösterinin başında biz seyircilerin ve orfeus'un olduğu ön taraf yaşayanların diyarı. ne zaman orfeus ölüler diyarına yolculuğuna başlıyor; çerçeve havalanıyor, dönüyor, diğer yönde 45 derecelik açı yaparak tekrar zeminle buluştuğunda artık bizlerin olduğu taraf ölüler diyarıdır; böylece oturduğumuz yerde bir anda diyar değiştiririz.
işte tam, orfeus'un yeraltına inmeye başladığı bölümde; oditoryumun tamamı, orkestranın nota sehpalarının ışıkları dahil olmak üzere içinde bulunduğumuz mekanın bütünü zifiri karanlığa bürünür. tüyler ürpertici bir deneyim; kapkaranlıktayız; sadece orfeus değil, orfeus'la birlikte hepimiz yeraltına ineriz euridike'yi geri almak için.
opera comique'in barok mekanının bütün kıvrımlarının arasına sızan karanlıkta, sadece flüt solosunu icra eden müzisyenin aydınlatılmasıyla çalınan üçüncü perdenin başındaki üvertürde; duygu yoğunluğundan gözlerimdeki yaşı tutamıyor, hüngür hüngür ağlıyorum.

sonradan, hakkında okuyunca öğreniyorum, zemine 45 derece açıyla yerleştirilen yarı şeffaf yüzeyin üzerine figürlerin yansıtılma fikri 19. yüzyılda kullanılmaya başlanan pepper ghost isimli bir ilüzyon tekniğiymiş. bory bu tekniği ödünç almış.
bory 19. yüzyıldan sadece pepper ghost tekniğini değil, bir de corot'nun ünlü 1861 tarihli "orfeus eurydike'yi yeraltından çıkarırken" tablosunu ödünç almış, bu tabloyu bütün bölümlerde bir arkaplan, adeta bir leitmotif olarak mizansene dahil etmiş.
hiç bir yerde yazmıyor ama bory'nin 19. yüzyıl esinlenmelerinin sebebi, bu yapımda gluck'un 1762 tarihli operasının 1859 tarihli berlioz orkestrasyonunun*** kullanılması olsa gerek. bory 19. yüzyıl sanat ve tekniklerinden ilham alarak; mekanı ve bedeni kullanan bir çok basit ama ilginç ve yaratıcı koreografik ve akrobatik fikirle adeta bezediği, zenginleştirdiği mizanseniyle bana göre çok sağlam bir 21. yüzyıl "orphee et eurydice" yorumuna imza atmış.

opéra comique'in bu yapımının tek şahane tarafı bory'nin mizanseni değil. gencecik bir şef raphaël pichon ve orkestrası ensemble pygmalion enfes bir yorum ortaya koyuyorlar; berlioz'un orkestrasyonunun bütün bakır üflemelileri ve özellikle yeraltına iniş sahnesindeki efekt yaratan vurmalı çalgılar çok etkili. ayrıca, şancıların üçü de çok başarılı; orfeus'ta marianne crebassa, euridike'de hélène guilmette ve kısacık da olsa amor'da benzersiz lea desandre. umarım bu yapımın albüm kaydı yapılır; saklanacak, dönüp dönüp dinlenecek güzellikte.

eğer bu yazıyı buraya kadar okuduysanız ve biraz merak ettiyseniz, şimdi size tavsiyem; içinde bulunduğunuz mekanın ışıklarını söndürün, şuraya tıklayın ve 100 dakika boyunca bu şahane yapımın keyfini çıkarın. iyi seyirler..


----------------------


* tiyatro kuramcısı marvin carlson “performans: eleştirel bir giriş” adlı kitabında “yeni sirk”i 1980’lerde performans ediminin modern ironik ve düşünümsel bilinçle belirlendiği bir gelenekten doğup, bilinçli ve sıkı bir şekilde sirk (jonglörler, akrobatlar) ve soytarılık gelenekleriyle ilişkilenen bir gösteri sanatları türü olarak tarif eder. bu türün en ünlü temsilcisi, cirque du soleil’in kurucusu guy caron’un, esinini sadece geleneksel tiyatro ve sirkten değil, rüyaya benzer, soyut, gerçeküstü imgelerden, büyüleyici ama tanımsız sürekliliğiyle mtv videolarının modern dünyasından aldığı gösterileri; bir tema etrafında üst üste binen bütün performansların katkıda bulunduğu, gevşek, büyük ancak doğrusal olmayan bir hikaye çizgisine sahiptir.

** orfeus ile euridike'nin hikayesi sanat tarihinde en çok rağbet gören anlatılardan biridir; hakkında şiirler yazılmış, sayısız tablo yapılmış, müzikler, operalar bestelenmiştir. (blogumda "orfeus" veya "orpheus ve euridike" olarak aratırsanız bunlar hakkında oldukça geniş bir seçkiyi görebilirsiniz)

*** gluck'un "orphee et eurydice" operasının, her operaya kısmet olmayacak şekilde ve opera tarihinde ilginç bir istisna olarak üç ayrı versiyonu, başrol partisi orfeus için ise dört ayrı sese göre düzenlenmiş versiyonu vardır. gluck almandır ancak bu operanın almanca versiyonu dünyada en az icra edilen, hatta kaydı bile en zor bulunanıdır. pina bausch efsanevi 1975 tarihli "orpheus und eurydice" dans operası yapımında almanca versiyonu kullanır. halen paris ulusal operası'nın repertuvarında bulunan, sezon aşırı sahnelenen ve enfes bir dvd kaydı bulunan bu yapım bausch'un öngördüğü şekliyle almanca yorumlanır.
gluck operanın prömiyerini 1762'de "orfeo ed euridice" adıyla viyana'da yapar; bu ilk versiyonun dili italyancadır ve gluck orfeus rolü için castrat sesi uygun görür. 1774'de paris prömiyeri için gluck hem eserin dilini fransızcaya çevririr hem de orfeus rolünü castrat yerine tenor sesine göre düzenler. 1859'da berlioz ise operanın hem yeni bir orkestrasyonunu yapar hem de orfeus'un partisini o dönemde paris sahnelerini kasıp kavuran mezzo-soprano pauline viardot'nun sesine göre yeniden ayarlar.
"orphee et eurydice" ile ilgili daha detaylı bilgi için ünlü şef john eliot gardiner'in makalesini okuyabilirsiniz.

10 Kasım 2018 Cumartesi

bir absürdlük harikası: "anons"


"anons" bir kara film gibi başlıyor; bir tek siyah-beyaz değil. filme konusunu okumadan gittiğim için, hele de ilk on dakikasındaki gelişmelerden sonra, tekinsiz ve sıkı bir dedektiflik/suç öyküsü seyredeceğimi zannederek keyifleniyorum.

film 15. dakikadan sonra esas hikayesini/derdini açık ediyor. doğrusu o hikaye de çok keyif veriyor bana; gülmekten ölüyorum. evet, adeta coen kardeşler ile kaurismaki filmlerinden çıkmış ve istanbul'da buluşmuş garip ama aynı zamanda da her an karşımıza çıkabilecek doğallıkta karakterler ve absürd olduğu kadar olağan da olabilecek durumlar var karşımda. çapsız ve beceriksiz protagonistlerin amaçlarına odaklanmış kararlı halleri, içine düştükleri veya bulundukları durumların absürdlüğünü yaratıyor.

müthiş bir türkiye fotoğrafı çekilmiş "anons"ta; film 1960'larda geçse de türkiye'nin bugününü de ortaya seriyor, çünkü türkiye toplumunun çeşitli katmalarından insanları konu ediyor. ilk 15 dakikasından sonraki her bir sekans (olayı, durumu, replikleri, oyunculukları, prodüksiyon kalemleri ve kadrajıyla) unutulacak gibi değil. hastane sekansı mı dersiniz, kayıt stüdyosu sekansı mı, radyoevi'ndeki sahne mi, yaşlı adamın evindeki mi, yoksa fırıncı kamyoneti içinde geçen bütün kısımlar mı; herbiri birbirinden şahane!

bence filmin bütün kalemleri çok çok iyi; oyunculuklar, senaryo, dönem filmi çekmenin neredeyse imkansız olduğu bir ülkede/şehirde üstesinden gelinen sanat yönetimi, ışık ve görüntü yönetimleri. bütün bunları çok ustaca yöneten ve ercan kesal'la senaryoyu yazmış olan mahmut fazıl coşkun birinci sınıf bir iş çıkarmış. venedik'ten aldığı jüri özel ödülününün çok daha iyilerini hak ediyor bence.

 "anons" bir kaç haftadır vizyonda. ben çok geç seyrettim, siz bitmeden yakalayın sinemalarda.

4 Kasım 2018 Pazar

istanbul kukla festivali'nin ispanyol konuğu



fotoğraflar: mehmet kerem özel, 03.11.2018, aksanat istanbul

21. istanbul kukla festivali ispanya'dan sıradışı ve aykırı bir gösteriyle sonlandı. arkamda oturan ve her set değişimi arasında gösteriyi yeren, anlamsız bulan, bitmesi için kaç bölüm kaldığını sayan baba oğul gösteri bittiğinde çılgınca alkışlıyorlardı. çünkü david zuazola seyretmesi biraz zor, biraz sevimsiz ve kesinlikle aykırı karakterlerini ve onların hikayelerini oyunun sonunda o kadar güzel bir şekilde bağladı ki, o baba oğul bile zuazola'ya şapka çıkardılar.

ispanya'da yaşayan şilili kuklacı zuazola "el fuego del tiempo" (zamanın oyunu) adlı bu gösterisini yedi bölümden oluşturmuş, her bölüm yedi dakika sürüyor ve her bölümün yönetmeni farklı. sahnede kuklacı olaraksa sadece kendisi var. "korkuluk", "ölüm" "ucube", "kurt/solucan", "vampir", "yaratık" ve "kuklacı" isimli bölümlerin başlıklarını ise onun belirlediğini, gösterinin son bölümü "kuklacı"da öğreniyoruz; her bir ismin ona okul arkadaşları tarafından takıldığını, her bölümün okuldaki bir yıla denk geldiğini. böylece bölüm aralarında duyduğumuz tenefüsteki çocuk sesleri ve bölüm başlangıçlarındaki zil sesi anlamlanıyor.


zuazola bunları anlatırken bir yandan da diğer bölümlerin sonlarında sahnenin önüne dizdiği kuklaları bohçasına atıyor, sonra kukla sahnesine geri dönüp, masanın üzerine aynı sahnenin birebirini, ama minyatürünü yerleştiriyor; kendisinin minyatür kuklası, masanın üzerine koyduğu bohçasının minyatür versiyonuyla birlikte.
o zaman gerçekten de kendi kişisel hikayesini anlattığını, okuldaki arkadaş alay ve sataşmalarının onu şu andaki insana dönüştürdüğünü, son yılında okula kukla ile geldiği için "kuklacı" lakabı takılanın aslında o olduğunu anlıyoruz. diğer bölümlerin bütün nahoşlukları anlam kazanıyor.

orta öğretimdeki okul yıllarını özlemle anmayan ben bile, zuazola'ya acıdım ve o dönemdeki durumuma şükrettim; beterin beteri varmış demek ki. ve beterlikten enfes sanatçılar yeşerebiliyor, enfes sanat eserleri çıkabiliyormuş.

aksanat tıklım tıklım doluydu. çok mutlu oldum. ancak gösterideki kuklalar ve objeler o kadar küçüktü ki, 6. sırada oturmama rağmen ben bile detaylara hakim değildim, benden geridekileri düşünemiyorum bile.
david zuazola hakkında internette araştırma yaparken youtube'da gösterinin tamamına denk geldim. buraya tıklayabilirsiniz. ben de tıklayıp, bütün detaylara vakıf olarak tekrar seyredeceğim.

3 Kasım 2018 Cumartesi

blog'umun bugün bu saatte 10. yılını doldurması dolayısıyla ilk post'umu tekrar paylaşıyorum:

birbirinin aynısı/aynası iki adamın yolculuğu


üç bir tarafı yüksek beyaz yüzeyler ile çevrili, yalıtılmış soyut bir mekan. arka yüzey yanlarla birleşmiyor; iki taraftaki aralıklardan birer adam çıkıp, hızlıca seyircilere doğru yürüyorlar, sahnenin ucuna bağdaş kurarak oturup bir hikaye anlatmaya başlıyorlar; aynı kelimeler ikisinin ağzından eşzamanlı çıkıyor… iki adam tek bir hikaye anlatıyorlar; aynı vurgularla, aynı mimiklerle, aynı jestlerle… sahnede onlar dışında iki de beyaz manken var; adamların replikaları. bir de, zaman zaman beyaz yüzeylere yansıyan gölgeleri; çoğalan, birbirlerinin içine giren, üst üste binen… zamanla, anlatılan hikayedeki karakterler anonimleşiyorlar; aynı mankenler gibi. bu anonimleşme anlatılanı daha güçlü kılıyor; daha evrensel, daha gündelik, daha öze dair… peki, bu adamlar ne anlatıyorlar, dertleri ne?

adamlardan biri fas asıllı belçikalı sidi larbi cherkaoui, diğeri bangladeş asıllı ingiliz akram khan. ikisi de melez; iki ayrı kültürün, iki ayrı dünyanın etkileşiminden oluşmuşlar; batı ile doğu’nun, islam ile hıristiyanlık’ın. ikisi de çağdaş dans dünyasının son yıllarda en sözü edilen sanatçılarından.
akram khan, 1988 yılında 14 yaşındayken peter brook’un “mahabharata”sında rol aldı, ravi shankar ile çalıştı ve 2002 yılında hint klasik dansı kathak ile çağdaş dansı harmanladığı “kaash” ile ilk önemli çıkışını yaptı. son çalışmaları arasında 2006 yılında ünlü fransız başbalerin slyvia guillem ile gerçekleştirdiği ve halen sahnelenen “sacred monsters”, 2007 yılında tayvanlı cloud gate dans topluluğu için hazırladığı “lost shadows” sayılabilir. akram khan halen 2008’in sonbaharı’nda londra’daki national theatre’da sahnelenecek olan ve juliette binoche’un dans edeceği bir dans-tiyatro gösterisinin hazırlıklarını sürdürmekte.
sidi larbi cherkaoui ise 15 yıl önce belçika televizyonunda michael jackson taklitleri yaparak başladığı dans kariyerine 1997 yılından itibaren alain platel’in topluluğu les ballets c. de la b.’de devam etti. “rien de rien” ile tanındı ve sonraki yıllarda yapımcıları arasında tanztheater wuppertal pina bausch’un da bulunduğu “tempus fugit”, “foi”, monte carlo balesi için “ın memoriam” ve sacha waltz dansçılarıyla ortak olarak “d’avant” adlı gösterileri hazırladı. sidi larbi cherkaoui 2007-2008 sezonunda belçikalı grup toneelhuis ile “myth”, hildegard von bingen’in hayatı ve müziklerinden esinlenerek sahneye koyduğu “origine” ve brüksel’in prestijli opera kurumu la monnaie munt’un siparişi olarak hazırladığı “apocrifu” adlı gösteriler ile turnede olacak.
iki koreografın geçmişlerindeki ortak noktalara değinmekte fayda var; ikisi de burs alarak kısa bir dönem anne teresa de keersmaaker’in okulu p.a.r.t.s.’da bulunmuşlar ve iki yılda bir dağıtılan nijinski ödüllerinde 2002’de akram khan, 2004’de sidi larbi cherkaoui “en iyi yeni koreograf” ödülünü almış.
ikilinin 2005 yılında ortaklaşa hazırladıkları ve 2 yıldır dünyanın belli başlı sahnelerinde sundukları, hatta gelen istek üzerine bazı şehirlerde ikinci kere oynadıkları gösterinin adı “zero degrees”.

“zero degrees”, sekiz yıl önce akram khan’ın başından geçen bir hikayenin oluşturduğu omurga üzerinden ilerliyor; önce hikayeye konu olan olaylar anlatılıyor, ardından bu olaylardan yola çıkan duygular ve durumlar dans diliyle vücut buluyor.
hikaye edilen, günümüz duygu ve iletişim yoksunu dünyasında rahatlıkla herkesin başından geçebilecek bir olay. belki aşırı ilginç değil, hatta her gün iç savaşlarda ve intihar saldırılarında ölenlerin sayısının televizyonlardan maç skoru gibi verildiği bir dünyada çoğu insana sıradan bile gelebilir.
iki kuzen bangladeş’ten kalküta’ya gitmektedirler. önce, bangladeş-hindistan sınırındaki kontrolde yerli halk rahatlıkla diğer tarafa geçerken, iki kuzen ingiliz pasaportları yüzünden polise takılır ve uzun süre bekletilirler. yolcukluklarının trenle gerçekleşen devamında ise kompartımanın diğer ucunda oturan bir adam dikkatlerini çeker; adam uzakta olduğu için tam fark edemiyorlar ancak emin de olamıyorlardır; adam belli belirsiz hareket ediyor mudur yoksa etmiyor mudur? bir zaman sonra adamın öldüğü anlaşılır, eşi bağırarak yardım ister. kuzenlerden biri diğerini, ölüye dokunursa sorumlu tutulabileceği gerekçesiyle engeller. yardım edememenin verdiği vicdan azabıyla kalküta’ya varırlar; onları otel odalarında özledikleri hayat standartları beklemektedir: havalandırma, duş alma imkanı, mtv kanalı…

akram khan ile sidi larbi’nin, girift bir olay örgüsü barındırmayan bu basit hikayeden yola çıkarak sahnede kurdukları koreografi bütün övgü sıfatlarını hakediyor: nefeskesici, büyüleyici, etkileyici!
iki koreograf-dansçı 75 dakikalık bir sürede neredeyse insan coğrafyasının bütün duygularını anlatıyorlar; yapıt, insanlık ile bir hesaplaşma adeta! sahnede bir tek aşk yok insana dair, onun dışında neredeyse bütün duygular ve durumlar bir bir ifade buluyor. yapıt doğumla başlıyor… ardından iktidar, acı, çaresizlik, intikam, baskı, kimlik, aidiyet, şiddet, sevgisizlik, şefkat ihtiyacı, umursamazlık ve incitme kesintisiz bir akıcılıkla birbirine bağlanan sahnelerde birer birer göz önüne seriliyor… ve yapıt ölümle bitiyor.
akram khan ile sidi larbi bütün bu insanlık hallerini, özellikle “yaşıyor olma hali” ile “ölmüş olma hali” arasındaki ikilik kavramı üzerine oturtuyorlar; aradıkları referans noktası, akram khan’ın program broşüründe belirttiği gibi, sıfır derecesi; her şeyin başladığı… ve bittiği! “zero degrees” bir anlamda doğum ile ölüm arasındaki o sınır çizgisinde gerçekleşiyor; aynı, hikayede sözü edilen kahramanların yolculuk ettikleri, aşmaya çalıştıkları fiziki ve duygusal sınır çizgileri gibi… aynı, yaşıyor olma ile ölmüş olma halleri arasındaki belli belirsiz sınır gibi!
ikilik ve sınır kavramlarının etrafında gelişen insanlık durumları iki kişi arasındaki ilişkide somutlaşıyor; bazen karşıtlıktan, bazen etki-tepkiden, bazen de tamamlanmışlıktan besleniyor. diğeri tarafından kontrol edilen, yönlendirilen, hükmedilen biri. diğerinin hareketleri ile tamamlanan, diğeri ile olan ilişkisi sayesinde onunla bütünlenen biri. bazen de kişinin kendi içindeki, ona hükmeden, karşı çıkan, onu yönlendiren “diğeri” ile ortaya çıkan ikilik. ya da, kişinin içindeki ruhun hükmettiği bedeniyle ulaşılan tamlık, birlik. birbirinin aynısı, aynası iki ruhun yolculuğu bu.

akram khan ile sidi larbi’ye yolculuklarında üç sanatçı eşlik ediyor; besteci nitin sawhney, heykeltraş antony gormley ve ışık tasarımcısı mikki kunttu.
daha önce iki kere akram khan ile çalışmış olan hint asıllı ingiliz besteci nitin sawhney’in müziği hint ezgilerinden, ilahilerden, kalp atışlarından ve gittikçe hızlanan ritimlerden besleniyor. viyolonsel, keman, vurmalılar ve vokalden oluşan dört kişilik müzisyen grubu sahnenin arka duvarının gerisinde canlı olarak sunuyor müziği. zaman zaman, ön sahne loşlaştığında arka sahneye verilen ışık ile onlar da görünür oluyorlar beyaz yüzeyin arkasından.
sahnede hareket eden iki adama zaman geliyor, dansçıların replikaları olarak turner ödülü sahibi ingiliz heykeltraş antony gormley tarafından hazırlanmış cansız mankenler eşlik ediyor; onlar da hikayenin, anlatılanın bir parçası haline geliyor, neredeyse kendi başlarına hareket ediyorlar. bu sayede yaşıyor olmak ile ölmüş olmak arasındaki sınır çizgisi bir kez daha vurgulanmış oluyor.
zaman zaman da, sahnede durmadan yer değiştirerek dönen iki adam, mikki kunttu tarafından ustaca hazırlanmış ışık tasarımı sayesinde, etraflarını saran beyaz yüzeylere yansıyan sayısız gölgelerle birlikte bir kalabalığa dönüşüyorlar; bazen büyük küçük sayısız gölgelerle çoğalan, bazen de bütün gölgelerin birleştiği, üstüste bindiği bir anda, tek bir gölgeye indirgenen bir kalabalık bu! ışık tasarımı, iki adamın, kendileri sahnede birbirlerinden çok uzak mesafede dururlarken, gölgeleri sayesinde birbirlerine dokunmalarını da sağlıyor; günlük hayatta birbirine ulaşamayan bedenlerin, ruhları yoluyla iletişime geçme çabası sanki…

“zero degrees”, ilk defa 2005 yılında londra’da sadler’s wells tiyatrosu’nda sahnelendi, aynı yıl oliver (en iyi yeni dans), time out ve critic’s circle (en iyi çağdaş koreografi) ödüllerine aday gösterildi ve en son 2007 yılının ağustos ayında sidney’de dağıtılan helpmann ödülleri’nde “en iyi bale/dans yapıtı koreografisi” ve “en iyi erkek dansçı” (akram khan) dallarında ödül kazandı.
“zero degrees”in 2005 yılından beri süren dünya yolculuğu hız kesmeden devam etmekte; geçtiğimiz yaz gerçekleşen iskandinavya, arjantin, tayvan ve ispanya turnelerinin ardından ekim ayında berlin’in avant-garde sahnesi hebbel tiyatrosu’na iki yıl aradan sonra tekrar uğrayıp tıklım tıklım dolu salonda çoşkulu bir seyirci kitlesini üç gece üstüste büyüleyen ekip aralık ayında da roma ve brugges’de sahne aldı.

2 Kasım 2018 Cuma

istanbul kukla festivali'nin iranlı konuğu


başına çorap geçirmiş bir hırsız yavaş yavaş seyircilerin arasından sahneye doğru ilerler, bir yandan da etraftaki kitapları bohçasına atmaktadır. sahneye çıktığında devasa bir kitapla karşılaşır. merakla sayfalarını çevirmeye başlayınca, onunla birlikte biz de insanlığın makus talihine tanıklık ederiz; bilim ve sanatla dünyayı güzelleştiren insanlığın bir vakit sonra nasıl diktatörler yetiştirdiğine ve onların dünyayı nasıl yakıp yıktıklarına..

ebrahim shakeri, teknik olarak obje tiyatrosu olarak adlandırılabilecek "history of circulation" (sirkülasyonun tarihi) adlı gösterisinde pop-up kitap mantığını; aslında sadece mantık olarak değil, sahnede birebir devasa bir pop-up kitabı kullanıyor.
shakeri tek başına kitabın sayfalarında öne arkaya gidip gelerek, hikayenin akışına göre daha önce açılmış olan bir sayfadaki mekan ve figürlerde değişiklikler olacaksa o sayfaları tekrar açarak, figürlerle etkileşime girdiği anlarda kendini de hikayeye katarak bizlere yukarıda kısaca özetlediğim hikayeyi söz kullanmadan aktarıyor.

pop-up kitabı bir sahne gösterisi olarak kullanmak başlangıç olarak çok hoş bir fikir, daha önce de böyle bir örnek var mı bilmiyorum; ancak maalesef fikir gerek yaratıcılık açısından biraz kısır kalmış, gerekse de uygulamada sorunlar çıkarıyor.
arkadan sabitlenerek kendi kendine dik durabilen sayfalarda, shakeri serbestçe hareket edebilip iki elini kullanabildiği için, gösterinin temposu yerinde ancak bazı büyük sayfaları bir yandan açık tutarken bir yandan da sayfadaki figürleri hareket ettirmede zorluklar ve gecikmeler yaşadığı için gösterinin akışı yavaşlıyor, hikaye bu sekanslarda sarkıyor.
yaratıcılık açısından da, figürlerin hareketinde herhangi bir pop-up kitabın olanaklarının ötesine pek fazla geçilmiyor olması, gösteriyi bir süre sonra biteviyeleştiriyor.

yine de; iran'dan bir sanatçıyı seyretmek ve kukla/obje tiyatrosu açısından ilginç bir fikrin gerçekleştirilmesine tanıklık etmek keyifliydi.

1 Kasım 2018 Perşembe

bugün tbt günü :)

yıl 2002. aylardan ekim ya da kasım olmalı. aşağıdaki e-postayı pina bausch'a hitaben, tanztheater wuppertal'in info adresine yollamıştım; tabii almancasını.

"merhaba,
ben kırmızı çiçekli gömlekli çocuğum. haziran ayında paris’teydim.

theather de la ville’in önünde, bir tarafında “in the mood for pina”, diğerinde “looking desperately for one ticket” yazılı pankartımı açtıktan az sonra siz geçtiniz önümden ve tiyatronun kafesine girdiniz.
daha sonra bu olayı anlattığım arkadaşlarım, neden peşinizden koşmadığımı, size pankartımı göstermediğimi ve sırf sizin için istanbul’dan geldiğimi söylemediğimi sordular.
neden, bilmiyorum. bu olaydan aylar sonra neden şu anda size yazıyorum, onu da bilmiyorum. her şeyin bir zamanı olduğuna inanırım, sanırım bunun için de doğru zaman şimdi.

bir ortak proje için istanbul’da olduğunuzu öğrendiğimde, ben öğrencilerimle küçük bir doğu anadolu kasabasındaydım. ben döndüğümde siz çoktan ülkenize uçmuştunuz.

geçtiğimiz haziran’da paris’te "agua"yı iki defa izledim, "kontakthof ab 65 jahren"i de mulhouse’de. istanbul’da sahnelediğiniz "der fensterputzer" ve "masurca fogo" ise sizden seyrettiğim ilk eserlerdi.
siz, eserleriniz ve dansçılarınız hayatımı değiştirdiniz.

istanbul üzerine hazırladığınız eserinizin bir parçası olmayı düşünmek benim için gerçekten çok mu anlamsız ve imkansız.
mimarım, almanca biliyorum, şu anda istanbul’da akademi’de öğretim görevlisi olarak çalışıyorum.
en büyük isteğim size yardımcı olabilmek. tam olarak nasıl olacağını bilmiyorum; belki istanbul ve çevresinde rehberiniz olarak, dekor tasarımcınızın yardımcısı olarak ya da size türk kahvesi pişirerek..

sevgiler.."  

.

yıl 2004. yine ekim ayı. ilk defa wuppertal'e gitmiştim, pina bausch'un festivaline. gitmeden iki hafta önce doktoramın savunması gerçekleşmiş ve geçmiştim. kendime, taa yazdan hazırladığım hediyeydi wuppertal seyahati.

bu blogun ve instagram hesabımın adı olan, en sevdiğim pina bausch yapıtı "danzon"u, iki kere "nelken"i, "o dido"yu ve "nefes"i seyretmiştim wuppertal'de; ilk ikisi, şimdilerde kapalı olan schauspielhaus'ta, diğeri ikisi barmen operası'nda sahnelenmişti.

ilk fotoğraflar ve pina bausch'un dansçılarla birlikte selama çıktığı fotoğraf schauspielhaus'tan, selamı verilen yapıt "danzon". aynada yansımamın olduğu fotoğraflar ise opera binasından.