23 Ağustos 2021 Pazartesi

on soruluk sohbetler 47 : candle gender

Kundura Sahne’nin bu yıl ilki düzenlenen, performans alanında disiplinlerarası ve uluslararası konsept ve pratik geliştirme programı olan PerformLab, Türkiye’den ve Hollanda’dan sanatçıları bir araya getirerek 29 Mayıs- 6 Haziran tarihleri arasında Beykoz Kundura’da gerçekleşti. Kundura Sahne ile Productiehuis Theater Rotterdam ortaklığında ve Dutch Performing Arts’ın desteğiyle hayata geçirilen PerformLab programı boyunca, yapılan açık çağrı sonucu seçilen, kariyerlerinin farklı aşamalarındaki Türkiye’den sanatçılar Barış Arman, Dilan Onay, Doğan Can Serinkaya, Filiz İzem Yaşın, Halil İbrahim Aygün, Nadir Sönmez, Nursev Irmak Demirbaş ve Selen Gürmen bir hafta boyunca Hollanda’dan gelen sanatçıların katılımıyla, çalışmalarını paylaşma ve geliştirme imkânı buldular. PerformLab’e ayrıca, sanatçı İlyas Odman da, sanatsal süreçlere fermantasyon kavramı üzerinden yeni bir bakış açısı kazandırarak Sanat Fermantoru olarak eşlik etti. Fermantasyonu, sanatsal süreçlere yeni bir perspektifle bakmayı sağlayan bir araç olarak kullanmayı öneren bu yaklaşım, PerformLab'in omurgasını oluşturdu. Hollanda’dan katılan sanatçılar ise dansçı ve koreograf Benjamin Kahn, Amsterdam Fringe Ödüllü dansçı ve performansçı Cherish Menzo, oyuncu ve performansçı Khadija El Kharraz Alami ve Green Room ödüllü eğitimci, sanatçı, tiyatrocu ve yönetmen Samara Hersch’den oluşuyordu. Yerel katılımcılarla devam ettiğimiz On soruluk sohbetler PerformLab serisinin son konuğu, drag queen performanslarıyla ön plana çıkan Candle Gender.
Performansın özü sizce nedir? Performansı günümüzde nasıl tanımlarsınız?
Bana kalırsa uygunsuz davranmak. Toplumun normlarını reddetmek ve onları rahatsız etmekten çok hoşlanıyorum. Olağan bir şey de performans olabilir elbette ama sıkıcı, durağan kalacağını ve yeni bir şey olmayacağını düşünüyorum. Günümüz Türkiye’sinde yapılan performansların bir derece daha politik, iyi gözleme dayanan ve yeni olması, beni daha çok heyecanlandırıyor.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Sanat bence kendi kuyruğunu yiyen kaplan görseli gibi. Hele de performans sanatları için böyle olduğunu düşünüyorum. Çünkü birçok disiplinin bir arada kullanıldığını görüyoruz. Birbiriyle beslenen ve her izleyişte farklı duygular hissedebileceğiniz bir dönüşüm bu. Bu dönüştürücü güç beraberinde heyecanlı olmayı getiriyor, heyecansa yeni işlerin çıkmasını ve kaplanın kuyruğunu ısırmasını sağlıyor.

İnsanlığın küresel ölçekte içinden geçmekte olduğu bu yeni pandemi süreci sizce gösteri sanatlarını gelecekte nasıl dönüştürecek?
Pandeminin tüm insanlara öğrettiği en önemli şeyin mesafe kavramının ortadan kalkması olduğunu düşünüyorum. Gösteri sanatlarının da hızlı bir şekilde bu duruma ayak uydurduğunu gördüm. Pandemi süresince online olarak çeşitli performanslar izledim, eğitimlere katıldım, performans sergiledim ve bunları dünyanın çeşitli yerlerinden insanlarla beraber yapabildim. Sahne sanatlarının da bu normale ayak uydurduğunu görmek keyifli oldu. Artık teknolojiden oldukça faydalanacağımız performanslarda video-art, vcd programlarının oldukça fazla kullanılacağını düşünüyorum. Bu durum çok heyecan verici, ucu bucağı olmayan çılgın bir yolculuk gibi.

Bir performansçı olarak, pandeminin yarattığı zorlu koşullarla kişisel olarak nasıl başa çıkıyorsunuz? Yaratım sürecinde COVID-19'un getirdiği kısıtlamalara uymak zorunda kalmak yaratıcılığınızı nasıl etkiledi?
Pandemi öncesinde sahneye çok çıkan ve gece hayatında çalışan biriydim. Pandeminin başlarında hem psikolojik hem de ekonomik olarak kötü etkilendim. Ancak pandeminin getirdiği kısıtlamalar beni daha fazla tetikledi ve bu süreçte ürettiğimi düşünüyorum. Farklı disiplinleri kullandığım bazı performanslarım oldu. Bunu etrafımdaki diğer performansla ilgilenen sanatçıların da yaptığını gördüm. Zorluklarının yanında kişisel olarak olumlu etkilendiğimi de düşünüyorum. Fakat herkesin bir şeyler yapmak zorunda hissettiğini de gördüm. Yorucu, korkutucu ve hırslı bir dönem ve de böyle devam edecek gibi.

Size ilham verdiğini düşündüğünüz biri/leri var mı, varsa kimler?
Bu soruya her seferinde verdiğim cevap değişiyor. Dönem dönem farklı kişilerden etkileniyorum. Sanırım politik bilincim, yaşadıklarım, güzellik algım değiştikçe değişiyor. Ama kafamda değişmeyen tek isim her zaman Grace Jones oluyor. Zamansız, cinsiyetsiz ve kuralsız. La Vi En Rose performansını her izlediğimde sahnede neden olmak istediğimi anlıyorum.

Söyleşinin devamını okumak için tıklayın: unlimited

21 Ağustos 2021 Cumartesi

istanbul'da açık havada senfonik yaz akşamları


hollywood bowl'da ya da berlin waldbühne'de verilen büyük orkestralı klasik müzik konserlerine gidebilen o kentlerin sakinlerine özenmişimdir hep. hele de waldbühne'den seyrettiğim kayıtlarda insanların bir piknik gibi [tabii çoğunluğu almanyalı olduğundan kuru sandwiç-sekt ile, bizdeki gibi mangalda sucuk değil onların piknik konsepti, ama belki bratwurst :)] keyifle konseri yaşantılıyor olmalarına imrenirim. bir gün oralarda bir konser deneyimleme dileğim baki. 

istanbul'un da o mekanlar gibi açık havada konser verilebilen, nispeten bir park içinde olan ve kalabalık bir seyirci kapasitesine sahip bir konser mekanı var gerçi, ama ben orada klasik müzik konseri verildiğini pek hatırlamıyorum. harbiye -cemil topuzlu- açıkhava tiyatrosu'nda tiyatro, caz, dans, müzikal, bale, pop, world, rock, folklor, indie mindie falan her tür gösteri sanatları etkinliği düzenlendi de, klasik müzik pek akla gelmedi, hayatımıza pandemi müdahele edene kadar. ilk defa geçen yaz sonu kentimizin kültür-sanat organizasyon şirketlerinden iksv'nin müzik festivali orada tek bir konser düzenledi, bu yıl da sanırım bir-iki etkinlik için kullanıyorlar orayı, her zamanki gibi cep yakan bilet fiyatlarıyla.

ama neyse ki kaliteli bir klasik müzik konserini güzel bir konumdan seyretmek için gereğinden pahalı bilet fiyatları ödemek zorunda olmadığımızı kanıtlayan bir etkinlik dizisi istanbul büyükşehir belediyesi'nin cemal reşit rey senfoni orkestrası tarafından bu yaz biz istanbullulara sunuldu: "istanbul'da senfonik yaz".
geçtiğimiz sezon crr konser salonu'nun başına getirilen orkestra şefi cem mansur'un sayesinde olduğuna neredeyse emin olduğum bu etkinlik dizisi kentlisine her anlamda hizmet etmesi gereken bir belediyenin yapması gereken şeyleri yapmaya başlamasının ilk anlamlı örneklerinden biri. 
bu etkinliğin harbiye açıkhava tiyatrosu'ndaki biletli gösterimlerinin ötesindeki güzelliği ise, her konserin ertesi akşam kentin bambaşka bir semtinde ücretsiz tekrar veriliyor olması; örneğin büyükçekmece anfi tiyatrosu, topkapı şehir parkı, kalamış sahili...

konserlerden ikisine katıldım: ikincisi "bir yaz akşamı"na ve dün akşam düzenlenen üçüncüsü "dansa davet"e.
cem mansur 1990'ların sonundan itibaren akbank oda orkestrası'nı yönettiği dönemlerde de hem ince ince düşünerek yan yana getirdiği yapıtlardan oluşan "konseptli" konser programları düzenlerdi, hem de seyircilerle konser öncesinde yapıtlar hakkında keyifli sohbetler yapardı. "istanbul'da senfonik yaz" dizisinde de mansur'un bu alışkanlıklarını devam ettirdiğini gördüm. 

mansur bir yaz akşamı rahatlığında biraraya gelen kalabalık bir seyirci topluluğunu sıkmadan, ama ucuza da kaçmadan, klasik müzik repertuvarının nitelikli yapıtlarını belli konseptler altında biraraya getirmiş. yapıtların seçimi dışında icrası konusunda da "ucuza" kaçılmamış, zaten mansur'un başında olduğu bir orkestradan farklısı da beklenemezdi; crr senfoni orkestrası iki konserde de oldukça iyi bir performans sergiledi. 
maalesef konserler akustik değildi, elektronik ses sistemi kullanılıyordu, ama ses teknisyenlerini kutlamak lazım, çok iyi bir işi çıkarmışlar. hiç abartmıyorum zorlu psm'nin alacalı bucalı büyük salonundaki herhangi bir büyük orkestralı klasik müzik konserinde olmayan müzikal kalite ve nitelik vardı açıkhava'daki iki konserde.
belki de akustik nedenlerle bu kadar yıl açıkhava'da klasik müzik konserinin düzenlenmedi. yıllar önce sahne üzerine oturtulan çatıda akustik anlamda bir tasarım, mesela yansıtıcı paneller yok. çatı sadece ışık ve ses tesisatlarını taşıması için yapılmış, tabii bir de sahneyi yağmurdan korumak için. eskiden yağmur oldu mu hemen gösteri durur, sahnenin üzeri hızlıca muşamba ile örtülür, yağmurun durması beklenir, durursa devam edilir, durmazsa gösteri iptal edilirdi. chris de burgh'inki gibi yağmura rağmen iptal edilmeyen ve sırılsıklam seyrettiğimiz konserler de olmadı değil.

"bir yaz akşamı"nı yöneten can okan ve dün akşamki "dansa davet"i yöneten cem mansur yapıt aralarında verdikleri ilginç bilgiler ve besteciler hakkında anlatttıkları nüktedan anektodlarla da klasik müziğin asık suratlı değil, keyifli olabileceğini kanıtladılar; sohbetleriyle de açıkhava'daki yaklaşık 2000 kişiyi avuçlarının içine aldılar.  

cem mansur 1980'lerde atatürk kültür merkezi büyük salonda orkestra çukurundan fışkıran kıvırcık saçıyla istanbul devlet opera ve balesi'nin sayısız opera ve balesini yönetirken edindiği deneyimi "dansa davet"in ilk yapıtı, saint-saens'ın "samson ve dalilah" operasından bacchanale'de gösterdi. gecenin son yapıtı "köçekçe"nin de kıvrımlarını, örneğin bir sascha goetzel gibi bizzat kıvırtmadan, orkestradan çıkartarak bütün incelikleriyle ve nüanslarıyla bizlere sundu. 
mansur neden konserin ikinci yaptını başka bir şefe sundurdu, anlamadım. neyse ki atıf taner çolak borodin'in "poloveç dansları"nda iyi bir sınav verdi. genç kemancı idil yunkuş da saint-saens'ın havanaise'inde başarılıydı.

dün akşamın başka bir güzelliği ise afişteki dolunayın üsküdar tepelerinden bizzat yükselmiş olmasıydı... 

dizinin son konserleri 17-18 eylül'de. offenbach, çaykovski ve dukas'nın yapıtlarından oluşturulmuş programın başlığı "masallar". şef cem mansur, solist ise nitelikli icralarıyla sevdiğim sopranolarımızdan hale soner kekeç. 

17 Ağustos 2021 Salı

on soruluk sohbetler 46 : filiz izem yaşın

Kundura Sahne’nin bu yıl ilki düzenlenen, performans alanında disiplinlerarası ve uluslararası konsept ve pratik geliştirme programı olan PerformLab, Türkiye’den ve Hollanda’dan sanatçıları bir araya getirerek 29 Mayıs- 6 Haziran 2021 tarihleri arasında Beykoz Kundura’da gerçekleşti. Kundura Sahne ile Productiehuis Theater Rotterdam ortaklığında ve Dutch Performing Arts’ın desteğiyle hayata geçirilen PerformLab programı boyunca, yapılan açık çağrı sonucu seçilen, kariyerlerinin farklı aşamalarındaki Türkiye’den sanatçılar Barış Arman, Dilan Onay, Doğan Can Serinkaya, Filiz İzem Yaşın, Halil İbrahim Aygün, Nadir Sönmez, Nursev Irmak Demirbaş ve Selen Gürmen bir hafta boyunca Hollanda’dan gelen sanatçıların katılımıyla, çalışmalarını paylaşma ve geliştirme imkânı buldular. PerformLab’e ayrıca, sanatçı İlyas Odman da, sanatsal süreçlere fermantasyon kavramı üzerinden yeni bir bakış açısı kazandırarak Sanat Fermantoru olarak eşlik etti. Fermantasyonu, sanatsal süreçlere yeni bir perspektifle bakmayı sağlayan bir araç olarak kullanmayı öneren bu yaklaşım, PerformLab’in omurgasını oluşturdu. Hollanda’dan katılan sanatçılar ise dansçı ve koreograf Benjamin Kahn, Amsterdam Fringe Ödüllü dansçı ve performansçı Cherish Menzo, oyuncu ve performansçı Khadija El Kharraz Alami ve Green Room ödüllü eğitimci, sanatçı, tiyatrocu ve yönetmen Samara Hersch’den oluşuyordu. On soruluk sohbetler’de PerformLab serimize yerel katılımcılarla devam ediyoruz ve de sıradaki misafirimiz Filiz İzem Yaşın.

Performansın özü sizce nedir? Performansı günümüzde nasıl tanımlarsınız?
Tanıklık edebildiğim kadarıyla performans süreç ile ilgileniyor, süre ile çerçevelenebilen her şekilde karşılaşma yaratabiliyor.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Sanat eseri krizlerde (başka bir zamanı konuşamayız sanırım artık) boşa düşüyor, çözümün reflekslerine katılamıyor, problem karşısında cılız kalıyor olabilir ancak genel olarak yaratıcı karşılaşmaların sıklığının ve çeşitliliğinin, krizlerde, örneğin şimdilerde yaşanan orman yangınlarında yangınları durdurmak, soğutmak, hayvan/insan taşımak, ihtiyaç ulaştırmak gibi dayanışmaların yeşermesine, yani bir başkası için ve kendin için eyleme geçmek duygusunun yeşermesine alan açmış olduğunu, açabileceğini düşünüyorum. Sanat, üreten için, kendini dönüştürmek, şifalanmak ya da tükenmek için elbette bir yer, şifasını bir başkasına açtığı deride buluyor. Şiir de ısrar ediniz.

İnsanlığın küresel ölçekte içinden geçmekte olduğu bu yeni pandemi süreci sizce gösteri sanatlarını gelecekte nasıl dönüştürecek?
Fiziksel karşılaşmanın olduğu bütün alanlar kırılgan anlamlar kazandılar bu süreçte. Bütün mekanların, okulların, kuaför salonlarının dahi gerekliliği sorgulandı. Sanat mekanlarının da kapitalizmle zorunlu gergin ilişkileri çokça kırıldı, devletlerin kültür-sanat öncelikleri sık sık malum ilan edildi, sanatçılar ölüme terk edildi. Yas tutabilmek için nefes vermeyi bekliyoruz ama umudum birlikteliğin yeni ve daha az zarar veren hallerine ihtiyacımızın "vokalleşmesi" yönünde.

Bir performansçı olarak, pandeminin yarattığı zorlu koşullarla kişisel olarak nasıl başa çıkıyorsunuz?
Yaratım sürecinde COVID-19'un getirdiği kısıtlamalara uymak zorunda kalmak yaratıcılığınızı nasıl etkiledi? Videoyla uğraşıyorum, pratiğim hep başkasının zamanını kaydetmek ve kayıtlı zamanları kurgulamak üzerineydi. Pandemi başlamadan hemen evvel Leipzig’e, kolektif bir sanat mekânında çalışmaya ve bir taraftan kendi merakımı anlamaya gitmiştim; bu yüzden pandemi başlayınca benim için iki katmanlı bir izolasyon oldu. Kendi zamanımı kaydetmeye, çerçeveye kendimi koymaya mecbur kalmış hissedince bedenimin performansını izler oldum, çetrefilli, gıcık bir şey ama çok şey öğrendim, çok aşklar, barışlar yaşadım.

Size ilham verdiğini düşündüğünüz biri/leri var mı, varsa kimler? Öfkeli kadınlar, kuirler, sakarlar, dans edenler, bitki büyütenler, birden fazla dille büyümüş insanlar.

Söyleşinin devamını okumak için tıklayın: unlimited

14 Ağustos 2021 Cumartesi

kayıplar hakkında maddesel olmayan bir anıt: faustin linyekula'dan şiirsel bir gösteri




dün bir sanatçı tanıdım: koreograf faustin linyekula. 
adını biliyordum, duymuştum gerçi ama hiç bir yapıtını seyretmemiştim. adı ilk defa karşıma, milo rau'nun ntgent'te başlattığı histoire(s) du theatre dizisinin ikincisinin yaratıcısı olarak çıkmıştı. dün onu tanımam, düsseldorf tanzhaus nrw'nin düzenlediği volume up festivali kapsamında "statue of loss" adlı yapıtının ve gösteri öncesi söyleşisinin naklen yayınlarını izlemem sayesinde oldu. 

"statue of loss" (kaybın anıtı) birinci dünya savaşı’nda sömürgesi olduğu belçika'nın ordusunda savaşmak zorunda bırakılıp ölen kongolu askerler için 1923 yılında kongolu paul panda farnana tarafından önerilen ama o gün bugün inşa edilmeyen bir anıt hakkında. 

kendisi de kongolu olan linyekula bu yapıtı 2014’te, birinci dünya savaşı’nın başlangıcının 100. yılı etkinlikleri dolayısıyla kendisine hannover theaterformen festivali tarafından gelen sipariş üzerine hazırlamış. yapıt başta paul panda farnana hakkında olacakmış. 
farnana'nın hayatı oldukça ilginç: hizmetçisi olduğu beyaz aile ile belçika'ya dönerken ailenin hepsi ölüyor, belçika'ya tek başına varan farnana'yı ölen babanın piyanist kızkardeşi sahipleniyor, onu üniversitede okutuyor ve farnana 1908'de belçika'da bir üniversiteden mezun olan ilk kongolu oluyor. belçika hükümeti farnana'yı kongo'ya üst düzey bir konuma yolluyor. oradaki beyazlar başlarında bir kongolu olma durumundan rahatsız oluyorlar, kongolular ise farnana'ya hain gözüyle bakıyorlar. farnana 1930 yılında zehirlenerek öldürülüyor, beyazlar tarafından azmettirilen siyahlar tarafından.
linyekula bu proje için arşivlere girince, savaştaki kongolu askerler hakkındaki bilgilerle ve özellikle de kongolu bir askerin alman esir kampında kaydedilmiş şarkı söyleyen sesiyle karşılaşınca, rotasını değiştirmiş ve farnana yerine bütünüyle o ses kaydı üzerine kurgulamış yapıtını.




40 dakikalık yapıtta sahnenin uzun bir süre ortası aydınlığa, kenarları ise tepeden sarkan ampul ışıklarının aydınlattığı kadar bir karanlığa sahipti. dansçı olarak sahnede olan linyekula’ya bir müzisyen, düsseldorf'daki gösterimde bir trompetçi eşlik etti.

iki figür sahnenin ortasında hep büyük bir boşluk bıraktılar; çoğunlukla kenarlarda, sınırlarda gezindiler. 
ortadaki boşluk işte o kayıp olandı, o artık var olmayanlardı. adeta o boşluğun kendisi bir heykel, bir anıttı; maddeden değil, maddesizlikten yaratılmış ve her an, linyekuda ve müzisyenin kenarlardaki hareketleriyle varlığı tanımlanan. 
o boşluğa sahnenin arka duvarına yansıtılan, farnana'nın anıtın yapılmasını önerdiği kongo ırmağının denizle buluştuğu ağzını farklı açılardan gösteren renkli film görüntüleri hakimdi. 
o boşluğu savaşın ortasında kaydedilmiş o kongolu askerin şarkı söyleyen sesinin cızırtılı kaydı dolduruyordu; bütün ağırlığıyla. 
anlayacağınız, yer ve hafıza sahnedeydi. onları bugünle ve "şimdi"yle bağlayan ise linyekula'nın bedeni, sesi, hareketleri ve trompetçinin notalarıydı.

linyekuda gösterinin başında bedeninin üst kısmının, sırtının ve yüzünün üzerine beyaz boya ile birinci dünya savaşında belçika adına hayatlarını kaybetmiş kongolu askerlerin soyadlarını yazdı. siyah bedenin üzerinde, beyazların politikası yüzünden ölmüş siyah insanların beyazla renklendirilmiş adları..
linyekula koreografisini sanki mermilere maruz kalıyormuş gibi bedenini titreterek, bükerek, elllerini kollarını yukarı aşağıya sallayarak, ayaklarını çarpıtarak oluşturmuş sanki. koreografiyi huzursuz ruhların savruluşu gibi de yorumladım, ölen askerler için bir ayin gibi de. tabii bunların hepsi kişisel yorumum, linyekuda'nın bu konudaki herhangi bir açıklamasını okumadım/dinlemedim. 

linyekuda söyleşinin bir yerinde, hikaye anlatıcılığından bahsetti, seyirciyi içine alan/katan niteliklerinden dolayı geleneksel hikaye anlatıcılarını ne kadar önemsediğinden. "hikaye anlatıcısı hikayesini anlatırken her an nerede, nasıl bir mekanda olduğumuzu bize hatırlatır" dedi, sehpanın üzerindeki su dolu bardağı gösterip "o anda orada olan şeylerden bahseder", elindeki mikrofonu gösterip "mikrofonu bir uzay gemisine dönüştürür mesela, bizi aya götürür" dedi, ve "yolculuğu birlikte yaptığımız için hikaye anlatıcısı bizi hiç bir zaman ayda bırakmaz, dünyaya, kendimize, almamız gereken sorumluluklara geri getirir" diye bitirdi. 
linyekuda da "statue of loss"da aynı bahsettiği hikaye anlatıcıları gibi bizleri kongo'ya, kongo nehrinin denize açıldığı ağıza, avrupa'ya, birinci dünya savaşı'na götürdü ve getirdi. gösteri başladıktan bir süre sonra üzerindeki beyaz gömleği çıkarmıştı, gösteri boyunca üstü çıplak bedeniyle hareket etmiş, şarkı söylemiş, tarihten, olaylardan bahsetmiş, ölen kongolu askerlerin isimlerini saymış, "bir siyah olarak bir istatistiğe gömülü olmak istemiyorum" diyerek savaşla ilgili istatistiki bilgiler vermiş, ve gösterinin sonuna doğru tekrar gömleğini giyerek şimdiye, bugüne döndürmüştü bizi. ışık tasarımı da linyekuda'nın bir hikaye anlatıcısı gibi maddesel olmayan anıt için açtığı parantezi yalın ama ustaca imledi: gösterinin başı ve sonu, sahnenin ortasındaki büyük boşluğu aydınlatan beyaz ışık yerine sadece yanlardaki sıcak ışıklı ampullerin aydınlattığı yarı karanlıkta sahnelendi.

"arızalı bir dünyadayız" diye başlamıştı dünki söyleşide ilk söz aldığında linyekula: "dünyanın tamamı arızalı, dış dünyamız kadar iç dünyalarımız da arızalı, geçmiş ve şimdiki zamanlar arızalı, tarih arızalı ki o tarih zaten hep galip gelen tarafından yazılıyor, kaydı tutuluyor, arşivleniyor, o yüzden arşivler de sorunlu, arızalı yerler." 
bir kaç yıl önce minneapolis'teki bir dans gösterisinin hemen öncesinde ise "yıkıntılar yığınımda şiiri nasıl hayal edebilirim?" diye sormuşmuş. 
işte "statue of loss" tam da bu dünyada ve bu sorunun cevabını veren bir yapıt. her türden arızalarla dolu dünyanın herhangi bir yerindeki harabeleri kelime anlamıyla fiziki yıkıntılar olarak almayıp, fiziki olmayan, içlerimizdeki harabelerde maddesel olmayan bir duyguyu, bir şiiri yazıyor linyekula; ve o duyguyu, o şiiri bir ekran aracılığıyla da olsa karşı tarafa geçiriyor, bana geçirdi en azından. herhalde dün akşam gösteriyi deneyimleyen düsseldorf seyircisi benim ekran karşısında yaşantıladığımdan çok daha yoğun duygularla ayrılmış olmalı salondan...

12 Ağustos 2021 Perşembe

iki film birden - VIII





geceler boyu aynı rüya mekanında buluşan iki kişi gerçek hayatta nasıl bir iletişim kurarlar, hele de aralarından biri sıradışı takıntılara sahipse...
insanlardan farklı olan ama insan toplumunun içinde yaşayan iki canlı, kendi doğalarını bastırmak ve saklamak zorunda kalıyorlarsa yaşadıkları hayata gerçek denebilir mi, hele de aralarından biri insanlardan farklı olduğunu yeni öğreniyorsa...

ildiko enyedi'nin bir kaç yıl önce çok ses getiren, berlinale'den büyük ödülle dönen "teströl es lelekröl" (beden ve ruh) filmini festival ve sinemadaki gösterimlerinde kaçırmıştım, mubi'de yakaladım. aynı akşam ardından, çoktandır izlemek istediğim ama hep erteleyip unuttuğum, bir arkadaşımın izleyip önermesiyle hatırladığım, ali abbasi'nin "gräns" (sınır) adlı filmini izledim. meğer bu film de istanbul'da festivalde gösterilmiş ve hatta altın lale için yarışmış; izledikten sonra hakkında araştırma yaparken öğrendim.

ilginç şekilde, tesadüfen arka arkaya izlediğim bu iki film, ilki kentte ikincisi kırsalda geçse de birbirleriyle konuştular, örtüştüler. iki filmin de protagonisti dişi birer canlı, iki film de canlıların (ve insanların) doğa ile, hayvanlar ile olan ilişkilerini ön plana çıkarıyor. iki dişi de hikayelerin sürecinde aşık oluyorlar. 
iki filmin ve protagonistlerinin benim için en vurucu ortak özelliği; hem onların hem de aşık oldukları canlıların (/insanların) genelin (/toplumun) dışında figürler olmaları, yani sıradışı olmaları, hatta içinde bulundukları toplulukların (/toplumların) "ötekisi" olarak adlandırılabilecek kadar.

iki filmin de lokomotifleri olan kadın-erkek başrol oyuncuları çok çok iyiler. 
"sınır"dakiler bir de yüzleri ve bedenleri ağır bir makyaj/maske altında bu başarıyı gösteriyorlar. uzun bir süre başroldeki kadın oyuncunun yüzünün gerçekten o şekilde olduğunu zannetim, hikayenin ikinci protagonisti ortaya çıkınca yüz ve bedenlerindeki farklılıkların makyajdan kaynaklandığını anladım. zaten "sınır" makyaj dalında oscar adayı olmuş. "beden ve ruh" da oscar'da yabancı dilde en iyi film dalı adaylığı var.

iki filmin de hikayeleri sırlar, gizemler barındırıyor ve filmler ilerledikçe bizler bu sırları öğreniyoruz, bazen bu sorları protagonsitler de bizimle birlikte öğreniyorlar. 
iki film de anlattıklarının ötesine götürdü beni, anlattıklarından öte şeyler düşündürttü. 

9 Ağustos 2021 Pazartesi

iki film birden - VII


2007'de pera müzesi'nde pirosmani sergisi olmuştu. bu gürcü naif ressamın yapıtlarını canlı olarak ilk o sergide görmüş ve hayran kalmıştım. mubi'de pirosmani'yi anlatan, 1969'dan bir sovyet filmine denk gelince, kaçırmadım. belki bu film sergi kapsamında gösterilmişti, hatırlamıyorum.

giorgi shengelaya'nın filmi pirosmani'nin hayatının son evrelerini anlatırken, her bir karede adeta pirosmani'nin resimlerini tekrar yaratıyor, resimlerindeki atmosferi hareketlendiriyor. dolayısıyla pirosmani'nin yaşadığı "gerçek" iç ve kentsel mekanlardan ziyade, onun bu mekanları tablolarında resmediş şeklinden esinleniyor. sanki shengelaya'nın amacı pirosmani'nin hayatını anlatmaktansa tam da bu, yani pirosmanivari bir film çekmek; hareketli pirosmani imgeleri yaratmak. bu anlamda shengelaya kanımca çok da başarılı olmuş; film sinematografik açıdan büyük bir keyif veriyor.


halk resmi geleneğinin, naif resim geleneğinin bir ustasını anlatan bir filmden sonra, bence günümüzün halk resmi sayılabilecek kentsel duvar resimleri ve grafiti sanatı hakkında bir film akşamımı tamamlayabilirdi. dolayısıyla mubi'de, geçen sene kaybettiğimiz usta sinemacı agnes varda'nın 1980 yılında los angeles'ta çektiği "mur murs" (fısıldayan duvarlar) adlı filmine rastlamak mutlu etti beni. (bu arada mubi'de ciddi bir agnes varda seçkisi olduğunu da es geçmemek lazım, ustanın kurmacadan belgesele, kısadan uzuna tam 27 filmi izlemeye açık vaziyette!)

pirosmani 1910'larda tiflis'in meyhanelerinin duvarlarını bütünüyle tablolarıyla kaplamışmış. los angeles'in sağır duvarları da 1970'li yılların ikinci yarısından itibaren çoğunlula meksika ve afrika kökenli amerikalı grafiti sanatçıları tarafından murallere, devasa boyutlu tablolara dönüştürülmüş.

agnes varda müthiş içerden bir bakış ve yumuşak bir kavrayışla bu muralleri ve yaratıcılarını küçük küçük öyküleriyle karşımıza çıkarırken, bir yandan da amerika'nın büyük resmine, yani kapitalist ve ötekileştiren sistemine bakmayı ihmal etmiyor. 
varda bunları yaparken yer yer illüzyon kullanmaktan da geri kalmıyor; bazen neyin duvar resminin cansız bir öğesi, neyin önünde duran gerçek bir cisim/canlı olduğunu belirsizleştirerek izleyiciye küçük oyunlar hazırlamış. bazen de mural ile önündeki gerçeklik arasında kontrast kurarak izleyiciyi düşündürtecek, izleyicinin muralin dünyasına kapılıp gitmesine engel olacak küçük tuzaklar kurmuş.

adeta bir etnograf titizliğiyle çekilmiş bu belgesel görsel ve düşünsel bir ziyafet...

6 Ağustos 2021 Cuma

iki film birden - VI



karolina bielawska 2015 tarihli ilk uzun metraj belgesel filmi "mow mi marianna" (bana marianna deyin)'de cinsiyet değiştiren wojtek'in başından geçenleri anlatıyor.
malou reymann 2020 tarihli ilk uzun metraj kurmaca filmi "en helt almindelig familie" (son derece sıradan bir aile)'de babaları cinsiyet değiştiren iki kızkardeşin, ama özellikle 11 yaşındaki emma'nın bu durumla başetme hikayesini anlatıyor. 

ikisi de kadın yönetmenlerin elinden çıkma bu filmlerden kurmaca olanı -küçük kızın babasının yeni durumunu kabullenmesi bağlamında daha çok- dönüşüm sonrasına, belgesel olanı ise ameliyat sürecine odaklansa da, haliyle iki film birbirine çok benziyor. o kadar ki; ilkinin adında geçen uyarı cümlesi, ki annesinin onunla telefonda konuşurken ona ısrarla wojtek olarak, yani erkekkenki adıyla hitap etmesi sonucunda marianna tarafından sarf ediliyor, ikincisinde de sayısız kere geçiyor: agnete ona "thomas" diye hitap eden eşine ve eşinin babasına "adım agnete, bana agnete deyin!" demek zorunda kalıyor defalarca.

agnete de marianna da cinsiyet değiştirmeden önce kadınlarla evliler ve iki çocuklu ailelerinin babaları konumundalar. dolayısıyla cinsiyet değişiminin onların çevreleriyle olan ilişkilerinin dinamiklerini değiştirmesinin yanısıra, birebir onların yakın çevreleriyle, yani çekirdek aileleri ile hesaplaşmalarını da beraberinde getiriyor. tam da bu noktada iki filmin bir başka ortak noktası çarpıcı ve düşündürücü: yönetmenler bir yandan anlatılarını şimdiki zamanda ilerletirken bir yandan da aralara protagonistlerinin aileleriyle geçirdikleri eski zamanlarda çekilmiş ev videolarını yerleştirmişler (doğal olarak ikinci filmdeki  videolar kurmaca). 

belgesel polonya'da, kurmaca danimarka'da geçiyor. thomas'ın agnete'ye dönüşümü -haliyle- danimarkalı çekirdek ailede daha kolay, -yani biraz daha az acısız-, kabul görürken (örneğin; anne ve küçük kıza nazaran 14 yaşındaki büyük kız babasının yeni durumunu en baştan normal karşılıyor ve onu olduğu gibi kabul ediyor), wojtek marianna olarak annesi tarafından bile kabul edilmiyor, eski karısı onu ziyaret ediyor ama anlıyoruz ki kabullenmemiş, çocuklarıyla olan ilişkisi ise bütünüyle kesilmiş. 

tabii bu çatışmalarda coğrafya çok etkili; danimarka gibi açık fikirli bir toplumda bile agnete'nin eşi onun durumunu kolay kolay sindiremezken, çok derin bir dini inanca sahip polonya'da marianna'nın pozisyonu iyice zorlu. öyle ki, polonya'da yaşınız kaç olursa olsun cinsiyet değişimi ameliyatı geçirmek için ebeveynlerinizden resmi izin almak zorunda oluşunuz ve marianna'nın bu izni ailesini mahkemeye vererek almak zorunda kalışı ciddi bir mücadele gerektiriyor.
iki protagonist de güçlüler, kararlarının arkasındalar ve sonuçlarına sonuna kadar göğüs geriyorlar. ama kurmaca olduğundan olsa gerek, agnete'nin işi daha kolay; emma bütün bocalamalarına rağmen filmin sonunda onu kabul ediyor. belgeselde ise marianna için işler o kadar kolay ilerlemiyor, hele de ameliyat sonrası aldığı hormon haplarını gereğinden fazla içtiği için ivme geçirince! zaten belgeselin son yarım saati de bu sürece odaklanıyor. 

aslında; belgeselin başında marianna'yı sağlıklı haliyle gündelik yaşamında takip ederken, bir yandan da tekerlekli sandalyede, zor konuşup zor hareket ederken masa başında iki oyuncu ile -kısa bir süre sonra kendi hayatı olduğunu anlayacağımız- bir tiyatro oyunu metnini okurken/çalışırken izliyoruz. dolayısıyla belgesel devam ederken bir yandan da kafamızda marianna'nın o sağlıklı halinden bu tekerlekli sandalyeli duruma nasıl geldiğine dair sorular beliriyor. bu da belgesele ek bir tedirginlik ve gerilim katıyor.

karolina bielawska "mow mi marianna"da bir anlamda "üç zamanı"; anlatının ilerlediği şimdiki zamanı, tiyatro oyunu provasını içeren gelecek zamanı ve ev videolarının tanımladığı geçmiş zamanı iç içe geçirerek bize marianna'nın portresini ve mücadelesini ustaca çiziyor.  
malou reymann'ın "en helt almindelig familie"si ise cinsiyet değiştirmeye her ne kadar kız çocuğu emma'nın babasıyla olan ilişkisi bağlamında, onun kişisel perspektifinden baksa da, baba agnete'nin kendini var ediş hikayesini de es geçmiyor. 
ikisini de mubi'de izlediğim bu filmlerden belgesel olanınkinin sert ve mesafeli bir tonu var, kurmaca olanınkininse yumuşak ve renkli. belgesel olanının etkisi bende kurmaca olanınkinin önüne geçti. zaten gerçekle hangi kurmaca yarışabilir ki, hele de gerçek olan ustaca "kurgulanmışsa"!...

5 Ağustos 2021 Perşembe

on soruluk sohbetler 45 : halil ibrahim aygün

Kundura Sahne’nin bu yıl ilki düzenlenen, performans alanında disiplinlerarası ve uluslararası konsept ve pratik geliştirme programı olan PerformLab, Türkiye’den ve Hollanda’dan sanatçıları bir araya getirerek 29 Mayıs- 6 Haziran 2021 tarihleri arasında Beykoz Kundura’da gerçekleşti. Kundura Sahne ile Productiehuis Theater Rotterdam ortaklığında ve Dutch Performing Arts’ın desteğiyle hayata geçirilen PerformLab programı boyunca, yapılan açık çağrı sonucu seçilen, kariyerlerinin farklı aşamalarındaki Türkiye’den sanatçılar Barış Arman, Dilan Onay, Doğan Can Serinkaya, Filiz İzem Yaşın, Halil İbrahim Aygün, Nadir Sönmez, Nursev Irmak Demirbaş ve Selen Gürmen bir hafta boyunca Hollanda’dan gelen sanatçıların katılımıyla, çalışmalarını paylaşma ve geliştirme imkânı buldular. PerformLab’e ayrıca, sanatçı İlyas Odman da, sanatsal süreçlere fermantasyon kavramı üzerinden yeni bir bakış açısı kazandırarak Sanat Fermantoru olarak eşlik etti. Fermantasyonu, sanatsal süreçlere yeni bir perspektifle bakmayı sağlayan bir araç olarak kullanmayı öneren bu yaklaşım, PerformLab'in omurgasını oluşturdu. Hollanda’dan katılan sanatçılar ise dansçı ve koreograf Benjamin Kahn, Amsterdam Fringe Ödüllü dansçı ve performansçı Cherish Menzo, oyuncu ve performansçı Khadija El Kharraz Alami ve Green Room ödüllü eğitimci, sanatçı, tiyatrocu ve yönetmen Samara Hersch’den oluşuyordu. On soruluk sohbetler'de PerformLab serimize yerel katılımcılarla devam ediyoruz ve de sıradaki misafirimiz Halil İbrahim Aygün, a.k.a Raven.


Performansın özü sizce nedir? Performansı günümüzde nasıl tanımlarsınız?
Bence gözlemdir. Performansı gerçekleştiren kişi için de o performansı izleyen kişiler için de gözlemdir. Buna bakış açısı da diyebiliriz. Gerçekleşen, ortaya çıkan her şeyin bir nedene bağlı olduğunu düşünüyorum. Bizimle ilgili, çevremizle ilgili, yaşadığımız yer, zaman ve hissettiklerimize ilgili. Bunlara verilebilecek örnekler çoğaltılabilir lakin önemli olan şey bakış açımız ve onları nasıl gördüğümüzdür. Kişiler ortak bir olaya farklı tepkiler verebilir, aynı olayı farklı yorumlayabilir ya da gözlemleyebilir. Bu çeşitlilik ortaya çıkan materyalin eşsiz olmasını sağlar. Dolayısıyla ortaya çıkan performansın özünde, durumlar karşısındaki bakış açımız yatar. Aynı durum seyirciler için de geçerli. Aynı performansı izleyen iki farklı kişi asla aynı şeyleri hissetmez. Çünkü performans ile seyirci arasında bir bağ oluşur, böylece her seyircinin deneyimi birbirinden farklı ve eşsiz olur. Performans, kurduğumuz bağ ve gözlemler sonucunda bedenimizin ve zihnimizin somut bir yansımasıdır. Performans tek bir kalıba sığmaz, birçok farklı formda karşımıza çıkabilir.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Dönüştürücü kelimesi tam ifade etmek istediğim etkiye sahip değil bu nedenle uyandırıcı demek isterdim sanırım. Dönüşmek, olduğumuzdan farklı bir forma ulaşmak gibi hissettiriyor, sanatın işlevinin ise zıt yönde olduğunu düşünüyorum. Ben sanatın içimde çoğu zaman farkında olmadığım şeyleri uyandırdığını hissediyorum bu nedenle böyle demeyi tercih ettim. Bunu bir dönüşüm olarak düşünebiliriz lakin bu dönüşüm belki de özümüze bir yolculuk olabilir ve bu yolculuk esnasında uykuda olan bazı şeyler uyanabilir. Bu uyanan şeyler bizi dönüştürüyor mu yoksa özümüzü bulmamıza yardım mı ediyor henüz karar vermiş değilim.

İnsanlığın küresel ölçekte içinden geçmekte olduğu bu yeni pandemi süreci sizce gösteri sanatlarını gelecekte nasıl dönüştürecek?
Her kriz bir fırsat doğuruyor. Çoğu işte ya da disiplinde olduğu gibi, evden, kilometrelerce uzaktan, dijital ortamdan yapılamayacak gözle bakılan birçok işe artık yapılabilir gözüyle bakılıyor. Bu durum dijital ortama yönelimi büyük ölçüde arttırdı. Eğitimlerin yapılabilmesi için uygulamalar ve İnternet siteleri oluşturulmaya başlandı ya da var olanların sayısı arttı. Bu bir açıdan muhteşem bir şey. İnternet sayesinde ulaşabileceğimiz bilgi ve içerik sayısının artmasına neden oldu. Bununla birlikte hepimiz duruma adapte oluyoruz. Belki birçok iş ya da kurum artık online şekilde işlevini sürdürmeye devam edecek. Kapanma süreci herkesi bazı açılardan zorlamıştır. Bu zorluk ile mücadeleyi kolaylaştırmak üzere önlemler almaya çalıştığımızı gözlemliyorum. Bu mücadele de yeni imkanlar doğuracaktır, hatta doğurmaya başladı bile. Online yarışmalar, festivaller vs. birçok yeni kapılar açılıyor. Gelecekte benzer veya tahmin edemeyeceğimiz farklı afetler ile karşılaşabiliriz, bir şekilde adaptasyon sağlayarak “hayatta kalmayı” başarmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Tüm insanlık bunun için çaba sarf edecek gibi görünüyor, sanatçılar da aynı şekilde.

Bir performansçı olarak, pandeminin yarattığı zorlu koşullarla kişisel olarak nasıl başa çıkıyorsunuz? Yaratım sürecinde COVID-19'un getirdiği kısıtlamalara uymak zorunda kalmak yaratıcılığınızı nasıl etkiledi?
Ben yalnız olmaktan ve tek başıma vakit geçirmekten genel olarak keyif alan birisi olarak pandemi süresince fazla yalnız kaldığımı düşünüyorum. Kendi yolculuğumda en değer verdiğim şey paylaşım yapabilmektir. Bir köprü olmayı seviyorum. Öğrendiğim, keşfettiğim değerleri kendi bedenimin ve zihnimin süzgecinden geçirdikten sonra yeni bedenlerle paylaşmaktan keyif alıyorum. Bunu her ne kadar online yapma fırsatım olsa da yüz yüze yapabilmek konusunda kısıtlanmak beni oldukça zorluyor. İşe ya da stüdyoya gitmek için hazırlanmak, dışarıya çıkmak, yürümek, toplu taşıma kullanıp bu süreçte insanları gözlemleme fırsatı bulmak, tanıdığın tanımadığın kişiler ile fiziksel olarak konuşmak, iletişim kurmak, mekan değiştirmek, temiz hava solumak ve daha bir çok şeyi yapma fırsatı bulmanın değerini şimdi çok iyi anlıyorum. Ev içerisinde, kapalı ve kısıtlı mekanda, online görüşmeler, mesajlaşmalar kıyaslamasında ise enerjinin yeterince ortaya çıkamadığını, duvarların içerisinde, kendi zihnimde, bedenimde sıkıştığını, diğer bedenlerle hayal ettiğim şekilde buluşmadığını hissediyorum. Aynı zamanda iptal olan eğitim ve atölyeler, festivaller, yarışmalar, kapanan stüdyolar beni hem sosyal hem de ekonomik açıdan oldukça yıprattı. Sürekli dijital ortamda bulunmak, online olmak beni bunalttı, kas ağrılarım, (genelde bilgisayar başında olmaktan) kronik göz ağrılarıyla yer değiştirdi. Çevrimiçi eğitimler, buluşmalar, toplantılar karışışında, kısıtlı mekanda olmak, internetin çekmemesi gibi yeni kaygılarım oluştu.

Size ilham verdiğini düşündüğünüz biri/leri var mı, varsa kimler?
Belki sayamayacağım kadar fazla lakin en başta kuzgunlar. Mitolojide ve dünyamızda birçok anlam barındıran bu hayvanlar benim hayatımda büyük bir değere sahip. Lakabım (Raven) da aslında buradan geliyor. Bunun dışında Güneş’in enerjisi beni her zaman olumlu etkiler, onu gökyüzünde görmek bende hep harekete geçme isteği uyandırır. İyi ya da kötü bir gün geçirsek de, mevsim yaz ya da kış olsa da Güneş her zaman parlamaya devam eder, bu bana hep ilham vermiştir. Hazır Güneş demişken; “Güneşin altında yeni bir şey yoktur.” sözünü oldukça benimserim. Bu sözden de bahsedilen, Austin Kleon’un bir Bir Sanatçı Gibi Araklayın kitabı beni çok etkileyen, sanatçı kimliğimde, pratiğimde her zaman yer bulan ve bana ilham veren bir kitap olmuştur. Son olarak Hiphop ve Dancehall kültürü ile buluştuğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Barış, sevgi ve birliktelik amacıyla bu kültürlere emek veren her sanatçıdan ilham alıyorum.

Söyleşinin devamını okumak için tıklayın: unlimited

2 Ağustos 2021 Pazartesi

on soruluk sohbetler 44 : selen gürmen sanders

Kundura Sahne’nin bu yıl ilki düzenlenen, performans alanında disiplinlerarası ve uluslararası konsept ve pratik geliştirme programı olan PerformLab, Türkiye’den ve Hollanda’dan sanatçıları bir araya getirerek 29 Mayıs- 6 Haziran 2021 tarihleri arasında Beykoz Kundura’da gerçekleşti. Kundura Sahne ile Productiehuis Theater Rotterdam ortaklığında ve Dutch Performing Arts’ın desteğiyle hayata geçirilen PerformLab programı boyunca, yapılan açık çağrı sonucu seçilen, kariyerlerinin farklı aşamalarındaki Türkiye’den sanatçılar Barış Arman, Dilan Onay, Doğan Can Serinkaya, Filiz İzem Yaşın, Halil İbrahim Aygün, Nadir Sönmez, Nursev Irmak Demirbaş ve Selen Gürmen bir hafta boyunca Hollanda’dan gelen sanatçıların katılımıyla, çalışmalarını paylaşma ve geliştirme imkânı buldular. PerformLab’e ayrıca, sanatçı İlyas Odman da, sanatsal süreçlere fermantasyon kavramı üzerinden yeni bir bakış açısı kazandırarak Sanat Fermantoru olarak eşlik etti. Fermantasyonu, sanatsal süreçlere yeni bir perspektifle bakmayı sağlayan bir araç olarak kullanmayı öneren bu yaklaşım, PerformLab'in omurgasını oluşturdu. Hollanda’dan katılan sanatçılar ise dansçı ve koreograf Benjamin Kahn, Amsterdam Fringe Ödüllü dansçı ve performansçı Cherish Menzo, oyuncu ve performansçı Khadija El Kharraz Alami ve Green Room ödüllü eğitimci, sanatçı, tiyatrocu ve yönetmen Samara Hersch’den oluşuyordu. On soruluk sohbetler'de PerformLab serimize yerel katılımcılarla devam ediyoruz ve sıradaki misafirimiz Selen Gürmen Sanders.




Performansın özü sizce nedir? Performansı günümüzde nasıl tanımlarsınız?
Benim için performansın özünde bir hareket var. Bizde başlayan bir hareketlenmeyi başkalarına aktarma aşamasıdır performans. Bir uyandırma seremonisi. Bu hareket insanı bir aksiyona iten fiziksel bir hareket de olabilir, bir düşünce veya duyguyu ortaya çıkaran içsel bir hareket de. Eğer performans günümüzde bir insan olsaydı, kızgın olurdu. Sesini yükseltmekten korkmazdı. Söylemek istediklerini bağıra çağıra anlatırdı. Çok az insanın onu duyduğunu bilirdi. Yine de konuşmaya devam ederdi. İnsanların çoğu onun varlığını fark etmese de yokluğunu bütün dünya hissederdi. Sanırım böyle tanımlardım performansı. Kızgın, fikirleri olan, korkusuz ve farkında.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
İnanmaktan öte onu yaşıyorum diyebilirim. Bugüne kadar sanatın hangi dalıyla ilgilendiysem o sanat dalı da benimle ilgilendi. Nasıl yaşayacağımı bilemediğim ve negatif diye adlandırdığım duyguları sakinliğe, içimde tuttuğum haykırışları insanlarla paylaşabildiğim cümlelere dönüştürdü. Sanatı sadece yapılan pasif bir eylem olarak görmüyorum. Daha çok karşılıklı yapılan bir şey. Akan nehre giren insanın bir daha asla aynı nehre girememesi gibi. Değişen ve dönüşen şey yalnızca nehir değil, ona giren insan da değişiyor. Sanatı yapan insan da böyle işte. Yaptıkça değişiyorsunuz. Yani en azından değişime açık oluyorsunuz. Kişisel deneyimlerimi bir kenara bırakırsam bile cevabım aynı kalır. Resimde fırça hareket eder, şiirde kelimeler akar, fotoğrafta an yakalanır. Hareketin olduğu her yerde ise değişim ve dönüşüm olasılığı vardır. Bu soruyu hep sanatı icra eden kişi olarak cevapladığımı fark ettim. Çünkü sanat eyleminin son ürününe tanık olan için cevap benim için çok bariz. Hiçbir şarkıyı dinleyip gülümsediğiniz ya da hüzünlendiğiniz oldu mu? Olmadıysa hiç müzik dinlememişsiniz demektir. Bu soru artık benim için “evet ya da hayır”dan öteye, “sanatın dönüştürücü gücü nasıl daha uzun vadeli olabilir”e dönüşüyor. Günümüzde her şeyi çok hızlı yaşıyoruz. O kadar ki dönüşümler kalıcı bir etki yaratabilecek kadar depolanmıyor bedenimizde. Yeni duygular ve yeni tepkilerle yıkanıyoruz adeta. Şu günlerde sorduğum soru: günümüz koşulları altında sanatın bu dönüştürücü gücünün etkisini daha kalıcı hale nasıl getirebiliriz?

İnsanlığın küresel ölçekte içinden geçmekte olduğu bu yeni pandemi süreci sizce gösteri sanatlarını gelecekte nasıl dönüştürecek?
Maalesef geleceği ön görebilecek kadar geçmiş bilgiye sahip değilim. Olmasını ümit ettiğim şey ise kısa süreli bir sessizlik sonrası öze geri dönüş. Pandemi sırasında alışveriş marketlerini ve büyük toplulukları kaybettik. Onun yerine mahalle bakkallarımızı ve küçük topluluklarımızı yeniden keşfettik. Büyük bir globalleşme çılgınlığının ardından gelen bir yerelleşme tokadı yedik de denebilir. Komşularımızı tanıdık (yani biz tanıdık umarım siz de tanımışsınızdır), azıcık kalan özgür zamanımızı kimlerle paylaşmak istediğimizi ve nasıl kullanmak istediğimizi keşfettik. Bu şekilde yaşadığımız bir dönemin sonucunda performansların da aynı yerelleşmeye ve küçülmeye gideceğini umuyorum. Evet, büyük konser salonlarında tanımadığımız insanlarla aynı keyfi almak tabii ki çok güzel. Ama belki de artık küçük bir mekanda otantik seslerini paylaşan grupların sesini duyma zamanı gelmiştir? Müzik üzerinden örnek verdim ama umuyorum ki performans sanatlarının her dalı pandemi sonrasında büyük isimlerin gölgesinden sıyrılmış ve kendi seslerini bulmuş insanlarla dolu olacak.

Bir performansçı olarak, pandeminin yarattığı zorlu koşullarla kişisel olarak nasıl başa çıkıyorsunuz? Yaratım sürecinde COVID-19'un getirdiği kısıtlamalara uymak zorunda kalmak yaratıcılığınızı nasıl etkiledi?
Sınırlar benim için hep bir oyun gibi olmuştur. Doğaçlama pratiğimde de belli sınırlar içindeki özgürlüğü ve özgünlüğü bulmayı araştırıyorum. Çünkü hareketi durduramayız. Sınırlar konulsa da o eğilir bükülür, şekil değiştirir ve bir şekilde yolunu bulur. Pandemi sırasında konulan kısıtlamaları da doğaçlama pratiğimdeki sınırlar gibi ele aldım. Hareket dışı hayatımda bunu deneyimlemek her ne kadar zorlu olduysa da oldukça keyifli bir deneyimdi. Beklenmedik bir şekilde bu süreç beni çok iyi etkiledi. Neyi neden yaptığımı çok sorguladım. Gerçekten söylemek istediğim şeyleri mi söylüyordum yoksa benden beklenilen şekilde mi hareket ediyordum? Örneğin etrafta beni izleyecek kimse olmadığında da aynı şekilde mi dans ediyordum? Kapanmanın olduğu bu dönemin hakkını vererek dibine kadar içime kapandım. Bazı sorularıma cevaplar buldum bazılarını şimdilik görebileceğim bir rafa kaldırdım. Sonuçta bu süreçten benim için önemli olan ve paylaşmak istediğim bir duygu ile ayrıldım. Gerçi pandemi süreci ne kadar sürecek bilmiyorum ama benim kapanma sürecim tamamlandı diyebilirim. Şimdi bundan sonrası açılma zamanı.

Size ilham verdiğini düşündüğünüz biri/leri var mı, varsa kimler?
PerformLab sırasında tanıştığım herkes (katılımcı ve paylaşımcı) beni derinden etkiledi. Onlar sayesinde kendi söylemek istediklerimi keşfettim ve farklı şekillerde dışavurum denemeleri yaptım diyebilirim. Hayatımda olan daha uzun süreli ilham kaynaklarından biri ise POE ONE. Kendisi breaking dünyasının eski kulağı kesiklerinden. Hip hop kültürünü ve ilkelerini (sevgi, barış, birliktelik, eğlence ve bilgi) bir bütün olarak yaşayan, özgünlük ve hikaye anlatıcılığı üzerine çalışmaları ve paylaşımlarıyla kalbimi çalmış bir üstattır. Dans eden, hareket eden herkesin bir gün onunla yolunun kesişmesini diliyorum. Hayattaki güzellikleri görebilmesi ve küçük parçalardan enfes bir bütün oluşturabilme yetisiyle Bob Ross da hayat boyu hafızamda kalacak. Yanlış ve doğru odaklı şu şehir yaşamında hataların olmadığını, her şeyin bir öğrenme deneyimi olduğunu söyleyen biri gerçekten bana küçüklüğümde çok cesaret vermişti.

Söyleşinin devamını okumak için tıklayın: art unlimited