28 Şubat 2009 Cumartesi

türk koreograflarından rengarenk bir buket

"kelebekleri öldürmeyin" (fotoğraf: şafak türkel)

istanbul devlet opera ve balesi, beyhan murphy'nin fikri üzerine bir kaç sene önce dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü koreograflarından dördünün (w. forsythe, g. balanchine, r. north, c. d’ambroise) birer yapıtıyla oluşturduğu ve seyirci tarafından çok beğenilen "dört bale" gösterisinden sonra bu sefer bizden dört koreografın yeni birer yapıtıyla "türk koreografları" gösterisini sunuyor. formül aynı: seyirciyi eğlendirecek hafif yapıtlar ile dansçıları zorlayacak ciddi yapıtlardan bir buket.
prömiyeri 29 ocak'taydı, ben bugünkü matinede seyrettim.

sibel kasapoğlu'nun her şeyiyle eklektik yapıtı "anadolu'nun sessizliği" ve berk sarıbay'ın esprili "düğünün mutfağı" ilk yarıyı oluşturuyor. "düğünün mutfağı" yaratıcılık ve kalite olarak maalesef sarıbay'ın bir-iki sene önce yine bir seçki içinde yer alan küçük ama müthiş zeki yapıtı "işte mutluluk bu!"nun çok altında; esprili olmak için fazla dağınık! selim-seda borak çiftinin başarıyla yorumladıkları sevimli düetiyle başlamasına rağmen gittikçe zorakileşen ve maalesef absürd bir anlamsızlığı bile yakalayamayan bir yapıt "düğünün mutfağı".
gösterinin son yapıtı, 2009 yapımı diğerlerinin aksine fırından yeni çıkmış değil: beyhan murphy'nin 1994 yılında sahneye koyduğu ve zamanında ödül de aldığı espritüel "rondo ala turka"sı. kostümlerinin çılgınlığı ve erkek dansçılara "fırlatılan" hicivsel bakışıyla biraz "troy game" (robert north), kulağa hoş gelen klasik müzik seçimi, zor hareketlerin genel konsept içine yedirilmesi ve genel espritüel tavrıyla da biraz "symphony in d"yi (jiri kylian) hatırlattı bana. yine de; malzemesini ustaca bu topraklardan toplayan, her daim keyifle seyredilecek, bu ülke varoldukça eskimeyecek bir yapıt "rondo ala turka".

"türk koreografları" akşamında beni esas vuran ise üçüncü yapıttı: uğur seyrek'ten "kelebekleri öldürmeyin".
geçen sezon hayal kırıklığına uğradığım "kesitler (air, kurban, bolero)" seçkisi nedeniyle uğur seyrek'e biraz mesafeli duruyordum. cesur denemeleri olan ancak son kertede yeterince etkileyici, bütüncül, tutarlı olamayan işlerin sahibi olarak kalmıştı aklımda. "kelebekleri öldürmeyin" her şeyi değiştirdi.
evet, uzun şifon gece kıyafetleri içinde uzun saçlı kadınlar, siyah gömlek-pantalonlu erkekler, sahnenin üç bir tarafını çeviren yüksek beyaz duvarlar, bu duvarlara yansıtılan görüntüler, müzik seçimi, minör teatral buluşlar, kadın-erkek ilişkilerinin ele alınması; bunların hepsi biraz pina bausch'tu! işin şaşırtıcı ama iyi tarafı ise, bu bariz esinlenmelerin bir fiyasko ile sonuçlanmamış olmasıydı.
"kelebekleri öldürmeyin" seyretmesi çok keyifli, belli ki dansçıların da severek, kendilerini kaptırarak dans ettikleri bir yapıt. temel olarak; birbirinin ardı sıra gelen pas de deux'lerden ve bunların eklemlendiği genel toplu danslardan/durumlardan oluşuyor.
benim seyrettiğim akşamdaki üçüncü çift, deniz aygör ile tunca bakan, tek kelime ile mükemmeldiler; hipnotize edici bir etkiyle seyirciyi büyülediler ve alkışta bütün salonda çınlayan "bravo"larla ödüllendirildiler.
"kelebekleri öldürmeyin" biter bitmez insanın yeniden seyretmek isteyeceği işlerden. keşke süreyya operası'na yakın bir yerlerde oturuyor olsaydım, sırf ikinci yarıyı seyretmek için bir kaç kere daha giderdim bu gösteriye!

22 Şubat 2009 Pazar

!f'ten "insan" manzaraları

bir !f daha sona erdi.
bu sene benim için pek parlak geçmedi. bu hafta da iki biletimi yakmak zorunda kaldım; neticede 5 filmle festivali kapadım [şimdiye kadarki !f'ler arasında en az film izlediğim yıl oldu 2009].

dün sabah emek'te seyrettiğim "okulçıkışı" (afterschool) adlı amerikan liselerindeki çürümüş hayatı ve kaybolmuş gençleri anlatan amerikan filminden sonra [gus van sant'ın "fil"ini (elephant) seyrettikten sonra ne akla hizmet bu filme gittim ki, hata bende!], kar soğuğunun hakim olduğu bu pazar sabahı da emek'teydim.
ancak geçen pazar kadar şanslı değildim[malum "tokyo!" küçük bir başyapıttı]; "isyan" (a zona) insanı isyan ettirecek kadar kişisel ve zor bir filmdi. bu portekiz filmini emek sineması'nın ısıtılmamış salonunda ürpererek seyreden bir avuç insandık [herhalde 50-60 kişiden fazla değildik].

nasıl olmuşsa, bunların arasına yolunu şaşırmış bir çift de sızmıştı [nedense bunlar da hep beni bulurlar]; belli ki yeni tanışmışlar, ısınma turlarındalar, genç beyimiz film başlamadan önce "nedir bu altyazı!" muhabbeti yaptı, kültürlü kızımız "bak, filmin içinde ingilizce altyazı olacak, biz de türkçe altyazıyı alttaki panodan takip edeceğiz" kıvamında bir açıklamayla karşılık verdi. hanımlar kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanırlar ya, erkekler de ne kadar zeki ve esprili olduklarını göstererek kızları kendilerine hayran bırakmaktan; doğrusu film de bayağı malzeme verdi genç beyimize, kızımız bütün film boyunca kıkırdadı, neyse ki üşümekten değil, keyiften.
genç kız hangi akla hizmet bu kıyıda köşede kalmış hüzünlü, kasvetli, ağır ve anlaşılmaz portekiz filmini seçmişti ki!

emek sineması'nda yer gösterme, yerine oturma faslı da bir alemdi !f sırasında!
nasıl emek sineması koca istanbul'da bir dinazor gibi kalmışsa tek başına, sinemalarda yer göstericilere bileti uzatmak ve küçük bir bahşiş vermek de unutulup gitmekte; !f'in "bağımsız ve genç" seyircileri böyle bir gelenekten haberdar bile olmayabilirler!
eh, bir yandan yer göstericiler yerlerini gösterdikleri her kişi sonrasında alamadıkları bahşiş yüzünden kendi kendilerine homurdanırken, diğer yandan da kafasına göre oturmak istediği halde yer göstericiye yakalanan "bağımsız" seyircilerimiz "ya, adam kafasına göre oturtuyor ya!" diye hayıflanıyorlardı; dervişin fikri neyse zikri odur misali.
mybilet sayesinde bilet alırken salon planından dilediği koltuğu seçebilen "bilinçli" seyirci salona girince neden yer değiştirmek ister, sırf "bağımsız" olabilmek için mi!

insan kendisinden de bağımsızlaşabilir mi!

PROTESTO

bir istanbullu sanatsever olarak beni 9 aydır atatürk kültür merkezi'nden nedensiz ve anlamsız yere mahrum ettiği için istanbul 2010 avrupa kültür başkenti ajansı'nı protesto ediyorum.

atatürk kültür merkezi mayıs sonunda apar topar boşaltıldığı için;
- 16. uluslararası istanbul tiyatro festivali'nin haziran ayı akm programı,
- 36. uluslararası istanbul müzik festivali'nin haziran ayı akm programı,
- istanbul devlet opera ve balesi'nin kullandığı iki salonun ekim 2008'den itibaren programı,
- istanbul devlet senfoni orkestrası'nın ekim 2008'den itibaren programı,
- istanbul devlet tiyatrosu'nun kullandığı iki salonun ekim 2008'den itibaren programı,
- istanbul devlet klasik türk müziği korosu’nun ekim 2008'den itibaren programı,
- ve sergi salonundaki etkinlikler
gerçekleşememiştir.

buna karşılık;
haziran 2008'den şubat 2009'a, yani 9 aydır atatürk kültür merkezi'ne tek bir çivi çakılmamıştır. bu gidişle, yenilemenin en erken hangi tarihte başlayacağı ve bitirileceği belli değildir.
bu kadar acemice yapılan bir iş sonucunda, akm'nin gerçekten ihtiyacı olan kapsamlı yenilemeden geçeceği de şüphelidir.

şu anda sinema ve televizyonlarda gösterilen "istanbul 2010 kültür başkenti" reklamında "istanbullu" olduğum için bana teşekkür ediliyor.
acaba ben, 2011'in 1 ocak'ında istanbul'a yaptıkları ve yapmadıkları için "istanbul 2010 kültür başkenti ajansı"na teşekkür edecek miyim?

16 Şubat 2009 Pazartesi

prensipli bir tiyatrocudan cesur bir davranış

son yıllarda çoğalan tv dizilerinin en önemli faydası tiyatro sanatçılarının tanınırlığının -ve gelirlerinin- artması oldu herhalde.
ancak bu gelişme, her gülün birkaç da dikeni olur misali, ortalama seyircinin tiyatro oyunlarını sanki evinin salonunda televizyona bakıyormuş kadar rahatlıkta birbiriyle -veya kendi kendisiyle- yüksek sesle konuşarak veya tepki vererek izlemesini de beraberinde getirdi maalesef!

bazen oyun sırasında arkama dönüp "susun artık" diye bağırasım geliyor. oyun hele de küçük bir mekanda sahneleniyor, oyuncular sizden 1-2 metre uzakta oynuyorken, o konuşan seyirciler adına/yerine esas utanan/sıkılan ben oluyorum çoğunlukla.
şu anda, çok beğendiğim "444" adlı oyun hakkında yazmak yerine bunlardan bahsediyor olmak bile, o kendini bilmez ve tiyatro adabından bihaber seyircilerin benden ve bu oyuna emeği geçenlerden çaldıkları zaman ve enerji aslında!

"444" oyununun yazarı ve iki başrol oyuncusundan biri olan yiğit sertdemir, oyun bitiminde alkışları nazikce yarıda kesip "oyun boyunca evlerinde televizyon izler gibi konuşan arkadaşların ne konuştuklarını sizler de benim kadar merak ediyorsunuzdur herhalde!" diyerek tepkisini dile getirdi.

o arkadaşlar sadece konuşmakla kalmadılar; cep teleonları çaldı, bol bol mesaj aldılar, oyun sırasında yüksek sesle salakça yorumlarda/tepkilerde bulundular. bu arkadaşlar 25-35 yaşlarında 15-20 kişilik bir grup içinde oyuna gelmişlerdi.
benzer bir gruba başka bir oyunda (tiyatro stüdyosu'nun "nehrin solgun yüzü" adlı oyununda) denk gelmiştim; topluca gelmişlerdi, konuşmalarından facebook'tan bir grup olduklarını öğrenmiştim ve bilet alırken özel de indirim uygulanmıştı kendilerine.
"444" e gelen gruba da benzer bir bilet uygulaması yapılmış mıydı, bunlar tiyatro meraklısı mıydılar, yoksa bir çağrı merkezini mekan edinen oyunu merak etmiş bir çağrı merkezi çalışanları mıydı!
bilemiyorum? tek bildiğim saygısız oldukları!

nihayet istanbul'a lapa lapa kar yağıyor, 22:35

cihangir, 18:05

istiklal, 22:00

taksim, 22:05

ortaklar, 22:30

2008'de müzikal yolculuk

kış
prayer anja lechner & vassilis tsabropoulos chants, hymns and dance 3:50
risque teresa salgueiro & septeto de joao cristal voce e eu 2:37
800 mercan dede - ceza - tuğçe senoğul 800 7:43
fes trilok gurtu & arke string quartet arkeology 6:47
andante cantabile mitsuko uchida w.a. mozart the piano sonatas 6:27
berlin lars danielsson & leszek mozdzer pasodoble 3:16
1945 mor ve ötesi onno tunç şarkıları 4:50
menuett ulf wallin & roland pöntinen schnittke: works for piano and violin 3:28
reminder lars danielsson & leszek mozdzer pasodoble 4:23
voi che sapete… magdalena kozena mozart arias 3:06
faith, trust and pixiedust solveig slettahjell & slow motion quintet pixiedust 3:14
yaz yağmuru ayten alpman bir başkadır ayten alpman 4:27
gas matisse & dimitra galani compiled for kerem by dj pi314 4:38
city of night pink martini hey eugene 4:19
berimbass renaud garcia-fons trio arcoluz 6:08
maldição dulce pontes o coração tem tres portas 5:08
nusrat’a allap levon minassian & armand amar songs from a world apart 4:18

bahar
rondo alla zingarese emil gilels & amadeus quartet johannes brahms klavierquartet op.25 8:27
burn anoushka shankar & karsh kale breathing under water 5:45
bir çocuk sevdim aylin aslım onno tunç şarkıları 4:04
vicar street tord gustavsen trio being there 3:44
fuga y misterio emanuel ax & pablo ziegler los tangueros 4:35
los paraguas de buenos aires amelita baltar astor piazzolla 4:59
tango a mi padre anja lechner & dino saluzzi ojos negros 4:21
romanza sabine meyer & oleg maissenberg francis poulenc clarinet sonata no.1 5:23
ma dall’arido stelo divulsa leyla gencer un ballo in maschera 5:52
valsinha teresa salgueiro & septeto de joao cristal voce e eu 2:19
praying lars danielsson & leszek mozdzer pasodoble 4:14
tasnif-e saghar sagar aghili & ensemble dastan the endless ocean 12:06
tuesday wonderland esbjörn svensson trio tuesday wonderland 6:32
sway rosemary clooney our golden songs 2:38
a good man is hard to find barbra streisand just for the record, vol.2 3:34

yaz
vespers panayotis vouzas passage through paradise 0:45
psalom (1991/1993) kronos quartet early music 2:06
ballet des ombres heureuses john eliot gardiner & orchestre de l'opera de lyon orphée & eurydice 5:29
the rose vassilis lekkas manos hadjidakis: the popular market 2:13
using the apostate tyrant as his tool kronos quartet early music 3:54
j'ai perdu mon eurydice! anne sofie von otter orphée & eurydice 3:27
Χάρτινα Καράβια dimitra galani Μ' Ένα Γλυκό Αναστεναγμό 3:47
kırık vals sezen aksu deniz yıldızı 3:46
the drunken ship vassilis lekkas manos hadjidakis: the popular market 2:23
Νύχτα Χλωμή (Νουβιανό Τραγούδι Της Ερήμου) dimitra galani Μ' Ένα Γλυκό Αναστεναγμό 2:50
on the way back stephan micus athos a journey to holy mountain 8:58
ΕΜΕΝΑ ΜΕ ΣΥΜΦΕΡΕΙ dimitra galani Ανάσα η τέχνη της καρδιάς 4:33
fortune ennemie, quelle barbarie barbara hendricks orphée & eurydice 2:54
danse des furies john eliot gardiner & orchestre de l'opera de lyon orphée & eurydice 4:01
bells: tolling of the knell kronos quartet early music 1:28

güz
spaetherbst rias kammerchor & alain planes brahms zigeunerlieder 1:55
untitled amon tobim & e.san vollmond, music from the dance theater of pina bausch 5:43
adagio mitsuko uchida w.a. mozart the piano sonatas 7:06
adagio emmauelle bertrand & pascal amoyal charles alkan-sonate de concert op.47 9:53
airs slovaques idil biret - bilkent symphony orchestra - alain paris jules massanet - césar frank musique concertante pour piano 7:20
lilies of the valley jun miyake vollmond, music from the dance theater of pina bausch 5:32
happy times lang lang dragon songs 5:15
danzon no.2 gustavo dudamel & simon bolivar youth orchestra of venezuela fiesta 9:46
pefto nenad jelic vollmond, music from the dance theater of pina bausch 5:44
perpetum mobile fazıl say & patricia kopatchinskaja kopatchinskaja I say 1:44
scherzo sergiu celibidache & müncher philharmoniker bruckner 8 16:05
finale herbert grönemeyer leonce und lena 3:03

15 Şubat 2009 Pazar

!f'ten manzaralar : tokyo³


bu sabah emek'te enfes bir film seyrettim: "tokyo!"

"episodolu" diye tabir edilen filmler genellikle çok iyi çıkmazlar. sinema endüstrisinin 60'lı yılların sonlarından itibaren başvurduğu bu türde genellikle üç ünlü yönetmenin aynı tema etrafında dolanan orta metraj filmleri biraraya getirilir.
bu tarzın denendiği ilk filmlerden olan edgar allan poe öykülerinden uyarlanan "olağanüstü öyküler"(histoires extraordinaires) adlı film, yönetmen koltuğunda federico fellini, louis malle ve roger vadim gibi dönemin avrupalı üç ağır topu oturmasına ve jane fonda, alain delon, terence stamp, brigitte bardot gibi star oyuncularına rağmen -veya, tam da onlar yüzünden- bence bir fiyaskodur.
bu türün en yakın örneklerinden biri olan "eros"ta (2004), wong kar-wai'nin -her zamanki gibi- döktürdüğü "the hand" episoduna karşılık şımarık-amerikalı steven soderbergh ve yönetmenlikten-emekli-olmayan-italyan-kurt michaelangelo antonioni'nin (filmi çektiğinde 92 yaşındaydı) bölümleri çok çok kötüdür.

"tokyo!", hiç olmadı biraz tokyo'yu seyrederim niyetiyle gitmeyi planladığım, çok da beklentim olmayan bir filmdi. episodlu filmlere karşı çekincelerim bir yana, kar soğuğunun hakim olduğu bir pazar sabahı sıcacık evimden çıkıp emek'in yolunu tutmak da zor gelmedi değil. ancak, şaşırtıcı şekilde bütün zorluklara/fedakarlıklara değdi!

tokyo kentinde geçmesine rağmen, didaktik veya anlatımcı/betimleyici olma tuzağına düşmeden, tokyo'nun atmosferini serbest bir şekilde anlatan biri fantastik, biri sarkastik, biri lirik üç güzel 40 dakikalık filmden oluşuyor "tokyo!".
yönetmenlerden ikisinin michel gondry ve leos carax olduğunu bilince hangisininkinin fantastik, hangisininkinin sarkastik olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. bong joon-ho ise; ismini aklımda tutamamış olsam da, bir kaç sene önce istanbul film festivali'nde seyrettiğim "cinayet günlüğü" adlı enfes filmiyle hafızamdan silinmeyen bir yönetmen. artık adını da unutmam!

michel gondry'nin "iç mimari" (interior design) filmi -başka bir kaynaktan bildiğim kadarıyla aylığı 4000 dolar'dan başlayan 50/60 m2'lik daireler diyarı- tokyo'daki sıkışıklık, sıkıştırma, yığışma ve istifleme üzerine mükemmel bir denemeydi. paketleme sanatı, kurokawa'nın tek modüllük kapsül konutları, yanlış yere park ettiğinden dolayı çekilen arabaların sahibi tarafından geri alınmaması halinde preslenmesi, aralarında bir insanın ancak yan yan sürünerek girebileceği "aralıklar" bulunan yapılar, minimumda yaşanan bu kalabalıkta "yararlı olma", yani "fuzuli olmama" kaygısı...
gerçekten mükemmeldi. tokyo'yu bizzat yaşantılamış değilim ama tokyo'ya dair duyduklarımdan ve okuduklarımdan gondry'nin anlattıklarına çok parallel bir resim var kafamda. ve o resmi bu kadar yaratıcı bir formatta karşımda bulmak çok keyif verdi bana.

leos carax'ın "bok"u (merde) üçlemenin kara mizahla yüklü kara koyunuydu. carax bu film ile, egzantrik derecede iğrenç ama bir o kadar da ilginç bir karakter hediye etti sinema dünyasına: fetiş oyuncusu denis lavant'ın canlandırdığı "merde". ["recep ivedik 2"yi görmedim ancak uğur vardan'ın radikal'deki yazısından bilgilendiğim kadarıyla tek sinemasal tarafı filmin başındaki recep ivedik'in sokakta karşılaştığı insanlara yaptığı eşşek şakaları yoluyla karakterinin tanıtıldığı tek plan çekilmiş sekansmış. bu sahnenin çok benzerini, tek uzun plan sekans olarak "bok"ta görmek şaşırtmadı değil beni! demek ki, aklın yolu bir!] kara mizah, eleştri, ne olursa olsun, japonların, kendileri hakkında bu kadar haksız şekilde kötü -ama müthiş eğlenceli- şeyler söyleyen bir filme para yatırmış olmalarını da takdir ettim doğrusu [millet olarak, 2010 kültür başkenti dolayısıyla istanbul için çekilmesi planlanan episodlu filmde "bok"takinin binde birine bile tahammül edemeyeceğimizi düşünüyorum]. carax "bok"un ikincisini new york'ta çekecekmiş; yakışır!

bong joon-ho'nun "tokyo sallanıyor"u (shaking tokyo) ise bir haiku kadar soyut, aşkın ve lirikti. ve aynı zamanda pastoral. aklıma kim-ki duk gelmedi değil, ancak onun filmlerinde olmayan bir görüntü estetiğine sahipti "tokyo sallanıyor". çok çok iyiydi.

"tokyo!" !f kapsamında son olarak 17 şubat'ta caddebostan afm'de gösterilecek.

14 Şubat 2009 Cumartesi

!f'ten manzaralar : düğün ve cenaze


bu seneki !f bağımsız filmler festivali başlayalı üç gün oldu.
merak ettiğim filmlerin festival sonrası vizyona gireceğini öğrendikçe festival heyecanım azaldı, azaldı, bilet sayım 9'da kaldı. bunlardan dün olan ikisine anlamsız nedenlerden dolayı gidemeyince de, festivalde izleyeceğim film sayısı 7'ye düştü. neyse ki, 7 fena bir sayı değil!

"kır düğünü" (sveitabrúðkaup) büyük bir hayal kırıklığıydı; sinemada kendi başına bir tür olan düğün filmlerine yeni hiç bir şey katamayan, komik olmaya çalışıp yeterince eğlenceli olamayan, dogme-95'in son kullanma tarihi geçmiş bir örneği olan bu izlanda filmi hayatımdan 99 dakika çalmış oldu. filmin tek hoşluğu tiger lilies'e ait olduğunu zannetiğim şarkılarıydı [filme zor dayandığım için credits'in sonunu bekleyemediğimden şarkıların kesin olarak kime ait olduğunu öğrenemedim].

bu akşam bir arkadaşımla seyrettiğimiz kendini-kötü-hisset-belgeseli "herkes gibi ol" (be like others), iran asıllı amerikalı kadın yönetmen tanaz eshaghian'a geçen seneki berlinale'de teddy izleyici ödülünü kazandırmış. [geçen senenin en iyi film teddy'sini kazanan "the amazing truth about queen raquela" (kraliçe raquela’nın harikulade gerçekliği) adlı film de !f'in programında]
bu filmde ne aradıklarını anlamadığım, sevgililer günü'nü kutlamak için yanlış adrese gelmiş olduklarını zannettiğim genç hetero çift [film boyunca dişlerinde gıcırdatarak bir büyük boy patlamış mısır paketini yediler, ardından hanım çantasından kolonyalı mendil çıkardı, bir tanesini yanındaki beye verdi, diğerini kendisi aldı, ellerini-ağızlarını sildiler, tertemiz olmuş olarak belgeseli seyretmeye devam ettiler], film sonrasında yönetmenin katılımıyla gerçekleşen soru-cevap kısmında ne soru ne de cevaba denk gelen uzun konuşmasıyla lambda gönüllüsü, film için bir sene arayla iki kere iran'a gittiğini belirtmesine rağmen hala yönetmenin iran'da yaşadığını zannederek soru soran seyirci gibi küçük detaylar zaman zaman belgesele yabancılaşmama neden oldu. yine de, içeriği ve gerçekliğiyle "herkes gibi ol" ve samimiyetiyle tanaz eshaghian beni etkilemeyi başardı.

12 Şubat 2009 Perşembe

tuhaf bir hikaye: benjamin button

"benjamin button'ın tuhaf hikayesi"ni dün akşam [çarşamba] izledim. eve yürürken aklımdan filme dair olumlu olumsuz bir sürü şey geçti. geç saatte klavye başına oturduğumda ise, düşüncelerimi düzgün bir çizgide formüle edemeyince yazmaktan vazgeçtim.

perşembe sabahları yapmaktan en çok hoşladığım şey fatih özgüven'in radikal'deki makalesini okumaktır. bu sabah da ritüelim aynıydı. bu haftanın konusu "benjamin button" filmiydi.
bir nefeste okuyup bitirdiğimde, özgüven'in her makalesinin arkasından hissetiğim hayranlık duygusuna bu sefer biraz da imrenme eklendi. film çıkışı eve yürürken aklımdan geçen bütün düşünceler fatih özgüven'in yazısında vardı, hem de müthiş bir ustalıkla kurgulanmış, bağlantıları yapılmış ve taşlar yerine oturtulmuş olarak.
[gerçek sinema tadı… bu sıradışı karakterin ve bu "tuhaf" öykünün altından ancak fincher'in kalkabileceği… fincher'in bir önceki filmi "zodiak"ın içeriği ile kurulan bağlantı… öykünün fazlaca amerika odaklı olması ancak yine de sıradan bir amerikan filmi gibi sırıtmaması… "forrest gump"ı andırması… fincher'in elindeki her imkanı (objeleri, sesleri, filmin kurgunu) kullanarak "zaman" kavramı ile oynaması… olasılıklara/rastlantılara dair film-içinde-kısa film tadındaki bölüm… gençliğin ve güzelliğin pompalandığı amerikan sinema endüstrisinde brad pitt gibi bir -tabir yerindeyse- ilahın filmin üçte ikisinden daha uzun bir bölümünde yaşlandırılmış olarak oynaması… "benjamin"in trajedisinin, bu karakteri brad pitt'in oynaması sayesinde daha anlamlı, daha etkili hale gelmesi… brad pitt'in bu rolü kabul etme cesareti...]

biri düşüncelerini açıkladıktan sonra, "hah, ben de aynen öyle düşünmüştüm" demeyi hiç sevmem, ancak bu sefer örtüşme o kadar paralel ki, söylemeden/yazmadan edemedim.
herkese benjamin button'un tuhaf maceralarını takip edeceği keyifli bir üç saat dilerim...

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=921225&Yazar=FATİH%20ÖZGÜVEN&CategoryID=113

7 Şubat 2009 Cumartesi

kırk kapılı bürokrasinin labirentinde...

arif akkaya'nın iki sezon önce yönettiği "iyi geceler anne" hayatımın unutulmaz oyunları arasına girmişti. marsha norman'ın yazdığı ve yıldırım türker'in türkçeye çevirdiği oyunun başrolünde hikmet körmükçü ile celile toyon vardı. muhsin ertuğrul sahnesi'ne gencay gürün zamanında kazandırılmış cep tiyatrosu'nda en küçük detayına kadar gerçekçi tasarlanmış dekorda, bir ana-kızın evlerine konuk olmuştuk. çok acılı, sancılı ve sert bir oyundu.

o oyunda hikmet körmükçü'ye bir kere daha hayran kalmıştım. kendisi tiyatro dünyamızın en iyi oyuncularından biridir bana göre.
onu 1988'de, ışıl kasapoğlu fransa'dan türkiye'ye döndüğünde istanbul'da ilk sahnelediği oyun olan "iki efendinin uşağı"nda seyretmiştim. 2006'daki tiyatro festivali'nde "iki efendinin uşağı"nı bu sefer ünlü piccolo teatro di milano'dan giorgio strehler rejisiyle izlerken, oyun arasında hikmet hanım'ı görmüş ve hiç adetim olmadığı üzere yanına gidip, kendisini yıllar önce bu oyunda seyrettiğimi, çok beğendiğimi ve hala unutamadığımı söylemiştim. çok memnun olmuştu.

bu sezon yönetmen arif akkaya ile hikmet körmükçü bulgar oyunu "deri ceket"te bir kere daha beraber çalışıyorlar.
oyunun ilk yarısı müthiş eğlenceli. ikinci yarı ise -metinden kaynaklanan nedenlerden dolayı- biraz sarkıyor; gereksiz yere didaktikleşiyor, oyunun bütününe sinen hiciv biraz zedeleniyor.
oyuncuların hepsi iyi, hikmet körmükçü ise tam anlamıyla döktürüyor; sözlerinin her bir vurgusunda, her bir mimiğinde, jestinde bir maharet var, sesini de çok ustaca kullanıyor.

"leonce ile lena"nın yönetmeni, altıdan sonra tiyatro grubu'nun kurucusu, bu topluluğa yazdığı oyunlarla ödüller sahibi yiğit sertdemir ise "deri ceket"in diğer başrolünde. [şubat ayı benim için tam bir yiğit sertdemir ayı oluyor: bu genç ve yetenekli tiyatrocunun "leonce ile lena"da yönetmenliğini, "deri ceket"te oyunculuğunu gördüm, ileriki günlerde de altıdan sonra ile sahnelediği "444" ve "öldün duydun mu?" oyunlarıyla yazarlığına tanık olacağım.]
"deri ceket" ile "leonce ile lena"nın yaratıcı ekibi örtüşüyor; yiğit sertdemir'in yanısıra, leonce'u oynayan cengiz tangör'ün "deri ceket"te de rolü var. "leonce ile lena"nın başlangıç ve ara anonsları gibi "deri ceket"indekiler de özel olarak bu oyun için hazırlamış ve yine çok eğlenceli.
"leonce ile lena"da sahne tasarımı ve kostümden sorumlu gamze kuş ile nihan kaplangı "deri ceket"te de iş başındalar ve yine çok yaratıcılar. gamze kuş sahne tasarımında "bürokrasi" kavramını cisimleştiren kapı fikrinden yola çıkmış. her biri birer kapı olan hareketli dekor parçaları her sahnede farklı kurgulanarak hem yeni bir mekanın oluşmasını hem de oyunda anlatılan absürd bürokratik kısırdöngünün görselleşmesini sağlıyor.

"deri ceket"i seyrederken insanın aklına ister istemez bolca absürd tiyatro, bir tutam gogol ("palto"), bir tutam aziz nesin ("yaşar ne yaşar ne yaşamaz"), belki biraz charlie kaufman ("being john malkovich") ve bolca, t.c. resmi dairelerinde yaşanan kişisel anılar geliyor.

kırık kalpler, özlem ve merhamet üzerine bir ortaçağ masalı


"despero" (the tale of desperaux) bir fare ile bir sıçanın birbirine paralel giden, zaman zaman da kesişen öykülerini anlatıyor.
ne tam bir dostluk öyküsü ne de kahramanlık. bir büyüme, olgunlaşma öyküsü de değil, tam bir başarı öyküsü de.
net olarak ayrılmış iyiler ve kötüler yok. karakterler var, davranışları insani duygularla belirlenmiş; iyilik, cesaret ve onur var ama kıskançlık, öfke, üzüntü ve öç alma da mevcut.
belki de bu filmi bu kadar sevmemin nedeni bunların hiçbirinin baskın ve didaktik bir şekilde anlatılmaması.

"despero" bir doğu avrupa animasyonu kadar sofistike değilse de bir walt disney yapımı kadar da bildik ve sıradan değil.
filmin genel tasarımı -tipik amerikan yapımı olması dolayısıyla- fazlaca cilalanmış ancak yine de çok hoş fikirlerle dolu ve ustaca kotarılmış.
gerek mekanların, gerek yapıların, gerekse de karakterilerin tasarımında ortaçağ'dan esinler kolayca fark ediliyor. mount saint-michel manastırından esinlenilmiş kasaba, dini resimlerden/fresklerden çıkmış solgun beyaz tenli sarı saçlı bir prenses, brueghel'in tablolarından fırlamış çirkin ama saf ve iyi kalpli köylüler, archimboldo'ya gönderme yapan bir sebze adam ve daha niceleri...

bir kaç yıl önce seyrettiğim bir belgeselde walt disney'in avrupa resim sanatından nasıl esinlendiği, etkilendiği anlatılıyordu. çok ilginçti. dolayısıyla yukarda bahsettiğim bağlantıları bir amerikan animasyonunda fark etmek artık heyecanlandırmasa da beni, seyrettiğim filmden daha fazla keyif almamı sağladığı kesin. bu açıdan "despero"yu, hem fare hem de yemek temaları açısından benzer bir animasyon olan "ratatouille"den daha özgün bulduğumu ve bu nedenle de daha fazla beğendiğimi söylemeliyim.

4 Şubat 2009 Çarşamba

romantizmin doruklarında

"ilk başta piyano, eşi tarafından terk edilmiş bir kuş gibi sızlandı. civardaki bir ağaçta duran keman onu duydu ve cevap verdi. sanki dünyanın başlangıcında başka hiçbir şey değil de sadece ikisi vardı. hatta şöyle de diyebiliriz: yaratıcıları onları öyle yaratmıştı ki bu dünyada kendilerinden ya da bu sonattan başka hiçbir şey yer almıyordu."
- marcel proust, "kayıp zamanın izinde"

kapsamlı program broşürü sayesinde, cesar frank'ın sonatının edebiyata da sızdığını öğrendim. ["kayıp zamanın izinde" maratonunu hala koşmamış olmam ne utanç verici! fatih özgüven'e kalırsa; hayatta en gıpta ettiği insanlar "kayıp zamanın izinde"yi yeni okumaya başlayanlarmış. eh, hayatta iki kere okunabilecek bir roman dizisi değil elbet.]


kapsamlı broşür yo-yo ma & kathryn stott konserine aitti. konser bu akşam işsanat'taydı.
rusya'dan arjantin tangolarına, brezilya'dan biedermeier almanya'sına, oradan romantizm'in fransa'sına uzandık iki saat boyunca. değişmeyen tek bir şey vardı: yoğun lirizm.

bence açılış parçaları zordur, dinleyiciyi dış dünyanın kargaşasından arındırıp konserin atmosferine çekmesi gerekir. schubert'in "arpeggione"si hem enfes bir seçimdi hem de mükemmel bir duyarlılıkla yorumlandı.
ikili şostakoviç'in sonatı ile piazzolla'nın "le grand tango"sunu arka arkaya bir nefeste çaldı, sanki tek bir esermiş gibi. "le grand tango"nun rostropoviç için yazıldığı düşünülürse yanlış bir tercih olmadı.
aynı şekilde; ikinci yarıda gismonti & carneiro'nun "bodas de prata" ile "quatro cantos"unun arkasına frank'ın sonatı çok yakıştı.

iki saat boyunca günlük hayatımıza dair her şeyi unuttuk, sadece müziği yaşadık!

[bir soru: yo-yo ma'nın internet sitesinde istanbul konseri neden gözükmüyor?]

eski bir dostla yeniden karşılaşmak gibi

"göçmüş kediler bahçesi" adlı şaheserin, bu diyardan erken göçmüş yazarından kalanlarla derlenmiş yeni bir kitap çıkıyor 5 şubat'ta: "susanlar"

"susanlar"ın içinde bilge karasu'nun daha önce dergilerde yayımlanmış ama kitaplaşmamış öyküleri, denemeleri, şiirleri, onunla yapılmış söyleşiler var. bu kitabı serdar soydan'ın gayretine, yıllar süren araştırma ve çalışmasına borçluyuz, sağolsun!

2 Şubat 2009 Pazartesi

"aşkın en mavi zamanı"

(fotoğraf: muammer yanmaz, "40 ayna" projesinden)

zuhal olcay'ın yeni albümü çıktı: "aşk'ın halleri"

bende hatıraları derindir zuhal olcay'ın.
"hayat-boyu-dostum" burcu ile üniversitenin ilk yılında akvaryum'da ilk sohbetimizin bahanesi zuhal olcay'ın o günlerde yeni çıkmış olan ilk albümüydü: "küçük bir öykü bu..."
yıllar sonra, kadim dostlarımdan bir başkası kayahan abi ile sıkıntılı yarışma zamanlarımızda beraber çizim yaparken pek bir eşlik etmişizdir kendisine; detone seslerimizle, bağıra çağıra, döndürüp durarak aynı şarkıları, özellikle de "güller ve dudaklar"ı.
bütün bunlardan yıllar önce, sanırım 1985'te, akm'nin oda tiyatrosu'nda alev sezer ve engin şenkan ile oynadığı, kırık bir üçlü aşk hikayesi anlatan rus oyunu "söz veriyorum"da hatılıyorum onu; nasıl unuturum! zuhal olcay'ı ilk o zaman seyretmiş ve müthiş etkilenmiştim.
televizyon dizisi, halikarnas balıkçısı'ndan uyarlanan "parmak damgası" bundan önce miydi, sonra mıydı hatırlamıyorum. ama yine okan uysaler'in muhteşem bir duyarlılıkla bu sefer firuzan'dan uyarladığı "gecenin öteki yüzü"yle hayranları arasına girmiştim onun, hiç çıkmamacasına!

kimbilir ne kaldı
benden sana şimdi
belki sen de hala
yaşıyorsun beni
benden uzaklarda bana benden yakın

yok, yok hiç faydası yok anıların
alışmışken yokluğuna
unutmuşken o günleri

yırttım gitti resimleri


"aşk'ın halleri"nde üçüncü defa bülent ortaçgil ile çalışmış zuhal olcay.
enfes bir gürol ağırbaş parçasıyla açılıyor albüm. bülent ortaçgil, baki duyarlar, 1986 yılından ercüment ortaçgil şarkıları ve ezginin günlüğü'nden nadir göktürk ve hüsnü arkan'ın katkılarıyla devam ediyor. bir şarkının sözü de zuhal olcay'a ait.

albümün adı "başucu şarkıları 3" değil ama kesinlikle başucu albümlerimden biri haline gelecek zamanla. yalnız, neden bu kadar kısa!

1 Şubat 2009 Pazar

antwerp'ten anlar...

“öteki”: toplumsal paranoyanın şifresi

karşımda, üzerinde büyük harflerle "ŞÜPHELENECEK BİR ŞEY Mİ VAR?" yazılı afişler. altındaki "güvenliği ücretsiz arayın" teşvikiyle birlikte!
uçaktan yeni inmiş, brüksel’in kuzeyindeki bir istasyonda antwerpen’e gidecek treni bekliyordum bu afişlerle yüzyüze geldiğimde. dehşete düştüm!
olmayan fransızcamla bile afişin üzerinde ne yazdığını anlamıştım.

nasıl bir toplumsal paranoya yaratmaktır bu! herkesi birbirinden şüpheye düşürmek; tabii örtülü olarak yapılan işin aslı, batılıyı/beyazı/hıristiyanı "öteki"nden şüphelendirmek!
bu afişten sonra, insanın şüphelenmeyeceği varsa da "acaba?" der; kulağına kar suyu kaçmıştır bir kere! ne acımasız bir pompalamadır bu; insanı insana, toplumları toplumlara düşman eden!

afişin, sadece görseli değişen üç çeşitlemesi var; hepsindeki tedirgin olan "normal" insana karşılık birinde dişi bir pan, ikincisinde bir ortaçağ zırhı, üçüncüsünde bir hayalet bulunmakta.
belli ki afişi hazırlayan reklamcılar, içeriğin sertliğini “kabul edilebilir” kılmak, yumuşatmak için, belki de “ötekini” ürkütmemek için, şüphe uyandıran “şeyler” olarak sevimli figürleri seçmişler.
daha da önemlisi, bu figürlerin aslında batılıya "yabancı" olmamaları, tam tersine, batılının çok iyi bildiği ve hatta kökenini/geçmişini oluşturan efsanelerden, mitolojiden ve batıl inançlardan fırlamış olmaları. tekinsiz olan tek şey, bunların günümüz mekanlarında ortaya çıkmış ve üstüne üstlük kamusal ulaşım taşıtlarını kullanmak için zaman çizelgesine bakıyor veya bilet kuyruğuna giriyor olmaları.
yani bu figürler batılıya hem uzaklar (tarihsel olarak) hem de yakın (mekansal olarak); aynı “ötekiler” gibi; kültür, anlayış, din olarak uzak ama aynı kentlerde aynı ulaşım araçlarını kullananlar olarak onların aralarında, yakınında!

hayat ilginç tesadüflerle yüklü: belçika'ya gidiş nedenim, hayranı olduğum sidi larbi cherkaoui'nin "myth" (mit) adlı gösterisini seyretmekti.
yarı faslı yarı flaman olan sidi larbi kendisiyle yapılan bir söyleşide, gösterisi için çıkış noktası olarak aldığı mit olgusunu farklı kültürlere, geçmişlere, dinlere ait insanları yargılamadan yakınlaştıran, onların yalnızlıklarını azaltan insanlığın ortak belleği, ortak bilinçaltı olarak yorumlarken “saf kan batılı” aynı mitleri kendinden olmayanı/ötekini üstü örtülü olarak betimlemek için bir araca dönüştürüyor.
işte “batılı”nın esas sorunu: “öteki”yi yaratan kendisi.


neredeyse “öteki”ni hiç göstermeden, sadece “batılı”nın günümüzdeki bu hastalıklı halet-i ruhiyesini sakin sakin gözler önüne sermeye adanmış bir tiyatro oyunu istanbul’da yolunu yarıladı.
sezon başından beri dot bünyesinde murat daltaban rejisiyle ikişerli gruplar halinde oynanan mark ravenhill’in 16 kısa oyunluk “vur / yağmala / yeniden” projesi şu günlerde 4. gösteriye ulaştı.
4. gösteriyi oluşturan üç oyun “batılı”nın huzursuzluğunu bu sefer hastalık metaforu üzerinden anlatıyor, “savaş”ın etkisini arkaplanda da kalsa kaybettirmeden. bunlardan ilki “tahammülsüzlük”te tek başına oynayan tülay günal şimdiye kadarki oyunların en başarılı yorumcusu bana kalırsa.

4. gösterinin oyunları belki direkt olarak toplumsal paranoya hakkında bir laf etmiyorlar ama geçtiğimiz aylarda seyrettiğim 1. gösteri (“kayıp cennet” ve “dün meydana gelen bir olayda…”) ve 3. gösteri (“troyalı kadınlar” ve “dünyalar savaşı”) oyunları bu konuda bir balyoz gibi inmişti ruhlarımıza. kendi toplumlarının dışındakileri, onlara savaş açanları ötekileştiren "iyi" batılıları seyretmiştik.
[aslında o batılılara göre birer “öteki” olan biz türk seyircisinin aklına bu oyunları seyrederken acaba kendi “ötekileştirdiklerimiz” geldi mi hiç!]

oyunların metinleri çarpıcı ve murat daltaban’ın rejisi genel olarak belli bir düşünsel altyapıya sahip, ancak bence bu projenin en etkileyici yanı oyuncuların oyun öncesinde fuayede oyunun başlamasını bekleyen seyircilerin arasına karışmaları, onlarla oturmaları, belki gazetecilerle veya tanıdıklarıyla sohbet etmeleri.
murat daltaban’ın bilinçli bir tercihi mi bu durum, yoksa mecburiyetten (gerçek bir tiyatro mekanı olmayan bilsar’da kulis için bir yer düşünülmediğinden) mi gerçekleşiyor bilemiyorum ama kesinlikle can alıcı bir etkiye sahip olduğunu düşünüyorum.
eğer bilinçli bir seçimse daltaban’ı kutlamak şart! çünkü bu sayede seyircilere "aslında sahnedekiler sizlersiniz", sahnede neler oluyorsa aslında öyle düşünen, öyle hareket eden, kendisini kolayca “iyi” olarak tanımlarken kendisinden olmayanları “ötekileştiren” sizlersiniz demenin çok incelikli bir yolu bu.
ve bence ilk gösterilerde olduğu ve belki de ilerdekilerde de olacağı gibi seyircilerin üzerine yürümek, burnunun dibine kadar sokulup oynamak, onları parmakla göstermek ve taciz etmekten -ve maalesef çoğu zaman gülünç duruma düşmekten kurtulamamaktan- çok daha etkileyici bir yol bu!

“vur / yağmala / yeniden” projesinin sezon içindeki gösterilerine gidemeyenler, mayıs ayında bütün oyunların birarada sahneleneceği altı saatlik maratonu kaçırmasınlar.

kapana kısılmış hayatlar: "resmi geçit"

istanbul'un neredesinde oturursanız oturun, semaverkumpanya dolayısıyla kocamustafapaşa'ya yapacağınız bir seyahatten kesinlikle pişman olmazsınız! emin olun.

"süleyman ve öbürsüler"le -biraz da geç- keşfettiğim semaverkumpanya topluluğunun son oyunu "resmi geçit" ocak ayında sahne ışıklarına çıktı.
yunanlı yazar loula anagnostaki'nin tek perdelik oyunu ilk defa 1969 yılında paris'te sahnelenmiş. eski bir oyun sayılabilir, ancak içeriği kesinlikle eskimiş değil!
oyun, iki kardeşin kapalı bir mekanda (bir odadan kesit alınmış gibi tasarlanmış, klostrofobik sahne ve ışık tasarımı: cem yılmazer) birbirleriyle ve mekandaki tek pencere sayesinde "gördükleri" dışarıda gerçekleşenlerle hesaplaşmalarını anlatıyor.

pencereden kardeşler tarafından "anlatılan" olaylar soyut ve kavramsal bir çerçevede ele alınmış; gerçekten görüldüğünden emin değiliz. anlatılanlar bütünüyle halüsinasyon da olabilir, düş de, çok önceden yaşanmış “gerçekler” de, çok önceden yaşandığı için artık deforme olmuş gerçekler de!
işte bu tekinsiz, ikircikli dünyanın yaratılmasında oyuncular çok başarılı: erkek kardeşte nadir sarıbacak ve ablada öyküm elif erdoğan.

yönetmen serdar keskin'in, oyunun başında ve sonunda bıraktığı uzun karanlıklar da çok isabetli; bu sayede oyun sürecinde gerçekleşenler tırnak içine alınmakta ve gerçeklikleri sorgulanmakta.

"resmi geçit" yaklaşık 50 dakika sürüyor.
semaverkumpanya keşke -tam da program broşüründe belirtildiği gibi- aynı yazarın "resmi geçit"inin de dahil olduğu üç kısa oyununu -zamanında atina'da olduğu gibi- arka arkaya sahneleseydi. herhalde seyirci için çok daha bütüncül bir deneyim olurdu!