31 Mart 2009 Salı

leyla gencer anısına "bir kutlama"


bu akşam "la diva turca"mızı, leyla gencer'imizi andık.

leyla gencer'i bir opera yapımında olmasa bile sahnede seyredebilmiş şanslı türklerden biriyim. hatta, daha doğmadan onu canlı dinlemiş ender insanlardan biri olmalıyım; annem 1970 yazında bana hamileyken aya irini'de onun konserini izlemiş.

yıllar sonra, ailevi ekonomik durumdan dolayı istanbul festivallerine 2. veya 3. kademe bilet aldığımız bir dönemde, benim parama kıyıp ta, "keyifini çıkarmak istiyorum, en pahalı yerden bilet alacağım" dediğim ve kendisini aya irini'de 2. sıradan mest olarak seyrettiğim ilk sanatçıdır leyla gencer. sene: 1987. konser: roberto negri eşliğinde bir resital.

o dönemde, beğendiğim sanatçılardan festival kitapçığına imza alma huyu edinmiştim.
imza almak için konser sonu beklenir, sanatçılar arada rahatsız edilmez. bu geleneği bildiğim halde, sahnede başka bir dünyanın insanı gibi duran, kendinden emin, dominant ve muhteşem görünen leyla gencer, acaba benim gibi sıradan dünyalılarla iletişim kurar mı diye endişelendiğimden, konser sonrasını bekleyemedim ve arada gittim, aya irini'nin, o zamanlar seyirciden sadece kırmızı bir perde ile ayrılan, önünde kulağında telsiz olan izbandutların nöbet tutmadığı kulisine sokuldum; leyla gencer dipteki makyaj masasının önünde oturmakta, roberto negri giriş tarafındaki masanın başında dinlenmekteydi.
ben çekinerek "leyla hanım, bir imza verir misiniz?" dedim. ilk bir an "konserden sonra.." der gibi oldu, sonra "gel, veriyim" dedi, inanamadım!
dolmakalemimi uzattım. özgeçmişinin yazılı olduğu satırların üzerine el yazısıyla geniş bir şekilde "leyla gencer" yazdı. imza, dolmakalemin ince tarafına denk geldiğinden ipincecik ve silik oldu.
leyla gencer'in bir dünyalı olduğunu öğrenmenin sevinciyle çıktım kulisten. imzanın yeri ve kalitesine üzülecek halde değildim. çoktandır o imza, açık ve net atılmış bir tanesinden çok daha değerli benim için.

iki sene sonra, 1989'da, leyla gencer'i bir kere daha izleme/dinleme imkanım oldu; bu sefer piero teso yönetimindeki la scala yaylıçalgılar orkestrası ile. ilk yılından itibaren leyla gencer şan yarışmalarının final gecelerini de hiç kaçırmadım.

o dönemde ve yakın zamana kadar anneannem hayatta olmasına rağmen, nedense leyla gencer benim için hep bir anneanne oldu; kanatlarının altına sığınabileceğim, dominant ama sevecen, başarılı ve kuvvetli bir kadın!
geçtiğimiz mayıs ayında vefat ettiğinde de, anneannem'i kaybettiğim zamanki kadar üzüldüm...
bu akşam leyla gencer'i, yekta kara'nın da dediği gibi "üzülerek, gözyaşlarıyla değil", "bir kutlama" gibi andık.

2006'daki leyla gencer şan yarışması'nda birincilik alan ve geçtiğimiz yaz salzburg festivali'nde anna netrebko çıkmayınca onun yerine rolando villazon'un partneri olarak "romeo ve juliette"te sahne alarak önü iyice açılan gürcü soprano nino machaidze bizleri yine büyüledi. bundan sonra bir daha vakti olur mu istanbul'a uğramaya bilinmez; villazon'dan sonra juan diego florez'le aynı sahneyi paylaşan, 2009'da da jonas kaufmann ile randevusu olan machaidze'nin önümüzdeki yılların adından en çok söz ettirecek opera sanatçılarından biri olacağı kesin. ne mutlu ki bize, bu yolun ilk taşları leyla hanım'ın adına düzenlenen yarışmada döşendi.
"bir kutlama"nın ikinci yıldızı, geçen sezon verdi'nin "macbeth"i ile istanbulluları büyüleyen soprano perihan nayır artan oldu. nayır programda iki tane lady macbeth aryası seslendirdi ki, yorumu, sesi ve tavırlarıyla yine muhteşemdi.
akşamın üçüncü yıldızı ise mezzo soprano ezgi kutlu idi. "carmen"den söylediği gerek chanson boheme gerekse tenor taylan memioğlu ile mizansenleştirdikleri final bölümü çok etkileyiciydi. kutlu fettanlığı, başınabuyrukluğu ve seksapeliyle tam bir carmen oldu.

borusan istanbul filarmoni orkestrası yönetimine böyle "bir kutlama"yı gerçekleştirdikleri için candan teşekkürler.

9 mayıs akşamı ise leyla hanım'ın ölüm yıldönümü vesilesiyle bu sefer istanbul opera ve balesi "leyla gencer'i anma konseri" düzenleyecek.

28 Mart 2009 Cumartesi

anderszewski'nin büyüsü

istanbul iki gün arayla iki usta piyanisti ağırladı; perşembe akşamı ccr'de akbank oda orkestrası'nın konuğu stephen kovacevich'ti, bu akşam (cumartesi) işsanat'ta piotr anderszewski iskoç oda orkestrası ile çaldı.
kovacevich brahms'ın 2 numaralı piyano konçertosunu, anderszewski ise mozart'ın piyano konçertolarından 18 ve 24 numaralı olanlarını yorumladı.

brahms'ın 2. piyano konçertosu, kovacevich için olduğundan daha zor olsa gerek akbank oda orkestrası için; malum uzun zamandır süre ve yorum açısından çok da zorlu yapıtlar çalmayan orkestra için bir geç klasik/romantik dönem konçertosu çalmak kolay lokma olmasa gerek. neyse ki, cem mansur yönetimindeki topluluk ağır hatalar yapmadan, hatta koyu ve derin bir orkestra tınısı yakalayarak başarılı bir şekilde eşlik etti kovacevich'e. ancak, kovacevich'ten daha zinde olduğu bir döneminde brahms dinlemiş olmayı isterdim, bana biraz yorgun gibi geldi. tabii, konsere dair asıl yorumları müzik eleştirmenlerinden dinlemek lazım.

anderszewski'nin iskoç oda orkestrası eşliğinde yorumladığı mozart'lar ise muhteşemdi; su gibi berrak, tüy gibi hafifti.
18 numaralı konçertonun "adagio un poco sostenuto" adlı ikinci bölümü unutulamayacak güzellikteydi; sanki orman içinde kıvrıla kıvrıla giden bir deredeki çınar yaprağını takip ettik, kah ince ince süzüldü yosun tutmuş taşların üzerinden, kah alçak bir çağlayandan aşağıya aktı bir hışımla, kah durgun bir gölete vardı usulca.
kısaca, anderszewki harikalar yarattı. [şimdi evde aynı bölümü -mozart konçertoları konusunda tartışmasız uzman olan ve benim de çok sevdiğim- mitsuko uchida'dan dinliyorum; kesinlikle anderszewski'nin yorumu bambaşka duyarlılıkta!]
anderszewski ikinci yarıda çaldığı, diğerine nazaran daha bilindik 24 numaralı konçerto ile de büyüyü bozmadı; kulağımızda yumuşak, romantik tınılarla evlerimize yolladı bizi..

duyarlı sanatçı ve sanatseverlerden AKM eylemi

"bu fotoğraflar AKM için samimi acı duyanlar sayesinde çekilmiştir. Soğukta iki saat tuşlara basan Karlıbel'i saygıyla selamlıyorum."

iki sene önce, o zamanın kültür-turizm bakanı atilla koç'un akm'yi yıkma projesine karşı gerçekleştirilen protesto gösterisine katılmıştım.
duyarlı sanatçı ve sanatseverlerin, 27 mart dünya tiyatro günü'nü vesile sayarak akm'nin 10 aydır nedensiz yere kapalı tutulmasına karşı düzenledikleri dünki eyleme ise maalesef katılma imkanım olamadı.
yukarda, orada olan bir arkadaşımın yorumunu ve fotoğrafını yayımlıyorum.

bu eyleme dair milliyet gazetesi'nin haberi "PROTESTO" başlıklı yazımın yorumlar kısmında bulunmaktadır.

27 Mart 2009 Cuma

BU SAHNEDE BİZ DE VARIZ!

2010 Avrupa Kültür Başkenti süreci, İstanbul kültür hayatının bugünü ve geleceği adına önemli bir fırsattır. 2000 yılında sivil bir girişimle başlayan bu hareket, 2003 yılında resmiyet kazanmış ve sonrasında “çağdaş bir yönetişim anlayışı” ve “Sahne senin İstanbul” söylemleriyle yoluna devam etmiştir. Konuya ilişkin yasal çerçevede de belirtildiği gibi, bu söylemlerin yerini bulması ve İstanbul şehrinin 2010 yılına ilkesel bir bütünlükle hazırlanması için, kamu ve sivil kurum ve kuruluşların işbirliği esastır. Ancak, son bir buçuk yıldır kamuoyuna da yansıyan gelişmeler, projenin ne kadar sağlıklı ilerlediğine ilişkin göz ardı edilemez soru işaretleri uyandırmaktadır.

İstanbul’da yaşayan ve faaliyet gösteren kültür-sanat üreticileri olarak BİZ, her şeyden önce kendi kentlisinin, sanatçılarının, akademisyenlerinin, kültür yöneticilerinin ve sanat kurumlarının ortaklığına yer açması gereken bu süreçteki gelişmelerden KAYGI DUYUYOR; kamuoyunda yaratılan güvensizliğin giderilmesini BEKLİYOR ve bu bağlamda:

- 2010 sürecinde görev alan merkezi/yerel yönetim ve sivil toplum temsilcilerinin katılımcı ve demokratik bir anlayışa sadık kalmalarını ve yatay bir yönetişim modeli çerçevesinde yetki ve sorumluluk paylaşmayı başarmalarını;

- 2010′a dokuz ay kala Yürütme Kurulu’nu istifaya taşıyan sebeplerin kamuoyuna açıklanmasını; gerek Ajans-içi birimler, gerekse Ajans ile proje sahipleri arasındaki iletişimsizliğin ortadan kaldırılmasını;

- Proje değerlendirme ve hayata geçirme aşamalarındaki hantallık ve tutarsızlık ile proje ve bütçe yönetimindeki işleyiş ve yöntem belirsizliğinin giderilmesini; Ajans’ın bu aşamalarda seçici ve denetleyici olduğu kadar kolaylaştırıcı bir rol üstlenmesini;

- Proje değerlendirme sürecinde görev alan kurullar ile uygulama sürecine liderlik eden proje sahiplerine müdahale edilmemesini; kurullardan geçmeyen hiçbir proje, kişi ve kuruma ayrıcalık tanınmamasını; bu süreçlerin nesnel ölçütlere dayandırılarak şeffaf ve denetlenebilir kılınmasını;

- 2010 yılının uzun vadeli bir vizyondan yoksun projelerle gelip geçmemesini; bu sürecin, İstanbul’un kültür-sanat alanındaki altyapı açıklarına kalıcı ve elle tutulur çözümler getiren bir fırsat olarak değerlendirilmesini İSTİYORUZ.

Bu şehrin “Kültür Başkenti” unvanını edinmesine ve geleceğe taşımasına katkıda bulunan paydaşlar olarak, İstanbul 2010 bizimdir.

İstanbul biziz.
BU SAHNEDE BİZ DE VARIZ!

Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi
http://www.cgsg-tr.org/


KURUM & OLUŞUMLAR: 10+ / Övül & Mustafa Avkıran; 22/11 / Handan Ergiydiren Özer & Selda Öndül; Açık Sahne / Özgür Doğan; Anadolu Akademik Tiyatro Derneği / Mustafa Sekmen; BIS Beden İşlemsel Sanatlar Derneği / Ekmel Ertan; Bilsak Tiyatro Atölyesi & Maya Sahnesi / Nihal Koldaş; Bimeras Kültür Vakfı / Gurur Ertem & Aydın Silier; biriken / Melis Tezkan & Okan Urun; boDig - beden odaklı ifadeler girişimi derneği / Aylin Kalem; ÇATI Çağdaş Dans ve Bağımsız Dans Sanatçıları Derneği / Sevi Algan & Ömer Uysal; Çıplakayaklar Kumpanyası / Mihran Tomasyan; Dansbuluşma-İstanbul / Aytül Hasaltun, Kemal Bozkurt, Ahsen Erdoğan; DokuzAltı Dans ve Hareket Projesi / İlyas Odman; GalataPerform / Deniz Aygün & Mark Levitas; garajistanbul / Pelin Başaran; Hareket Atölyesi / Zeynep Günsür; IS.CAM İstanbul Çağdaş Sanat Müzesi / Genco Gülan; Kargart / Oya Yalçın; Kumpanya / Naz Erayda & Kerem Kurdoğlu; [laboratuar] performans sanatları araştırma ve proje laboratuarı / Şafak Uysal & Doğuş Bitecik; Oyun Deposu / Ceren Ercan & Maral Ceranoğlu; Oyun Dergisi / Gülsün Odabaş; Prospero Company / Talin Büyükkürkçiyan; Rem Dans Proje Topluluğu / Tuğçe Tuna; Serbest Proje / Burcu Barakacı; Taldans Company / Mustafa Kaplan & Filiz Sızanlı; Talimhane Tiyatrosu / Mehmet Ergen & Özge Kırış; Ve Diğer Şeyler Topluluğu / Yeşim Özsoy Gülan . . . BİREYSEL ÜYELER: Arzu Öztürkmen, Ayça İnce, Ayrin Ersöz, Ayşe Orhon, Banu Çiçek Barutçugil, Begüm Erciyas, Berna Kurt, Berrak Yedek, Damla Hacaloğlu, Defne Erdur Bekdik, Deniz Boro Polat, Elif Kamışlı, Emre Koyuncuoğlu, Esin Uslu, Evren Erbatur, Eylem Ertürk İpek, Fırat Güllü, Gökçe Dervişoğlu, Gökhan Gökçen, İmre Tezel, Neşe Ceren Tosun, Özgül Akıncı, Özlem Alkış, Özlem Hemiş, Serkan Zihli, Serpil Mürtezaoğlu, Şule Ateş, Tülin Özen, Türel Ezici, Yusuf Eradam, Zerrin Yanıkkaya, Ziya Azazi, Zümray Kutlu . . .

27 mart dünya tiyatro günü kutlu olsun!

"atrofi 1 isimler evi", "mahşer & ana" ve "sweet dreams"; 27 mart alakart menüm bu gösterilerden oluştu.

akşamın ısınma turu, fransız kültür merkezi'nde sahnelenen ayrin ersöz'ün "atrofi 1 isimler evi" adlı yapıtıydı. mayıs 2008'de tiyatro festivali'nde prömiyer yapmış ve sezon içinde bir kaç defa tekrarlanmış bu entellektüel dans gösterisini seas bahanesiyle yakaladığıma çok sevinmiştim. ancak benim için fazla soyut, kendi içine kapalı ve bir dans gösterisi için fazlaca gevezeydi.
"atrofi"nin bana göre en etkileyici özelliği müziğiydi; bestecileri, müziği aynı zamanda sahnede canlı icra eden ceren akçalı (kontrbas), ayca daştan (piyano) ve tansu eğinlioğlu (çello) idi.
"atrofi" benim için ne kadar hayalkırıklığıysa, "vur/yağmala/yeniden"in 6. gösterisi "mahşer" ve "ana" da o kadar etkileyiciydi.

kanımca bu iki kısa oyun, dotbilsarda projesinin gerek reji, gerekse oyunculuk açısından en olgun, en başarılı gösterileri.
"mahşer"de hatice aslan ve enis arıkan ne kadar içerden oynuyorlarsa, "ana"da ipek bilgin o kadar abartılıydı; ama o ne muhteşem oyunculuktu öyle!
"mahşer"de o kadar güzel hazırlanmış mizansenler vardı ki, neredeyse hareketli rodin heykelleri izliyor gibiydim! "ana"da ise ipek bilgin turuncu saçları ve turuncu sabahlığı ile ekspresyonist bir ilahe gibiydi.
iki oyun da alkışlara eşlik eden bravoları sonuna kadar hak ettiler!

27 mart akşamımın son gösterisi; "gezici tiyatro festivali" adını taktığım black/north seas günleri kapsamında talimhane'de sahnelenen "sweet dreams" idi. bu aynı zamanda seas'in de son kapalı-mekan gösterisiydi.
beraber seyrettiğim arkadaşım oyunu çok beğendi, hatta çıkışta çaktırmadan afişini yürüttü. onun dediği gibi "tam da talimhane'nin atmosferine uyan" bir yapımdı, ancak beni pek fazla etkilemedi.
coğrafi olarak yakın ancak -malum konular dışında- hakkında çok da fazla bilgimiz olmayan bir ülkeden, ukrayna'dan gelen vilna scena (açık sahne) adlı topluluk sahneledi "sweet dreams"i. belli ki oyunun yönetmeni dmytro bogomazov yetenekli, ustaca atmosfer kuran bir sanatçı; neredeyse hiç bir dekor kullanmadan, ancak profesyonel bir ışık, projeksiyon ve ses tasarımıyla sahnede harikalar yarattı.
oyunda özellikle başrolü oynayan genç aktör çok başarılıydı; gerek beden dili, gerek müzisyenlik tarafı, gerekse de zemin ile yoğun ilişki kuran hareket/dans becerisi üst düzeydeydi.

darısı önümüzdeki yılların 27 mart'larına!

26 Mart 2009 Perşembe

gezici festivalin sokaktaki oyunu: "bavullar"

tünel meydanı'nın tam ortasında devasa bir bavul var; içinde yok yok! gün içinde, 12.00-18.00 saatleri arasında içinde kaybolmaya, içindekileri keşfetmeye ve içine bundan sonraki durakları için istanbul'dan hatıralar bırakmaya açık bir bavul.

bavul'un sahipleri, bulgaristan'dan plovdiv drama tiyatrosu, cumartesi'ye kadar her gün 12.30-15.00 arası galatasaray'da başlayıp tünel'de devam eden "bavullar" gösterisini sunuyorlar istiklal caddesi'ne yolu düşenlere.

seas'teki oyunlar ilginç bir şekilde -belki de istenilenin/planlananın ötesinde- birbirleriyle ilişki kuruyor, bağlanıyorlar; tiyatro oyunevi'nin bekledikleri mekana ait olmaya çalışan figürlerinden "sorelle"nin evlenmek için aynı denizciyi bekleyen çaresiz kadınlarına ve "bavullar"ın, yukarda görüntüsü olan "tu doro" şarkısında bahsedilen, dora adlı kadının elinde tuttuğu ve içinde evlenme teklifi bulunan mektubun bir rüzgarla savrulmasıyla kadının yaşadığı çaresizliği konu alan şarkısına...

"bavullar" seas'in tam da hedeflediği, sokaktaki insanla karşılaşmayı sağlayan hoş bir performans. istanbul içinse, 2010 öncesi hafif bir ısınma turu...

gezici festivalde "bekleme"ye dair başka bir gösteri

seas devam ediyor. dün ve bu akşam ses tiyatrosu'nda isveç'ten gelen teatr giljotin topluluğu bir akustik opera sahnelendi: "sorelle"
italyanca kızkardeşler anlamına gelen "sorelle" karadağ'dan bir hüzün hikayesi anlattı bize; üçü de aynı denizciye sadık kalma ve onu sonsuza kadar bekleme sözü veren üç kızkardeşin hikayesiydi bu.
sahneye koyan ve müziğini besteleyenler isveçli sanatçılardı. arnavut bir dansçı da gösteride rol alıyordu; "sorelle" tam da seas festivali'nin sanat yönetmeni chris torch'un gösteri öncesi sahneye çıkıp dediği gibi "seas'in farklı kültürler/ülkeler/toplumlar arasında karşılaşmalar/ilişkiler kurmaya yönelik amacını karşılaşan bir çalışmaydı.

"sorelle"nin biçimi beni çok fazla etkilememiş olsa da usta işi ve etkileyici sahne ve müzik tasarımı 50 dakikalık yapıtı sıkılmadan seyredilir kıldı; dekor, farklı sahnelerde oynanmaya müsait olabilmesi açısından basit ve portatifti ancak ışık ve ses düzeni oldukça profesyonel bir düzeye sahipti.
oyunu sürükleyen üç hanım oyuncu da gerek şan ve dans tekniği gerekse oyunculuk açısından doyurucuydular.
yazık ki ses tiyatrosu, yurtdışından gelen ve ücretsiz olan bu etkileyici gösteri için hıncahınç dolu değildi. bırakın 15 milyonluk bir metropolde meraklı ve maceraperest tiyatro seyircisinin azlığını, konservatuar ve tiyatro topluluğu dolu olan bu kentte yabancı bir oyuna yeterince talep olmaması üzücü, ve 2010 öncesinde oldukça düşündürücü!

yukarıdaki fotoğrafı tiyatro topluluğunun sitesinden almama rağmen, maalesef "sorelle"ye dair fikir vermekten uzak. bu link ise "sorelle"yi seyredemeyenler için fikir sahibi olunabilecek hoş bir fragman: http://www.vtunnel.com/index.php/1010110A/819d1d3cd8e72fa256cbb2a337931ea1ef6bc47b755869766584cd60220df241aaea8477649c3e8e16494#

25 Mart 2009 Çarşamba

"sonbahar" gelmeden...

"hunger" (açlık), "sonbahar"ın başladığı yerde bitiyor. zaten bu yüzden "sonbahar"ın yapımcıları bizzat "açlık"ı ithal edip vizyona sokmuşlar. iki filmin duruşu bu kadar mı paralel olabilir; aynı nefesi alıp veren, benzer şeyleri hayal eden, benzer direnişleri gösteren, aynı acıyı hisseden...

"açlık"ın süre, denge ve içerik olarak tam merkezinde duran upuzun bir sahnesi var; uğur vardan 22 dakika sürdüğünü yazmış. filmin içerik olarak en geveze, biçim olaraksa en sade kısmı; bir masanın iki tarafında oturan iki kişi konuşuyorlar, açlık orucunu tartışıyorlar. sahnenin uzun bir kısmı tek çekim; ışık karşıdan geliyor, profilini gördüğümüz oyuncuların yüzleri kendi gölgelerinde kalıyor. her açıdan nefeskesici bir sahne!

sinema tarihinde yüzlerce hapishane filmi, onlarca da ira filmi olsa gerek; buna rağmen steve mcquenn "açlık" ile anlatılacak yeni şeyler bulmuş, yeni anlatma biçimleri yaratmış.
"açlık" taptaze, etkileyici, sert ve vurucu; her şeyi anlatmıyor, azaltıyor, boşluklar yaratıyor, aralarını doldurmayı seyirciye bırakıyor.
tevekkeli değil, aldığı onca ödül arasında cannes'da ilk filmlere verilen "camera d'or"un olması!

acaba yolları istanbul'a düşecek mi!

avrupa tiyatrosu'nunu "haşarı çocuğu" polonyalı krzysztof warlikowski'nin 2007 yılında sahneye koyduğu amerikalı yazar tony kushner'in efsanevi oyunu "angels in america" dünyayı dolaşıyor.

son yıllarda avrupa'dan çıkan en yaratıcı koreograf fas asıllı belçikalı sidi larbi cherkaoui'nin 16 şaolin keşişi ile birlikte tasarladığı nefeskesici "sutra" 2008'in mayıs'ından beri dünyanın bütün belli başlı metropollerine konuk oldu.

istanbul'da sadece festivallerde filmlerini seyretme şansına erdiğimiz yaratıcı ve sıradışı tiyatro adamı kanadalı robert lepage son projesinde ünlü fransız başdansçı slyvie guillem ve ingiliz koreograf russell maliphant ile birlikte çalıştı. "eonnagata" adlı yapım geçtiğimiz şubat sonunda sadler wells'te prömiyer yaptı.

son yılların en verimli ve başarılı koreograflarından bangladeş asıllı ingiliz akram khan son projesinde ünlü fransız oyuncu juliette binoche ile çalıştı. 2008'in eylül'ünde londra'da prömiyer yapan "in-i" o zamandan beri dünyayı geziyor.

robert wilson 12 nisan'da berlin'de theater am schiffbauerdamm'da berliner ensemble topluluğu ve rufus wainwright'in müzikleri ile "shakespeares sonette" adlı gösterisinin prömiyerini yapacak.

23 Mart 2009 Pazartesi

gezici festivalin yoldaki oyunu: "beklerken"

avrupa'ya kıyısı olan kuzey denizleri üzerinden ilişkiler kuran "seas" festivali 10 günlüğüne istanbul'a demir attı.
festivalin en önemli iki özelliği gösterilerin konuk olunan ülkelerdeki etkileşimlere yani çalışma sürecindeki değişimlere açık olması ve her mekana/yere göre yeniden tasarlanması.
istanbul ayağının ilk kapalı mekan oyunu "beklerken" bu akşam talimhane'de dünya prömiyerini yaptı.

mahir günşıray'ın ilk zamanlarından itibaren tiyatro oyunevi'yle sahneye koyduğu oyunlarının tutarlı bir şekilde hep farklı, alışılmışın dışında, grotesk, abartılı ve oldukça da yaratıcı olduklarını düşünürüm ve onun rejilerini seyretmekten çok keyif alırım. ancak nedense istisnasız bütün oyunlarından çıkarken bir yandan da tamamlanmamışlık, bitmemişlik, yeterince olmamışlık hissi de kaplar içimi.
"beklerken"in bende bıraktığı etki de farklı olmadı. neyse ki, günşıray'ın "beklerken"in oyun broşüründe tiyatro oyunevi'nin çalışma tarzına dair yaptığı "sürekli değişen, yenilenen bir anlayışla..." saptaması içimi rahatlattı; demek ki hislerimde yanılmamışım...

2008 nisanında bulgaristan-balçık limanında doğaçlama gerçekleşen üç gösteriden sonra ekibe bir yazar/dramaturg (birgül oğuz) katılmış, bir oyuncu dışında bütün oyuncular ve bütün şarkılar değişmiş.
"beklerken"de "beklemek" kavramı beckett'ten ödünç alınmış ve bu topraklara uyarlanmış. bir yerden bir yere giderken, yani yoldayken, talimhane'nin sahnesinde bir saatliğine soluklanan üç oyuncu ve iki müzisyen bizi küçük bir anadolu-balkanlar turuna çıkarıyorlar. bu turda yok yok! kırkpınar güreşi de var, bir kadın tarafından oynanan zeybek te, zenne de, tango da, kürt havası da, "dereler akar gider" de var, "evvelim sen oldun ahirim sensin" de. müziklerin hepsi canlı söyleniyor, biri bitmeden diğeri başlıyor, her şey içiçe, karmakarışık... ipte yürüyen cambaz da var, turp ve süpürgeyle golf ta... soba da var, portatif televizyon da, dolap rafları gibi olan bavul da... cenaze töreni de, evlilik buketi de, adak ağacı da var... ekmek te var, zeytin de, kuşlara buğday da, dolma yapmak için kurutulmuş patlıcan da... vokta da var, şalgam da, şarap ta... göçmen kuşlar da var, mülteciler de, göçebeler de, aidiyet de, "öteki" de... seyircilere şeker de ikram ediliyor, üzerlerine çekirdek kabuğu da tükürülüyor...
rengarenk, tam bir ortaya karışık meyva tabağı gibi "beklerken", bir tek alevi eksik!

mahir günşıray bir anlamda "butik" tiyatro yapıyor; özenle hazırladığı oyunlarını seyirciyle ender buluşturuyor ["leonce ile lena" veya "yalnızlıklar" kaç defa sahnelendi].
bir yerde yakaladınız mı kaçırmamak lazım, çünkü bir daha denk gelemeyebilirsiniz. "beklerken" yarın akşam da talimhane'de, hem de ücretsiz; haftasonuna kadar beyoğlu'nun muhtelif mekanlarında ve meydanlarında devam edecek olan bütün diğer seas festivali gösterileri gibi...

22 Mart 2009 Pazar

müjdeli haber!

barcelona'nın ünlü yaz festivali "festival grec"in internet sitesinde 13 mart tarihli bir haber yayımlanmış, ben bugün denk geldim:
festival grec, avignon tiyatro festivali, atina-epidavrus festivali ve istanbul tiyatro festivali "kadmos" adlı ortak bir oluşum kurmuşlar, ortak projeler gerçekleştireceklermiş.
[yukardaki "aile fotoğrafı"nın tam ortasında, istanbul tiyatro festivali'ni bugünkü prestijli konumuna getiren sayın dikmen gürün hanım bulunuyor!]

sitedeki habere göre; ilk ortak proje ünlü israilli film yönetmeni amos gitai'nin yöneteceği ve jeanne moreau'nun rol alacağı disiplinlerarası (tiyatro-müzik-sinema) bir sahne yapımıymış: flavius josèphe'in "la guerre des juifs" adlı eserinden uyarlanacak "la guerra dels fills de la llum contra els fills de les tenebres" adlı gösteri 2009'un yazında kadmos'a üye festivalleri gezdikten sonra 2010'da paris'te ünlü odeon tiyatrosu'nda sahnelenecekmiş.

bu müjdeli haber neden bunca gündür iksv'nin sitesinde yayımlanmadı!


"ben demiştim"i sevmem ama bahsetmeden edemeyeceğim:
geçen sene bu zamanlarda iksv müzik festivali yöneticileri, içlerinde benim de olduğum 5-6 izleyicileriyle görüş alışverişi amaçlı bir toplantı yapmışlardı; genel olarak iksv, özel olarak da müzik festivali hakkındaki görüşlerimizi sormuşlardı. müzik festivali'nin yönemeni sayın yeşim gürer oymak hanım isviçre-verbier, salzburg, edinburgh festivallerinde yaptıkları araştırmalardan, edindikleri deneyimlerden bahsetmişti. malum, mali zorluklar da toplantının en önemli konusuydu. iksv etkinliklere sponsor bulmakta zorlanıyor, yurtdışındaki örneklerin aksine belediye kurumu adını aldığı kentin adına düzenlenen festivale neredeyse hiç mali yardımda bulunmuyormuş.
söz bana gelince; "burnumuzun dibinde, atina'da her yaz 3 aylık muhteşem bir festival yapılıyor, dünyaca ünlü sanatçılar, müthiş opera- tiyatro-bale prodüksiyonları oraya kadar gelmişken türkiye'ye uğramadan ülkelerine dönüyor. atina ile ortaklaşa çalışmayı düşünmüyor musunuz; oraya kadar gelen bir prodüksiyonu buraya da taşımak, o prodüksiyonun sıfırdan istanbul'a gelmesinden daha ucuza gelmez mi?" demiştim.

muhafazakar semtte cesur "cabaret"

amiyane olacak ama: şehir tiyatroları'na helal olsun! muhteşem bir "cabaret" (kabare) sahneliyorlar.
orhan alkaya'nın genel sanat yönetmenliğiyle istanbul şehir tiyatroları eski başarılı günlerine [kast ettiğim gencay gürün'lü yıllar] geri dönüyor galiba.

"kabare", harbiye muhsin ertuğrul sahnesi yıkıldıktan sonra şehir tiyatroları'nın amiral gemisine dönüşen üsküdar musahipzade celal sahnesi'nde, prömiyer yaptığı 11 mart'tan beridir sahneleniyor. nisan programında da sadece üsküdar gözüküyor.
[sahi, herkes akm'yi konuşuyor da, muhsin ertuğrul sahnesi'nin akıbetinden bahseden yok! belediye başkanımız geçen yıl garip bir açıklama yapmıştı; 29 ekim 2009'da açacağını iddia ettiği binanın oyun biletlerini 2009 ocak başında satışa çıkaracağını söylemişti! tabii ki öyle bir şey olmadı. kaldı ki niye olsun; türkiye'de hangi gösterinin biletleri 10 ay öncesinden satışa çıktı!
geçenlerde crr'ye yolum düştü de o tarafa bir baktım, son tarih'e 7 ay kala yükselen bir inşaat var mı diye; yok!
anlaşılan, harbiye muhsin ertuğrul sahnesi'nin üzerine koca bir bardak su içeçeğiz!
neyse...]

"kabare" amerikalı bir roman yazarı ile ingiliz bir şarkıcının II. dünya savaşı öncesinde berlin'de yaşadıkları ilişkiyi anlatır. nazilerin dolayısıyla ırkçılığın/faşizmin ayak seslerinin duyulmaya başlandığı yıllardır; ortalıkta açlık, umutsuzluk, yalnızlık kol gezmektedir. toplum bu yozlaşmış, çürümüş, sefil hayattan kaçmak için kendini eğlenceye verir. işte, eğlencenin kalbinin attığı yerlerden biri de kabarelerdir.

yücel erten bence türkiye'de siyasi tiyatro denince ilk akla gelen isimlerden biri. en basitinden; benim seyircilik hayatımda (son 25 yılda) onun rejisini yaptığı sayısız brecht oyununa denk geldim; şveyk, ui, üç kuruş, mutlu son, kafkas tebeşir bunlardan sadece bir kaçı.
erten'in aklımda kalan diğer etkileyici rejileri arasında 84-85 sezonunda sahnelediği mükemmel "amadeus", zuhal olcay'lı "martı", can yücel'in türkçesiyle benzersiz shakespeare uyarlaması "bahar noktası", aliye uzunatağan'lı "katharina blum'un çiğnenen onuru"nu sayabilirim.
en son geçen sezon devlet tiyatrosu'nda sahnelediği, faşizm'i -bu sefer bir sanatçının/aktörün yaşadıkları üzerinden gözler önüne seren- "savaş ikinci perdede çıkacak" ile hayran kalmıştım ona.
kısaca; yücel erten adı benim için "kesinlikle-hayalkırıklığına-uğratmayan-tiyatro-deneyimi" ile özdeştir. ve "kabare" ile bu durum değişmedi, aksine pekişti!

erten hafif, eğlenceli, mesaj kaygısı olmayan bir tiyatro türü olan müzikali ustaişi bir sahnelemeyle faşizmin bir topluma nasıl yavaş yavaş yerleştiğini sergileyen bir oyuna dönüştürüyor; "kabare" özellikle ikinci yarıda sosyo-politik bir derse dönüşüyor.
"cabaret"in ampülleri, gamalı haçlara ışık verir hale geliyor!

esas, şehir tiyatroları'nı kutlamak lazım.
bir kere; yücel erten, osman şengezer (dekor-kostüm) ve selçuk borak'ı (koreografi) bu yapım dolayısıyla biraraya getirdiği için. yılların ustası osman şengezer sahne tasarımını, müzikaldeki "hayat bir kabare" şarkısını andırır şekilde, bütün diğer mekanları oluşturan dekor parçalarının kabare dekoruyla (özellikle de kapılarıyla) bağlayarak oluşturmuş. hem çok mekanlı müzikalin sahne değişimleri için pratik hem de kavramsal olarak isabetli.

ikincisi; kurumun bünyesinde oluşturulan ve kaliteli müzik yapan "i.b.b. şehir tiyatroları orkestrası" için. 2.5 saatlik oyun boyunca neredeyse her an çaldılar ve hiç aksamadılar, oyunun belkemiğini oluşturdular.

üçüncüsü ise; oyuncu kadrosuna güvendiği için. başrollerinden korosuna kadar kadronun her bir bireyi belli ki keyif alarak oynuyor ve oldukça iyi bir iş çıkartıyorlar. hem de, yücel erten'in kitapçıkta özellikle belirttiği üzere "mikrofonların ve hoparlörlerin desteğine başvurmadan". ancak şunu belirtmem lazım; müzikalin mikrofonsuz haftada 7 kere sahnelenmesi bazı ikincil/yan rollerdeki sanatçılar için belli ki ağır ve zorlayıcı bir tempo oluşturmuş, pazar günkü -haftanın son- temsilinde ses performansları biraz düşüktü. [bildiğim kadarıyla yurtdışında mikrofonlu oynanan müzikallerde bile en az iki kast vardır ve dönüşümlü sahneye çıkarlar]

son olarak; oyuncuların arasında biri var ki, bence özel bir tebriği hak ediyor.
bu sezon "leonce ile lena"daki rolüyle de beni kendisine hayran bırakan mert turak, bu oyundaki "emcee" rolüyle en az, hem broadway'de hem de sinema filminde bu rolü efsanevi bir şekilde canlandıran joel grey kadar başarılı, etkileyici, rahat, cezbedici ve yaramaz! tek kelime ile mükemmel.

la traviata: "kalbin keder ve mutluluğu"




istanbul devlet opera ve balesi'ne küçük sahne iyi mi geldi, nedir! bu sene idob'dan şimdiye kadar seyrettiğim bütün prodüksiyonlar belli bir kalitenin üzerindeydi; rejisiyle, şancılarıyla, dekoruyla hepsi özenli, kaliteli, keyifle izlenen yapımlardı. [süreyya'daki temsilleri izledikçe, insanın "opera akm'ye geri dönmesin" bile diyeceği geliyor!]
sanki büyük sahne, büyük prodüksiyonlar, geniş imkanlar ve akm'nin akustiği elverişsiz salonu istanbul devlet operası'nın dağılmasına neden olmuş; süreyya opera binası'nın kısıtlı da olsa samimi, sıcak ortamında her şeye daha fazla yoğunlaşılabilmiş.
[hiç görmedim ama hep duyuyorum/okuyorum; izmir operası'nın yıllardır küçük ve elverişsiz sahnesinde ne harikalar yarattığını.
acaba işin sırrı eldeki imkanların çokluğu veya azlığında mı? azla/azaltılarak daha çok şey mi başarılabiliyor?]

yukardaki spekülatif yorumlarım bir yana; yekta kara şimdiye kadar ne yaptıysa zaten belli bir kalitenin üzerinde oldu. [iki sezon öncesinin "macbeth"i hala unutulacak gibi değil; o zamanlarda yolda görseydim çevirip tebrik edecektim yekta hanım'ı.]
kara'nın "la traviata"sı ise, öyle her şeyin dört dörtlük olduğu bir yapım değil bana göre; az biraz da olsa willy decker'in anna netrebko-rollando villazon-thomas hampson'lı 2005 tarihli harikulade salzburg rejisini andırıyor. [bu inanılmaz güzellikteki prodüksiyonun dvd kaydını herkese tavisye ederim!]
kara'nın üçüncü perdede yarattığı sado-mazoşist parti sahnesinin yurtdışındakilerden -özellikle de almanya'dakilerden- tek eksiği ise, kamçılı hanımların daha rahat davranması ve sütyenli erkeklerin vücutlarının bizde olduğunun aksine kaslı ve yapılı olması olurdu; böylece göze de daha çok hitap ederdi! bu yüzden maalesef, bizde biraz zorlama/yapıştırma kaldı bu sahne.
ancak kara'nın "la traviata"sının öyle mükemmel üç başrol yorumcusu var ki, her şeye bedeller:
violetta'da soprano otilia m. ipek, alfredo'da tenor bülent külekçi, ve baba germont'ta bariton önay günay. [zaten bu üç rol "la traviata"nın bel kemiğini oluşturur, onların biri yeterince iyi olmazsa, treddütsüz temsilin yarısında çıkın!]
ipek ve külekçi'nin şancı yanları oyuncu yanlarından daha kuvvetliydi, günay ise tam bir thomas hampson edası ve kalitesiyle sahnede harikalar yarattı.

ne yazık ki, operamızda hangi temsilde hangi kastın oynadığı aylık programda belirtilmez. çok eskiden liste çıkardı, uzun zamandır bu geleneği bıraktılar. halbuki dünyanın bütün belli başlı opera evlerinin en vazgeçilmez uygulamalarından biridir bu; seyirci hangi akşam kimi seyredeceğini bilerek gider operaya. hatta, seçer! "bizim bütün sanatçılarımız birbirinden iyidir" deniyorsa, bence bu fazlaca iddialı bir görüş! ve maalesef de pek öyle değil.

"la traviata"yı bahsettiğim muhteşem kasttan (ipek-külekçi-günay) seyretmek şansa kaldı demektir. ben şanslı olanlardandım!

21 Mart 2009 Cumartesi

sıradışı sahneleme, balyoz gibi içerik: "infazcı no:14"

geçen sefer de yazmıştım; herhangi bir semaverkumpanya oyunu için taa kocamustafapaşa'ya yapacağınız bir yolculuktan pişman olmazsınız. evet, akatlar'a, kadıköy'e, beyoğlu'na ve bir çok başka semte turne yapıyorlar, ama onları kendi mekanlarında seyretmek bambaşka bir deneyim.
bu akşam seyrettiğim "infazcı no:14" ise kesinlikle kocamustafapaşa'daki çevre tiyatrosu'nda izlenmeli!

salon kapısı açılacak koltuğumuza oturacağız diye fuayede beklerken, bizi tiyatronun kulisine yönlendirdiler. daracık koridorlardan geçtik, yüksek basamaklı merdivenlerden indik çıkdık, kumpanya'nın mutfağından geçtik ve sonunda kendimizi sahnede bulduk. perde kapalıydı. sahneye bizler, seyirciler için sandalyeler yerleştirilmişti. oturduk; yaklaşık 20 kişi kadardık. sahnenin ışıkları karardı, perde açıldı, salonunun tamamı gözlerimiz önüne serildi.

her yer sisler altında, en arkada endirekt yoğun bir ışık hüzmesi altında bir adam toprağı kazıyor, salonun bütün derinliğini kullanan sahne/salon tasarımında koltukların arasına üç dinin mezar taşları ve kuru ağaç dalları yerleştirilmiş.
müthiş etkileyici, seyirciyi anında oyunun bağlamına/atmosferine sokan çok başarılı bir sahne/salon tasarımı. cem yılmazer'i kutlamak lazım. etkileyici ışık tasarımı ve atmosferik müzik tasarımı da yılmazer'e ait. (müzik'in ortak bestecisi utku inan)
"infazcı no:14"ün ortak yönetmenleri ışıl kasapoğlu ile gülin kılıçay.
tek kişilik oyunun benzersiz aktörü ise, daha önceki semaverkumpanya oyunlarında birbirinden çok farklı iki rolde, "murtaza"nın murtaza'sında ve "trainspotting"in renton'unda kendisine hayran kaldığım ve yine harikalar yaratan tansu biçer'di.

"infazcı no:14" bir iç savaş sırasında yaşananları anlatıyor. din ve ırk olgularının nasıl insanları/toplumları birbirine düşürdüğünden bahsediyor; yalın ve etkileyici bir dille! semaverkumpanya'nın bu yıl prömiyer yapan ve iç savaş olmasa da bir dikta rejimi ortamını konu alan "resmi geçit" adlı oyunu ile "infazcı no:14" arasında gerek atmosfer gerekse içerik olarak paralellikler kurmak mümkün; korku, acı, ümitsizlik, çaresizlik, yalnızlık, öfke, kaybolmuşluk..

bu iki orta-metraj oyun, "infazcı no:14" ile "resmi geçit" (yaklaşık olarak ilki 60, ikincisi 55 dakika sürüyor), 27 mart tiyatrolar günü vesilesi ile kocamustafapaşa'da tek biletle arka arkaya sahnelenecek. aynı tarife 28 nisan'da da enka oditoryumu'nda gerçekleşecek. kaçırmayın!

20 Mart 2009 Cuma

nisan'da istanbul'da "sinema bir şenliktir!"

28. uluslararası istanbul film festivali 4-19 nisan tarihlerinde gerçekleşecek. genel bilet satışı yarın başlıyor.
sabahın erken saatlerinden itibaren özellikle emek sineması'nın önünde uzamaya başlayacak olan kuyruğun öğlen olmadan istiklal üzerindeki camiye kadar varacağı tahmin ediliyor. biletlerin internet, atlas sineması ve diğer bütün biletix gişelerinden de satılacak olmasına rağmen festival izleyicilerinin çoğunun emek sineması'nı tercih etmesi ilginç değil mi!
saray sineması'nın bulunduğu adada yükselen inşaatın emek'in sokağını -geçen sene istisna olmak üzere- yeniden eski güneşsiz/gölgeli günlerine döndüreceği düşünüldüğünde, kuyrukta bekleyenler için yarın sabahın ayazda üşüyerek geçeceği kesin gibi!
eh, zaten sadık festivali izleyicisi hafif mazoşist değil midir; festival sırasında günde en az 3 film seyretmesinden daha iyi kanıt olur mu!

nacizane tavsiyelerim:
l'heure d'été (yaz saati), olivier assayas
adoration (tapınma), atom egoyan
milk, gus van sant
lat den ratte komma in (gir kanıma), tomas alfredson
kirschblüten-hanami (kiraz çiçekleri), doris dörrie
of time and city (zamana ve şehre dair), terence davis
cztery noce z anna (anna ile dört gece), jerzy skolimowski
aruitemo, aruitemo (bitmeyen yürüyüş), hirokazu kore-eda
lake tahoe (tahoe gölü), fernando eimbcke
muukalainen (ziyaretçi), jukka-peka valkeapaa
strella (kadının fendi), panos h. koutras
bütün bill plympton animasyonları, ama özellikle idiots and angels (ahmaklar ve melekler)
"asiler, azizler, aşıklar" bölümünün bütün filmleri

şiddetle merak ettiklerim:
a film with me in it (bu filmde ben varım), ian fitzgibbon
zift, javor gardev
poltory komnaty ili sentimantalnoe puteshestvie na rodinu (birbuçuk oda), andrey khrzhanovsky
de usynlige (bulanık sular), erik poppe
fıraaq, nandita das
buick riviera, goran rusinovic
goodbye solo (hoşçakal solo), ramin bahrani
tulpan, sergey dvortsevoy
brudguminn (belalı düğün), baltasar kormakur
tokyo sonata (tokyo sonatı), kiyosh kurosawa
eldorado, bouli lanners
la teta asustada (acı süt), claudia llosa
flammen & citronen (ateş & citroen), ole c. madsen
revanche (rövanş), götz spielmann
café de los maestros (üstatlar kahvesi), miguel kohan
vse umrut, a ya ostanus (ben hariç herkes ölsün), valeria g. germanika
a nyomozo (iz sürücü), attila galambos
home (yuva), ursula meier
unmade beds (dağınık yataklar), alexis dos santos
pescuit sportiv (oltanın ucunda), adrian sitaru
treeless mountain (ağaçsız dağ), so yong kim
un lac (göl), philippe grandrieux
den du frygter (korkma benden), kristian levring
pontypool, bruce mcdonald
chugyeogya (takipçi), hong-jin na
loft (çatı katı), erik van loody


kesinlikle uzak duracaklarım:
forasters (yabancılar), ventura pons [5-6 sene önceki toplu gösterisindeki hiç bir film dişe dokunur değildi; huylu huyundan vazgeçmez! zaten imdb puanı da 6.2]
8, j.campion-g.g.bernal-j.kounen-m.nair-g.noé-a.sissako-g.v.sant-w.wenders [bu kadar iyi yönetmen bir araya gelirse, sadece çorba olur!; imdb puanı 5.4]
ricky, françois ozon [ozon'u çok sevmeme rağmen bu filmi imdb'de 5.5 almış!]
singularidades de uma rapariga loura (sarışın bir kızın tuhaflıkları), manoel de oliviera [bir laf var; 80 yaşının üzerindeki bestecinin yaptığı müzik ciddiye alınmamalı diye. oliviera bu filmi 100 yaşında çekmiş. hiç bir insan için bunu söylemek istemem ama oliviera iyi ki geçen sene dünya değiştirdi, yoksa hala film yapıyor olacaktı!]
the countess (kontes), julie delpy [kötü oyuncudan iyi yönetmen çıkmaz, kanıt: imdb'si 5.7]
la mujer sin cabeza (başsız kadın), lucrecia martel [bu hanıma iki kere şans verdim, ikisinde de hayal kırıklığına uğradım, ancak filmlerine eleştirmenler ve bir grup izleyici koşulsuz hayran. filmin imdb'si 6.4]
gasolina (benzin), julio h. cordon [imdb'si 5.7]
voy a explotar (şimdi patlayacağım), gerardo naranjo [gael garcia bernal'in yakışıklı ve yetenekli olması iyi yapımcı olduğunu göstermez; filmin imdb puanı 6.0]
nuit de chien (bu gece), werner schroeter [kitapçıkta yazdığı gibi venedik'te özel altın aslan ödülü almış falan değil, sadece aday olmuş! sağolsunlar, kitapçığı hazırlayanlar her sene böyle kenarda köşede kalmış bir kaç filme gönüllerinden ödül yazıyorlar!!! filmin imdb'si 5.6]

nisan'da beyoğlu'nda karşılaşmak üzere...

18 Mart 2009 Çarşamba

sahnede sıkı bir polisiye hikaye!

"bayrak" berkun oya tarafından yazılmış, yönetiliyor. dekor ve kostüm de oya'ya ait.
"bayrak" çok zeki bir oyun; kurgu açısından barındırdığı fikir (zamanda geri-ileri gidişler) yeni olmasa da yaratıcı.
tabii oyunun tek zeki tarafı kurgusu değil. berkun oya hem kelimelerle oynamasını çok iyi biliyor, sade ama vurucu diyaloglar yazıyor hem de "bayrak"ta seyirci için hoş, küçük detaylar hazırlamış; yazan-yöneten-dekor ve kostümü tasarlayan, kısacası neredeyse her şeyden sorumlu olduğu için de sahnelemeye bütünüyle hakim, ne istiyorsa, nasıl istiyorsa öyle tasarlama imkanı bulmuş. iyi ki de bulmuş, çünkü "bayrak" seyretmekten çok keyif alınan bir oyun, içeriği eğlenceli olmasa da!

2 perde 5 sahneden oluşan oyun iki farklı mekanda geçiyor: bir köy evinin bahçesi ve bir apartman dairesi. bu iki mekanı birbirine bağladığı gibi oyunun sahnelerini de birbirine bağlayan, her sahnede tekrarlanan küçük detaylar var; gözlerden akan yaşlar, içilen sigaralar, içkiler, bir tabak kiraz, turuncu bir battaniye. [oyundaki yazar karakterinin, yazmak istediği roman için aldığı sesli notlardan birinde kendi kendine "mekanların arasında paralellikler olsun ama fazla abartma" derken bir yandan da oyundaki turuncu battaniyeyi ellemesi çok hoş bir ayrıntıydı.]

apartman dairesinin duvarında asılı matador fotoğrafının iki parçalı olması, hem oyunun içeriğine hem de biçimine bir atıf sanki. içeriğine; çünkü iki erkek kardeş birbirini takip eden -ama arasına 15 dakikalık ara giren- iki sahnede genç kadın ile, matadorun boğayla oynadığı gibi oynuyorlar!
fotoğraf ile oyun arasındaki biçimsel paralelik ise; nasıl iki parçalı fotoğraf birleştilirdiğinde matadora dair daha geniş bilgimiz olursa, oyunun da farklı zaman dilimlerinde geçen parçalarını birleştirdiğimizde bütününe dair fikir edinmiş oluyoruz; "yap-boz" tamamlanıyor. ve hatta, oyunun sonunda ilk sahneyi tekrar seyretmek istiyor insan.
[oyunun rejisine dair tek eleştirim; zekice yazılmış olan metnin, seyirciyi zeki ve dikkatli yerine koymaması oldu; sahneler içindeki diyaloglardan zaman dilimlerine dair ileri-geri gidişler rahatça belli oluyorken, bir de dekor içindeki çerçevelere "üç gün önce", "yarım saat sonra" gibi açıklayıcı tabelalar koymak biraz fazla değil mi!]

son bir paragraf da oyunculara, çünkü çok çok iyiler.:
köksal engür ve ayten uncuoğlu çoktan ustalıklarını kanıtlamış iki oyuncu. ali atay, yazar berkun oya ile birlikte tiyatro krek'in kurucusu; "yangın duası"nda ara-karakter olarak muhteşemdi, burada da iyi. kent oyuncuları'ndan aşina olduğum okan yalabık ve -sanki hep biraz kendini mi oynuyor, yoksa ona hep benzer roller mi teklif ediliyor hissiyle seyrettiğim- bartu küçükçağlayan da başarılılar.
oyunun "nefes kesen" oyuncusu ise genç kadın'da canan ergüder; her açıdan çok zor olan bir rolün/karakterin altından bu kadar mı iyi çıkılır! demek ki toprağı çok sağlam; sesini kullanımı, diksiyonu ve fonetik netliği, oyun boyunca hiç düşürmeden dengelediği duygusal ve fiziksel performansı, her şeyi evet her şeyi çok iyiydi. canan ergüder'i ilk defa izledim ve hayran oldum.

berkun oya yeni oyunu için bir beş yıl daha bekletmesin bizi!

16 Mart 2009 Pazartesi

usta gitarcı, enerjik konser!

al di meola cumartesi akşamı işsanat'taydı.
italyan, kübalı ve macar müzisyenlerden kurulu "world of sinfonia" grubuyla sahneye çıkan al di meola ikinci bis parçasında bir sürpriz yaparak sardinya adasından hüzünlü bir anonim besteyi hüsnü şenlendirici'yle birlikte yorumladı.
konserin bir başka doruk noktası ise, hemen şenlendirici çıkmadan önceki birinci bis parçasıydı: "çocuklarımın ayakkabı parasını çıkardı" diye anons ettiği ünlü "mediterranean sundance".

alışılmıştan farklı olarak aralı iki bölümden oluşan konser, koyu bir al di meola hayranı olmayan beni bile iki saat boyunca kaliteli müziğe doyurdu. parça aralarında bol bol konuşan al di meola, iyi konserin sadece iyi müzik yapmak olmadığını, seyirciyle kurulan iletişimin de konser performansında çok önemli bir yer tuttuğunu gösterdi.
ikinci yarıda akordeon çalan sanatçının sandalyesinin kırılarak müzisyenin yere düşmesi ilk anda heyecan yaratsa da, keyfi yerinde olan al di meola ve grubu bu talihsiz olayı eğlenceli bir şekilde karşılayarak arka arkaya espriler yapmasını bildiler; en iyisi de, al di meola'nın bir süre kendi sandalyesine oturmayıp ayakta gitar çalması oldu.

meola konseri "en az 20 senedir geldiğim/tanıdığım ülkenizde bulunmaktan çok memnunum" diyerek noktaladı.

halbuki başta ne kadar neşeli ve masumduk!

günah çıkartma mıydı, mastürbasyon mu? kendiyle ya da geçmişiyle hesaplaşma mı? pornografik narsizm mi?
kişi: memet ali alabora, oyun: "muhabir"

1.5 saat boyunca aile anılarını, babasının veya başkalarının anlattığı tiyatro hikayelerini, kendisinin 17.5 yaşında başladığı muhabirlik maceralarını dinledik alabora'dan. kendisi "kitaplı" olmasına rağmen "alaylı" üslupla anlattı bu hikayeleri. zaman zaman güldük, eğlendik, bazen oyun başlarken ikram ettiği şaraptan bir yudum aldık, bazen de o yudum boğazımıza takıldı, kaldı!
anlamalıydık babasının dayısı selahattin pınar'dan nihavend bir beste çaldığında... "damdaki kemancı" müzikalinin eğlenceli müziğine eşlik eden filistin manzaralarını gördüğümüzde ise memet ali alabora'nın aslında ne anlattığını, mustafa & övül avkıran çiftinin ne yapmak istediklerini idrak etmiştim!
ve böylece başladı alabora'nın kişisel hikayesinin evrensel bir duruşa dönüşmesi. ardı arkası da kesilmedi; cannes sahilindeki üstsüz görüntüsü peşindeki tıfıl muhabirden istanbul gecelerinde a-takımı'nın "deneyimli abisi"nden edinilen haber yapma derslerine kadar, gittikçe içimizi acıtan bir tonda sürdü gitti "muhabir".
eninde sonunda elimdeki şarabı tümden yudumlayamaz oldum, sanki ondan alacağım keyiften utandım!
en son, babannesi "hayat" hanımı ve onunla olan bağını anlattı alabora. sonra da, nasıl yıllar önce yalova'daki yazlıklarını bir bisikletle terk etmişse, bir bisikletle bir kaç tur attıktan sonra terk etti sahneyi.

oyundan önce, fuayede üç kız öğrencime rastladım; sanırım 18-19 yaşlarında olmalılar. memet ali alabora oynadığı için değil, içlerinden birinin proje hocası acilen "garajistanbul'u gör" ödevi verdiği için gelmişlerdi.
memet ali alabora'nın azı tatlı çoğu acı anılarına çocuk dönemleri denk gelmiş bir nesil olarak herhalde anlatılanları masal niyetine dinlemiş olmalılar...

prömiyerini şubat başında avrupa'nın disiplinlerarası festivali "temps d'images" kapsamında rotterdam'da yapmış olan "muhabir" istanbul'daki son iki gösterisini pazartesi ve salı sergileyecek.

13 Mart 2009 Cuma

rahmaninof'un ağıt'ından haydn'ın macar havalarına...

bu akşam crr'de enfes bir oda müziği konseri vardı:
hakan şensoy, keman - adrian brendel, viyolonsel - emre elivar, piyano

hiç birini daha önce dinlememiş olduğum, her biri birbirinden güzel üç eser çaldılar:
- haydn; üçlü, sol major, no. 25
- rahmaninof; üçlü, sol minör, "elegiac trio"
- mendelsohn-bartholdy; üçlü, re minör, op.49

bu programda bir tek brahms eksikti!
sanatçılar bis parçası olarak haydn üçlü'den "rondo all'ongarese" adlı hareketli son bölümü tekrar çaldılar.
şensoy-brendel-elivar üçlüsü sanki uzun yıllardır birlikte çalıyorlarmış kadar uyumluydular. umarım bu biraraya geliş tek seferlik değildir...

konserin bütünü mükemmeldi ancak rahmaninof'un "elegiac trio"su bambaşkaydı; ilk notalarından itibaren insanın huşudan tüylerini ürperten, gözlerini yaşartan benzersiz küçük bir başyapıttı bu ağıt.
rahmaninof bu eseri 19 yaşında iken bestelemiş; bir yıldır tanıdığı ve tehlikeli bir saplantı ile bağlandığı evli bir kadına, anna lodizhenskaya'ya ithaf etmiş. eser, tam da bestelenme hikayesi kadar tutku, acı ve hüzün dolu.
bu hikayeden sonra, yapıtlarını kısmen tanısam da yaşamı hakkında hiç bir şey bilmediğim rahmaninof'u çok merak eder oldum.

ilgilenenlere ileriki tarihlerdeki oda müziği konserleri:
22 mart'ta süreyya operası’nda atilla aldemir, cana gürmen ve çağ erçağ rahmaninof’dan piazzolla’ya uzanan bir repertuarla sahneye çıkacaklar.
25 nisan'da crr’de ünlü piyanist boris berezovsky’nin üçlüsü berezovsky trio programında mendelsohn’un 0p.49 üçlüsünün de bulunduğu bir konser verecek.
ve 28 nisan’da yine crr'de schulhoff quartet haydn, janacek ve dvorak çalacak.

12 Mart 2009 Perşembe

"vur/yağmala/yeniden" maratonu devam ediyor...

dot'un "vur/yağmala/yeniden" projesi devam ediyor: 5. gösteri "aşk (için her şeyi yaparım ama bunu yapamam)" ve "tanrıların şafağı"ndan oluşuyor.
her biri ünlü bir film veya romanın adını taşıyan 16 kısa oyundan bu ikisi, bir ülkenin başka bir ülke tarafından o ülkeye demokrasi, özgürlük ve insan haklarını getirme kisvesi altında istila edilmesi anafikri üzerinden gelişiyor. 16 oyunun ikişerlik paketler halinde eşleştirilmesi projenin yönetmeni murat daltaban tarafından yapılıyor; bu açıdan da baştan beri çok isabetli seçimlerde bulunuyor daltaban.

"aşk" ve "tanrıların şafağı"nda mark ravenhill yine yarattığı sıradan karakterlerinin arasındaki ilişkiler üzerinden kurduğu gündelik durumları, daha geniş bağlamda çağımızın toplumsal portresini çizmek için kullanıyor. yine bir kahvaltı masasındayız, ya da bir raporun yazıldığı bir mekanda. savaşta kendi tarafındaki askerler tarafından yanlışlıkla öldürülmüş bir işadamının eşiyle tanışıyoruz ya da ülkesi istila edilmiş eski bir öğretim üyesiyle.

sanırım, "vur/yağmala/yeniden" projesinin en etkileyici performanslarını kadın oyuncular veriyor. seyredeli üzerinden beş ay geçmiş olmasına rağmen ne "kayıp cennet"teki komşusunun çığlıklarından rahatsız olan hostes'te ezgi mola'yı unutabildim, ne de oğlu alex'in kabusları için endişelen anne'de veda yurtsever ipek'i.
5. gösteri'nin de en kuvvetli tarafı kadın oyuncuları:
"aşk"ta kocasını kaybetmiş marion'u canlandıran ipek bilgin'in usta oyunculuğu sayesinde yüksek burjuva bir kadının cinselliğe, yalnızlığa ve çaresizliğe dair bütün duygularına, tereddütlerine, kabullenişlerine tanıklık ediyoruz.
"tanrıların şafağı"nda ise terazinin bir tarafında ülkesi istila edilmiş öğretim üyesi jane'de mine tugay var, diğer tarafında onun yaşadıkları hakkında rapor hazırlayan "iyi niyetli, ulvi amaçlı" istila güçlerinden susan'da pınar töre. mine tugay geçen sezon başlayan ve bu sezon devam eden dot yapımı "karatavuk"ta mükemmel ötesi bir oyunculuk sergileyerek hafızamda unutulmayacak bir yer edinmişti. "tanrıların gazabı"nda da, yine benzersiz, çok güçlü bir oyunculuk sergiliyor!

önümüzdeki hafta prömiyer yapacak 6. gösteri'nin ağır topları ise yine ipek bilgin ve -"üç maymun" ile hayran kitlesini genişleten- hatice aslan. heyecanla bekliyorum...


ve ilgilenenlere bir duyuru:
"vur/yağmala/yeniden"in yazarı mark ravenhill istanbul'da; 14 mart cumartesi günü 13.00'den itibaren ikişer saat arayla şimdiye kadarki 5 gösteri (10 oyun) arka arkaya sahnelenecek. 15 mart pazar günü de mark ravenhill pera müzesi oditoryumu'nda bir söyleşi/konuşma gerçekleştirecek.

11 Mart 2009 Çarşamba

pina bausch'un 70'li yıllardan iki başyapıtı 2009'da hala ödül alıyor!



geçtiğimiz pazar akşamı (8 mart 2009) londra’da dağıtılan laurence olivier ödülleri’nde pina bausch tanztheater wuppertal “café müller/das frühlingsopfer” adlı gösterileri ile “en iyi yeni dans yapımı” (best new dance production) dalındaki ödülü kazandı. pina bausch üç sene önce yine olivier ödülleri’nde, “nelken” ve “palermo, palermo” ile “dans’ta olağanüstü başarı” (outstanding achievement in dance) ödülünü almıştı.
bu ödülü vesile bilerek “café müller/das frühlingsopfer” hakkında kasım 2007 tarihli “tiyatro tiyatro” dergisinin 183.sayısında yayımlanmış olan yazımı güncelleyerek buraya taşıyorum.
[o yazıya konu olan izlenimlerim 8-9 eylül 2007 tarihinde wuppertal’de seyrettiğim gösterilere aitti. “café müller/ das frühlingsopfer”ı daha sonra, 14 kasım 2008 tarihinde, bu sefer düsseldorf’ta ve başka bir kast ile tekrar izleme fırsatım oldu. bu yazı ikinci seyredişimin izlenimlerini ve pina bausch’un olası istanbul 2010 gösterilerine dair bilgileri de içermektedir.]


tanztheater wuppertal pina bausch’tan iki zor eser: “café müller” ve “das frühlingsopfer” (bahar ayini)
ilki bir aşk hikayesi, diğeri ölüm. ilkine hüzün hakim, ikincisine dehşet. ilki acıdan bahsediyor; kalp sızısından, sevdiğini kaybetmekten, ayrılıktan, hasretten ve bekleyişten… diğeri korkudan; ölüm korkusundan, arzudan ve endişeden, iktidardan ve başkaldırıdan…
aynı akşam arka arkaya sahnelenen, deyim yerindeyse “demir leblebi”, iki başyapıt; sadece seyirciler için değil, sahne üzerindekiler için de… süre olarak kısa (ilki 45 dakika, ikincisi 35 dakika sürüyor), ancak atmosfer olarak çok yoğun ve sahneden seyirciye geçen duygular aşırı yüklü olduğundan gösterinin etkisi bittikten çok sonra bile devam eder, hazmedilmesi zordur… bu yoğun duyguları seyirciye geçiren dansçılar da gerek duygusal gerekse fiziksel olarak varlarını yoklarını ortaya koyarlar, hatta giderek tükenirler…

café müller”de pina bausch’un kendisi de dans eder. 1978 tarihli yapıtın orijinal kastı bir anlamda o dönemin tanztheater wuppertal yıldızlar geçidi gibidir; malou airaudo, dominique mercy, jan minarik, merly tankard, pina bausch ve rolf borzik. malou airaudo bir söyleşide, o dönemde hepsinin pina bausch’u sahnede görmek istediklerini, çünkü onun gibi fantastik bir sanatçının dans etmesi ve herkesin onu görmesi gerektiğine inandıklarını söyler[i].
café müller”de orijinal kasttan sadece iki kişi hala sahnededir: pina bausch ve dominique mercy. pina bausch kendisiyle yakın zamanda yapılan bir söyleşide, “café müller”in yaratılış aşamasının gerek kendisinin gerekse diğer dansçıların hayatlarının çok önemli ve kişisel bir parçası olduğunu, bu döneme ve bu esere dair çok özel anılarının bulunduğunu ve bu nedenle dominique mercy’nin rolünü başka birisinin aldığı gün kendisinin de bırakma zamanının geldiğini düşündüğünü belirtir.[ii] gerçekten de, bu iki büyük sanatçıyı sahnede seyretmek, yapıtın içerdiği yoğun hüzün ve melankoli bir yana, büyük bir keyiftir.
pina bausch eserin belkemiğidir; eserde sahneye ilk o adımını atar; karanlıkta, ince beyaz geceliğiyle gözleri kapalı ve kolları sarılacak birini arar gibi avuçları dışa dönük öne doğru açılmış olarak sahnenin sağındaki kapıdan girer, sahnenin bütününü kaplayan sandalye ve masalara çarparak ilerler. yaklaşık 45 dakika sonra, ışıklar yavaş yavaş kararırken, pina bausch hala gözleri kapalı ve kolları açık bir şekilde dolaşırken eser sonlanır. eserin bitiminden hemen önce, bütün eser boyunca sanki başka bir dünyadanmış gibi kısa kısa adımlarla sekerek sahnede dolaşan ve olup biteni, müdahele etmek istermiş ama beceremezmiş gibi ürkek ve tereddütle seyreden yeşil kıyafetli kız (nazareth panadero), ona üzerindeki paltoyu ve kafasındaki kızıl renkli kıvırcık peruğu giydirir. çingene pembesi topuklu ayakkabılarını ise sahnenin ortasına bırakır, pina bausch eserin başında da olduğu gibi, ayakları çıplak kalır.

pina bausch ortaya koyduğu yapıtlar üzerine konuşmak yerine, her seyircinin sahnede gerçekleşenler hakkında kendi yorumunu yapmasını tercih eder; “café müller” onun en zor anlaşılabilecek eserlerinden biridir, kişiseldir ve sembollerle yüklüdür. pina bausch’un “café müller”i, anne babasının işlettiği lokantada masa altlarında dolaşarak geç saatlere kadar müşterileri seyrettiği çocukluğundan kalma anılarından esinlenerek hazırladığı söylenir.
yapıtlarının yaratım sürecinde rastlantıları göz ardı etmeyen, hatta oldukça da önemseyen pina bausch aslında eserin ilk halinde kendisi için bir rol düşünmemiştir; 1999 yılında taormina’da avrupa tiyatro ödülü’nü alırken açıkladığı gibi, malou airaudo için önceden belirlediği bir müzik eşliğinde bir koreografi hazırlamak istemiş ancak malou airaudo hareketleri iyi ezberleyemediği için, prova salonunda onun arkasında durup ona ait hareketleri yaparak tekrar etmesini sağlamış ve ardından malou airaudo eğer o olmazsa kendisinin de dans etmeyeceğini söyleyerek pina bausch’u yapıtta yer almaya ikna etmiştir.[iii]
son yıllarda, malou airaudo’nun rolünü devralan aida vainieri fiziğiyle selefi olduğu sanatçıyı andırsa da onun barındırdığı doğal karizmaya sahip değildir. yine de rolün gerektirdiği yoğunluğu yaşayıp, seyirciye aktarabilmektedir.

malou airaudo’nun tanztheater wuppertal’in repertuarındaki önemli rollerinden bir diğeri, 1975 yılında tasarlanmış olan “das frühlingsopfer” (bahar ayini)ndeki kurban olarak seçilen bakire kızdır. bu rolü son yıllarda, büyük bir başarıyla ve malou airaudo’yu aratmayacak fiziksel performans ve adanmışlıkla canlandıran ruth amarante, pina bausch ile çalışıyor olmasını bir açıdan bu yapıta bağlar; uzun süre kendini ifade etmek istediği bir dil ararken bir gün “bahar ayini”’nin bir video kaydını seyretmiş ve “işte, uzun zamandır aradığım dil bu!” diye düşünmüştür.[iv]
ruth amarante, özellikle eserin son bölümündeki gerilimli ve dansçıyı tüketen soloda kabullenmişlik ile başkaldırı, dehşete düşmüşlük ile çaresizlik arasında gidip gelen duyguları ustaca birleştiren yorumuyla çok etkileyici bir performans sunuyor. 1978 yılında "bahar ayini" filme çekilirken, malou airaudo eserin bitiminde yere baygın olarak yığılır ve bir süre sonra dansçı arkadaşları tarafından kaldırılır.[v]
2008 performanslarında bu rolü ditta miranda jasjfi canlandırıyor. pina bausch'un son yıllardaki yapıtlarının en içli, en lirik sololarında dans eden bu ufaktefek dansçı için "bahar ayini"deki kurban olarak seçilen ezilmiş, çaresiz, dehşete düşmüş kadın rolü belki minyon fiziği, acı dolu mimikleri ve perişan haliyle biçilmiş kaftan gibi gözükse ve jasjfi'nin elinden geleni yaptığından şüphem olmasa da, bence kısa boyu ve kısa kolları bu role düşen koreografinin etkileyiciğini zayıflatıyordu. düsseldorf operası'nı dolduran yüzlece seyircinin benimle aynı fikirde olmadığını belirtmem gerekir; jasjfi "bravo"lar ve çığlıklar eşliğinde ayakta alkışlandı!

pina bausch önceleri “café müller” ile “bahar ayini”ni aynı akşam arka arkaya sahnelemek üzere tasarlamamıştır ancak uzun zamandır bu iki eser birlikte oynanır, ve birbirlerine zıt özellikler göstermeleri açısından da uyumludurlar aslında.
café müller” tanztheater wuppertal’in hala repertuarında bulunan en az kastlı eserdir; 6 kişiliktir. “bahar ayini” ise, pina bausch’un hem eğitim gördüğü hem de uzun yıllar idareciliğini üstlendiği essen’deki folkwang tanzstudio’dan davet edilen genç dansçılar ile desteklenen 32 kişilik kalabalık bir kadro ile sahnelenir.
café müller”de henry purcell’in "the fairy quenn" ve "dido and aeneas" operalarından içkin, hüzünlü aryalar kullanılırken, “bahar ayini”nde (le sacre du printemps) igor stravinski’nin yabansı, fırtınalı, dinamik ve gerilimli müziği koreografide karşılığını bulur.

café müller”de mekân tanımlı ve sınırlıdır; sahnenin üç bir tarafı gri duvarlarla çevrilidir, sanki burası gözleri kapalı kadının bilinçaltıdır. dört kapı ve bunlardan birinin ardındaki ikinci bir dönerkapı sahne arkasına, dış dünyaya, belki de üst bilince açılır.
kapılar bir leitmotiv gibi eser boyunca kullanılır; kapılardan girip çıkmak, kapıları çarpmak, kapının kolunu tutup beklemek, kapıyı yavaşca kapatmak, iki kapı arasında kalmak, kapının arkasından seyretmek...
sahne ise masa ve sandalyelerle tıka basa doludur, hareket edecek yer yoktur; aynı “nelken”deki sahneyi bütünüyle kaplayan karanfil tarlası gibi, ve aynı karanfillerin eser boyunca çiğnenmesi gibi, masa ve sandalyeler de eser boyunca oradan oraya atılıp, çekilerek –hem de bu iş üzerine basa basa, gürültüyle yapılarak– ortalık darmadağın edilir; belki de hareket edecek yeri olmayan kadın ve erkeğe mekan açmaktır istenen.
masa ve sandalyeleri, çarpmasınlar diye dansçıların önünden çekip alan kişiyi 1978’deki orijinal kastta, aynı zamanda topluluğun sahne tasarımcısı ve pina bausch’un hayat arkadaşı olan rolf borzik’in oynaması anlamlıdır.

iki eser arasındaki dekor değişimi, wuppertal’deki schauspielhaus’un perdeleri kapatılmadan gerçekleşir. fuayeye bir şeyler atıştırmak için çıkmak yerine salonda koltuklarında oturmayı tercih eden seyircileri bambaşka bir şölen bekler; 15 sahne görevlisi, en az bahsi geçen yapıtlardaki kadar yetkin bir koreografiyle, yaklaşık 20 dakikada “café müller”in duvarlarını, masa ve sandalyelerini kaldırıp, “bahar ayini” için beş büyük çöp konteyneri içinde getirdikleri nemli toprağı sahneye dağıtırlar.

“bahar ayini”de mekân sınırsız ve tanımsızdır; sadece zemin, boydan boya nemli toprak ile örtülüdür. peter brook’un dediği gibi; nasıl her din kendi mimarisini yaratmışsa, her sahne düzenlemesi de kendi oyununu kurar. bu bakımdan orijinal librettosuna sadık kalınan bir “bahar ayini” koreografisinde nemli toprak kullanmak, kavramsal olarak en baştan eserin özünün yakalanmasını sağlar. dansçıların her hareketine cevap veren, bazen katmerlendiren bazen söndüren bazen de içine alan neredeyse canlı bir organizma gibidir nemli toprak; pina bausch ile rolf borzik’in dahiyane buluşlarıdır.
sahnede başka hiçbir obje yoktur, bir tek kırmızı elbise dışında; elden ele dolaşır, başta arzu, ardından kaygı nesnesi olur.
zaman, her ne kadar belirsizse de jestler, mimikler ve nemli toprak arkaik dönemleri, insanın doğayla dolaysız ilişki kurduğu erken dönemleri anımsatır; “ilkel” insanların doğa-tanrıya kurban adadıkları pagan ritüellerin dönemini…
çıplak bedenlerine, yüzlerine, terlemiş kıyafetlerine toprak yapışan kadın ve erkeklerin sahnenin her bir santimetre karesini kullanan koreografinin oluşturduğu tablolar ortaçağ ressamlarının, özellikle hieronymus bosch ve pieter brueghel’in karanlık, apokaliptik cehennemlerini anımsatır. kırık, asimetrik hareketler, stravinski’nin çığır açan dinamik müziğinin bütün aksak ritmlerini yakalar. dansçıların aşırı efordan kaynaklanan hızlı ve yüksek soluk sesleri, insanın çaresizliğini ve tükenmişliğini beraberinde taşıyarak, eserin en can alıcı noktalarında müziğin ve trajedinin etkisini pekiştirir.
pina bausch'un "bahar ayini" yorumu nadiren canlı orkestra eşliğinde sahnelenir. nitekim benim 2007'de wuppertal'de seyrettiğim performanslarda müzik banttandı. 2008 kasım'ında pina bausch festivali kapsamında düsseldorf operası'ndaki gösterilerde ise tanztheater wuppertal pina bausch topluluğuna pietar inkinen şefliğinde düsseldorf senfoni orkestrası eşlik etti. bu yapıtın canlı müzik ile izlenmesinin diğerine nazaran bu kadar etkileyici olabileceğini tahmin edemezdim. pietar inkinen pina bausch'un izinden giderek yorumladı "bahar ayini"ni; sanki orkestra ile dans topluluğu aynı nefesleri alıp verdiler.

café müller/das frühlingsopfer” son iki sezon boyunca dünyayı gezdi; pekin’den londra’ya, lizbon’dan barcelona’ya, tokyo’dan atina’ya, brüksel’e sanatseverlerin karşısına çıktı, yolu maalesef istanbul'a düşmedi.
yıllarca istanbul tiyatro festivali’nde yönetmen yardımcılığı görevini üstlenmiş olan koza tamdoğan 2005-2008 yılları arasında tanztheater wuppertal pina bausch topluluğunun idareciliğini yaptı. koza hanım, wuppertal’de ayaküstü yaptığımız bir sohbette, pina bausch’un 1998 yılından beridir uluslararası duraklarından biri haline getirdiği istanbul’u çok sevdiğini ve mutlaka tekrar gelmeyi istediğini söylemişti. hatta o dönemde kültür ve turizm bakanı atilla koç’un beyanlarıyla atatürk kültür merkezi’nin yıkılması gündemdeydi, ve koza hanım “alır pina’yı gelirim, akm’nin önünde oturma eylemi yaparız” diyerek pina bausch’un ve kendisinin bu konudaki duyarlılığını göstermişti. akm artık/büyük ihtimalle yıkılmıyor, ama hakkıyla ve zamanında onarılacak mı, kuşkulu!
istanbul tiyatro festivali genel sanat yönetmeni ve istanbul 2010 avrupa kültür başkenti sahne ve gösteri sanatları yönetmeni dikmen gürün pina bausch’u 2010’daki tiyatro festivali’nde istanbul’da konuk edeceğimizi müjdelemişti aylar önce. son yazılarında ve kendisiyle yapılan söyleşilerde ise biraz endişeli: pina bausch’un gösterileri teknik açıdan istanbul’da ancak atatürk kültür merkezi’nde sahnelenebiliyor ve dikmen hanım’ın kaygısı akm’nin haziran 2010’a yetişememe ihtimali.[vi]
eğer her şey yolunda giderse pina bausch’u iki yapıtıyla seyredeceğiz istanbul’da: ilki istanbul’dan esinlenerek hazırladığı “nefes”, ikincisi 2006 kreasyonu “vollmond” (dolunay).
altı yıllık aradan sonra en azından tek bir yapıtıyla gelmiyor olması sevindirici.
pina bausch’un kendisi dikmen hanım’a geçtiğimiz ocak ayındaki paris gösterileri sırasında yaptıkları bir sohbette “altı yıl uzun bir süre” demiş.[vii] biz istanbullu pina bausch hayranları için, onun için olduğundan daha uzun bir süre bu altı yıl.
[ben bu altı yıl boyunca pina bausch’a duyduğum hayranlığı ve özlemi, imkanlarımı zorlayarak onun gösterilerini yurtdışında seyrederek giderdim, ama yine de insan sevdiği bir sanatçıyı belli aralıklarla kendi kentinde seyretmek istiyor; bu isteğim türkiye şartlarında biraz lüks kaçsa bile.]
“nefes”i zaten 2003’te beş akşam üstüste konuk etmiştik, kültür başkenti olma şerefine bir kere daha gelmesi mantıklı. “vollmond” ise bana göre pina bausch’un son yıllardaki yapıtları arasında en heyecan verici, en çoşkulu, en etkileyici olanı. 2006 sonbaharında wuppertal'de seyretme şansına eriştiğim "vollmond" hakkında yazmış olduğum ve "oyun" dergisinde yayımlanmış olan yazıyı ilerleyen zamanlarda buraya aktaracağım.

[i], [ii] dominique mercy tanzt pina bausch, yön: regis obadia – lisa wiergazova, arte f, 2003.
[iii] pina bausch, guy delahaye, edition rraus, 2007.
[iv] pina bausch, yön: anne linsel, wdr, 2006.
[v] beobachtungen bei einer tv-werkstatt, zdf, 1978.
[vi] tiyatro tiyatro, sayı: 198, şubat 2009.
[vii] "özel bir insan: pina bausch", dikmen gürün, cumhuriyet gazetesi, 10 şubat 2009

"tabulara,engellere,namuslara,dinlere,dillere,ırklara rağmen aşk ve ilişki üzerine bir çeşitleme..."


"engin-ar"ı geçtiğimiz mayıs'ta istanbul tiyatro festivali'nde seyretmiş olsaydım, çevremdeki herkesi sezon içinde bu gösteriye gönderirdim. artık bu şansım kalmadı; "engin-ar" bu pazartesi-salı garajistanbul'daki dört gösterisiyle seyirciye veda etti. olur da başka bir mekanda denk gelirseniz kaçırmayın!

bu akşam, yoğun bir iş gününün yorgunluğuyla 19.30'da "engin-ar"a, 21.00'de "öldün, duydun mu?"ya gittim.
22.15'te tekrar istiklal caddesi'ne çıktığımda yeniden doğmuş gibiydim; birbirinden iyi, birbirinden yaratıcı iki gösteri seyretmiştim çünkü.

"engin-ar" çıplak ayaklar kumpanyası'nın c dans c ile ortak ürettiği son işi. bu iki topluluğun birlikte kotardıkları daha önceki işler de iyiydi ama bunda sanki kimyalar iyice birbirine uymuş, sinmiş, daha bir kaynaşmış.
çok çok çok iyiydi!
enerjik, dinamik, seksi, espritüel, yaratıcı, zeki, kıvrak, rahat!
dans alanında böylesini türkiye'de bulmak kolay değil. "engin-ar"da her şey denk düşmüş, her şey dozunda; 55 dakikalık bir "yenilenme kürü"! gösteriden çıktığınızda dans edesiniz, bir partiye gidip eğlenesiniz geliyor. evet, arada zor ve sert şeyler de anlatıyor "engin-ar", ama o kadar yaratıcı ve rahat ki, dokunmuyor!
bu dengeyi kurabildiği için konsept sahibi ve yönlendirici candaş baş'ı kutlamak lazım!

"engin-ar"ı merak edenlere: http://vimeo.com/3287334

çağrı merkezi ile araf arasında, istiklal caddesi'nde bir yerlerde...

alternatif tiyatro topluluklarına yaptığım yolculuklar galata apartmanlarından istiklal pasajlarına doğru devam ediyor:
altıdan sonra tiyatro’yu çok geç keşfettim, açığı kapamaya çalışıyorum. geçen ay “444”ü izledim, bu akşam da “öldün, duydun mu?”yu.
iki oyunun da yazarı yiğit sertdemir.

ilk önce “444”:
çağrı merkezinde çalışan bir kadın ile bir adamın hikayesi üzerinden duygusal geçmişlerden politik tercihlere, toplumsal tahlillerden gündelik kaygılara, esprili durumlara kadar bir sürü ağır ve farklı konunun sürprizler ve şaşırtmalarla ustaca harmanlandığı bir metne sahip “444”.
biçimsel olarak ise; kurgusu, ritmi çok iyi ayarlanmış olan hikaye, çağrı merkezi fikrinin bütün olanaklarını kullanıyor. matematiği öyle iyi hesaplanmış sahneler var ki, iki görevlinin aynı anda telefonda karşılarındaki müşterilerle yaptıkları konuşmalarda verdikleri cevaplar üst üste binerek, arka arkaya gelerek hikayenin gidişatını belirliyor.
kadın görevli’yi gülhan kadim, erkek görevli’yi ise aynı zamanda oyunun yazarı olan yiğit sertdemir canlandırıyor. iki oyuncunun ustaca yazılmış bu metnin hakkını vererek paslaşmalarını seyretmek kadar, telefonun diğer tarafındakileri duymaya gerek bırakmayan, her bir vurgusu, mimiği düşünülmüş kapsamlı oyunculuklarından da büyük keyif alıyor insan.
“444”ün satır aralarına sinmiş ve hatta oyunun sürprizli sonuna doğru iyice su yüzüne çıkan günümüz toplumunun tüketim odaklı kültürüne, erk ve politikanın gücüne, iş dünyasının işleyişine ve toplumsal hafızanın kaybına/silinmesine dair eleştirel duruşun, oyunun bir sahnesinde adam’ın telefondaki müşteriye sonunu anlatmak zorunda kaldığı –ancak oyunda adı söylenmeyen- filmin (david fincher’in palahniuk uyarlaması “dövüş kulübü”) protest/aykırı içeriğiyle örtüşmesi de zekice düşünülmüş bir hoşluk.
boşuna değil; yiğit sertdemir bu oyunla geçen sene bütün “en iyi oyun yazarı” ödüllerini topladı.


“öldün, duydun mu?” altıdan sonra tiyatro'nun ilk defa 2006-2007 sezonunda sahneye koyduğu bir oyun. sinemada olsa tam bir auteur filmi olarak tanımlanacak cinsten bir çalışma: yiğit sertdemir oyunun yazarı, yönetmeni, sahne, ses ve ışık tasarımcısı!
her şey bir yana, özellikle sahne tasarımından bahsetmek isterim: çok yalın ancak bir o kadar da etkileyici olan dekor hem oyunun atmosferini kuruyor hem de içeriğine güç katıyor.
çoğunlukla eğlenceli, zaman zaman da derinden hüzünlendirecek kadar duygusal olan “öldün, duydun mu?” yine yoğun göndermelerle dolu, izleyiciyi güldürürken düşündüren bir oyun; bir psikolog seansından çıkmış kadar oluyorsunuz oyun bittiğinde!
oyuncular yine çok başarılı; neredeyse hiçbir repliği olmayan adam’da erkan kortan yalnızca mimikleriyle harikalar yaratıyor. masalcı’da gülhan kadim yine şakacı, oyunbaz, yine yaramaz bir karakteri ustaca canlandırıyor. ebe’de aslı can kortan hem fiziğini hem de sesini çok iyi kullanıyor.
oyunu seyrederken bana tek ters gelen şey müzik seçiminin mozart’ın requiem’inden klezmer müziğine, peter gabriel’in passion’ına fazlaca eklektik olmasıydı; ancak bu da oyunun sürprizli sonunda fazlasıyla anlam kazandı. yiğit sertdemir bir kere daha oyun kurmada ne kadar usta olduğunu kanıtladı. yazık ki, bu oyunun ödülleri yok!


ilgilenenlere önemli bir hatırlatma:
“444” 16 ve 17 mart tarihlerinde son defa sahnelenecek, kaçırmayın!
"öldün, duydun mu?" ise 24 mart'ta duru tiyatro'da, sanırım nisan'da da devam edecek.

9 Mart 2009 Pazartesi

noterde masaya yatırılan türkiye

doğru-düzgün, küçük-büyük, donanımlı-deneysel sadece tiyatro sahnelenmek üzere inşa edilmiş herhangi bir tiyatro binası bulunmayan istanbul'umuzda, pera'nın yüksek tavanlı apartmanları geleneksel kalıplar dışında tiyatro yapan gruplara mekan oluyorlar. nejat eczacıbaşı'nın zamanında aya irini için "müzik festivallerinin doğal sponsoru" demesi gibi, pera'nın apartmanları da farklı işler yapan tiyatrocularımız için hazır oyun sergileme mekanları.
ve diğer şeyler topluluğu da galata'da bir apartman dairesinden bozma bir mekanda oyunlarını sahneliyor. bu sezonki oyunları "noter" geçtiğimiz mayıs'ta tiyatro festivali'nde prömiyer yaptı.

geceleri çalışan bir nöbetçi noter'deyiz; seyircilerin her biri noterde sıra bekleyen müşteriler. hatta noter mekanına girerken elinize bir sıra numarası tutuşturuluyor ve "şanslı" bir seyirci bir ara oyuna dahil oluyor. [bu akşam o şanslı seyirci tiyatro eleştirmeni üstün akmen'di, pek isabetli ve hoş bir tesadüf oldu!]
oyuna dahil olmanız için illa da sıra numaranızın okunması gerekmiyor, isterseniz elinizi kaldırıp uzaylı teyze'nin dağıttığı fotokopilerden alabiliyorsunuz ya da çaycı'dan çay, kahve, su isteyebiliyorsunuz.

yeşim özsoy gülan "noter" ile küçük bir türkiye kuruyor; sıradan-sessiz vatandaşı, işini bilir memuru, devlet gibi noteri, bıçkın mafyası, ezik çaycısı, hayalperest sekreteri, çılgın gençliği, sosyetik hanımefendisi ile türk halkının panoraması çiziliyor. hoş olansa, bu tipler sadece tip olarak bırakılmayıp her birinin arkaplanı dolduruluyor, kendi kişisel hikayesi anlatılıyor. bu sayede tipler karakterelere bürünüyor, kanlı canlı hale geliyorlar.
"noter", rembrandt'ın "anatomi dersi" tablosundan esinlenen afişinin de ifşa ettiği gibi, türkiye'yi masaya yatırıp yapısını, işleyişini, mantalitesini deşiyor.

"noter" galata büyük hendek sokak 21 numara'da nisan başına kadar pazartesi geceleri açık. noterde işiniz olmasını beklemeden bir uğrayın derim...

7 Mart 2009 Cumartesi

seksi "don pasquale"

ilk defa recep ayyılmaz'ın rejisini yaptığı bir operayı seyrettim bugün: donizetti'nin "don pasquale"si.

ayyılmaz paris operası'nda çalışmış, robert wilson ve willy decker'in asistanlıklarını yapmış bir isim. "saraydan kız kaçırma" operasını izmir, antalya ve mersin operalarında sahneye koyduktan sonra, istanbul opera ve balesi'nde "hanım olan hizmetçi", "sevil berberi" ve sadece 3 kere oynanan "operatik marjinaller"i yönetmiş.
istanbul operası'nın bu sezonki yeni yapımları arasında beni en çok heyecanlandıran proje olan gluck'un "orpheus ile eurydike"sini de recep ayyılmaz sahneye koyacak, koreografi beyhan murphy'nin. prömiyer tarihi 22 nisan.
donizetti'yi çok fazla sevmememe rağmen, sırf benim için ayyılmaz'a ısınma turu olsun diye seyrettim "don pasquale"yi.

perde açıldığında bir banyodaydık ki, bir operaya mekan olabilecek en son yerlerden biri olsa gerek. bu yetmedi; üstü çıplak ernesto'yu, aynı mekanda amcası küvette yıkanırken, ayakta klozete işerken seyrettik. hemen arkasından norina'yı, kaslı çıplak bedeni ortalıkta bir erkek masör tarafından rahatlatılırken melodisi tanıdık ünlü "quel guardo, il cavaliere" aryasını söylerken dinledik. operaya konu olan entrikayı düzenleyen doktor malatesta bir eşcinsel olarak yorumlandı; opera boyunca -çok bariz olmasa da- masöre ve erkek hizmetçilere sulandı. ikinci perdede don pasquale'nin gizli kasası bir nü tablodaki kadın cinsellik organının bulunduğu bölgedeydi.
yukarda bahsettiğim üstü hafif örtülü, çok bariz ortaya konulmamış detaylarla süslenmiş bu cinsellik yüklü yorumun daha cüretkarı rahatlıkla almanya'da sahnelebilirdi ve sanırım çok da başarı kazanırdı. açıkçası, yaşlı erkeklerin genç kızlara duydukları şehvet dolu arzuları anlatan bir "opera buffa/gülünç opera" için çok hoş buluşlar bunlar.
recep ayyılmaz'ı kutlamak ve "orpheus ve eurydike" için umutlanmak lazım.


"don pasquale"ye diğer emeği geçenlere gelince:
orkestra şefi artem makarov başarılıydı, ancak -mekanın akustiğinden midir bilemiyorum- bazı sahnelerde orkestranın güçlü sesi şancılarınkini çok fazla bastırdı sanki.
norina'da hande soner muhteşemdi. gerek ses rengi, gerek sesini kullanışı, gerekse de oyunculuk kabiliyeti üst kalitedeydi. malatesta'da önay günay ve don pasquale'de ali ihsan onat hem "opera buffa"nın hakkını veren keyifli oyunculuklarıyla hem de doygun sesleriyle kendilerini izletmeyi/dinletmeyi bildiler. ernesto'daki caner akın için ise aynı şeyleri söylemek mümkün değil ne yazık ki.
son bir tebrik sahne tasarımcısı ferhat karakaya'ya; süreyya operası'nın küçücük sahnesini çok tutumlu ancak çok hoş mekansal buluşlarla değerlendirdiği için.

6 Mart 2009 Cuma

leh müzik ustasından yılın konseri

daha 2009'un başındayız ama şimdiden "yılın konseri" olarak adlandırabileceğim bir konser gerçekleşti bu akşam crr'de: sahnede krzysztof penderecki şefliğinde sinfonietta cracovia vardı.

penderecki çağımızın en önemli bestecilerinden biri. aynı zamanda orkestra şefi. onu istanbul'da canlı izlemek/dinlemek büyük bir şanstı bizler için. [yıllar önce istanbul müzik festivali'ne kalabalık bir orkestra ve koro ile gelmiş ve kendi bestesi olan destansı "leh requiemi"ni seslendirmişti. kendi adıma ne yazık ki, o zamanki klasik müzik ilgim çağdaş bestecileri merak edecek kadar geniş değildi. dolayısıyla o konsere gitmemiştim. seneler sonra, çağdaş müzik konusunda biraz daha bilinçlendiğimde, eski festival kitapçıklarını karıştırırken bu konserin sayfasına denk geldiğimde bayağı hayıflanmış, kendime kızmıştım o konsere gitmediğime!]

konser bir penderecki eseri (yaylılar için sinfonietta) ile başladı, ikinci bis parçası olarak çalınan başka bir penderecki eseri (chaconne) ile sonlandı.
bu iki eser arasında beethoven 7. senfoni [ortalamanın biraz üstünde bir klasik müzik dinleyicisi olarak bu icrayı çok beğenmedim, nefesliler fazla tiz, genel olarak görkem ve heyecan eksikmiş gibi geldi bana], mendelsohn 3. senfoni "iskoç" [10 gün önceki shlomo mintz & crr senfoni orkestrası yorumunda olmayan her şey vardı bu icrada: hüzün, romantizm ve zümrüt yeşili iskoç peyzajının bütün tonları. tek kelime ile muhteşemdi] ve birinci bis parçası olarak prokofief gavotta çalındı.
akşamın en unutulmaz yapıtları hiç kuşkusuz penderecki'ninkilerdi. ikisi de sadece yaylı çalgılar için bestelenmiş sinfonietta ve chaconne, kaliteli çağdaş müziğin iyi icra edildiğinde ne kadar etkileyici olabileceğinin canlı ispatlarıydı.

crr konser salonu genel sanat yönetmenliğine (yalçın çetinkaya) kocaman bir teşekkür ve tebrik; penderecki'yi, bu kadar önemli bir müzik adamını, yıllar sonra bir kere daha kentimize getirdikleri için.
ve müjde vermesi benden: crr'nin 2009 programında mayıs'ta lorin maazel, aralık'ta kurt masur var!