31 Ocak 2013 Perşembe

1926 / f. w. murnau / tartüff


geçen yıl başladığım alman sessiz sineması serime, uzun bir aradan sonra, kaldığım yerden devam ediyorum:

"tartüff", murnau'nun "der letzte mann" (son adam) ile "faust" arasına sıkılmış filmi. sadece 64 dakika. filmin epilog ve prolog kısımları çağımızda geçiyor ve yaklaşık 15 dakika sürüyor; yani, moliere'in "tartuffe"ü 50 dakikaya sığdırılmış durumda. murnau "tartuffe" yorumunda özellikle riyakarlığın cinsellik ve din üzerine olan kısmına yoğunlaşmış. murnau'nun bu seçiminde, kendi eşcinselliğinin rol oynadığını iddia edenler var..



tartuffe rolünde emil jannings harikalar yaratıyor; zaten tam ona göre bir rol; elinde her an burnuna kadar soktuğu kapkara bir kitapla (incil ile) dolaşan kapkara bir cüsse, zifir bir leke!
jannings'in özellikle ağızını ve gözlerini kullanışı hayranlıkverici; ağzı kocaman bir kara delik, gözler ise etrafındaki her şeyi her an kontrol altında kah iki kocaman yuvarlak kah tutan iki ince çizgi; jannings'in grotesk yorumu muhteşem. zaten bu rolü gözüne kestirip, anlaşmalı olduğu ufa stüdyolarını tartuffe çekmeye zorlayan jannings'den başkası değil. murnau ise biraz gönülsüz dahil olmuş projeye, çünkü o sıralar büyük bir heyecanla "faust" uyarlamasına çalışıyormuş..

 
filmin diğer bir etkileyici karakteri, çağımızda geçen kısımda tartuffe'ün eşdeğeri olarak konumlandırılan hizmetçi kadın; yıllardır baktığı yaşlı adamı torununundan soğutup vasiyetini kendi üzerine yazdırmaya çalışan, bir yandan da yavaş yavaş yaşlı adamı zehirleyen hizmetçi kadın rolünde rosa valetti, en az emil jannings kadar ürkütücü.










 


alman sessiz sinema filmlerinin çoğunda olduğu gibi, ama özellikle de murnau'nun alameti farikası olarak gölgeler yine müthiş. müsriflik etmemek için mumların söndürüldüğü evde ev sahibi orgon'un hizmetçilerini çağırıp hepsini işten çıkardığı sahnede her bir hizmetçinin elindeki şamdanların merdiven trabzanında yarattığı gölge efekti nefes kesici.

genellikle ekspresyonist akımın çarpık, deforme çizgilerinin hakim olduğu diğer murnau sinemasının aksine, bu film pek bir barok, hatta rokoko atmosferde; kıvrımlar, katlar, katlanmalar, üstüste binen çizgiler..


murnau'da her zaman olan ironi "tartüff"de de eksik değil. çağımızda geçen hikayede torunun kıyafet değiştirip, gezgin film gösterimcisi rolünde eve gelip dedesi ve hizmetçi kadına film gösterimi yapmadan önce filmin fragmanını elindeki büyük boy rüloları açarak göstermesini, bugünden bakınca (yani biraz anakronizmaya düşme tehlikesini göze alarak) bir yabancılaştırma efekti olarak bile okumak mümkün.

27 Ocak 2013 Pazar

bir infazın portresi / semaverkumpanya


semaverkumpanya kocamustafapaşa'daki çevre tiyatrosu'nda sahnelediği iki yapımla şehrin sanatsal merkezini kaydırmaya devam ediyor; bu sezon ne yapıp edip yolu kocamustafapaşa'dan geçirmek gerek.
geçen sezon sonunda başlayan serkan keskin rejisiyle jordi galceran'ın "metot" ve geçen yılın son günlerinde prömiyer yapan, zeynep su kasapoğlu'nun rejisi ile howard barker'ın "bir infazın portresi" iki güçlü yapım.

 ...

bir şirketin üst düzey eleman işe alırken dört adaya uyguladığı çetrefil sınavları konu alan "metot",  psikolojik gerilim olarak tanımlanabileceği gibi günümüz iş dünyasını zehir zemberek hicveden bir oyun.
adayları canlandıran oyuncuların dördü de çok iyi oynuyorlar: sezin bozacı, sarp aydınoğlu, mustafa kırantepe ve oyunun aynı zamanda yönetmeni olan serkan keskin.
her an yeni sürprizler barındıran virajlar alarak devam eden, oyun içinde oyunlarla sıkılmadan izlenen bir oyun "metot".

...

howard barker "bir infazın portresi" adlı oyununda, inebahtı savaşı sonrasında venedik devletinin, kazandığı zaferi ölümsüzleştirmek için bir kadın ressama sipariş ettiği 30 metrelik tablonun hikayesi üzerinden sanatçının bağımsızlığı, özgünlüğü, aykırılığı gibi kavramları ve iktidar ile, din ile, eleştirmenlik kurumu ile olan ilişkisini irdeliyor, sorguluyor.
oyunun kişileri arasından; aykırı bir ressam, düzene ayak uyduran bir ressam, bir devlet adamı, bir din adamı ve bir sanat eleştirmeni öne çıkarılarak yukarıda bahsettiğim konuların berrak bir şekilde tartışılmasını sağlanmış.

oyunun protagonisti galactia düzene, devlete, iktidara aykırı, sanatı konusunda devrimci bir kadın ressam. 16 yüzyılda böyle biri gerçekten yaşamış olabilir miydi; hatta galactia'nın kızlarının da ressamlık eğitimi almaları, oyundaki sanat eleştirmenin kadın olması oyun metninin inandırıcılığı zorlayan tarafları. oyun hakkında biraz araştırma yapınca zaten galactia'nın kurmaca bir kişilik olduğunu öğrendim. barker'ın yukarıdaki konuları bir erkek protagonist üzerinden değil de, bir kadın üzerinden tartışması çok değerli ve anlamlı kanımca.
ayrıca; ilk galactia rolünü glenda jackson gibi sıradışı bir kadın oyuncunun canlandırmış olması, ve bu sezon londra'da national theatre'da sahnelenen yapımda başrolde fiona shaw'ın olması galactia karakterini daha da cazip kılıyor.

semaverkumpanya'nın yapımına dönersem;
kendi yağında kavrulan, "ödeneksiz" bir tiyatro topluluğu olarak, günümüzün türkiyesinde bu kadar isabetli bir oyunu seçtikleri için semaverkumpanya'ya teşekkür etmek gerekir; oyunu bu kadar etkileyici bir şekilde sahneye taşıdıkları içinse kocaman bir tebrik!






zeynep su kasapoğlu'nun yönettiği yapımda cem yılmazer dekor ve ışık tasarımlarını, hande tomris kuzu kostüm tasarımını ve alper maral müzik tasarımını üstlenmişler.

ışıl kasapoğlu'nun yıllar önceki, öne doğru eğimli tek bir platformda yorumladığı zamansız shakespeare oyunlarını (istanbul şehir tiyatrosu'nda benzersiz "kral lear", diyarbakır devlet tiyatrosu'nda "macbeth") düşününce, zeynep su kasapoğlu'nun oyunculuğu öne çıkaran sade rejisi ile cem yılmazer'in basit sahne tasarımı aynı çizginin devamını işaret ediyor. tabii, yepyeni yorumlarla: ilk dört koltuk sırasının kaldırılarak eğimli platformun sahne çerçevesinden taşarak seyircilere doğru ilerletilmesi, platformun içinden belli yüzeylerin ters yönde  kaldırılarak farklı sahneler için yeni yüzeylerin yaratılması (ve özellikle de bunu sağlayan iplerin saklanmadan sahne estetiğinin bir parçası haline getirilmiş olması) gibi..

cem yılmazer'in ışık tasarımı ise oyun boyunca sahnenin ve platformun derinliğini hissettiriyor, loşluğu ve ters ışığı ustaca kullanıyor..

hande tomris kuzu'nun kostüm tasarımı ise rejiye mükemmel bir şekilde hizmet ediyor; kostümler 16. yüzyıl çizgileri taşıyorlar ancak tek renkler: beyaz. ve tabii ki tüyler ürpertici bir detaya sahipler: oyunun başında yaralarını teşhir eden asker misali, galactia dışında oyundaki bütün kişilerin bedenlerinin bir parçası açılmış durumda. bu durum; venedik vatandaşlarının iç organlarını veya kaslarını savaşla kazandıkları bir zafer, bir zırh, hatta bir süs gibi üzerlerinde taşıyor olabilecekleri şeklinde yorumlanabileceği gibi, bu açık yaralar zaferi kazanılmış savaşın bireyler üzerindeki dehşetini görünür kılıyor da olabilir. ya da daha "sanatsal" bir yorumla; sahne bütünüyle ressamın karakalem anatomi çizimlerine dönüştürülmüş olabilir. her halukarda; rejiye hizmet eden, çok basit ama çoklu okumaya açık dahiyane bir tasarım.

oyunculuklara gelirsem;
bütün oyun galactia'yı oynayan elif ürse'nin sırtında. gözlerindeki deli bakışlarıyla, dağılmış saçlarıyla, ellerini kullanışıyla aykırı ressam galactia'ya inandırdı beni elif ürse.
yan rollerde sarp aydınoğlu (galactia'nın sevgilisi ressam) ve sezin bozacı (sanat eleştirmeni) nüanslı oyunculuklarıyla çok iyiler.
serkan keskin (devlet adamı) ise tarifsiz! örneğin; bir yandan üzüm yerken bir yandan da galactia'nın tablo eksizini eleştirdiği bir sahne var ki keskin'i seyretmesi bu kadar mı keyifli olur!

"bir infazın portresi" seyirciye sıkı bir beyin fırtınası imkanı sunduğu kadar, üst düzeyde sanatsal bir keyif de yaşatıyor. 

18 Ocak 2013 Cuma

ocak'ta yitirdiklerimizi özlüyorum..







...

dün akşam istanbul'da bir ilk seslendiriliş vardı. gürer aykal yönetimindeki borusan istanbul filarmoni orkestrası olağan sezon konserinde borusan kültür sanat'ın zeynep gedizlioğlu'na sipariş ettiği "kayıp sessizliğin anısına rağmen" adlı orkestra yapıtını çaldı.

program kitapçığında gedizoğlu yapıtını kısaca anlatmış; yapıtın adı gibi oldukça şiirsel, oldukça soyut bir yazı.
benim bu yapıtı dinlerken edindiğim izlenimin, hissettiğim duyguların, yapıtın beni taşıdığı halin yapıtın besteleniş niyetiyle, esiniyle ya da çıkış noktası ile hiç bir alakası yok. dolayısıyla yorumum had safhada öznel.

sivri hatlar, keskin vurgular.. çalgıların acıdan kıvranan sesleri, tıslama gibi çığlıkları.. uyumsuz birliktelikler, aksayan çarpık eşleşmeler.. kaos.. uçsuz bucaksız derinlikler, kayboluşlar.. ve bu engin evrende iki büyük davulun sert kararlı vuruşları..
"kayıp sessizliğin anısına rağmen"i ben bu coğrafyanın farklı ocak'larının soğuklarında Onları kaybetmeden hemen önceki çaresiz sessizliğimizi, kaybetme anında Onların içine giren yırtıcı sağıredici sesleri, Onları kaybettikten hemen sonrasındaki tarifsiz acılarımızı ve Kayıplarımıza rağmen hala çıkan seslerimizi duyarak dinledim..

15 Ocak 2013 Salı

jodie foster - altın küre konuşması



"Well, for all of you 'SNL' fans, I’m 50! I’m 50! You know, I need to do that without this dress on, but you know, maybe later at Trader Vic’s, boys and girls. What do you say? I’m 50! You know, I was going to bring my walker tonight but it just didn’t go with the cleavage. Robert [Downey Jr.], I want to thank you for everything: for your bat-crazed, rapid-fire brain, the sweet intro. I love you and Susan and I am so grateful that you continually talk me off the ledge when I go on and foam at the mouth and say, 'I’m done with acting, I’m done with acting, I’m really done, I’m done, I’m done.’ Trust me, 47 years in the film business is a long time. You just ask those Golden Globes, because you crazy kids, you’ve been around here forever. You know, Phil you’re a nut, Aida, Scott — thank you for honoring me tonight. It is the most fun party of the year, and tonight I feel like the prom queen. Thank you. Looking at all those clips, you know, the hairdos and the freaky platform shoes, it’s like a home-movie nightmare that just won’t end, and all of these people sitting here at these tables, they’re my family of sorts, you know. Fathers mostly. Executives, producers, the directors, my fellow actors out there, we’ve giggled through love scenes, we’ve punched and cried and spit and vomited and blown snot all over one another — and those are just the costars I liked.

But you know more than anyone else I share my most special memories with members of the crew. Blood-shaking friendships, brothers and sisters. We made movies together, and you can’t get more intimate than that. So while I’m here being all confessional, I guess I have a sudden urge to say something that I’ve never really been able to air in public. So, a declaration that I’m a little nervous about but maybe not quite as nervous as my publicist right now, huh Jennifer? But I’m just going to put it out there, right? Loud and proud, right? So I’m going to need your support on this:
I am single. Yes I am, I am single. No, I’m kidding — but I mean I’m not really kidding, but I’m kind of kidding.
I mean, thank you for the enthusiasm. Can I get a wolf whistle or something?

...be a big coming-out speech tonight because I already did my coming out about a thousand years ago back in the Stone Age, in those very quaint days when a fragile young girl would open up to trusted friends and family and co-workers and then gradually, proudly to everyone who knew her, to everyone she actually met. But now I’m told, apparently that every celebrity is expected to honor the details of their private life with a press conference, a fragrance and a prime-time reality show. You know, you guys might be surprised, but I am not Honey Boo Boo Child. No, I’m sorry, that’s just not me. It never was and it never will be. Please don’t cry because my reality show would be so boring. I would have to make out with Marion Cotillard or I’d have to spank Daniel Craig’s bottom just to stay on the air. It’s not bad work if you can get it, though.

But seriously, if you had been a public figure from the time that you were a toddler, if you’d had to fight for a life that felt real and honest and normal against all odds, then maybe you too might value privacy above all else. Privacy. Someday, in the future, people will look back and remember how beautiful it once was. I have given everything up there from the time that I was 3 years old. That’s reality-show enough, don’t you think? There are a few secrets to keeping your psyche intact over such a long career. The first, love people and stay beside them.

That table over there, 222, way out in Idaho, Paris, Stockholm, that one, next to the bathroom with all the unfamous faces, the very same faces for all these years. My acting agent, Joe Funicello — Joe, do you believe it, 38 years we’ve been working together? Even though he doesn’t count the first eight. Matt Saver, Pat Kingsley, Jennifer Allen, Grant Niman and his uncle Jerry Borack, may he rest in peace. Lifers. My family and friends here tonight and at home, and of course, Mel Gibson. You know you save me too.

There is no way I could ever stand here without acknowledging one of the deepest loves of my life, my heroic co-parent, my ex-partner in love but righteous soul sister in life, my confessor, ski buddy, consigliere, most beloved BFF of 20 years, Cydney Bernard. Thank you, Cyd. I am so proud of our modern family. Our amazing sons, Charlie and Kit, who are my reason to breathe and to evolve, my blood and soul. And boys, in case you didn’t know it, this song, all of this, this song is for you.

This brings me to the greatest influence of my life, my amazing mother, Evelyn. Mom, I know you’re inside those blue eyes somewhere and that there are so many things that you won’t understand tonight. But this is the only important one to take in: I love you, I love you, I love you. And I hope that if I say this three times, it will magically and perfectly enter into your soul, fill you with grace and the joy of knowing that you did good in this life. You’re a great mom. Please take that with you when you’re finally OK to go.
You see, Charlie and Kit, sometimes your mom loses it too. I can’t help but get moony, you know. This feels like the end of one era and the beginning of something else. Scary and exciting and now what?

Well, I may never be up on this stage again, on any stage for that matter. Change, you gotta love it. I will continue to tell stories, to move people by being moved, the greatest job in the world. It’s just that from now on, I may be holding a different talking stick. And maybe it won’t be as sparkly, maybe it won’t open on 3,000 screens, maybe it will be so quiet and delicate that only dogs can hear it whistle. But it will be my writing on the wall. Jodie Foster was here, I still am, and I want to be seen, to be understood deeply and to be not so very lonely. Thank you, all of you, for the company. Here’s to the next 50 years."

...

"tüm SNL hayranları için: 50 yaşındayım. 50 yaşındayım. elbiseyi çıkarıp yapmam gerek aslında ama belki sonra. 50 yaşındayım.
yürütecimle gelecektim ama göğüs dekolteme yakışmadı.
robert, her şey için teşekkür ederim. kurşun hızındaki, çılgın zihnin ve tatlı giriş konuşman için. seni ve susan'ı seviyorum. ne zaman oyunculuğu bırakacağım desem beni ikna ettiğiniz için minnettarım. gerçekten bırakacağım. bırakacağım. bırakacağım. inanın, sinema işinde 47 sene çok uzun bir süre. esas altın kürecilere sormanız lazım: siz ezelden beri buradasınız. phil, sen manyaksın. aida, scott.. bu gece beni şereflendirdiğiniz için teşekkürler. yılın en eğlenceli partisi bu ve ben kendimi partinin kraliçesi gibi hissediyorum.
az önce filmlerimden sahneleri izlerken; saçlar, garip platform ayakkabılar; sanki bitmek bilmeyen bir ev videosu kabusu gibiydi.
bu masalarda oturan insanlar benim ailem sayılır. çoğunlukla da babam: yöneticiler, yapımcılar, yönetmenler.. oyuncu dostlarım.. aşk sahnelerini çekerken birlikte kıkırdadık, yumruklaştık, ağladık, tükürdük, kustuk, sümüğümüzü birbirimize sildik.. üstelik sevdiğim oyunculardı bunlar.
ama en özel anlarımı ekiptelerle paylaşmışımdır. kan kardeşi olduk, dost olduk. birlikte filmler çektik. bundan daha samimi olunamaz.
buraya çıkıp itiraflara başladım. anlaşılan hiçbir zaman halkın karşısında söyleyemediğim şeyler söyleme ihtiyacı duyuyorum. bu açıklama nedeniyle biraz gerginim. basın danışmanım kadar değil tabii, değil mi jennifer? ama söyleyeceğim işte. yüksek sesle ve gururla. bu konuda desteğinize ihtiyacım olacak. ben... bekarım. evet, bekarım. hayır şaka yapıyorum. aslında şaka değil ama şaka.
heyecanınız için teşekkür ederim. biraz ıslık çalsanıza.
gerçekten; umarım bu gece büyük bir açılma konuşması yapmadığım için hayal kırıklığına uğramazsınız. çünkü ben zaten bin yıl önce açılmıştım. taa taş çağında. hassas bir genç kızın güvendiği dostlarına, ailesine, iş arkadaşlarına ve giderek onu tanıyan herkese, gerçekten tanıştığı herkese gururla açıldığı bir zamandı. ama anlaşılan artık her ünlü kişinin özel hayatının ayrıntılarını basın toplantısı yapıp, parfüm çıkarıp, prime time'da reality programı yaparak aktarması gerekiyormuş. şaşıracaksınız ama ben honey boo boo çocuğu değilim. hayır üzgünüm. ben öyle biri değilim. hiç olmadım, olmayacağım da. ama bu yüzden ağlamayın. reality programı yapsam çok sıkıcı olurdu. sırf yayından kaldırılmamak için marion cotillard ile öpüşmem, daniel craig'in poposuna şaplak atmam filan gerekirdi. gerçi fena olmazdı.
ama cidden; siz de bebekliğinizden beri halkın gözü önünde olsaydınız, her şeye rağmen gerçek, dürüst ve normal bir hayat için mücadele etmek zorunda kalsaydınız, belki siz de mahremiyeti her şeyin üzerinde tutardınız. mahremiyet.
günün birinde, gelecekte insanlar geri dönüp bakacak ve her şeyin ne kadar güzel olduğunu hasretle anacak. ben 3 yaşımdan beri her şeyimi bu işe verdim. bu kadar reality programı yetmez mi!
böyle uzun bir kariyerde aklınızı sağlam tutmanın bir kaç sırrı vardır. ilki: insanları sevmek ve yanlarında olmak. şu masa: 222 numaralı: idaho, paris, stockholm. şu diğeri: tuvaletin aynındaki; ünsüzlerin oturduğu masadaki yüzler; yıllardır aynı yüzler.
menajerim joe funicello. joe, inanabiliyor musun, 38 yıldır birlikte çalışıyoruz, gerçi sen ilk sekiz yılı saymasan da. matt saver, pat kingsley, jennifer allen, grant niman ve amcası jeryy borack, huzur içinde yatsın.
hayatım boyunca buradaki ve evlerindeki arkadaşlarım ve ailem, ve tabii ki mel gibson. sen de beni kurtardın biliyorsun.
hayatımın en büyük aşklarından birini anmadan burada duramam: çocuklarımın kahraman ikinci annesi, eski aşk partnerim, hayat boyu kızkardeşim, sırdaşım, kayak arkadaşım, danışmanım ve 20 yıllık ebedi dostum cydney bernard. teşekkür ederim cyd.
modern ailemizle gurur duyuyorum; muhteşem oğullarım charlie ve kit; yaşama sebebim, canım, kanım, ruhum. çocuklar bilmiyorsanız diye söyleyeyim: bu şarkı, tüm bunlar, bu şarkı sizin için.
böylece hayatımı en derinden etkileyen kişiye geliyorum: muhteşem annem evelyn. anne, hala o mavi gözlerin ardındasın biliyorum. bu gece anlayamayacağın çok şey olacak, ama zaten anlaman gereken bir tek önemli şey var: seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum. ve bunu üç kez söylersem büyülü bir şekilde ruhuna nüfuz eder, içini rahmetle ve iyi bir hayat yaşadığın bilgisinin sevinciyle doldurur. muhteşemsin anne! gitmeye hazır olduğunda lütfen bunu da yanında götür.
gördünüz mü charlie ve kit? bazen anneniz de kendini kaybediyor.
düşüncelere dalmadan edemiyorum. bir dönemin sonu, başka birinin başlangıcı gibi geliyor; ürkütücü ve heyecan verici. şimdi ne olacak? bir daha asla bu sahneye çıkmayacağım. hatta hiçbir sahneye çıkmayacağım. değişimi sevmek lazım. öyküler anlatmaya devam edeceğim. kendim duygulanarak insanları duygulandıracağım; dünyanın en iyi işi bu. ama sesim artık başka yerlerde çıkacak. belki bu kadar ışıltı olmayacak, belki 3000 salonda birden gösterime girmeyecek, belki de o kadar sessiz ve hassas olacak ki, sadece köpekler duyacak. ama bu işareti ben çakmış olacağım. jodie foster buradaydı. hala buradayım. görülmek ve anlaşılmak istiyorum; ve yalnız olmak istemiyorum.
dostluğunuz için hepinize teşekkür ederim. gelecek 50 yıla!"

13 Ocak 2013 Pazar

bahar ayini 100 / 1


2013, stravinski'nin "le sacre du printemps" (bahar ayini) yapıtının prömiyerinin 100. yılı.
klasik müzik repertuarında beni en çok etkileyen, dinlemekten bıkmadığım bir kaç yapıttan biri "bahar ayini". yapıtı ilk olarak ve uzun süre boyunca bir müzik yapıtı olarak bildim, neden sonra aslında bir bale müziği olarak bestelendiğini öğrendim.

zaman içerisinde, özellikle iksv-istanbul festivali sayesinde; "bahar ayini"ni, bu yapıtı en iyi yorumlayan müzik adamlarından pierre boulez yönetimindeki orkestradan dinleme şansına erdiğim gibi, martha graham, maurice bejart gibi çağımızın en önemli koreograflarından sahne yorumlarını da izleme fırsatım oldu. çocukluğumda seyrettiğim walt disney'in "fantasia" filmindeki dinazorlu bölümde kullanılan müziğin "bahar ayini" olduğunun ayırdına çok sonraları vardım.
pina bausch'a olan hayranlığım ise, onun "bahar ayini"ni sadece nemli toprak bir zeminden ibaret bir sahnede yorumladığını öğrenmemle bin kat daha arttı. kendime yarattığım fırsatlardan beni en memnun edenlerinden biri hiç kuşkusuz bausch'un "bahar ayini"ni bir kere canlı orkestra eşliğinde düsseldorf'da, iki kere bant kaydı müzik eşliğinde wuppertal'de izlemiş olmak.

bu yıla özel beni çok heyecanlandıran, ancak hayal etmenin ve "ne güzel olurdu" demenin ötesine geçmeyi denemediğim bir seyahat programı, dostlarımın heyecanı sayesinde gerçekleşecek; hesapta olmayan aksilikler çıkmazsa.
bunu vesile edip, vaktim müsait oldukça, bu yıl boyu "bahar ayini"ne yoğunlaşmak istiyorum. el verdiğince; müziği dinlemenin, koreografileri izlemenin ötesine geçmeye niyetliyim. zaten yabancı basında çoktandır "bahar ayini"ni konu alan yazılar çıkmakta; onlardan ve başka kaynaklardan yararlanarak bu benzersiz yapıta ve belli başlı koreografik yorumlarına derinleşmek istiyorum. okuduklarımdan bende yer edecekleri buraya aktarmak da planlarım arasında; yeter ki vakit olsun..

8 Ocak 2013 Salı

aralık günlüğü


02.12.iki oyunlu pazar: antigone, devlet tiyatrosu'nun geçen sene prömiyer yapmış kenan ışık imzalı sofokles uyarlaması; kaçırılmış bir fırsat; arkaplanda aynur çalmakla bitmiyor; sonuna kadar gitmek lazım! umudum destar'da..
tiyatro öteki hayatlar'dan yaz-boz; yapaylığında alain resnais izleri bulmaya çalıştığım, hatta acaba resnais'nin "smoking/no smoking"inden mi esinlenildi diye heveslendiğim bir oyun; ancak nafile..

03.12.ıslah evi; çamur'dan tiyatro'dan üç kişilik bir paranoya komedisi. oyuncular başarılı, seyretmesi çok keyifli; engin alkan'ın rejisi tıkır tıkır işliyor.

04.12.çirkin; devlet tiyatrolarının bu seneki yüzakı; metin belgin'in yönettiği marius von mayenburg imzalı metin zehir gibi; 60 dakikalık oyunun temposu hayli yüksek; basit dekor ve girift ışıklandırma çok başarılı; dört oyuncu döktürüyor, özellikle şamil kafkas.

05.12.kaset; craft'tan otel odası klostrofobisi. bu oyundan uyarlanan ethan hawke'lı, uma thurman'lı, richard linklater imzalı filmin yoğunluğu yakalanamamış.

06.12.sarı ay; karatavuk'tan ve vur-yağmala-yeniden'in bir kaç parçasından beri dot'tan seyrettiğim en iyi oyun; dört sandalye, dört oyuncu, kare bir alan ve bir hikaye; tiyatro bu kadar basit!

07.12.enfes bir konser: ferhan & ferzan önder kardeşler piyanoların, martin grubinger ve ekibi de sahnenin bütününü kaplamış birbirinden farklı vurmalı çalgıların başında; le sacre du printemps'nın en vurucu özelliği vurmalıçalgılar ve ritmdir ya, baba grubinger'in iki piyano ve üç vurmalıçalgıcı için uyarladığı versiyon, piyanonun da özünde bir vurmalı çalgı olduğu düşünüldüğünde, beş vurmalıçalgıcıyla ve sayısız vurmalıçalgıyla icra edildi; ses atmosferi çok etkileyiciydi!

08.12.ay ecesi; genç bir yazarın, burçak çöllü'nün hikayesi ellerine emanet edilmiş avkıran'ların devlet tiyatrosu'nda sahneledikleri oyun biraz müsamere gibi; tek ilginç öğesi müzik tasarımı.

09.12.iki oyunlu pazar: kent oyuncularından toplu hikayeler; lise yıllarımda kenterler'den izlediğim, bana tiyatroyu sevdiren, hepsi birbirinden iyi oynanan (kenter kardeşler ve şükran güngör'ün yanında ezilmeden oynayan ayhan kavas, gül onat, mübeccel vardar gibi has oyuncularla), iyi sahnelenen, ışığıyla dekoruyla özenli oyunların kalitesinde; klasik, kaliteli ve sağlam tiyatro nasıl yapılır dersi; kadriye kenter ve defne halman kenterler geleneğini başarıyla sürdürüyorlar..
tatil gününün ikinci oyunu yeni bir topluluktan, kuzgun tiyatro'dan mitoz; sahne tasarımında eskimiş bavullardan oluşan şiirsel arkaplanının hakkını parçalı metin ve reji veremiyor; bavulların terketme/ayrılma hissi sahneden bana geçmedi.

10.12.iki kişilik bir oyun; tasarımcı bülent erkmen'den başka türlü de tiyatro yapılabileceğinin başarılı bir denemesi; etkileyici.

11.12.to love duets; bu sezon rotterdam'dan gelen portakallardan en tatlı-acı olanı; bir ömürlük hayat arkadaşınıza nasıl davranmalısınız rehberi ve terle bebeğim terle isimli, ikisi de iki kişilik performanslar bir kadın ile bir erkeğin, aslında iki insanın arasında aşka dair yaşanmış/yaşanan/yaşanabilecek her türlü duyguyu, durumu, tavrı çok basit ve sade bir sahnelemeyle, ama çok güçlü bir şekilde sergiliyor; bu düetleri seyretmek derin bir keyif!

12.12.babamın cesetleri; merak ve heyecanla beklenen yeni berkun oya oyunu; 2.5 saat; öner erkan dışında oyuncular zayıf, metin biraz uzun tutulmuş; yazarlar (hele de oya gibi marifetli bir yazar) oyunda anlatmak istedikleri derdi neden bir kaç defa üzerine basa basa karakterlerine söyletirler ki, anlayamayacak olmamızdan mı korkarlar; "korku" onları da ele geçirmiş olmasın sakın!

13.12.nerede kalmıştık?; buluTiyatro'dan ebru nihan celkan imzalı mirza metin rejili, haneke kadar sert, ama haneke kadar soğukkanlı ol(a)mayan; cem uslu'nun nüanslı oyunculuğu sayesinde oyun boyunca göğsümüzde süren ağrının, oyun sonunda boğaza oturan bir yumruğa dönüştüğü etkileyici bir oyun; günümüz türkiye'sini cesaretle ortaya seriyor!

14-15-16.12.üç günlük fazıl say festivali; çağdaş bir besteci/yorumcunun on yapıtını üstüste üç akşamda dinlemek büyük bir ayrıcalık; borusan'a teşekkürler. say'ın bir kişiyi (hezarfen konçertosu), coğrafyayı (istanbul senfonisi, 4 şehir sonatı, ipekyolu konçertosu), durumu, olayı (mezopotamya senfonisi) betimlediği yapıtlarındansa bir duyguyu (divorce yaylı çalgılar dörtlüsü), düşünceyi (evren senfonisi), atmosferi (ses, panter) aktardığı yapıtları bence daha etkili; soyutlama konusunda bu kadar başarılıyken, bir yandan da hala bu çağda bu kadar betimlemeci yapıtlar üretmek garip değil mi..

17.12.turist; the club mahzen'den seyirciyle fiziksel olarak içiçe oynanan, ama duygusal olarak fersah fersah mesafeli duran; bir mahzenin sıcaklığını barındırmaktan çok, yeni restore edilmiş bir mekanın çıplaklığını ve soğukluğunu üzerinden atamamış bir oyun; protagonist turist'in derdine ortak olmak çok zor!

18.12.the club mahzen'in oyuncusu ayağını burkunca ofis iptal oldu, soluğu tepenin ardı'nda aldım; çok çok iyi bir film. içindekilerin/hanendekilerin farkında olmayıp dışardakilerden düşman/öteki yaratmak üzerine müthiş gerilimli ve alçakgönüllü bir başyapıt.

19.12.borusan müzik evi'nde john cage çalacak olan ralph van raff'ın konserine yetişemeyince kumbaracı 50'de ekip'ten kara sohbet; yıllar önceki tiyatro duru yorumundan daha etkileyici; şeytan/doppelgaenger rolünde murat engiz cezbedici. 

21.12.metot; şehrin öbür yakasında, kocamustafapaşa'da semaver kumpanya'dan sıkı bir taşlama.

22.12.işsanat'ta faust, melnikov ve rudin; hoş sohbet bir oda müziği ziyafeti; smetana'nın ölüm temalı piyanolu üçlüsünü ilk defa dinledim, hayran oldum.

23.12.üç oyunlu pazar: rezalet bir devlet tiyatrosu yapımı; bu kadar mı sefil olunur; bir oyun bu kadar mı anlamsız olur: açıl kafam açıl; çok yazık.
site; gnlev'den dışa kapalı konut yerleşmelerinde süren sentetik hayatlara dair bir oyun; gözetl(en)me fikri çok iyi, ancak kameraların kullanımında ve sağlanan görüntülerde belli bir anafikir eksikliği var; sahnede gerçekleşenler maalesef bana dokun(a)madı..
pencere; ray performans kolektifi'den çocuğa cinsel tacize dair bir oyun; ele aldığı konu önemli, ele alış şekli (metin ve mizansen) özgün ve ilginç; ancak oyuncuların çocuk "gibi" yapışları sorunlu..

25.12.aksanat'ta özel dans gösterisi; evrim akyay koreografisi rutin'i ikinci izleyişim; yapıttaki sürpriz öğesinin bu sefer bambaşka bir şekilde kurulması ve yine amacına ulaşması, rutinin yine kırılması; akşamın ikinci yapıtı ortak çalışma ürünü kurgusuz (doğaçlama) bomba gibi bir başlangıç ile şiirsel bir son arasında lastik gibi uzadıkça uzayan, nereye evrildiği anlaşılamayan, trioların hiç birinin koreografik olamadığı, ortalamanın altında bir iş.

26.12.f tipi film; oldum olası şu çok yönetmenli projeleri sevmemişimdir; bir türlü tam bir doygunluk hissi yaratmazlar bende; bu sefer de öyle oldu. toplam içinde iki film yüreğime dokundu, ne garip ikisi de f tipi hücrenin dışında geçenlerdi: sadece iki uzun yakın plandan oluşan mehmet ilker altınay'ın ilk yönetmenlik denemesi "arama kabini" ve insani sıcaklığıyla toplam içindeki en duygusal film, sırrı süreyya önder'in "tabut". iki film de, bizzat bir f tipi hücre göstermeden, ilki yakın planın kısıtlanmışlığıyla, diğeri tabutun mekansal sıkışmışlığıyla f tipi hücrenin insan üzerinde yarattığı soyutlanma/yalnızlaşma duygusunu sağladılar.

27.12.yuri başmet solist ve şefliğinde yeni rusya senfoni orkestrası'nın berlioz'lu, çaykovski'li yeni yılı karşılama konseri. rusya'dan sert ve romantik rüzgar..

28.12.altın ejderha; dot, verfremdungseffekt'i keşfetti.

29.12.musahipzade ile temaşa, tiyatro boğaziçi'nin müthiş keyifli gençlik oyunlarından üçüncüsü; eğlendirirken bilgilendiren, seyredenler kadar -belli ki- oynayanların da keyif aldıkları bir çalışma; özellikle prolog ve epilogdaki koşma mizanseninin çizgi-roman/film tadındaki kurgusu çok iyi.
song books: john cage'i 100. yaşgününde hayal etmek; borusan müzik evi'nde cumartesi akşamı yılın son konseri; tavla sesleri, şokella kutusuna daldırılan bıçak sesleri, kucaktaki "gerçek" bebeğe söylenen ninni, sessizlikler, gürültüler, icra sırasında yer değiştirmesi serbest olan seyircilerin ayak sesleri; cage'in öğrencisi olmuş violacı tanya kalmanovitch başta olmak üzere serra yılmaz, gitarda şevket akıncı, piyanoda anthony coleman ve dört müzisyenden oluşan kalabalık bir ekipten mizahi yanı da kuvvetli sıradışı bir konser deneyimi.

30.12.zengin mutfağı, yazarı vasıf öngören'in kızı aslı öngören'in şehir tiyatrolarında 30 yıl sonra başarıyla sahnelediği 70'lerin -ve günümüzün- türkiye''sini anlatan oyunu; aslı öngören'in rejisi ne kadar ekonomik, azaltılmış ve iyiyse, oyuna eklettiği özgün müzikler o kadar fazla; sırttılar, oyunun derdini zayıflattılar. acaba selim'in giydiği beyaz bere günümüzün ogün samast'larına bir gönderme miydi. ikinci perdedeki bir mizansen çok hoşuma gitti: faşistlerin beslediği/palazlandırdığı selim masanın beyaz örtü serilmiş yarısında bira eşliğinde dolma tıkınırken, masanın çıplak kalan tarafında fabrikadan atılmış işçinin sadece bir bardak su içiyor olması.
bizde yok; yılın son pazar'ının akşamında seyrettiğim ikinci oyun, matine'de izlediğim zengin mutfağı gibi faşist baskı rejimlerini eleştiriyordu, yalnız daha avant-garde sahneleme teknikleri kullanarak; ufuk tan altukaya her rejisinde oyuncu-seyirci ilişkisini tekrar tanımlıyor, oyun mekanını buna bağlı olarak yeniden kuruyor, kurguluyor; bizde yok metin ve oyunculuk olarak güçlü/etkili değil, ancak oyuncu-seyirci-mekan ilişkisinin içerikle de bütünleşmesi açısından kaydadeğer.