yaralı bir kızın hikayesiydi; evinin eşyalarını sokak kenarında satıp, boş odalarda öylece donup kalıp, kendini sonunu bilinmediği bir yolculuğa atan uzun kızıl saçlı bir kız. kendini, insan geçmeyen ıssız dağ yollarına vuran, çöp kutularından topladıkları ile beslenen, açık havada çadırda kalan bir kız. film boyunca adını öğrenemeyeceğimiz kız. film boyunca, onu böyle dağlara vurdurtan nedeni öğrenemeyeğimiz gizemli kız. hakkında sadece schubert'in winterreise'sini, mozart'ın da ponte operalarını sevdiğini, ve onlardan aryaları söyleyebildiğini bileceğimiz kız.
bir gün, dar uzun bir yarımadanın en ucuna yerleşmiş bir evi yukardan seyredip, sahibinin kayıkla açıldığını görünce eve girip etrafı karıştırıp, birşeyler atıştırıp, yatakta çırılçıplak dönüp durarak kokusunu yatağa sindirmiş, saçından bir teli bırakmış olarak evden çıkıp giderse, ama sonrasında evin sahibi orta yaşlı adamla, biraz da adamın zorlamasıyla zorlu bir iletişim sürecine girerlerse ne olur...
bir ilişkinin sonu, evililik, bir ilişkinin başlangıcı ve yalnızlık; filmin dört bölümüm başlıkları bunlar.
film, dünya festivallerinden aldığı bir sürü ödülü hakkediyor; müziği, duman mavisi-doygun yeşil-bakır turuncusu renkleriyle muhteşem görüntüleri, sakin kamerası, adamı oynayan stephen rea'dense kızı canlandıran lotte verbeek'in fütursuz oyunculuğu doya doya, içinize sindire sindire seyretmeye değer.
("avec plaisir", elina brotherus)
çıkışta filmin görüntülerini, bir-iki yıl önce yapı-kredi kazım taşkent galerisi'nde sergi açmış bir kadın fotoğrafçının çalışmalarına çok benzettim, hatta acaba bu film o sanatçının mı diye de düşündüm; o fotoğraflarla bu filmin dünyaları çok paraleldi. filme işten beraber kaçtığımız meslekdaşıma çıkışta bunu söyleyince o da bana hak verdi.
eve gidip kataloga bakınca aynı kişi olmadıklarını fark ettim, bugün de arkadaşımdan mail geldi, "haklı olarak urszula antoniak olduğunu düşündüren fotoğraf sanatcışı elina brotherus-muş" diye.
en son bu kadar hüzünlü, bu kadar acıtıcı ama bu kadar insani bir kadın-erkek ilişkisini yıllar önce ivan fila adlı bir çekoslovak yönetmenin "lea" adlı filminde tanık olmuştum. içim acımış tüylerim diken diken olmuş, film bittiğinde koltuğumda büzülüp kalmış ne yapacağımı bilememiştim, hatta soru-cevaptan sonra yönetmenin yanına gidip "bizi bu kadar üzmeye hakkınız var mı" diye hesap sorasım bile gelmişti! [bu satırları yazdıktan sonra imdb'de "lea"yı aradım, 1996 yapımıymış, demek ki 97'deki festivalde seyretmiş olmalıyım.]
"yalnızlık", "lea" kadar acıtmadı içimi, ancak derin bir iz bıraktığı kesin; bu seneki festivalin bana göre en iyisi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder