9 Nisan 2010 Cuma

film festivali 29 - izlenim 4: üç britanyalı arasında bir uzakdoğu mayını

öyle denk geldi; perşembe dünki dört filmimin üçü britanya’dan, biri tayland’dandı. malum, en kötü ingiliz filmi bile “seyredilebilir”dir. tayland filmi ise, daha önceki filmleri de festivalin “mayınlı bölge” seçkilerinde gösterilen pen-ek ratanaruang’ın yine seyretme sınırlarını zorlayan bir çalışması idi. ingiliz filmleri ne kadar kolay lokmalarsa, tayland filmi de o kadar zor yutuluyordu.

geçen seneki festivalde matematiği iyi ayarlanmış, komik ve zeki “a film with me in it” (bu filmde ben de varım) ile hem ödül hem övgü almış ian fitzgibbon’ın son filmi “perrier’s bounty” (getirin kellesini) bir öncekine göre yıldız oyuncusu boldu ancak matematiği zayıf ve zekası yeterince parıltılı değildi.


pen-ek ratanaraung’ın “nang mai” (orman perisi) ise sıradan bir konuyu (bir evliliğin yıpranmışlığı) ele alış biçimiyle (adam bir orman cinine dönüşüp karısının düşsel yaşamına yerleşiyor) ilginçti.
kore-eda’nın “şişme bebek”ini de düşününce; uzakdoğu sineması derdini, içinde yeşerdiği kültürden beslenerek, kahramanlarının karakter özellikleri üzerinden değil, gerçek dünya ile hayal dünyasını fütursuzca karıştırarak, içiçe geçirerek, sınırsızca harmanlayarak anlatıyor, anglasakson sinemanın kalesi ingiliz filmleri ise dertlerini acımasız çıplak gerçekler dünyasında yarattıkları kahramanların çeşitliliği üzerine kuruyorlar.



en fantastik görünen ingiliz filmi bile yaratıcılığının esinini gerçeklerden alıyor/çıkarıyor. bu seneki festivalin en eğlenceli filmlerinden biri olan ingiliz filmi “bunny and the bull” örneğin.
evet, “bunny ile boğa”da çok yaratıcı tasarımlar, fikirler, animasyonlar var ve ilk filmini yöneten paul king yaratıcılıkta bu tarzın babası michel gondry ile yarışsa da, iş tahayyül etme, sıfırdan tasarlama, yoktan var etmeye gelince, “bunny ile boğa” bütün referanslarını gerçekler üzerinden kuruyor, gondry gibi absürd, olağandışı, beklenmedik olamıyor.
herkes gondry olmak zorunda da değil zaten; “bunny ile boğa” müthiş eğlenceli bir film; dahil edildiği bölümün başlığını sonuna kadar hak ediyor: “antidepresan”!



perşembemin son filmi, bu seneki festivalde şimdiye kadar seyrettiğim en iyi filmdi: andrea arnold’un “fish tank” (akvaryum)’u.
daha ilk dakikalarından itibaren başkahramanı 15 yaşındaki mia’nın dünyasına bizi ortak eden arnold, iki saat boyunca onunla nefes alıp vermemizi sağladı; mia ile birlikte kızdık, heyecanlandık, umut ettik, hayal kırıklığına uğradık…
ken loach ile mike leigh karışımı bir sineması var arnold’un; loach kadar sert, gerçekçi, çıplak, leigh gibi dramatik, gözlemci. arnold’un loach ve leigh’den farkı ise, çok fazla göze batırmadan küçük simgeler kullanması; mia ile aynı yaşta olan ancak bedensel açıdan kendi türüne göre yaşlı sayılan beyaz at… kısa bir an gözüküp kaybolan gökyüzüne uçan kalp şeklindeki balon… sert dalgaların yaladığı kıyı şeridi…
akvaryum”un andrea arnold dışındaki artıları ise; o daracık, sıkışık açık koridorlu toplu konutların iç mekanlarını kullanışındaki kıvraklık ve mia’yı canlandıran katie jarvis’in abartılı olmadan etkileyici olan dengeli ve doğal oyunculuğu.
2007 yılındaki festivalde çok beğendiğim ilk filmi “red road” (kırmızı sokak) gösterilen andrea arnold’u bundan sonra takibe alacağım, hiçbir filmini kaçırmamaya gayret edeceğim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder