bir hafta önce yaptığım üç günlük kısa düsseldorf seyahatimin izlenimlerine devam ediyorum; dans gösterileri, festival atmosferi, sahne tasarımı sergisi derken esas disiplinim olan mimarlık konusunda beni derinden etkileyen bir "obje" hakkında yazmazsam en azından kendime haksızlık etmiş olurum!
evet, bu kaçamağımın tetikleyicisi pina bausch ve sidi larbi cherkaoui idi, ama oraya kadar gitmişken, bir sene önce konuğu olduğum bir ders için hakkında araştırma yaparken dergilerdeki fotoğraflarından hayran olduğum kolumba müzesini ziyaret etmek fırsatını kaçıramazdım. zira, kolumba'nın bulunduğu köln kenti düsseldorf'a trenle yarım saat uzaklıkta.
20. yüzyıl mimarlık tarihinin en merak ettiğim yapılarına her seferinde yolumu düşüren pina bausch'a duyduğum hayranlık oldu. onun bir yapıtını seyretmeye gittiğim ücra avrupa kentlerinin yakınlarında, kitaplardan-derslerden bildiğim mimarlık yapıtlarıyla "yüzleşme" fırsatını buldum: mullhouse'e gittiğimde le corbusier'in ronchamp şapeli 1 saat mesafedeydi, wuppertal'e gittiğimde gottfried böhm'ün neviges hac kilisesi yarım saat.
[pina bausch'un izini takip etmeden gidip de yerinde gördüğüm ve beklentilerimi boşa çıkarmayıp beni hayalkırıklığına uğratmayan iki mimari yapıt daha var ki, onlar zaten mimar olsun ya da olmasın hepimizin eninde sonunda yolunun düştüğü/düşeceği metropollerde: berlin'de scharoun'un philharmonie'si ve barcelona'da mies'in expo pavyonu.]
yukarda saydığım "kare as" dışında eli yüzü düzgün, iyi, kaliteli bir sürü bina daha gezme şansım oldu yıllar boyunca. ancak bunları ve kitaplardan bildiğim yüzlercesini bir kenara iterek mimari tasarım denen şeyi yeniden düşünmeme sebep olan bir "yapıt" ile karşı karşıya kaldım köln'de: "kolumba" ile.
çok iddialı ve biraz da magazinsel olacak ama kolumba için rahatlıkla "ölmeden önce görülmesi gereken tek mimari eser" saptamasını yapabilirim. eh, ben artık rahatlıkla ölebilirim, diğer mimarlar düşünsün :-)
yayınlardan takip edenleriniz gerek peter zumthor'un mimari anlayışını gerekse de kolumba'nın özelliklerini zaten biliyorsunuzdur; üst düzey tasarım, minimal bir mimari... kolumba özelinde: arkeolojik kalıntılarla kurulan ilişki, özgün malzeme ["kolumba-stein"], etkileyici ve zarif tekstür (neredeyse dantel gibi)...
bunları biliyorduysan oraya gidip gördüğünde seni bunların ötesinde etkileyen ne oldu diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
inanmayacaksınız ama kolumba'da detay yok. [var tabii, olmaz olur mu, ama nasıl çözülmüşlerse ortada gözükmüyorlar; zumthor bir gözbağlayıcı mı!]
bırakın gereksizi-fazlayı, kolumba'da neredeyse "hiç" çizgi yok; anlayacağınız, fuga denen şey var ya, işte o kolumba'da yok denecek kadar aza indirgenmiş! bu sayede bina ve mekanları netleşmiş, pürleşmiş! çok basit di mi...
zumthor iç mekanda sadece iki kritik birleşmeye "çizgi" eklemiş:
1- ana gezinti hollerinin zeminini ve katları birbirine bağlayan merdivenlerin basamaklarını onları çevreleyen duvarlardan küçük bir fugayla ayırmış.
2- ana gezinti holleri ile onların etrafında konumlanmış kapalı küçük sergi mekanları arasındaki geçitlere belli belirsiz (4-5cm kadar) bir eşik yapmış.
kolumba'nın ihtiva ettiği bütün diğer görece "büyük" fikirler bir yana (kesinlikle onların hakkını yemiyorum), bu kadar "basit" bu kadar "az" bir şeyin mekanın bütününü bu kadar etkileyebileceğini tasavvur edemezdim. birebir görene/algılayana/yaşantılayana kadar...
kolumba hakkında (inşaa süreci de dahil olmak üzere) detaylı bilgi ve fotoğraf için:
sonuna kadar seyrettiğiniz takdirde içinde bizleri (türkleri) ilgilendiren hoş bir sürprizi de barındıran bir video:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder