bayramı berliner ensemble’da üç oyun seyrederek kutladım:
- george tabori’den “pffft oder der letzte tango am telefon” (martin wuttke hem yönetiyor hem oynuyordu)
- heinrich von kleist’tan “der zerbrochene krug” (peter stein yönetiyor, klaus maria brandauer başroldeydi)
- george büchner’den “leonce und lena” (bir robert wilson uyarlamasıydı)
“leonce ve lena”dan bahsetmeden evvel, bir sene öncesine dönmek istiyorum. geçen yıl ekim ayında yine berlin’de “bayramı kutlarken” berliner ensemble’da daha yeni prömiyer yapmış robert wilson’un ilk brecht rejisi “üç kuruşluk operası” oynuyordu ve ailecek bileti olan şanslı insanlardandık.
robert wilson’u istanbul tiyatro festivali sayesinde tanımış ve hayran olmuş bir seyirci olarak, berliner ensemble’la sahnelediği bir brecht eserini seyretmek hayal bile edemeyeceğim bir şeydi, gerçekleşti.
[bir dönem her iki senede bir (o zamanlar festival her sene yapılıyordu) “bir robert wilson projesi”ni istanbul’da seyretmek mümkündü. tıpkı “bir pina bausch yapıtı” gibi. sonra pina bausch gibi onun da ayağı kesildi istanbul’dan.]
robert wilson, “üç kuruşluk opera”yı kendine özgü tarzından vazgeçmeden, ama brechtyen öğelere de göz kırparak etkileyici bir şekilde sahneye koymuştu.
bana göre robert wilson’un en önemli özelliklerinden biri, bütün sahnelemelerinde varolan çok kendine has, her anlamda ulaşılması güç ve üst seviyede olan “öznel dünyası”ndan taviz vermeden ortalama seyirciyi bile avucunun içine alma konusundaki becerisidir.
[“bir robert wilson projesi” ile ilk karşılaşmamızı hatırlıyorum; 1996 yılındaki festivalde rumelihisarı’nda “persefone”yi sahneliyordu. wilson’un ışık ile ilgili titizliği nedeniyle oyun çok geç başlamıştı. rumelihisarı’nın yuvarlak sahnesinde dekorsuz, soyut, yavaş beden hareketleriyle ilerleyen, garip kostümlerin kullanıldığı, ışığın renginin/kuvvetinin gözle algılanması zor sürelerde değiştirdiği bir gösteriyle karşı karşıya kalmıştık. arkadaşlarımla gittiğimiz “persefone”nin her bir sahnesine vakıf olduğumuzu iddia edemem, ama kesin bir şey vardı ki, o da bir ayin gibi olan bu gösteriden çok etkilendiğimizdi.] aynı geçen sene, “üç kuruşluk opera”nın konusunu kabaca bilmesine rağmen almanca bilmeyen babamın, üç saatlik gösteriyi keyifle ve sık sık ta gülerek izlemiş olması gibi.
mackie messer rolünde stefan kurt, jenny’de efsanevi angela winkler ve polly’de cristina drechsler çok iyiydiler, ama bizce gösterinin asıl yıldızı polly’nin annesi celia peachum’u oynayan traute höss idi. mimikleri, jestleri ve özellikle de ses tonunu kullanışıyla benzersizdi; robert wilson ile bertolt brecht arasında çok hoş bir köprü kurmuştu.
...
sonraları öğrendim ki, “üç kuruşluk opera” robert wilson’ın berliner ensemble ile ilk işbirliği değilmiş;1998’den beri shakespeare’ın “bir kış masalı”, büchner’in “danton’un ölümü”, “leonce ve lena” gibi eserlerde beraber çalışmışlar.
şansım yine yaver gitti; uzun zamandan sonra bu sezon yeniden programa konan ve aralık ayındaki tek gösterisi benim berlin’de olduğum tarihlere rastlayan 2003 yılı yapımı “leonce ve lena”yı seyredebildim.
george büchner’in ein lustspiel olarak tanımladığı “leonce ve lena”, robert wilson tarafından bu alt başlığın hakkını veren bir yorumla sahneleniyor. arasız iki saati aşan bir süre boyunca sahne eğlenceli bir masal dünyasına dönüşüyor. robert wilson, sahne tasarımındaki alışılmış minimal yaklaşımının tersine, “leonce ve lena”da kısa sahneler için bile ayrı bir dekor/tasarım hazırlamış. genellikle az ve soğuk renklerle kurduğu, kırmızı gibi sıcak renkleri çok gerekli anlarda (örneğin “üç kuruşluk opera"da mackie messer’in yakalandığı “bordel” sahnesinde) etkiyi arttırmak için kullandığı dünyasından farklı olarak, leonce ile lena’nın masal dünyasını rengarenk tasarlamış; cart sarıdan fosforlu turuncuya, mora, yeşile, sert kırmızıya kadar her türlü rengi özgürce kullanmış.
hem her sahnede değişen dekor ve renk tercihleri hem de sahnede yaratılan ilüzyonlar (tersten yanan mumlar, kaleydoskopa dönüşen peyzajlar, ve wilson’un alametifarikası olan gölge-ışık-derinlik oyunları) “leonce ve lena”yı tam bir görsel şenliğe dönüştürüyor.
herbert grönemeyer’in “leonce ve lena” için özel olarak bestelediği (ve sözlerini de yazdığı) şarkılar da robert wilson’un yaratmak istediği masal atmosferini kuvvetlendirmesine kuvvetlendiriyorlar ancak ne yazık ki grönemeyer’in müziği ne kurt weill ne de hans eisler kalitesinde; çok fazla “almanca pop” kokuyor.
berliner ensemble oyuncuları “bir topluluk” olarak yine çok iyi performans çıkarıyorlar ancak yine de akşamın bir parlayan yıldızı vardı: “üç kuruşluk opera”daki mackie messer rolüyle de beni kendine hayran eden stefan kurt; yeteneği ve karizmasıyla can verdiği ikincil karakter valerio, leonce’dan (markus meyer) bolca rol ve alkış çaldı.
…
robert wilson her seferinde bir gesamtkunstwerk tasarlıyor; rejiyle birlikte ışık ve sahne tasarımı her zaman ona ait oluyor, bazı eserlerinde kostümlere de imzasını atıyor.
bütün işlerinde en etkileyici olan yan ise, wilson’un bu “bütüncül sanat ürününü” tasarlarken, ele aldığı eserin özüne dair tek bir “küçük” anafikrin üzerinde yoğunlaşıp oyunun bütün görsel dünyasını (dekorundan, grafik tasarımına, afişine, kitapçığına, kostümüne kadar) bu küçük anafikir üzerine kurması.
“üç kuruşluk opera”da bu öz “çubuk”tu; temelde sınıf-iktidar-güç çekişmesini anlatan oyunda bir erk sembolü olarak çubuk darağacı oldu, baston oldu, peachum’ların evi çubuklardan kuruldu, çubuklardan hapishane, bordel oldu.
wilson'ın “leonce ile lena”dan çıkardığı öz ise “balon”du; balon eserin, biçimine dair çocuksu masalsılığa gönderme yaptığı gibi, içeriğinin temelini oluşturan tembellik ve can sıkıntısı gibi konuları da çok basitçe görselleştirdi.
…
şimdi gözlerimiz ve kulaklarımız heyecanla 12 nisan 2009’a çevrilmeli!
neden derseniz; o tarihte berliner ensemble'da robert wilson’ın sahneleyeceği ve rufus wainwright’ın müziklerini besteleyeceği “shakespeares sonette” adlı gösterinin dünya prömiyeri gerçekleşecek.
umalım ki, 2010’daki istanbul tiyatro festivali’ne yolları düşsün.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder