buralarda çok duyduğum bir olgu: tiyatro yönetmenlerinin
“burn out” yaşamaları. alman tiyatro camiasında oyun sahnelemek nasıl bir stres
ise, yönetmenler pek bir “burn out” yaşayıp, bir süre için tiyatro camiasından
uzaklaşıyorlar.
geçenlerde izlediğim “peer gynt”in yönetmeni staffan
valdemar holm sırf bu yüzden düsseldorfer schauspielhaus’un genel sanat
yönetmenliğinden ayrılmışmış; kendisini izlanda açıklarında bir adaya atmış
tedavi olmak için.
geçen akşam schauspielhaus bochum’da izlediğim “liliom”un
yönetmeni christiana paulhofer de aynı “tükeniş”ten muzdarip olmuş ve 3.5 yıl
tiyatrodan uzaklaşmış; hangi adalardaymış öğrenemedim.
paulhofer aslında tam bir “harika genç”; paris
konservatuarı’nda daha eğitimine devam ederken schauspielhaus bochum’da osborne,
koltés, strauß sahneye koyuyormuş ve her biri birbirinden başarılıymış;
ilerleyen yıllarda almanca konuşulan bütün büyük tiyatro kurumlarında oyunlar
sahnelemiş: viyana burg tiyatrosu, münih kammerspiele, berlin schaubühne,
hamburg deutsches theater, schauspielhaus zürih. ve bu koşuşturmanın sonunda paulhofer
yaklaşık dört yıl önce öyle bir yıpranmış ki, bu yılın ilkbaharında, tiyatroya
başladığı kurumda, bochum’da “liliom”u sahneleyene kadar “mola hakkını”
kullanmış.
....
“liliom” macar yazar franz molnár’ın ilk defa 1909’da
sahnelenen bir oyunu. 1912’de alfred polgar tarafından almanca’ya çevrilmesiyle
oyunun şansı açılmış;
molnár’ın şansı ise “liliom”un bir müzikale uyarlanarak, bir
de üstüne filme çekilmesiyle açılmış yaver gitmiş; öldüğü 1952 yılına kadar,
elle tutulur yeni bir şey üretmemesine rağmen, müzikalin yayın haklarıyla gül
gibi yaşamış.
“liliom” biraz, ödön von horváth’ın “kasimir ve karoline”ini
andırıyor: yine bir panayır/lunapark mekanındayız, bu sefer spesifik olarak
eğlence trenindeyiz, hani şu inişli çıkış, ters dönmeli trenler var ya onlarda;
yine bir aşk hikayesi; yine işsizlik ve suç kol geziyor; erkek tarafı yine bir
baltaya sap olamamış; yine onu daha da kötü yola sevkeden arkadaşları var.
ancak bu seferki protagonistimiz bay liliom tam anlamıyla
“kötü” bir adam; öyle ki, oyunun sonunda öldürülmemek için intihar edip, tanrı
tarafından akıllansın diye tekrar yeryüzüne yollanmasına rağmen, bile isteye
yine kötülüğü seçiyor.
doğrusu bayağı ilginç bir öykü.
schauspielhaus bochum’un 70’lerdeki efsanevi genel sanat
yönetmeni peter zadek’in döneminde, 1972’de rainer werner fassbinder başrollerinde
hanna schygulla ve wolfgang schwenk’in oynadığı bir “liliom” yapımını, tam da o
akşam seyrettiğim güzel salonda sahneye koymuşmuş; fuayede peter zadek anısına
hazırlanmış sergideki afiş ve fotoğraflara bakarken fark ettim bu detayı,
doğrusu çok heyecanlandım; kimler gelmiş geçmiş o sahneden..
“liliom” alman tiyatrolarında pek popüler bir oyun; iki yıl
önce john neumeier hamburg’da balesini bile yapmış bu hikayenin, yakın zamanda
dresden’de, viyana burg tiyatrosu’nda, geçen yıl wuppertal’de oynanmış,
şimdilerde bochum dışında frankfurt’ta seyretmek mümkün, mart’ta münchner
kammerspiele’de stephan kimmig rejisiyle sahnelenecek.
bizde ise “liliom”u pek az insanın bildiğini sanıyorum;
istanbul’da hiç afişlerde rastlamadım. hoş, benim de, geçen akşam seyredene
kadar bu oyundan haberim yoktu.
peki, paulhofer “liliom”da ne yapmış: oyunun mekanını eğlence
treninden çarpışan arabalara çevirmiş, “çarpışan arabalar” fikri herhalde oyundaki
karakterlerin (ve hatta hayattaki kişilerin) birbirlerine çarpıyor/rastlaşıyor
olmasından, hayatta alınan darbelerin ne zamaz nereden geleceklerinin
kestirilemiyor olmasından ve çarpışan arabaların sert ve yaralayıcı bir oyun
olmasından kaynaklanıyor olsa gerek.
sahnede gerçek bir çarpışan arabalar düzeneği kurulmuş
olması ise gerçekten etkileyiciydi.
paulhofer ayrıca oyuna dört kişilik hip-hop dans grubu urbanmatrix’i
dahil etmiş. bu seçim de yine oyunu güncelleştirmenin ötesinde; çıkış
noktasının işsizlik, kenarda kalmışlık, hayata tutunamamış olma, aykırı durma,
isyan etme gibi olgular olan hip hop’un hem sokak ile olan ilişkisinin hem de
içerdiği bedensel zorlukların hikayenin atmosferiyle örtüşüyor olması.
paulhofer, liliom’un öldükten sonra gökyüzüne çıktığı
sahnede ise sahne mekaniğini konuşturmuş; sahne boyutlarında (yani yaklaşık 12
x 12 m.) bir platform sofitadan aşağıya, zeminle 45 derece açı yapacak şekilde
indiriliyor; müthiş etkileyici bir görüntü.
aksiyonu terse çevirmiş olmak da bence dahiyane; liliom
yukarı çıkmıyor da, yukarısı aşağıya iniyor. bu sırada son james bond filmi
“skyfall”ın adele imzalı müziğinin adele’in sesi olmadan çalınması ise, evet
biraz belki kolay yoldan “affect”e oynamak, ama hedefi onikiden vuruyor.
liliom ile meleğin 45 derecelik açıdaki sohbetleri,
liliom’un hayatının kaygan zeminliğini ifade etmesi açısından da anlamlı ayrıca.
bütün bu “etkili” mizansen seçimlerine rağmen, paulhofer
oyuncuları aynı olgunluğa getirememiş kanımca. Başta, oyunun en temel
protagonisti liliom olmak üzere oyunculuklar ifadeden uzak; sanki oyuncular
oynadıkları karakterleri anlamamış; kaybolmuş gibiler.
bir tek “liliom”un sevgilisi julie’de kristina peters bana
dokundu; sahiciydi; yaralıydı; anlamlıydı.
....
soğuk ve yağmurda köln’den taa bochum’a “liliom”u
seyretmeye, christina paulhofer’i merak ettiğim için gittim. neyse ki; “liliom”
nefesimi kesmemiş olsa da, büyük bir hayal kırıklığı da yaratmadı; hatta değdi
bile diyebilirim.
paulhofer’e bir şans daha tanıyacağım: schauspiel köln’de kasım
sonunda prömiyer yapacak friedrich hebbel oyunu “judith”e biletim var; sırf
mitolojik/dinsel judith karakterinin sıradışılığı için değeceğini düşünüyorum,
umarım bir kadın olarak paulhofer “judith”in hakkını verir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder