oyun başladı: sandalyede yan oturan beyazlar içinde bir
kadın ve az biraz uzağında yerde bir kitap. kadın kitaba uzanmak için hamle
yapar, geri çekilir, bacağını olabildiğince uzatır ve ayağıyla kitabı kendine
çeker, uzanır alır, okumaya başlar, parmaklarını sayfalarının içilerine doğru
sokar, düz dursun diye cildini tersten sertçe katlar, okumaya devam eder, belli
ki giderek okuduğunun içine daha çok girmektedir, ağzıyla yalar gibi sayfaları
çevirir, elinde kitap yavaş yavaş sandalyeden yere iner ve sonraki 10 dakikada
çapraz bir çizgi üzerinde iletrleyerek bir insanın bir kitapla yerde
yapabileceği her şeyi yapar, akla bile gelmeyecek pozisyonlarda kitabı okur,
çapraz ışığın kaynağına ulaştığında kitap cinsel organının üzerine, bacakları
açık ve havaya doğru kalkmış, bedeni ve yüzü yere yapışıktır; beyaz don-atlet
içinde üç adam gelir, kadına bakarlar ve ışık söner.
daha bu ilk sahneden, içimde bir his, sanki bir pina bausch
yapıtı izliyorum. ilerleyen sahneler aynı atmosfer devam ediyor; müthiş alımlı
ve canlı bir şekilde sahnedeki sandalyelere oturup insanın göründüğü gibi
olmadığını, görüntüsünün arkasına saklandığını söyledikten sonra peruklarını,
yapma kaşlarını, rujlarını ve fondotenlerini silen ve tekrar sandalyeden
kalktıklarında yüzleri çarpılan, ayakta zor duran, zor yürüyen kadınlar; dekor
olmayan boş sahnede sandalyenin kullanımı; sahnenin orta çizgisinde duran
sandalyelerden kalkıp sahnenin önüne doğru, podyumda yürür gibi gelip,
seyircilerin gözlerinin içine bakarak ceketlerini omuzlarından sıyıran takım
elbise içindeki erkekler; hele çiftlerin çok yavaş hareketlerle dans ettikleri,
zamanla kadınların erkeklerin kollarından kurtulup yere düştükleri ve
arkasından gelen tango sekansında “kontakthof” ve “arien”i düşünmeden
edemiyorum.
ama olamaz; tanztheater wuppertal’de değilim, seyrettiğim
oyunun yönetmeni de öyle fütursuzca “arakçı” olabilecek toy birisi değil; en az
bausch kadar tiyatroya kendi imzasını atmış ender yönetmenlerden, ayrıca benim
de tiyatrosunu çok sevdiğim birisi: roberto ciulli.
acaba, sahneye biraz fazlaca pina bausch’un penceresinden mi
bakıyorum, seyrettiğim her iki şeyin birinde bausch’un etkilerini görüyorum
diye endişelenirken, oyun sonrası, gazetelerde çıkmış eleştirilere göz
gezdirirken bir de ne göriyim: birisi pina bausch referansı vermiş, diğer birisi
“kontaktof”un adını anmış. eh, en azından, kendimi rahatlatıyorum.
kişisel hezeyanlarımı bir kenara bırakıp oyuna gelirsem;
adı: “kaos”.
ciulli ile yıllardır ortaklaşa çalıştığı dramaturgu helmut
schäfer’in luigi pirandello’nun 10 oyunundan, 7 hikayesinden ve bir
makalesinden esinlenerek, pirandello’nun dert edindiği temalar hakkında serbestçe
sahneye koydukları bir kolaj.
oyun 19 ekim 2011’de prömiyer yapmış; bausch’un ölümünden
iki yıl sonra.
hiç bir yerde buna dair bir açıklamaları yok ama bence
ciulli ile schäfer “kaos”u bausch’a ithaf edebilirlerdi.
aynı şekilde; ciulli ile schäfer yine
hiç bir yerde, italyan sinema ustası taviani kardeşler’in pirandello’nun
öykülerinden yola çıkarak çektikleri ve oyunla aynı adı taşıyan muhteşem “kaos”
filmine de göndermede bulunmuyorlar.
halbuki, yanılmıyorsam üç hikayeli filmin bir parçasında
gökgürültüsü ve ardından gelen yağmur önemli bir rol oynar; ciulli ile schäfer’in “kaos”unda da birbirinden bağımsız altı sekansı birbirine
bağlayan gökgürültüsü, ve oyun bardaktan boşanırcasına yağan yağmur sesiyle
sonlanıyor.
ciulli’nin oyun öncesi yaptığı tanıtımdan ve daha sonra
okuğum oyun broşüründen öğrendiğim kadarıyla pirandello 20.yüzyıl tiyatrosunun
en önemli şahsiyetlerinden biriymiş. romanlarıyla ünlendiği halde, hayatının
bir devresinde kendisini o kadar tiyatroya adamış ki, sadece yazar olarak değil
kalmamış, bir topluluk kurmuş, yönetmen ve yapımcı olarak da, yani emprezaryo
olarak da bu sanatın içine girmiş; hatta bir ara italyan ulusal tiyatrosu’nu
kurma girişimi bile olmuş.
45 oyun yazmış ve oyunlarının konularının çoğu da tiyatro
sanatı ile ilgiliymiş. en ünlüsü “altı kişi yazarını arıyor”u çok yıllar önce
seyretmiştim sanırım, ama maalesef izi kalmamış. “henry IV”ünü de yine yıllar
önce londra’da richard harris’ten izlemiştim; onun da çok silik bir anısı var
bende.
ciulli’nin “kaos”u sayesinde pirandello’yu tanımadığımı fark
ettim, ve aslında ne kadar sevebileceğimi de. ilk vakit yarattığımda elime
alacağım kitaplardan olacak pirandello’nunkiler! en çok merak ettiğim de;
pirandello’nun kendisinden çok genç olduğu için sadece platonik bir aşkla
bağlandığı kadın oyuncuya yazdığı -ama tabii ki hiç birini postalamadığı- 540
mektup!
“kaos” altı sekansta pirandello’nun dünyasına soktu beni.
hiç konuşma olmayan, sadece jestler, hareketler ve
durumlarla anlatılan sekanslar ağırlıktaydı. iki sekansta ise, ciulli ile schäfer’in pirandello’nun oyun ve metinlerinden seçtikleri ve provalar
sırasında oyuncular tarafından bazısı olduğu gibi kalan bazısı dönüştürülen
cümleler seyirciye dönük olarak söyleniyor. gerek sözsüz sekanslar gerekse de
sadece sözün olduğu sekanslar çok güçlü.
ciulli ile schäfer, 30 yıllık bir birikimle bu
oyunu hazırladıklarını söylemişler bir yerde; gerçekten de özüne, temeline ve
en basit şekline indirgenmiş adeta damıtılmış bir sahne gösterisi “kaos”.
pirandello’yu hiç bilmememe rağmen, onun sanatı, dünyası,
tiyatroya ve hayata dair fikirlerinin en azından bazıları sahneden bana ulaştı, onu bu kadar merak
etmem de bu yüzden zaten..
not:
taviani’lerin filmi ile ciulli’nin oyunun isimlerinin “kaos”
olması tesadüf değil; pirandello’nun doğduğu sicilya köyü adı “cavusu” yunanca
“chaos”un dönüşmüş haliymiş ve “vatan” anlamına geliyormuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder