31 Ekim 2010 Pazar
idans 04, bilanço
01. rankefod kitt johnson ***** (07ekm)
02. bodies in urban spaces willi dorner ***** (10ekm)
03. le sacre du printemps xavier le roy ****.5 (16ekm)
04. nijinsky siam pichet klunchun ****.5 (22ekm)
05. city bloom! ****.5 (30ekm)
06. will you ever be happy again? sanja mitrovic ****.5 (20ekm)
07. pichet klunchun and myself jerome bel ****.5 (24ekm)
08. yala ama yutma özen yula biriken & ayça damgacı **** (30ekm)
09. i have come gaspard delanoe & yalda younes **** (09ekm)
10. giant city mette ingvartsen **** (01ekm)
11. professor maud le pladec **** (25ekm)
12. introduction reggie wilson **** (11ekm)
13. still standing you pieter ampe & guillherme garrido ***.5 (26ekm)
14. iP mustafa kaplan ***.5 (29ekm)
15. cribles / live emmanuelle huynh ***.5 (23ekm)
16. spaar ze lotte van den berg & schwalbe *** (04ekm)
17. tourist – a de-centered play gabriele reuter *** (28ekm)
18. formula iskra sukarova & dejan srhoj *** (09ekm)
19. 1: songs nicole beutler **.5 (18ekm)
20. oh no! dalija acin & recognize crew ** (11ekm)
21. site filiz sızanlı ** (29ekm)
kentin tektipleştirilmiş kozmopolitliği
30 gün önce msgsü bomonti kampüsü şebnem selışık aksan sahnesi'nde mette ingvartsen'in "giant city"si ile başlayan "yeni kozmopolidans" temalı idans04 bu akşam yine aynı sahnede yine kent temalı, bloom! adlı uluslararası dans kolektifinin "city" adlı yapıtı ile noktalandı. [yarın akşam garajistanbul'daki jardin d'europe ödül törenini ve sürpriz programı saymıyorum]
sanki jardin d'europe ödülüne en yakın yapıt en sona saklanmış gibi, "city" çok çok iyi ve etkileyiciydi. dans, tiyatro ve pandomimin ustaca bir birleşimiydi.
sirk hayvanları gibi koşullandırılarak eğitilmiş, otoritenin güdümüyle baskı altına alınmış, tektipleştirilmiş, bireyselleşmeye meyledenin önce otorite sonra etrafındaki kişiler tarafından dışlandığı, yalnızlığa itilerek sindirildiği, güvensizleşen ve korkudan beslenen bir toplum resmi çizildi.
içeriği bu kadar ağır ve negatif olmasına rağmen "city" karanlık bir yapıt değildi; eğlenceliydi, ironikti. en büyük artısı da buydu.
biçimsel olarak serbest, rahat bir kurgusu vardı, ama gevşek değildi, sarkmıyordu; sadece 47 dakikaydı.
saf dans sekansları merce cunningham etkisindeydi.
"city"nin yaratıcıları, dans kolektifini oluşturan dansçıların kendileri, yani sahnede yorumlayanlar.
avrupa'nın farklı ülkelerinden biraraya gelen beş genç dansçının ortaklaşa çalışması, yarınki sürpriz kapanış öncesinde her anlamda doyurucu ve yetkin bir yapıttı; bence festivalin doruk noktalarından biriydi.
30 Ekim 2010 Cumartesi
yala ama yutma / özen yula / biriken & ayça damgacı
[bu yazımı, dün gece 23.19’da dünyaya gözlerini açmış, yani daha bu dünyada 24 saatini doldurmamış, çocukluk arkadaşım natali ve eşi ruhi'nin oğulları, bir anlamda “yeğenim”, arte gün için yazıyorum.
şimdiden etrafa cin gibi gözlerle bakan arte gün'ün umarım annesi ve babası gibi sanatla iç içe, mutlu, sağlıklı ve şanslı bir hayatı olur.]
idans04 kapsamında bugün sahnelenen “yala ama yutma” çok katmanlı bir oyundu. sonunu ele vermemek için bazı katmanlarını bu yazıda es geçeceğim.
her ne kadar broşürdeki metinde; rejiyi birlikte yapan biriken ekibi ile ayça damgacı "yala ama yutma"da, çağımız dünyasındaki siyasal ve sosyal gelişmelere dair hissett(irild)iğimiz "boşluk" ile pornonun her şeyi zevkle çözen "yalancı dünyası" arasında kurulan paralellik üzerinden günümüzde yaşadığımız yegane gerçeklik olan "içi boşaltılmışlık"ı öne çıkarttıklarını belirtmiş olsalar da; bence oyunda porno ile "sorunlu dünya" arasında kurulan paralellik "boşluk" veya "içi boşaltılmışlık" hissinden daha anlamlı bir seviyede örtüşüyorlardı birbirleriyle:
insanlık varolduğundan beridir her türlü kültürün ve günümüz dünyasının vazgeçilmez bir parçası olan porno kültürünün sevişme/s…şme pozisyonları ile, çağımız dünyasının gelişmiş ülkeleri ile gelişmemiş ülkeleri arasındaki politik-sosyal-ekonomik-toplumsal pozisyonlar arasındaki paralellik.
eşitsizlik (kadın-erkek, haklı-haksız), güçlünün güçsüzü ezmesi, “gelişmiş”in (gelişmiş ülkeler/vücut geliştirmiş serdar) zayıf olanı (3.dünya ülkeleri/leyla) kullanması/harcaması.
bu pozisyonlar analojisi bence oyunun en zeki, en yaratıcı, en usta tarafıydı. yoksa ne leyla/melek’in dünya hali hakkında söyledikleri bilmediğimiz şeylerdi, ne dile getiriş şekli, ne de pornonun yalancı dünyası.
ancak oyunun (ve dolayısıyla özen yula'nın) bunları, kadim bir kültürün (cinsellik kültürünün) ilişki pozisyonları bağlamında okuyor, ortaya koyuyor ve yorumluyor olması oldukça yeni, cesaretli ve yaratıcı bir yaklaşımdı kanımca. öncelikle yazar olarak özen yula’yı kutlamak lazım.
ardındansa; her ne kadar “oyuncu” olmak üzere eğitim almış olsalar da ve her ne kadar çıplaklık oyunda grafik bir anlatımla ele alınmış olsa da; serdar’da hakan ummak’ı ve özellikle de oyunu baştan sona sırtlayan leyla/melek’te ayça damgacı’yı cesaretleri ve oyunculuk kaliteleri için candan tebrik etmek lazım.
...
iksv'ye dokundurmazsam olmaz:
bu kentin/ülkenin uluslararası standartlarda çalışan kurumlarından biri olduğu iddiasındaki anlı şanlı istanbul kültür ve sanat vakfı'nın; duyarlılık veya incelik (hangisini seçerseniz) gösteremeyerek; tenezzül, cesaret veya akıl (hangisini seçerseniz) edemediği hamleyi mütevazi idans ekibi yaptı ve geçen sene düşünce özgürlüğünü açık açık ihlal eden dayatmacı ve faşist bir tavırla tepkiler alan ve -beyoğlu'nda onlarca mekanın acil çıkış kapısı yokken veya kilitliyken- kumbaracı50'nin aba altından sopa gösterme yöntemiyle kapatılmasına neden olan "yala ama yutma" adlı oyunu festival programına alarak özgür bir ortamda sahnelenmesini sağladı. buradan bir kere daha idansçılara teşekkürler.
[kendilerine son zamanlarda durmadan teşekkür edince zannedilmesin ki idans ekibi eş, dost, akrabam; evet, içlerinden bazılarıyla tanışıklığım var ama neyse ki herhangi bir çıkar ilişkim yok; o yüzden bu kadar rahatça teşekkür ediyorum.
uzun zamandır çoğu şeyin çıkar, yalakalık veya ahbab-çavuş ilişkisi seviyesinde/sayesinde yürü(tül)düğü ülkemizde bu tavrım belki birilerine garip geliyordur diye açıklama gereği duydum.]
29 Ekim 2010 Cuma
lost highway'den x-files'a
idans'ta izlediğim son gösterilerinin birini "lost highway"a, diğerini "recep ivedik"e (uluslararası dersek de "borat"a tekabül eder) benzetmiştim. insan başladı mı, bırakamıyor: dün akşam izlediğim gabriele reuter'in "tourist - a-centered play" adlı işi ise yoğun "x-files" atmosferi barındırıyordu.
neden "x-files"?
bir kere; ışıklar açıldığı zaman seyirci olarak karşılaştığımız sahne düzeni, daha dansçılar sahneye girmeden bile, bir "bilinmezlik", "gizem", "heyecan" unsuru taşıyordu.
sahnenin arka sınırının hemen önüne, yanlara kadar uzanmayan bir perde çekip de, sahne arkasından sahneye doğru ışık verdirdiniz mi (yani seyirci tarafından görülemeyen bir kaynaktan sahneye doğru ışık sızıyorsa) tam bir gizem, bilinmezlik, gerilim atmosferi yarattınız demektir. (haftabaşındaki "professor"de de aynı sahne düzeni vardı.)
daha koltuklarımıza otururken salonu saran fırtına sesi, ardından ilk dansçının kar kıyafeti içinde kar taneleriyle birlikte perdenin açık uçlarından birinden sahneye paldır küldür düşmesi, nerede olduğunu anlamaya çalışırken perdenin diğer ucuna geldiğinde görünmez bir gücün/rüzgarın etkisiyle yeniden perdenin arkasına çekilmesi tekinsiz bir mekanda olduğumuzu hissettirdi bize.
ardından gelen sekansta; siyah taytlar içinde üç kadın dansçının (kendilerinin in mi, cin mi oldukları belirsiz bir şekilde) mekanın farklı yerlerinde olduğu varsayılan bir enerjiyi keşfe çıkmaları ve bu sırada ağızlarından çıkan garip sesler ve beden hareketleri sahneden seyirciye geçen gizem, bilinmezlik ve tekinsizliği arttırdı.
ancak sonraki üç sekansta aynı dansçıların (sonradan aralarına bir erkek dansçı da katıldı) bu sefer "gezgin" kıyafetleri, keşif aletleri ve ne dedikleri anlaşılmayan garip dilleri (hem onlar birbirlerini anlamıyorlardı hem de bizler onları), sakar ve sevimli halleriyle sahneye tekrar tekrar gelmeleri; bir zaman sonra üzerimde ne tekinsiz hal bıraktı ne de gizem.
ortalarda bir yerde; acaba marc auge'nin "yok-mekan" (non-lieux) kavramıyla bağlantılı bir şeyler mi yapılmaya çalışılıyor diye düşünürken; iki dansçının arka arkaya, ilki bulunduğumuz mekana dair diğeri ise bulunduğumuz mekandan kademe kademe uzaklaşarak anadolu yakasına kadar giden bir anlatıyla yapıtı "bağlama" oturtma çabaları, bu heyecanımı da suya düşürdü.
sonlara doğru pek de anlamdıramasam da seyrettiklerimi beğendiğimi belirtmeliyim.
yine de; keşke gizemli haliyle kalsaydı; anlamına vakıf olamamayı göze alırdım, en azından gizeminden etkilenmiş olurdum.
idans'ın bitmesine üç gün kala
bugün girdiğimde anasayfa'daki içindekiler listesinde bir de ne göreyim; festivalin bu seneki en önemli ayaklarından biri olan ve aday sunumları 18 ekim'inden beri festival kapsamında devam eden jardin d'europe ödülü çerçevesinde düzenlenen kritik çaba etkinliğinin bir de blogu varmış!
tevekkeli değil, kritik çaba yazarlarının gösteriler sırasında kucaklarına koydukları defterlere bir şeyler karalıyor olmaları.
aralarından biriyle sohbet etmişliğim de var; yazılarınız bir yerlerde çıkıyor mu diye sormuşluğum da! herhalde blogdan haberdar olduğumu düşündü ki, bahsetmedi.
ben critend2010'u idans'ın bitmesine üç gün kala tesadüfen keşfettim; blogun kısayolu siteye ne zaman kondu farkında değilim ama çok yakın zamanda olmuş olmalı. belki de ben yanılıyorumdur; dikkatsiz bir dönemime rastlamıştır.
bu serzenişim idans ekinine:
facebook'tan "casual" bir dille yazılmış onca mesaj atmayı biliyorsunuz da, insan bir mesajla da haber vermez mi; özel bir blogun açıldığını ve kritik çaba yazarlarının idans boyunca burada taze taze eleştiri yazıları yayınlanacağını.
bilsem takip ederdim!
samimi bir itiraf:
doğrusu şimdi geriye dönüp o kadar yazıyı (tam 79 adet!) okumak hiç içimden gelmiyor; ama baştan biliyor olsaydım, günü gününe takip eder, zenginleşirdim!
neyse...
kasım'ın ilk haftasında iki dikkatçekici etkinlik
önümüzdeki hafta istanbul'da, içerikleriyle birbirinden ilginç ve az rastlanır iki sempozyum var.
ne tesadüf -ve mutluluk- ki, ikisi de mimar sinan g.s. üniversitesi'nde.
aman yanlış anlaşılmasın, ruhsuz bomonti kampüsünde değil, fındıklı'daki yalı-saraylardan bozma ana kampüste, sedad hakkı eldem oditoryumu'nda.
haftanın ilk iki günü; 30 ekim - 2 kasım tarihleri arasında düzenlenecek istanbul tanpınar edebiyat festivali kapsamında uluslararası katılımlı bir sempozyum gerçekleşecek: "türkiye'de ve dünyada tanpınar zamanı".
fatih özgüven'den selim ileri'ye, hilmi yavuz'dan murat gülsoy'a birbirinden heyecanverici sunumların olduğu programda öne çıkan oturumlardan biri ilk gün sabah gerçekleşecek: "tanpınar'ı tanımak". bu oturuma katılacak 96 yaşındaki hanım, duyduğuma göre tanpınar'ın "huzur" romanındaki nuran karakterine esin kaynağı olmuş.
sempozyumun detaylı programı için tıklayınız.
haftaiçinin son iki günü gerçekleşecek sempozyum ise bence daha da ilginç ve ender denk gelinebilecek bir konuda; ölüm ve sanat hakkında.
programı aşağıdaki gibi olan, gevher gökçe acar'ın düzenlediği "ölüm sanat ve mekan sempozyumu"nda ölüm temasının sanattaki yansımaları geniş bir perspektifte ele alınacak; edhem eldem'in, erdal erzincan'ın, ilke boran'ın sunumlarını merakla bekliyorum. kaçırmamalı!
ne şanslıyız ki ölüm ve sanat konusu sadece sempozyumda değil, bütün haftaya yayılan kapsamlı etkinliklerle mercek altına alınacak: fotoğraf sergisi, konser ve film gösterimleriyle...
27 Ekim 2010 Çarşamba
o kadar isabetli tespitler yapıp canalıcı sorular soran bir yazı ki, aynen buraya almadan edemedim: "Belediye heykeltıraş oldu"
Atatürk Havalimanı’nın girişindeki heykeli hatırlar mısınız? Açık alan projeleriyle tanınan heykeltıraş Ümit Öztürk’ün 1993’te Yeşilköy’e yerleştirilen ‘İstanbul’ adlı soyut bir heykeliydi bu ve İstanbul’un, dünya üzerinde iki kıta üzerine oturmuş tek kent olma özelliğini simgeliyordu. Geçen yıl bir de baktım yok. Sordum soruşturdum, havalimanı kavşağındaki değişiklik nedeniyle kırılmış, yok edilmiş. Şaşırdım desem yalan olur. Açıkçası İstanbul koşullarında esas şaşırtıcı olan, 16 yıldır yerinde duruyor oluşuydu. Nurettin Sözen döneminde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin gerçekleştirdiği ‘Açık Alanlarda Çağdaş Sanat’ başlıklı proje kapsamında Öztürk’ün heykeli gibi İstanbul’un çeşitli semtlerine yerleştirilen heykellerin çoğunun yerinde yeller esiyor bugün. Yerinde duranlarsa zaten acil bakıma muhtaç. Bu heykeltıraşlardan Işılay Kür, bir zamanlar Kadıköy’de duran heykelinin izini bile sürememiş.
Ümit Öztürk ise, kırılan heykelinin hesabını sormaya karar vermiş, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne dava açmış. Durum böyleyken, geçenlerde havalimanının önünden geçiyorum, bir de baktım heykel orada! Bu kez şaşırmadım desem yalan olur: Heykel kırılmıştı, bildiğim kadarıyla sanatçısı Ümit Öztürk yenisini yapmamıştı, o halde bu heykel nereden çıkmıştı böyle? Heykeli yeniden yapmaya soyunan heykeltıraşın kim olduğunu, yüzünde tarif edilemez bir buruklukla aktaran Ümit Öztürk’ten öğrendim: Belediyenin tayin ettiği bir inşaat şirketi. Sağolsunlar, benzetivermişler Öztürk’ün heykeline çabucak! Ölçüler, malzemeler başka, sanatçının rızası elbette ki yok, ama olsun, ‘bakın heykel yoktu şimdi var’, daha ne istiyorsunuz?
Daha doğrusu, biz bu kentte heykel istiyor muyuz?.. Yaşadığımız deneyimler, çoğumuzun etrafımızdaki heykellerin farkında bile olmadığını, olsak bile sahiplenmediğimizi gösteriyor. Yoksa belediyelerin korumakla görevli olduğu heykeller ya tahrip edilmiş ya da bakımsızlıktan çürüyor olmazdı. Pek farkında olmasak da kolektif bellek paylaşımında, yani ‘biz’ duygusunun oluşumunda açık alanlara yerleştirilen heykellerin, anıtların önemli bir işlevi var. Gerçi elbette ki her heykelin aynı etkiyi uyandırması beklenemez: Heykel vardır sızıverir insanın yaşamına (Kadıköy’ün Boğa’sı gibi), heykel vardır bir türlü ‘yer’leşemez yerine. Bizde az da olsa vardır öyle bir yerin yerlisi olmuş heykeller: Ne yazık ki bezafiş direği gibi kullanılıyor kullanılmasına ama, Şadi Çalık’ın Galatasaray’daki heykeli o heykellerdendir örneğin. Başı gözü yarılmış bir halde, heykel diyemeyeceğimiz bir hale gelmiş, Muzaffer Ertoran’a ait Karaköy işçi heykeli de onlardan biridir. Ama Çalık ve Ertoran’ın yanı sıra 20 heykeltıraşın heykelleri yerleştirilmişti İstanbul’un çeşitli semtlerine 1970’li yıllarda. Kaçını hatırlıyoruz, kaçına sahip çıktık, neredeler şimdi, hangimizin umrunda?
Ümit Öztürk’ün bir uçak kanadını andıran heykeli de bana göre, 1990’lardan beri havalimanı kavşağının heykeliydi, oralı olmuştu. Zaten orası için tasarlanmış mekâna özgü bir yapıttı. Belediye bütün bu yıkıp dökme ve yeniden yapma işini sanatçıyla birlikte çözümleyebilirdi. Oysa belki kimin yaptığını bile bilmiyorlardı heykeli: yerel yönetimlerin birbirine aktardıkları bir arşiv var mi ki, bir bellek var mı? Heykelin bir inşaat şirketine yeniden yaptırılması kadar rencide edici bir hareket düşünemiyorum: Bu, yaşadığımız kentte sanatın ve sanatçının değerinin resmi anlamda apaçık göstergesi.
İstanbul’da zaman zaman karşınıza çıkan birtakım heykeller -ki bunların büyük bir kısmı 1970’lerde ve 1990’larda olmak üzere iki kez planlı, toplu kentsel heykel projesi olarak gerçekleştirildi- ülkenin belli başlı sanat kurumlarından heykel konusunda uzman akademisyenlere başvurarak hazırlanmış projelerin sonuçları. Aralarında iyi olmayan, yerine yakışmayan/uymayan örnekler de vardı, buna kuşku yok, ama sonuç olarak şu ya da bu belediye yetkilisinin beğenisiyle değil, özerk birtakım kurulların belirlediği örneklerdi. Bu heykellere kentte yaşayanların zarar vermesinden daha kötüsü, onları korumakla yükümlü mercilerin bunu yapmaması. Konu yalnızca bugünkü yerel yönetim değil; İstanbul’da yerel yönetimlerin heykele ilişkin, kentte sanata ilişkin genel tutumu. 2010 daha bitmedi, dolayısıyla ister istemez oraya bağlayacağım: Bir kültür kenti olarak İstanbul algısının yaratılması noktasında insanın aklına gelen bazı sorular var çünkü. Bir kentin ‘kültürlülüğü’, o kentte yalnızca kaç etkinlik yapıldığı, hangi büyük serginin açıldığı, hangi ünlü müzik grubunun konser verdiğiyle ölçülebilir mi? Yoksa geçmiş ve çağdaş kültürel mirasa, kamusal paylaşım alanlarının simgelerine sahip çıkmak, bir kentin kültürlülüğünü belirleyen ölçütler arasına girmiyor mu artık?
- Ahu Antmen, Radikal gazetesi, 27.10.2010
bu aralar yolu londra'da düşeceklere...
londra'da bu aralar, ikisi de 9 ocak 2011'e kadar açık olacak dans ile ilgili iki büyük sergi var. biri 100 yıl öncesindeki ballet russes hakkında, diğeri 50 yıl önce new york'ta temelleri atılan dansa yeni bakışla ilgili.
"diaghilev and the ballets russes" sergisi victoria & albert müzesi'nde, "move: choreographing you" soutbank centre'daki hayward galerisi'nde.
pablo picasso - "parade"deki çinli hokkabaz için kostüm simone forti - hangers
gidip görme şansım olmadı ancak haklarında okuduklarımdan anladığım kadaryla; izleyici birinde 100 yıl önceki tutkulu üretime tanık oluyor, diğerinde bizzat dansçıya/performansçıya dönüşülüyor.
kayıp otoban versus recep ivedik
ikisi de prix jardin d’europe adayı iki gösteri; dün akşam "dansın david lynch'i" maud le pladec'in "professor"unu, bu akşam da "dansın recep ivedikleri" pieter ampe ile guilherme garrido'nun "still standing you"sunu izledim.
"professor" içerik olarak değil belki ama biçimsel olarak gerçekten bir david lynch filmi gibiydi; en çok da "lost highway"! gizemli, karanlık, absürd, gerçeküstü, komik ve hipnotik.
performans ya da dans tiyatrosu falan değil, tam anlamıyla dans gibi dans olan "professor" sanırım prix jardin d’europe'un en güçlü adaylarından biri.
pieter ampe ile guilherme garrido'nun "still standing you"su ise türkiye'den bakınca içinde bolca kırkpınar yağlı güreşleri, hamam kesecileri, hacıyatmaz esinlenmeleri görülebilecek ama sanırım daha çok dünya pop kültüründen sumo güreşleri ve bir çok şov amaçlı kuvvet gösterisi esinleri barındıran, had safhada "tabusuz", kaba, fütursuz ama sevimli mi sevimli ve inanılmaz derecede komik bir performanstı.
idans program broşüründe "Çağdaş dansta olup bitenlerden farklı olarak tamamen kendilerine has bir dans diliyle" yazdığı halde, sahnede seyrettiğimi ne kadar "dans" olarak tanımlayabilirim emin değilim, şart da değil, çünkü bana göre bu akşam tanık olduğum performans herhangi bir dans dilinden daha yaratıcı bir şeyler içeriyordu.
"ne peki?" diye sorarsanız, sanırım bunun cevabı cümlenin oldukça isabetli formüle edilmiş ikinci kısmında saklı: "hiç utanmadan ve yılmadan aralarındaki ilişkinin ne olduğunu ve birbirleri için ne anlama geldiklerini araştırıyorlar. Arkadaş mı, sevgili mi, rakip mi yoksa düşman mı bu iki adam?"
bu akşam, hayatımda bir dans gösterisinde eğlenmediğim kadar çok eğlenince ve doyasıya gülünce, geçen sene, sanırım çıplaklık içerdiği için "sürpriz program" başlığı altında "gizlenen" ampoe ile garrido'nun "still difficult duet" adlı bir önceki işlerini kaçırdığıma bayağı bir hayıflandım.
yarın akşam ampe & garrido çifti tekrar bomonti'deler ve yine birbirlerinin sınırlarını zorlayıp, büyük bir sadakatla birbirlerine tahammül etmeye devam edecekler.
acaba bir kere daha seyretsem mi diye düşünmekteyim...
25 Ekim 2010 Pazartesi
klunchun ile bel: "pichet klunchun and myself"
cuma akşamı “nijinsky siam”da pichet klunchun nijinski’ye diyaloğa girmişti, dün akşam “pichet klunchun and myself”de jerome bel pichet klunchun ile sohbet etti.
cuma akşamı doğu batıya bakmış, batıdaki yansımasından yola çıkarak kendini keşfe çıkmıştı; pichet Klunchun vaslav nijinski üzerinden kendi geleneksel dansını sorgulamıştı.
dün akşam ise ilk bölümde batı doğuya baktı, ardından doğu batıya; birbirlerine sorular sordular, cevaplar üzerinde yorumlarda bulundular; birebir diyaloğa girdiler; klasik bale eğitimi almış fransız jerome bel, geleneksel tayland dansı khon’u icra eden pichet klunchun’u sorguladı.
kültür, yaşam, anlayış ve gelenek olarak zıt kutuplardaki iki coğrafyada sahne gösterisini (dansı) biri zanaat diğeri kavram olarak ortaya koyan iki sanatçı.
hayata ve sanata biri gelenekler içinden, diğeri yerleşik kabuller dışından bakan iki sanatçı.
farklı kültürlerin ürünü, farklı bakış açılarının takipçisi gibi görünseler de, konu sanat olunca aslında ne kadar aynı oldukları fark edilen iki sanatçı. şöyle ki; khon’daki kol ve el duruşlarının kadın, erkek ve şeytan temsilini birbirinden ayıran farklılık jerome bel’e ne kadar küçük, fark edilmesi zor bir ayrıntı gibi gözüküyorsa, kendisinin“killing me softly” şarkısına eşlik eden “koreografisi”ndeki yavaş yavaş ölen performansçının hareketleri de o kadar nüanslı.
pichet klunchun khon’daki hareketlerin izleyicinin hayalgücünü katmasıyla anlam kazanacağını belirtmesiyle; jerome bel’in “kiling me soflty”de performansçıyı şarkının daha yarısında öldürerek, şarkının diğer yarısında sahnede “varolan” hareketsizliği izleyicinin hayalgücünü, düşüncelerini tetiklemek için kullandığını söylemesi birbirine çok paralel iki yaklaşım.
aynı; jerome bel’in pichet klunchun’dan “vahşi bir şeyler” göstermesini talep edip klunchun’un gösterdiği hareketlerin gösterişsiz ve heyecansızlığından tatmin olmamasıyla; ikinci yarıda klunchun’un bel’in koreografilerini “basit” bulması gibi.
en düz yorumla; jerome bel’in “vahşi bir şeyler görmek” istemesi bile aslında ne kadar batılı, ne kadar “egzotik” bir gözle, bir bakıma “turist gözüyle” baktığının göstergesi; tabii ki bu isteğin jerome bel’in samimi isteği olmadığı bariz; neticede sahnede gerçekleşen anlık bir soru-cevap seansı değil, 2005 yılından beri dünya sahnelerini dolaşan bir “tasarım”. her ne kadar doğaçlama gözükse de, belki bazı sahneler de öyledir, baştan sonra “düşünülmüş”, “kavramsallaştırılmış” bir çalışma izlediğimiz.
jerome bel’in ikinci bölümde kendi yapıtlarından bahsederken; sahnede seyredilenin bir sunum, bir temsil değil, “gerçek bir şey” olabilmesine gayret ettiğinden dolayı neredeyse her yapıtında dansçılarına sahnede durup seyircileri uzun uzun seyrettirmesinin nedenini oyuncu ile seyirci arasında “farkındalık” yaratmaya, aynı “an”ı, aynı “gerçeklik”i paylaştıklarını imlemeye yönelik olduğunu söylemesine rağmen; “pichet klunchun ve myself”de bel’in bu trüğünü kullanmıyor olması; yani klunchun ile bel’in iki saat boyunca bir kere bile seyircilere bakmamaları, hiçbir şekilde seyircilerle iletişim kurmamaları bu yapıtın; iki dansçının geçmişleri ve, hayata ve sanata bakışları hakkındaki “gerçekler”den bahsetse de aslında bir “kurgu” olduğunun en bariz kanıtı.
2005 yılında tasarlanmış, 2008 yılında avrupa kültür vakfı’nın “routes” kültürel çeşitlilik ödülünü almış bu oldukça basit ancak had safhada zekice tasarlanmış eğlenceli yapıt; fikirlerin pin-pon maçı gibi hızlıca gidip geldiği, adeta bir beyin fırtınasına dönüşen içeriğiyle sıkı bir çalışma.
iyi ki jerome bel, gösteride anlattığı üzere, 10 yıllık bale hayatını bir anda bırakıp, sadece dans tarihi, eleştiri, tiyatro kuramı, sosyoloji üzerine okumalar yaptığı iki yıl geçirmiş. bel son 15 yıldır, bu iki yıllık okumayla beslendiği, kavram ağırlıklı “koreografiler” yapıyor.
…
“pichet klunchun and myself”; jerome bel’in tartışmaya açmayı amaçladığı biçimsel ve anlamsal nitelikleri yanında, geleneksel tayland dansı khon hakkında da pek çok bilgi içeriyor olmasıyla da çok değerli bir çalışma. keşke programda “nijinsky siam” daha sonraya konsaymış; bunda edindiğimiz bilgilerle izlemek başka bir keyif ve derinlik sağlardı bizlere. yine de, daha yeni, cuma akşamı izlediğimiz “nijinsky siam”ı, geriye dönüp düşündüğümde bir çok ayrıntı yerli yerine oturuyor, anlamlanıyor.
“pichet klunchun and myself” bu akşam ikinci ve son defa garajistanbul’da sahnelenecek. bu fırtına gibi insanı entellektüel açıdan allak bullak edici yapıtı dün akşam kaçıranlara şiddetle tavsiye ederim. idans müdavimlerinden de bu oyunu tekrar izlemek uğruna belki bomonti’deki “professor”u feda etmeyi göze alan bir-iki kişi çıkar.
24 Ekim 2010 Pazar
sabah sabah!
ister bana fesat deyin, ister beni öküz altında buzağı arıyorum diye suçlayın, isterseniz de "yahu bu adam iksv'ye taktı" deyip bu yazıyı es geçin!
iksv ile ilgili şu haberi gazetede okuyunca, maalesef satır aralarında şunları görüyorum, elimde değil:
önce haberden iki alıntı (kalınlaştırma bendenizin):
1. "Bu kararlardan en ilgi çekici olanı, ‘geleneksel sanat ve kültürel miras’la ilgili. Vakıf, ‘kültürel mirasın korunması ve dönüştürülmesi’ için etkinlikler, yayınlar yapacak, araştırma merkezleri oluşturulması için çalışacak. “Türkiye kültürünün ürettiği her şey bizi ilgilendiriyor” diyen Bülent Eczacıbaşı, bu çalışmaların daha çok akademik düzlemde gerçekleşeceğini anlattı. Yine de bu yeni eğilimin dikkat çekeceği muhakkak. Çünkü bazı çevreler İKSV’yi yıllardır halk müziği, sanat müziği, geleneksel sanatlar gibi alanları festivallerine dahil etmediği için eleştirirdi. Şimdi İKSV bu alanlara da kapısını aralıyor. Bundan sonra tüm festivallerde geleneksel sanatçılarla uluslararası sanatçıların biraya geldiği ortak projeleri daha fazla göreceğiz."
2. "Tabii, mali meselelerin halledilmesi için kamunun da sanata katkısını artırması, vakfa yaptığı yüzde onluk desteğini dünya standartlarına doğru çıkartması gerek. "
türkiye kültürünün ürettiği her şeyin sizi ilgilendirdiğini yeni mi fark ettiniz! yoksa unutmuştunuz da yeni mi hatırladınız!
geleneksel sanatçılarla uluslararası sanatçıların biraraya geldiği ortak projeler zaten cazda, klasikte tek tük gerçekleştiriyordunuz; neden şimdi bunu "üstüne basarak" söyleme gereği duydunuz!
iksv'yi kuran ve yöneten türkiye'nin büyük şirketlerinin patronları sanırım referandum sonrasında anladılar ki bu hükümet yerini sağlamlaştırdı, gidici değil; ve eğer hükümetin mantalitesine yaklaşan, hoş gözüken, arayı iyi tutan bir şeyler yapmaya başlarlarsa yeniden, ancak o zaman mali destek almaları imkanı doğabilir, çark ettiler ve "geleneksel sanatlar, kültürel miras da bizim işimiz" demeye başladılar.
"yeniden" diyorum, çünkü 38 yıllık istanbul müzik festivali'nde son 10-15 yıl dışında geleneksel sanatlar kendi başına kallavi bir bölüm olarak yer almıştı zaten; durduk yerde onları festivalden dışlayanlar şu son yılların "prestijli" ve "elit" festivallerini düzenleyen ekip değil mi!
bir de; deniz palas'a taşınmak iksv'yi 30 milyon tl.'lik büyük bir borca sokmuşmuş, zor durumdalarmış.
merak ediyorum; kapısında badigardların beklemediği, hemen asansörün yanıbaşında oturan beyin hem gelenleri yönlendirdiği hem de telefonlara baktığı, şifresiz kapıları her an açık, merdiven ve asansör şaftında ve giriş holündeki yer karolarında çağdaş sanatçılarımızın yapıtlarının monte edilmediği mütevazi luvr apartmanı'nın suyu mu çıkmıştı!
sırf leyla gencer müzesini gerçekleştirmek gibi ulvi bir amaçla deniz palas'a taşınmış olduklarını düşünmüyorum!
kadim törenlerin temel formu: halka
çağdaş müzik severler bu yıl pek şanslılar; hele de bugün.
acaba evin ilyasoğlu, "borusan müzik evi'nin 80-100 müdavimi", hasan uçarsu veya miam'dan birileri bugünki idans etkinliklerini takip ettiler mi!
gündüz eszter salamon "dance for nothing"de john cage'in metnini icra etti (ben izleyemedim), akşam cemal reşit rey konser salonu'nda iannis xenakis’in canlı çalınan "persephassa"sı eşliğinde emmanuelle huynh’in "cribles / live" adlı yapıtı sahnelendi.
haberleri olunca, kaçırdıklarına üzülecekler!
...
mimarlık eğitimi almış, le corbusier ile çalışmış iannis xenakis’in, müzik festivali'ndeki muhteşem "oresteia"sından sonra, aynı yıl içinde bir yaptını daha canlı dinlemek/izlemek istanbullular için bulunmaz nimetti.
"dinlemek/izlemek" diyorum çünkü koreograf emmanuelle huynh’in "müziği mi görüyoruz yoksa dansı mı duyuyoruz?" şekilde formüle ettiği üzere; bu akşamki gösteride hem müziği gördük hem de dansı dinledik.
altı vurmalıçalgılar seti için yazılmış "persephassa"yı rhizome percussions grubu yorumladı.
hem de; ikisi sahnenin arkasında, ikisi hemen sahnenin ucunda iki yanda, son ikisi ise seyirci koltuklarının ortalarına denk gelen bir konumda iki yanda olmak üzere bizleri/seyircileri içine alan 360 derecelik bir halka oluşturarak. seyirci koltuklarının üzerine vurmalıçalgılar için birer platform inşa edilmişti. tek defalık benzersiz bir deneyimdi.
bir kere daha idans ekibine teşekkürler.
...
emmanuelle huynh’in koreografisi, kendisinin de program notlarında belirttiği üzere "çocuksu, geçmişe ait, kutlamaların, dinsel törenlerin, düğünlerin, savaş danslarının, geçit törenlerinin, hep birlikte hareket etmenin aracı olan halka formu" üzerine kuruluydu.
dolayısıyla, canlı icra edilen müziğin bizleri bir halka içine alması -uygulaması zor olsa da- çok yerinde bir sahneleme düzeni idi.
aslında, koreografi için söylenebilecek bütün sözleri huynh’in kendisi program notlarında sarf etmiş:
"Bu toplulukta ortaya çıkıyan “tekillik” oluyor. Dinamik ve diyalojik bir ilişki içindeki birey bazen lider rolünde beliriyor bazen de yönlendirilen. Topluluk onu oluşturan tekilliklerden, bireylerden ayrılamaz; ama aynı zamanda bu tekliklerin toplamından da fazlasıdır. Aralarındaki bağ, her toplum ya da toplulukta olanları görünür kılıyor: iktidar ilişkileri, dayanışmanın zorlukları… Ayaklarımızın altında, kollarımızın arasında, coşku ve korku arasında tarih şimdiki zamanda yazılıyor."
bir tek şunları ekleyebilirim:
. yapıtın başında, daha xenakis’in bestesi devreye girmeden önce, dansçıların birbirlerinden kaçarken ayaklarıyla zeminde çıkardıkları düzensiz seslerle başlıyor olması müziğin, çok doğal ve hoş bir sonuç verdi. bence, en az müzisyenlerin yerleşim düzeni kadar etkileyici bir fikirdi.
. xenakis'in müziğinin de devreye girmesiyle gelişen başlangıçtaki bu sahne, müziği ve koreografisiyle bana leonard bernstein-jerome robbins ikilisinin "west side story"sinin muhteşem açılış sekansını hatırlattı.
2009'daki montpellier danse'da banttan müzikle prömiyeri yapılan, 3 mart 2010'da angers'de canlı müzik eşliğindeki versiyonu sahnelenen "cribles / live" 2011 yılında metz, paris, marsilya ve reims'de turnede olacakmış.
...
şekle dair bir kaç söz/soru:
neden 10 dansçı için hazırlanmış yapıt 9 dansçı ile sahnelendi; neden broşürde 11 dansçının kısa özgeçmişi vardı da kerem gelebek'in yoktu? [kendisi akrabam veya arkadaşım değil, belirtiyim de yanlış anlaşılmasın]
dans etmeyen ama özgeçmişleri yazılmış olan 2 dansçı kimlerdi?
insanlık, pardon "dansçılık" halidir olur; provada sakatlanmış olabilirler, gelebek belki son anda kadroya dahil edilmiştir... ama, neden bu konuda herhangi bir açıklama yapılmadı!
bilet satın almış 50 kişi de, seyrek kalabalığın geriye kalan kısmını oluşturan davetliler de neden adam yerine konmadılar, anlam veremedim!
ve son bir gariplik: selam sırasında huynh neden memnuniyetsizdi!
23 Ekim 2010 Cumartesi
nijinski ile klunchun: "nijinsky siam"
hakkında sadece bir dizi fotoğraf ve bir-iki çizim kalmış 100 yıl öncesinden kalma bir koreografiyi yeniden canlandırma, onunla karşılaşma, diyaloğa girme denemesi.
...
ballet russes'ün 100. yılı 1.5 senedir dünyanın bütün belli başlı kültürel kentlerinde çeşitli etkinliklerle kutlandı, kutlanıyor. idans olmasa, istanbul kültür kurumları es geçecekti bu çok önemli yıldönümünü; kıyısından da olsa dahil olduk.
[mesela; istanbul devlet balesi bir nijinski veya stravinski akşamı hazırlayamaz mıydı? iksv yurtdışından hazır bir etkinliği, mesela sadler wells'in cherkaoui, de frutos, maliphant ve mcgregor'a birer kısa eser ısmarlayarak oluşturduğu "in the spirit of diaghlev"i istanbul'a getiremez miydi?]
...
ilk idans'a konuk olmuştu pichet klunchun; "i am a demon" adlı gösterisi ile. ikinci idans'ta ise tayland'dan bu sefer ong ken sen'in tüyler ürpertici "the continuum: beyond the killing fields" yapıtı sahnelenmişti.
şimdi klunchun yeniden idans'ta; bu sefer biri kendisinin nijinski ile, diğeri jerome bel'in klunchun ile diyaloga girdiği iki ilginç yapıtla.
ilki 100 yıl öncesi ile günümüzünden, ikincisi günümüzde yaşayan iki dansçıyı karşı karşıya getiren iki yapıtı arka arkaya izlemek büyük bir şans bizim için. idans ekibine tekrar teşekkürler.
yazık ki klunchun'un "nijinsky siam"ı iki gece programlandığı halde, son dakikada teke indirildi.
halbuki, dün akşamki zarafet ziyafetini, ilgili ilgisiz dansa bir şekilde bulaşmış herkesin izlemesi için elimizden geleni yapmamız gerekirdi.
...
pichet klunchun nijinski'den ilk defa üç yıl önce haberdar olmuş ve nijinski'nin 100 yıl önce rusya ve avrupa'yı turlamış siam bud mahinot dans topluluğunun gösterilerinden esinlenerek hazırladığı "la danse siamoise" adlı koreografinin peşine düşmüş; kendi sözleriyle "nijinski'nin bu egzotik hareketleri neden kullandığıyla değil nasılıyla" ilgilenmiş.
gösteri sırasında arka perdeye yansıtılan sözleri arasında "nijinski'nin tayland'a özgü gölge kuklasını, nang yai'sini yaratarak ona yeniden hayat verdim, böylece yeniden bir ruhu oldu." açıklaması, klunchun'un kendi geleneksel dünyası üzerinden nijinsky'le kurduğu ilişkinin niteliğini anlatması açısından çok önemli.
"nijinsky siam"da klunchun ilginç bir şekilde, zaten tartışmasız ustası olduğu kendi geleneksel dansıyla hesaplaşıyor; kendi geleneksel dansına yeniden bakarak onunla diyaloğa giriyor; ve bu diyaloğu, bu dansı yüzyıl önce oryantalist bakış açısıyla ele almış ama kendine mal etmiş batılı bir dansçı-koreografın yapıtından geriye kalan hareketsiz görüntüler üzerinden kuruyor.
sahnenin arkasına büyük boyutta yansıtılan "geçmişten" gelen siyah-beyaz nijinski fotoğrafları önünde pichet klunchun şimdinin, "bu an"ın dansını icra ediyor.
thai geleneksel dansı konusunda; bütün o ellerle yapılan figürler, kolların duruşu, ayakların yere basış şekli hakkında hiç bir şey bilmeyen birisi olarak pichet klunchun'un dansından oldukça etkilendiğimi; sadece ve sadece dans ederkenki zarafetinin bile büyülenmeme yettiğini söyleyebilirim.
sanırım bu dingin, sade ve zarif gösteriyi defalarca izleyebilirim; yorgun, kafam karışık olduğunda, kaotik bir günün/haftanın/atmosferin/kentin karmaşasından sıyrılmak için birebir olurdu.
[yanımda oturan bey, dizinin üzerine koyduğu bir cihaz ile gösteriyi kaçak olarak kaydetti. başta durmadan cep telefonuna baktığını zannettim, ama sona doğru aslında kayıt yaptığını anladım. bir yanım kendisini kınamak istedi, diğer yanımsa suç ortaklığı karşılığında bir kopya istemek.]
...
klunchun'un sitesindeki fotoğraflara bakınca;
bu gösterinin ilk versiyonunun, özellikle klunchun'un solo dans ettiği ikinci bölümde, nijinski'nin 100 yıl önceki oryantalistliğinin gerek yansıtılan fotoğraflarla gerekse de klunchun'un o dönemki oryantalistliğe vurgu yapan (sanırım nijinski'nin kıyafetinin aynı olan) kıyafetiyle, ışık oyunlarıyla ve renklerle çoğaltıldığını gördüm.
bizim dün akşam seyrettiğimiz versiyonda ise klunchun düz siyah, "nötr" bir kıyafetle sahnedeydi, alacalı bulacalı ışık oyunu veya gözalıcı renkler yoktu. arkada sade, siyah-beyaz nijinski fotoğrafları, önde sade, olabildiğince kendini geriye çekmiş bir klunchun vardı.
şartlar öyle gerektirdiği için mi (mesela, kıyafetler gümrükten geçmemiş olabilir) yoksa klunchun'un prömiyerden sonra yaptığı değişikliklerden dolayı mı bu farklılık bilemiyorum. şundan eminim ki, ilk versiyonu batılılar -edward said'e rağmen, günümüzde bile- çok sevebilirler, sevmişlerdir! [internette bu yazı için görsel ararken hep ilk versiyonun "gösterişli" fotoğraflarına denk gelmem de, sanırım bu teorimi kuvvetlendiriyor.]
ancak; ikinci versiyonun her anlamdaki sadeliği klunchun'un yapmaya çalıştığı şeye daha uygun geldi bana; temel olanı, öze dair olanı, içtekini/içsel olanı ortaya çıkarmaya çalışmak.
gerçek bir diyalog sanırım ancak bu şekilde kurulabilirdi; öyle de oldu.
yorgun / ilyas odman
(fotoğraflar: neslihan başak)
yorgun ve yalnızsanız…
yalnızlıktan yorulmuşsanız…
hayatta sigaraya dudağını bile değdirmemiş olsanız bile; bir şeyi, mesela aşkı veya bir kişiyi, mesela bir sevgiliyi beklerken arka arkaya yakılan her bir sigarayla derin derin içe çekilen sancı, iç burkulması ve hüzün dolu nefesi hissetmemenize imkan yokken...
yalnızlık, bekleyiş ve sıkıntıyla insanın kendi kendisiyle konuşması, kendi kendisiyle oyun oynaması, bedenini kendine yoldaş etmesi, icat ettiği oyunlara bedenini alet etmesi…
bütün bir bekleyişi, sıkıntıyı ve yalnızlığı yüklenen sigaranın dumanı gibi kıvrılması, bükülmesi, dolanması insanın; masanın etrafında, yerde, havada...
dayanabilmek için yalnızlığa, bekleyişe, sıkıntıya; çevresinde olan tek objeye, masaya sarılması, masayla kenetlenmesi; güç alması, dayanak bulması masadan…
dozunu arttırması sigaranın; oyalanmak, unutmak için yalnızlığını, bekleyişini, sıkıntısını, iç burkulmasını; kaybolmak için dumanında, tadında sigaranın; başa çıkmak için, bir ve tek olmak sigarayla...
yaktığı her yeni sigarayla; ayak parmaklarının arasına yerleştirdiği her yeni sigarayla kendine eziyet ederek kaçmaya çalışması yalnızlığından...
kendine işkence ederek yenmeye çalışması bekleyişini...
dört türkçe şarkı,
"yorgun"
...
("yorgun" 3 kasım'da tekrar kumbaracı50 sahnesi'nde.)
22 Ekim 2010 Cuma
“birileriniz beni sevebilir mi?”
bir yer geliyor; sanja mitrović projeksiyondan bize önce sırp pasaportunu gösteriyor, sonra da hollanda pasapotunu ve ardından seyircilere yaklaşıp, sadece sırpça ve almanca konuşulan oyundaki tek türkçe repliği kullanarak bizlere soruyor: “birileriniz beni sevebilir mi?” “aranızda beni sevecek birileri var mı?”
sonra uzun uzun bakıyor, bekliyor cevap verir miyiz diye…
“bir daha yine mutlu olabilecek miyiz?” sorusunu almanlar, ikinci dünya savaşı sonrasında formüle etmişlermiş; yeni bir başlangıç, bir nevi sıfır noktası olsun diye kendilerine. sırp sanja mitrović ise “birileriniz beni sevebilir mi?” diye soruyor.
iki kritik, canalıcı soru! biri almanlardan diğeri bir sırp’tan.
avrupa’nın 20. yüzyıl tarihinde soykırıma imza attığı "resmi" olarak kanıtlanmış iki toplum.
bu noktada oyun broşüründen -bence çok çarpıcı- bir bilgiyi paylaşırsam, sanırım oyunun derdi daha iyi anlaşılır: bu oyun kültürel arınma merkezi adlı bir kurumun geliştirdiği “bellek cemiyeti” adlı uzun soluklu bir projenin parçasıymış.
oyun idans04 kapsamında önceki akşam istanbul’da oynandı.
geçmişinde; birilerinin “soykırım”, birilerinin “büyük felaket”, birilerinin “yer değiştirme sırasında meydana gelmesi şaşırtıcı olmayan kayıplar”, birilerinin “savaş zayiatı” olarak adlandırmayı veya anlatmayı tercih ettiği, ama kimsenin yadsıyamadığı bir olay barındıran bir toplumun önünde.
nasıl adlandırılırsa adlandırılsın 1915'teki olaya; varlık vergisini, 6-7 eylül’ü ve sivas katliamını da katarak bu toprakların, bu toplumun 20. yüzyıl tarihiyle hesaplaşmasından, "hesaplaşmamızdan" çıkacak sonucu, acaba biz hangi soruyla formüle ederdik? diye düşünmeden edemedim oyun çıkışı!
…
sanja mitrović’in, adını almanların sorusundan alan “bir daha yine mutlu olabilecek miyiz?” (will you ever be happy again?) adlı oyunu balyoz gibi indi ruhuma.
içinde ne dans ne performans vardı, ama iyi ki idansçılar dahil etmişler programa çünkü çok etkileyici, çok iyi, çok güçlü bir işti.
…
haftasonu garajistanbul’da alman topluluk rimini protokoll’ün hazırladığı belgesel-oyun “dağaçar bey…”e yakın bir mantıkla hazırlanmış bu oyun da.
biri sırp diğeri alman iki oyuncunun kişisel geçmişlerinden, hayat hikayelerinden, yaşanmışlıklarından yola çıkılmış; hatta “dağaçar bey…”de geridönüşüm işçilerinin aralarında oynadıkları fincan kapatma oyunun birebir sahnede oynanması gibi, burada da sanja mitrovic’in çocukluğunda oynadığı partizan-alman askeri oyunu tekrarlanıyor.
[cahilliğim bağışlansın; arka araya kurgu mantığı bu kadar özdeş iki orta Avrupalı oyun (mitrovic 2005’ten beri hollanda’da yaşıyormuş) izleyince dramaturji, psikoloji veya psikanaliz disiplinlerinde son yıllarda bazı yeni yöntemler geliştirildi de, bunlar teknik olarak tiyatro sahnelerine mi uyarlanıyor diye merak etmeden olamadım?]
bu iki oyun [ve ayrıca yıllardır övül & mustafa avkıran çiftinin yaptığı işlerin] arasındaki paralellikler çocuk oyunlarının sahneye taşınmasıyla bitmiyor; tiyatro, dans, pandomim, veya “dağaçar bey”deki gölge oyunu gibi sahneleme mantığı olarak farklı ifade tekniklerinin; projeksiyon, tepegöz, kamera gibi farklı görsel tekniklerin ve her türlü müzik parçasının kolaj mantığı ile kurgulanması bakımından da bu oyunlar çok benziyorlar birbirlerine.
“bir daha yine…”nin, “dağaçar bey”den önemli bir farkı ise; konu ettiği insanların dünyasında kalmayıp/sıkışmayıp; konu ettiği insanların küçük kişisel hikayelerinin, ait oldukları toplumların -ruhsal, politik ve sosyal anlamda- anatomisinin çıkarılmasında turnusol kağıdı işlevi görmesini sağlayarak, küçük resimlerden “büyük fotoğraf”a ulaşıyor olması.
hatta onunla da yetinmeyip; yazımın başında, oyun esnasında içime düşen derdi dillendirdiğimden anlaşıldığı üzere, o "büyük fotoğraf" devleşiyor; evrenselleşiyor.
…
oyun broşüründen öğrendiğime göre sanja mitrović bu aralar “a short history of crying” adlı yeni bir çalışma hazırlıyormuş. umarım idans önümüzdeki yıllarda mitrovic’i bizden mahrum bırakmaz.
19 Ekim 2010 Salı
"istanbul dans ediyor!.."
louise lecavalier 1977 yılından beri sahnede dans ediyormuş: tam 33 yıl! dile kolay.
lecavalier için "dans efsanelerinden biri" demek abartı olmaz sanırım. dolayısıyla bir dans efsanesi için idans'ı ekmek mübah sayılmalı.
konu dışı belki ama; keşke dün akşamki hakkımı "1:songs"dan değil de "a mary wigman dance evening"den yana kullansaymışım. ya da keşke idansçılar bazen son dakikada bile yapmayı göze aldıkları değişikliklerden (hatırlayınız: 02 ekim 2010 cumartesi) birini gerçekleştirip, dün veya bu akşamki performanslardan birini 18.30'a veya 22.30'a çekselermiş; seçim yapma sancısı çekmeden hiç bir şeyi kaçırmamış olurdum/k.
neyse, geçti artık. daha önce akıl etseydim, bloglarına bir öneri mektubu atardım.
gelelim bu akşama:
dün akşamki 50 dakikalık nicole beutler tasarımı "1:songs" ne kadar bildikse [evet, son kertede: bütün avant-gardlığı, öfkesi, eleştirisi, iniş - çıkışları ile çok bildikti; şaşırtmıyordu; yeni veya farklı bir şey söylemiyordu. ancak, bütün aksiliklere ustalıkla göğüs gererek zorluğu bir kat daha artan performansı başarıyla tamamlayan sanja mitrović'in hakkı baki; zaten o yüzden yarınki kendi koreografisi "will you ever be happy again?"den umutluyum],
bu akşamın ilk yarısındaki 50 dakikalık nigel charnock koreografisi "children" da o kadar bildikti.
sonlara doğru -sanırım michael nyman'ın solo piyano bestesi eşliğindeki- kolların bedenlere dolanmasıyla başlayan düet ve yapıtın ortalarına rastlayan bir sahnede [bu sahneye dikkatimi çektiği için eylül'e teşekkürler] zifiri karanlıkta sadece iki el feneri ile yaratılan etki güçlüydü; bu iki sahne dışında boşu boşuna geçen bir 50 dakikaya, eklektik müzik seçimine, yaratıcılığı sıfır dövüş sanatları şovuna, ucuz ve bayat fikirlere katlanmak zorunda kaldım/k.
anlamadığım; hadi, çağdaş dans dünyasının kıyısında duran istanbul'daki seyirciye rahatlıkla "yeni, farklı, iyi" olarak sunulabilecek bu kadar vasat bir yapıt nasıl oluyor da dünyayı turluyor!
sanırım cevabı akşamın ikinci yarısında gizliydi:
10 dakikalık aradan sonra, sadece 13 dakika süren edouard lock koreografisi "a few minutes of lock" her şeyiyle; müziği, ışığı ve koreografisiyle -ve tek kelimeyle- muhteşemdi.
keşke bu akşam sadece bu 13 dakikalık kısa yapıtı seyretmeye gitmiş olsaydık, keşke louise lecavalier programına sadece bu kısa yapıtı almış olsaydı.
bu devasa ve zor kentte o kadar yolu, o kadar zamanı sadece 13 dakikalık ama böylesi kuvvetli, yoğun, koreografik açıdan böylesi heyecanverici, adrenalinarttırıcı bir yapıtı seyretmek için vermeye kesinlikle itirazım olmazdı.
hatta, gaza gelip belki üzerine para bile verebilirdim! [ama sanırım ne ajans2010'un ne de dansplatformistanbul ekibinin ihtiyacı var; herkes çoktan kesesini doldurdu!!!]
"çöpçüler kralı"ndan geridönüşüm işçisi dağaçar bey ve arkadaşlarına
“dağaçar bey ve çöpün altın tektoniği” istanbul’daki yüzlerce, belki binlerce geri dönüşüm işçisinden dördü (kendilerine “çöpçü” denmesinden memnun değillermiş) ve bir tiyatrocu hakkında belgesel ağırlıklı bir çalışma; sahnede onların geçmişlerini, geleceklerini, hayallerini, hikayelerini, kabuslarını, şimdilerini ve o anlarını izliyoruz; bunları bütün samimiyetleri ve açıkyüreklilikleriyle paylaşıyorlar bizimle; -mış gibi yapmıyorlar; “neyseler olar”; heyecanlılar, acemiler…
haklarında çoktandır iyi şeyler duyduğum alman tiyatro toplululuğu rimini protokol nihayet bir çalışmasıyla istanbul’a konuk oldu; hem de İstanbul hakkında bir çalışma ile; garajistanbul’un ajans2010 desteği ile hayata geçirdiği istanpoli projesinin ayaklarından biri olarak.
rimini protokoll’un iki yönetmeni helgard haug ve daniel wetzel geçtiğimiz mart ayında tanışmışlar abdullah dağaçar ile; o zamandan beri ara ara bir araya gelip çalışmışlar; dağaçar bey ile gösteride yer alan iki akrabasının güneydoğu anadolu’daki köyüne gidilmiş, orada çekimler yapılmış; dağaçar bey ve akrabalarının istanbul’daki depoları gezilmiş, fotoğraflar çekilmiş… mersin'li bayram’ı ise kamerayla takip etmişler cihangir sokaklarında, geri dönüştürürken atıkları… “oyuncular” berlin’e de davet edilmişler; bir hafta orada kalınmış…
sahnede bütün bunları görüyoruz, izliyoruz, dinliyoruz; bir yandan kendilerini anlatıyorlar, hikayelerini, duygularını, bir yandan da bu gösterinin nasıl ortaya çıktığını, yöentmenlerle nasıl tanışıldığını, çalışmanın nasıl ilerlediğini; bu çalışma vesilesiyle hayatlarının nasıl değiştiğini.
“dağaçar bey ve çöpün altın tektoniği” hem konu edindiği kişiler hakkında hem de çalışmanın kendisi hakkında bir belgesel. “tiyatro” denen insanlık hallerini anlatan gösteri sanatının ilginç bir yorumu; ‘50’lerin İtalyan gerçekçi sineması gibi biraz; ama bunun draması eksik, sadece gerçekliği var; bütün etkisini ve gücünü bu saf gerçeklikten alıyor.
geridönüşüm işçisi dağaçar bey ve akrabaları ile profesyonel tiyatrocunun hikayeleri paralel ilerliyor; tiyatrocunun hikayesinde ise ’99 depremi baskın, ve deprem sonrası afet bölgesi çocuklarına hacivat-karagöz oynatması.
tiyatrocu sahnede birebir bir gölge oyunu sahnesi kuruyor (büyük ihtimalle 11 sene önce deprem bölgesinde kurduklarının aynısından) ve başlıyor hacivat-karagöz oynatmaya.
ilerleyen bölümlerde ise dağaçar bey ve akrabalarının anlattığı hikayeleri gölge oyunuyla canlandırıyor tiyatrocu; hayaller hayal perdesinde can buluyor. gösterinin katmanları çoğalıyor…
bir noktadan sonra ise tiyatrocu -nedense- kopuyor oyundan. bir kenarda; geçiyor tezgahının başına, yakıyor tütsüsünü, bir yandan kulağı abdullah'ın, aziz’in, mithat’ın ve bayram’ın anlattıklarında bir yandan da başlıyor bir gölge oyunu figürü yapmaya; deri parçada delikler açıyor, kesiyor, dikiyor…
sahnenin farklı yerlerine, bazen bir perdeye bazen çöp arabalarının beyaz bezlerinin üzerine yansıtılan hareketli-harektsiz görüntüler; çöp arabalarıyla kurulan sahne düzeni; farklı noktalara yerleştirilmiş hoparlörlerden gelen müzikler, canlı bağlantıyla kandilli, antalya, ankara rasathanelerinden alınan yer kabuğunun sismik sesleri…
gösterinin görsel ve işitsel tasarımı çok katmanlı ve katmanların hepsinin aynı anda, üst üste kullanımı sahne estetiğini zenginleştirdiği gibi olası biteviyeliği de kırıyor.
“dağaçar bey ve çöpün altın tektoniği”, yine istanpoli projesi kapsamında garajistanbul ekibinin işportacılarla hazırladığı “kassas”ın beceremediğini başarıyor; geridönüşüm işçileri ve tiyatrocunun dertlerini derdimiz kılıyor; hayallerimizin az çok aynı kapıya çıktığını gösteriyor bize; onları akrabamız, arkadaşımız yapıyor.
bunun en bariz kanıtı, oyun bittiğinde bazı seyircilerin oyun boyunca sahneden üzerlerine akan samimiyete aynı içtenlikle karşılık vererek bir yandan alkışlarken bir yandan da yüksek sesle teşekkür ediyor; abdullah dağaçar’ı, aziz’i, mithat’ı, bayram’ı ve tiyatrocuyu teker teker tebrik ediyor olmaları.
[ne ilginç; şimdi, bu yazıyı yazarken geri dönüşüm işçilerinin adlarını çok net hatırlıyorum da, bir türlü tiyatrocununki aklıma gelmiyor. flyer’dan bakıyorum: hasan hüseyin karabağ’mış. demek ki, işçiler tiyatrocudan basbayağı rol çalmışlar. helal olsun!]
17 Ekim 2010 Pazar
kınıyorum
bomonti'de dünki gösteriden önce birisinin "beşiktaş'taki yerleştirmeye saldırı olmuş galiba" dediğini duydum, idans görevlilerinden kıdemli gibi gözükeni "bize böyle bir bilgi gelmedi, haberim yok" dedi.
dün akşamdan beri idans'ın sitesini kontrol ettim bir açıklama çıkacak mı diye. biraz önce mimesis'ten öğrendim haberi.
ne ilginç, günlerin köpüğü'nün içine doğmuş sanki, dünki yazısında benzer bir durumun çok isabetli bir tahlilini yapmıştı.
her şeye rağmen; serginin tasarımcılarından rosan bosch'un açıklamasını, bu ülkedeki "iklime" dair bilmediğimiz şeyleri söylemiyor olsa da, çok çok önemli buluyorum:
“Sergideki objelerin herbirinde bir soru var. Bu sorulara farklı yanıtlar verilebilir ve ifadelere karşı çıkıp tartışmak mümkündür. Ancak, tartışmanın mümkün olmaması bazı dogmaların olduğuna işarettir. Buluşup konuşup paylaşacağımız alanlar oluşturmayı hedefleyen bir projede çalışırken böyle bir durumla karşılaşmak beni çok üzdü.”
16 Ekim 2010 Cumartesi
bambaşka bir "bahar ayini"
üç sene önceki "solo" temalı ilk idans'ta "self unfinished" ile bizleri büyüleyip, "product of circumstances" ile afallatan xavier le roy, dün ve bu akşam tekrar idans'ın konuğu oldu. hem de yine şaşırtıcı bir proje ile.
stravinski'nin "bahar ayini"nin (le sacre du printemps) böyle bir versiyonu hiç yapılmamış olmalı: xavier le roy, simon rattle'in berlin filarmoni orkestrasını yönetirkenki hareketlerinden esinlenerek, "bahar ayini"ni yöneten bir orkestra şefinin hareketlerinden oluşan bir performans hazırlamış.
salonda sahne ve seyirci kısımlarının bütün ışıkları performans boyunca yanıyor; seyirci koltuklarının altına kapsamlı bir ses sistemi yerleştirilmiş; le roy beşinci dakikadan sonra yüzünü bize, seyircilere dönüp, yapıt sırasında orkestra üyelerinin, örneğin flütçünün veya obuacının bulunması muhtemel yerlere referanslar vererek seyircileri orkestra üyeleri gibi kullanarak bizi de performansın bir parçası haline getiriyor.
le roy, bu performansı neden gerçekleştirdiğini daha iyi anlamamız için, yapıt boyunca iki de şaşırtmaca hazırlamış: 1- kısa bir süre müzik kesiliyor ama le roy yönetmeye devam diyor, 2- kısa bir süre de le roy sahne arkasına geçiyor ve müzik boş sahnede çalmaya devam ediyor.
le roy'un "bahar ayini", müziğin kendisi ile müziği icra edenler arasındaki ilişkiyi sorgulayan bir çalışma.
"bahar ayini"nin seçilmiş olması tesadüf değil; üzerine koreografi yapılsın diye bestelenmiş bir müzik yapıtı. dolayısıyla le roy'un, orkestra şefi rattle'ın müziği icra etmek için yaptığı hareketlerden, yani bir nevi "orkestra şefinin koreografisi"nden yola çıkması anlamlı.
günümüzde bazı şeflerin orkestra yönetirkenki "performanslarını" gözümüzün önüne getirdiğimizde "müzik mi icracıyı tetikliyor yoksa tam tersi mi?" gibi hayati bir sorunun gündeme gelmesi bir yana; soru-cevaplarda bir seyircinin sorduğu üzere, hiç bir müzik eğitimi almadığını söyleyen le roy'un "orkestra şefi" rolüne soyunması bile bir kere, orkestra şeflerinin hegamonyasını kastre etmekle eş anlamlı. "biraz çalışırsa herkes benim yaptığımı yapabilir" diyor le roy.
müziği daha iyi anlayabilmek için le roy "bahar ayini"ne yapılan önemli koreografileri çalışmış; özellikle pina bausch'unkini ve tabii ki nijinski'ninkini. bunları sadece müziğin özünü daha iyi kavramak için etüd etmiş, yoksa kendi performansına bu koreografilerden bölümler almamış. ama bir zaman sonra, yaptığı bir-iki harekette kendini yapıtın aynı yerinde nijinski'nin yaptığı hareketlerin benzerini yaparken bulmamış da değil.
bir seyircinin "hareketlerinizde atlardan, hayvanlardan esinlenme gördüm" yorumu üzerine ise; çoğumuzun bildiğini farz ettiği walt disney'in ünlü "fantasia" filminden de, bilinçli olmasa da etkilenmiş olabileceğini söyledi le roy.
...
soru-cevap kısmında xavier le roy'a "bu performansı müziksiz izlemeyi tercih ederdim" dedim. "ilginç bir fikir ama o başka bir iş olurdu" diye cevap verdi. haksız değil. ama:
çoğu seyircinin tersine, klasik müzik konserlerini gözlerim kapalı "izlemeyi" tercih ederim, çünkü o şekilde müziği daha iyi duyarım. bir piyano resitalinde piyanistin parmakları, bir orkestra konserinde şefin hareketleri dikkatimi dağıtır, müzikten rol çalar; benim için görüntü sesin önüne geçer.
bunu ilk defa, yıllar önce sviatoslav richter'in istanbul konserlerinde fark etmiştim. richter piyanonun üstüne yerleştirilmiş tek bir mum ışığında vermeyi adet edinmişti konserlerini; istanbul konseri de öyleydi. ellerini hayal meyal görüyorduk; sadece müziğe konsantre olmuştuk. benim için inanılmaz bir deneyimdi.
bu akşam xavier le roy'un "bahar ayini"ninde bu sefer müzik görüntüden rol çaldı; hareketlerin saflığı bozuldu, etkisi azaldı. yine de; gerek performansın çıkış fikrini gerekse de uygulanma şeklini çok beğendim.
...
xavier le roy, dans için yazılmış olduğu için "bahar ayini"ni seçtiğini söyledi; aklıma salzburg fatihi borusan filarmoni orkestrasının havalı şefi sacha goetzel'in geçen sezonki bir konserde ulvi cemal erkin'in -yine bir dans süiti olarak bestelenmiş- "köçekçe"sini yönetirkenki hareketleri geldi;
filmekimi 2010, bilanço
xavier beauvois'nın "insanlar ve tanrılar"ının (des hommes et des dieux) bu dönemde çekilmiş olması, hele hele de cannes’da büyük ödül almış olması büyük tahilsizlik!
bir dine mensup kişilerin başka bir dine mensup kişileri kendi halinde-ılımlı-siyasi-köktendinci ayrımı yapmaksızın aynı kefeye koymayı tercih ettikleri ve yöneticilerin toplumlarına bu görüşü empoze ettikleri, eğitimli orta sınıf hıristiyanların sistemli bir şekilde islam düşmanlarına dönüştürüldüğü ve müslüman olmanın ötekileştirildiği bir dönemde mutlak iyi – mutlak kötü, mutlak masum – mutlak cani şablonları ile derdini anlatmayı seçecek kadar çapsızlıkta bir film avrupa için, fransa için, cannes için büyük talihsizlik.
manastır hayatının sırrına varmak istiyorsanız philip gröning'in “die grosse stille” (büyük sessizlik) adlı filmini tavsiye ederim, “insanlar ve tanrıları” değil!!!
"hırsız" (der raeuber), “avusturyalıların; aşırı refahın getirdiği şımarıklık, zenginlikten ne yaptığını bilememe, şaşırma ve sonunda nedensiz kötülük etmeye kadar varan ruh halleriyle avrupa’nın en psikopat toplumu” olduğuna dair -sekiz yıllık lise deneyimim ardından geliştirdiğim- şahsi teorimi bir kere daha kanıtlayan, ve bu anlamda içime su serpen bir filmdi.
ulrich seidl ve michael haneke filmleri beni çoktandır doğrulamışlardı gerçi, ama olsun, fazla mal göz çıkarmaz. benjamin heisenberg’i de izlenecek yönetmenlerim arasına yazdım.
“otar gittiğinden beridir” ile izlenecek yönetmenler listeme giren genç gürcü kadın yönetmen julie bertuccelli’nin “ağaç”ı (the tree) ise tam bir hayal kırıklığıydı.
charlotte gainsbourg’u aynı yıl içinde ikinci kere ağaç kökleri arasında seyretmenin irkilticiliği bir yana; “ağaç” her şeyiyle özenli, düşünülmüş, tasarlanmış ve pahalı olan ancak bunların hepsinin pek bir naif kaldığı bir filmdi.
hiç yeni bir şey söylemedi; hayata, ölüme, kayıplara veya ağaçlara yeni bir gözle bakmamızı sağlamadı.
yine bir önceki filmiyle takip edilesi yönetmenler listeme giren taylandlı apichatpong weerasethakul'un "amcam önceki hayatlarını hatırlıyor" (lung boonmee raluek chat) adlı filmi beni salondan kaçarcasına çıkan güruha dahil edecek kadar sıkmadıysa da, sonuna kadar kalmama değecek pırıltıya da sahip değildi. bir arkadaşım "belgesel niyetine seyrederek dayanabildim" dedi; filmin verdiği hissiyatı pek güzel tarif etti.
isveçli yazar stieg larsson'un millenium üçlemesinin ikinci halkası "ateşle oynayan kız" (flickan som lekte led elden), maalesef gerek içerdiği entrikanın zayıflığı gerekse de gelişmelerin inandırıcılıktan yoksunluğuyla ilk bölümün çok altında kalan bir etki bıraktı bende.
yine de; sıradışı, sert ama kırılgan mizacı, anatomik olarak çocuk gibi duran haliyle sempati duyduğum lisbeth'in (noomi rapace), sorunlu geçmişindeki önemli bir kişilik ile hesaplaşmasını konu edinen ve yumuşak bakışlı gazeteci mikael blomkvist'i (michael nyqvist) de tekrar hikayeye dahil eden ikinci film sıkılmadan seyrediliyor.
benzersiz juliette binoche'un son harikası "aslı gibidir" (certified copy) ise, en son "zeytinlikler altında"da bıraktığım iranlı usta abbas kiarostami'yle barışmamı sağlayan film oldu.
adam ile kadının hemen filmin başlarında bir arabanın içinde ortaçağdan kalma italyan kasabasının sokaklarında dolaştıkları sahne görüntü tasarımı açısından herhalde sinema antolojilerine geçer: kamera adam ile kadını arabanın ön camının dışından çekiyor, geçilen dar sokakların iki yanındaki binaların görüntüleri ön camın iki yanına vurup iki karakterin görünür olmalarını sağlıyor; ikisinin arasından da arabanın arka camından gözüken geçilen sokakların zemin kotundaki perspektifi seyrediliyor.
bu tek uzun sekans hem sinematografik olarak dahiyane bir fikir, hem de filmin içeriğiyle, yani orijinal-kopya, gerçek-sahte, gerçek-yansıma tartışmasıyla mükemmelen örtüşüyor.
hemen arkasından seyrettiğim, kafa karıştırıcı biçimsel filmlerin yönetmeni christoffer boe'nun "her şey güzel olacak" (alting bliver godt igen) filminin ana temasını da; birbirinin içine giren, bir noktadan sonra neyin orjinal neyin sahte, neyin gerçek neyin kurgu, neyin yaşanılan neyin yaşanıldığı zannedilen/hayal edilen olduğuna dair sınırların belirsizleştiği bir hikaye oluşturuyordu.
ya "gerçek güneş ışığı kadar yakıcıdır", ya da "saplantı insanın gözünü kör eder" dermiş gibi, film boyunca başkarakterin gözüne veya kameranın içine karşıdan direkt ışığın girdiği contre-lumiere çekimler çok iyiydi.
başka bir büyük hayalkırıklığı yaşadığım danis tanovic'in "güzel bir hayat düşlerken"inin (cirkus columbia) ardından neyse ki bu seneki filmekimini, gönül rahatlığı ile beğendiğim bir filmle bitirdim.
oyunculuğunu bildiğimiz mathieu amalric'in şov dünyasının perde arkasına bakan "turne" (tournée) adlı filmi bildik portreler, tanıdık durumlar sunsa da, samimiyeti ve gerçek hayatta da aynı işi yapan burlesk tarzı striptizci kızların enerjisiyle puan topladı.
01. turne (tournée), mathieu amalric, **** (14ekm)
02. aslı gibidir (certified copy), abbas kiarostami, **** (14ekm)
03. hırsız (der raeuber), benjamin heisenberg, ***.5 (11ekm)
04. her şey güzel olacak (alting bliver godt igen), christoffer boe, ***.5 (14ekm)
05. ateşle oynayan kız (flickan som lekte led elden), daniel alfredson, *** (13ekm)
06. insanlar ve tanrılar (des hommes et des dieux), xavier beauvois, *** (11ekm)
07. amcam önceki hayatlarını hatırlıyor (lung boonmee raluek chat), apichatpong weerasethakul, **.5 (12ekm)
08. ağaç (the tree), julie bertuccelli, ** (11ekm)
09. güzel bir hayat düşlerken (cirkus columbia), danis tanovic, * (14ekm)
15 Ekim 2010 Cuma
iksv'nin nesi eksik nesi fazla!
büyük bir gazetemizde büyük puntolarla yazılmış bir başlıkta fiilin yanlış çekilmiş, hatta türkçede olmayan bir şekle bürünmüş olmasını göz ardı edebilirseniz, başlığın mesajı ve haberin içeriği içler acısı. sanki borsa endeksinden veya türkiye’ye giren turist sayısından falan bahsediliyor.
haberin anafikri, “kar amacı gütmeyen bir etkinlik” olan filmekimi’nin zarar ettiği.
iksv’nin film bölümünün başında olan azize (tan) hanım festivalin giderlerinden bahsediyor, emek’in yokluğunda seyircinin azalacağından, atlas’taki iki seansın ancak bir emek ettiğinden dem vuruyor ve her şeye rağmen haftaiçi gündüz seanslarının bilet fiyatlarını küçük bir zamla 4 tl.’de tuttuklarını belirtiyor.
kendileri dışında inanan yok ama iksv güya bir “sivil toplum kuruluşu” ve sadece kamu yararına, kar amacı gütmeden etkinlik düzenliyor.
iksv’nin üst düzey yöneticileri ve genel sanat yönetmenleri mikrofon ne zaman onlara uzatılsa ne kadar zarar ettiklerinden, zar zor para denkleştirerek festivalleri gerçekleştirdiklerinden bahsediyorlar.
ben bir İstanbullu sanatsever olarak artık alınmaya başladım; yani ben bir filmi 4 tl.’ye seyredebileyim diye köklü bir kültür ve sanat kurumumuz zarar etsin ve yöneticileri bunu her platformda her an dile getirsinler!
pardon ama siz kamu yararına çalıştığınızı iddia etmiyor muydunuz?
her şey bir yana; bir “iyilik” yapıp, bedelini her fırsatta ile getirmeniz ne kadar ahlaki?
“ben sana yardım ediyorum ama kendim zarar ediyorum.”
aslında iksv son 10 yıldır stk veya vakıf falan değil, düpedüz bir şirket.
cevval bir pazarlama departmanı olan, kapısında dizi dizi badigardların beklediği, yönetim binasında tuvaletler dışındaki her bir kapının manyetik kartla açıldığı, adını gelen geçenin gözüne sokar gibi binasının cephesine koca puntolarla yazdıran bir şirket.
zarar ediyorsa iyi yönetilemiyor demektir!
ayrıca; sanırım bir şirketin sık sık uluorta zarar ettiğini söylemesi de pek yakışık almıyor.
azize hanımın söylediklerinin satırarasını okumaya kalkarsanız ise; iksv’nin emek sineması konusundaki “korumacı” tavrını tetikleyen ivmede, kentin hafızasına kazınmış bir kültür varlığını kaybetmekten ziyade 1000 kişi kapasiteli bir sinemayı, yani 1000 bilet parasını kaybetmiş olmanın yattığını fark ediyorsunuz. ne kadar hüzünlü..
azize hanım emek’in yokluğunda daha az kişi filmleri izleyebilecek diyor;
zaten filmekimi’ndeki filmlerin %80’i sezon içinde vizyona girecek olan filmler değil mi? kim neyi kaçırıyor! 4 tl.ye seyretme imkanını mı?
haberde giderler de bahis konusu oluyor;
%80’i dağıtımcılar tarafından zaten türkiye’ye getirilmiş filmleri oynatıyorsunuz, bunların da yarısının altyazısı hazır, filmin üstünde, çeviri ile uğraşmıyorsunuz. filmekimi’nde katalog basmıyorsunuz, konuk ağırlamıyorsunuz, ödül vermiyorsunuz, jürileriniz yok.
dağıtımcılara ne kadar ödüyorsunuz ki?
bu festival, ticari amaçlı olmayan kültürel bir etkinlik değil mi; bağlı olduğunuz festivaller birliğinin kuralları, ticari gösterim olmadığı için bir filmi cüzi bir ücret karşılığında en fazla dört seans göstermenize göre düzenlenmiş değil mi; e, o zaman kime ne için ne kadar ödüyorsunuz?
kısaca; giderlerinizi neden bu kadar abartılı sayıp döküp, zarar ediyoruz diyorsunuz!
akbank caz festivali, idans festivali veya if bağımsız filmler festivali yöneticileri veya sanat yönetmenleri sık sık medyaya çıkıp “zar zor düzenliyoruz”, “zarar ediyoruz” diye yakınıyorlar mı?
neden iksv durmadan bu edebiyatı kullanıyor! diğerlerinden neyi eksik! veya; nesi fazla!!!
12 Ekim 2010 Salı
kentsel mekandaki bedenler
willi dorner’in “bodies in urban spaces” (kentsel mekandaki bedenler) projesi rengarenk kıyafet ve aksesuarlarla donatılmış bedenler yoluyla; kentin sokaklarından geçip giderken fark etmediğimiz yapılara, yapıların fiziki özelliklerine, yapılar arasındaki tanımlı-tanımsız boşluklara, sokaklara yerleştirilen objelere ve bunlar arasındaki ilişkilere veya ilişkisizliklere dikkat çeken; kendiliğinden oluşmuş kentsel fiziki çevrenin o “an”daki durumuna kah uyum sağlayıp kah onunla hesaplaşan; bazen bir trajik levhasının tektoniğine veya geometrik çizgilerine atıfta bulunan; bazen sıkışıklıkları, aralıkları vurgulayan; kentsel mekandaki gerilimleri görünür kılan; etrafa-sokağa-yapılara yeni bir gözle bakmayı sağlayan, kentsel mekanın fiziki özelliklerine dair farkındalık yaratan; bazen bir semt çeşmesinin taştan kırma çatısını kaide gibi kullanıp heykelleşen; bazen bir su borusundan akan suya dönüşen, bazen “sadece” var olan, bazen de merdivenler gibi kentin mevcut elemanlarını yeniden kuran dahiyane bir çalışma.
dorner’in bedenlerle yarattığı yerleştirmeler kentle fiziki ve anlamsal bağlantılar kurmanın yanı sıra, kendi içlerinde değerlendirildiklerinde; bedenin uzuvlarıyla ve genel olarak bedenlerle strüktür kurma konusunda had safhada yetkin, denge ve fizik kurallarını ustaca kullanan özgün tasarımlar.
willi dorner’in bodies in urban spaces projesinden ilk defa geçen yaz berlin’in tanz im august festivali sayesinde haberdar olmuştum. bloguma oradaki performanstan fotoğraflar koyup, bir gün istanbul’da da izlesek hayalini kurmuştum.
bodies in urban spaces geçtiğimiz haftasonu şişhane’den tepebaşı’na, oradan tophane’ye uzanan ve çukurcuma’da sonlanan güzergah üzerinde bizi bir noktadan diğerine sürüklerken, her seferinde hayret, hayranlık ve heyecanla beyoğlu sokaklarını tekrar keşfetmemizi sağladı. beyoğlu’nun arka sokaklarının sunduğu yüklü malzemeyi iyi değerlendiren willi dorner, istanbullu dağcı, dansçı ve sporcularla gerçekleştirdiği projede her bir yerleştirmenin birbirinden heyecan verici olduğu enfes bir çalışma ortaya koydu.
bu vesileyle bir iki söz de idans’ı düzenleyen bimeras hakkında: arkasında ne iksv’de olduğu gibi anlı şanlı şirketlerimizin, ne de ajans2010’daki gibi devletten oluk oluk akan paranın olduğu bimeras vakfı sakin, dingin, derinden derinden, insancıl, insana ve çevreye saygılı bir şekilde kotardığı idans festivali ile ne iksv’nin ne de ajans2010’un başaramadığını gerçekleştiriyor. yıllardır gişe kaygısı gütmeden, yeterince bilet satılır mı, istanbullu seyirci beğenir mi, ya sıkılırsa gibi endişelere kapılmadan; günün nabzını tutan, çağdaş, yeni -ve bazen dayanılması bayağı bir sabır ve entelektüel altyapı isteyen- işleri meraklı İstanbul kedileri ile buluşturan idans ekibi bu seneki programda kente adeta nüfuz ederek, sokaklarına, meydanlarına, semtlerine açılan; diğer kurumların “imkansız, çok pahalı olur” diyerek kolaya kaçıp vazgeçtikleri bir sürü heyecan verici projeyi istanbul’da gerçekleştiriyor. buradan onlara gönül dolusu teşekkür.