30 Mayıs 2009 Cumartesi

essen'den palermo'ya yolculuk

wim wenders'in "palermo'da yüzleşme" (palermo shooting) filmini filmekimi'nde kaçırmıştım, bugün yakaladım.
film fazlaca kişisel olmasına rağmen beni bir yerlerden yakalamayı başardı. ancak yakalandığım kısımlar filmin içeriğine veya biçimine, yani sinemasal değerlerine dair değil, filmin geçtiği mekanlarla alakalıydı.

filmin ilk yarısında almanya'da düsseldorf nehir kıyısında ve essen'de japon mimar ikili SANAA'nın tasarladığı zollverein tasarım okulu yapısının iç ve dışında geçen sahneler, ardından da palermo sokakları, trionfo morte (ölümün zaferi) freskosu ve escher-piranesi karışımı düşsel labirentler filmi pür dikkat seyretmeme yetti.

"palermo'da yüzleşmek"te başka bir şey de ister istemez ilginç geldi bana: eylül ayında "pina" adlı ilk 3D dans filmini çekmeye başlayacak wim wenders'in sanki daha bu filmden pina'nın etrafında/mekanlarında dolanmaya başlamış olması:
pina bausch'un yaşadığı ve halen sanatını sergilediği wuppertal, düsseldorf ve essen kuzey ren-vestfalya'da birbirlerine yirmişer dakika mesafede kentler. daha da hoşu; pina bausch'un 1989'dan beri sahnelenen ve adını aldığı şehirde yaratılmış olan "palermo, palermo" adlı bir yapıtı var.

wim wenders 25 yıl önce ilk defa pina bausch'un yapıtlarıyla karşılaştığında çok etkilendiğini, pina bausch ile mutlaka bir film çekmek istediğini ancak iki boyutlu sinema perdesinin pina bausch'un yapıtlarını ne duygusal ne de estetik olarak yansıtacağını düşündüğünden şimdiye kadar beklediğini söylüyor. ayrıca, 3D teknolojisi sayesinde seyirciyi direkt sahneye, olayın merkezine çekme imkanının olacağını ve bunu hedeflediklerini belirtiyor.
"pina" pina bausch'un "café müller", "le sacre du printemps" ve "vollmond" adlı yapıtlarından bölümler içerecek.

seçilen yapıtlardan ilk ikisi zaten pina bausch'un tartışmasız başyapıtları. dolayısıyla neden onların seçildiği gibi bir soru oluşmuyor kafasında insanın.
"vollmond" ise kanımca pina bausch'un son 10 yılda sahneye koyduğu yapıtları arasında başka bir yerde duruyor; "vollmond" belki de pina bausch'un 21. yüzyıl döneminin başyapıtı!
sanatsal kaliteleri bir yana, 3D teknolojisiyle çekilecek film için bu üç eserin seçilmesinin başka bir nedeni var gibi geliyor bana: "café müller"de hızla oraya buraya itilen sandalyeler, "le sacre du printemps"da dansçıların ayaklarından etrafa sıçrayan topraklar, "vollmond"da sahnedeki devasa kayanın kova kova suyla dövülmesi sonucunda etrafa sıçrayan su tanecikleri.
eminim bu sahneler 3D teknolojisi sayesinde beyazperdede muhteşem sonuçlar verecektir, ancak bir yandan da insan, pina bausch'un yapıtları da mı 3D atraksiyonuna kurban gidecekti diye düşünmeden edemiyor.

lafı açılmışken pina bausch - sinema ilişkisine de kısaca değinmek isterim. doğal olarak pina bausch hakkında yapılmış bir çok televizyon belgeseli ve az da olsa yapıtlarının televizyon kayıtları var, ancak benim burada bahsedeceğim bausch ile çalışmış sinemacılar.
sondan başlarsam; pedro almodovar'ın "konuş onunla"sı (hable con ella) pina bausch'un yer aldığı en popüler film olduğunu söylemek yanlış olmaz. hatta bu filmi, onun "café müller"i olmadan hayal etmek te imkansız. almodovar'ın da çıkış noktası zaten "café müller"miş; bu nedenle ki "café müller" filmde süs olarak değil, filmin dokusuna/içeriğine/sinematografisine nüfuz etmiş olarak yer alıyor.
fransız kadın yönetmen chantal akerman'ın "un jour pina m'a demandé" adlı 1983 yapımı bir söyleşi-belgeseli var ki, bu filme bir türlü ulaşıp da izleme imkanım olmadı. bir aralar istanbul fransız kültür merkezi'nin kütüphanesinde olduğuna dair ipucu yakalamıştım, hala peşindeyim...
son olarak; pina bausch'un yine 1983 yılında bu sefer büyük sinemacı federico fellini'nin "ve gemi gidiyor" (e la nave va) adlı filminde soluk benizli, sessiz prensesi canlandırmışlığı var.
bunlar dışında pina bausch'un bir de yönetmen olarak bir filmi mevcut: 1989 yapımı "die klage der kaiserin" (türkçeye "imparatoriçenin sızısı" gibi çevrilebilir).
o dönemki dansçılarının rol aldığı 105 dakikalık filmin, benim gibi iflah olmaz bir hayranının bile tahammül sınırlarını zorladığını üzülerek belirtmek isterim.

"hangi duygu halleri sizi yaratım içine sokar?"

"... İnsan yaşamın kıyısına gitmeli. Karnının içindeki en dip köşeye giderek orada bir rahatsızlık, huzursuzluk varsa önce onu tedavi etmeli, müzik bile yapmadan önce. Hatta herhangi bir şey yapmadan önce... Çünkü en dipteki hayat kıvamının fokurdaması, yanlış sonuçlar doğurur. Ve insan, benliğiyle ve ruhuyla çalmalı her notayı. Bedeniyle çalmamalı. Elinden önce ruh gitmeli o sese... Bu açıdan bakınca, bir müzisyenin, yaşamını son derece içsel bir hale dönüştürmesi lazım.

Ben de hayatımda böyleyimdir. Muazzam bir yalnızlığa çekilip, saatlerce kendimi dinleyip ondan sonra çalışmaya başlarım... Çoğunlukla evimdeyimdir. Evimde, bahçemde huzuru bulabiliyorum. Ve beste de o zaman çıkıyor, yeni bir eserin benliğe geçmesi de o zaman oluyor."
söyleşiyi yapan: rahşan apay
(andante, nisan-mayıs 2009)

"insanın en devrimci eylemi gerçeği söylemektir."

oyun öncesinde, genco erkal'ın son oyununa gideceğimi öğrenen bir dostum "genco erkal , yıldız kenter, müşfi kenter gibi usta oyuncuların bir müddet sonra sahnede kendilerine dönüştüğüne" dair bir laf etti. oyuna berbaber gittiğim arkadaşım ise "genco erkal'ın eslerinin bile, örneğin nazım oratoryosu'ndakinden farklı olmadığını" söyledi.
tam da bu nedenlerle genco erkal'ın oyununa gitmek istiyordum, ve arkadaşlarımın yorumlarından rahatsızlık duymadım.

genco erkal, annemin gençlik zamanından beridir sahnede olan, bir çok başarılı yapıma imza atmış, tiyatro bir yana bir sanatçı olarak hayattaki duruşuyla bu kadar zaman ilkeli ve istikrarlı kalmış ülkemizdeki ender insanlardan biri.

evet, marx'a dönüşmüş bir erkal'dan ziyade erkallaşmış bir marx seyrettik. bence mahsuru yok! hatta çok da keyif aldığımı söylemeliyim.
hele de; "marx'ın dönüşü", bambaşka bir tiyatro anlayışıyla sahneleniyor olsa da "vur / yağmala / yeniden" projesi ve bu hafta başında izlediğim "gagarin sokağı"nın içerik olarak birbirlerini tamamlıyor, birbirlerinin -değinmedikleri- boşluklarını dolduruyor olmaları açısından çok da isabetli bir tesadüf olmuş bu üç oyunu aynı haftaya denk getirmem.

genco erkal yaklaşık 1.5 saat boyunca bize marx'ı anlatıyor; hayatını, düşüncelerini, sıkıntılarını, karısı jenny ile olan ilişkisini. kaçınılmaz olarak, araya engels ve bakunin anektodları da giriyor.
100-150 yıl öncesinden bahsediyoruz, ama anlatılanların hiç biri tozlu, eskimiş, fosilleşmiş değil. tersine, tam da bugünü betimliyor, bugünü anlamamızı sağlıyor.

genco erkal, unutmayalım diye sahnelediği "sivas '93"ün ardından, hatırlayalım diye de "marx'ın dönüşü"nü oynuyor.

28 Mayıs 2009 Perşembe

çağdaş destan tamamlandı

"vur / yağmala / yeniden" sekizinci gösteri ile noktalanıyor. sekiz aydır takip ettiğimiz bu çağdaş destan ancak bu kadar isabetli iki oyunla noktalanabilirdi. her şey o kadar tamamlandı ki, üstüne söyleyecek söz kalmıyor.

sekizinci gösteriyi oluşturan "odysseia" ile "cennet yeniden" birbirine zıt özellikler barındırıyorlar: toplumsal alan - bireysel alan, askerlik - eşcinsellik.
ilk oyun "odysseia"da işgal kuvvetlerinin özgürlük ve demokrasi getirdiklerine inandıkları topraklardan özgürlük ve demokrasi götürecekleri başka topraklara doğru yola çıktıklarına, ikinci oyun "cennet yeniden"de ise 20 yıl önce özgürlük ve demokrasinin gittiği topraklarda insanların ne kadar tok (hatta şişmanlamış), uyuşturulmuş ve omurgasız olduklarına tanık oluruz.

"vur / yağmala / yeniden" projesinin mimarı/yönetmeni murat daltaban son oyunda oyuncu olarak da karşımıza çıkarak eşcinsel matt'ı canlandırıyor.
murat daltaban'ı uzun bir süre sonra tekrar sahnede seyretme vesilesiyle, afife jale ödülleri hakkında bir izleyici olarak içimde kalan bir konuda fikrimi söylemek isterim:
kentimizin prestijli ödülü [tony'si] olmaya aday afife jale ödülleri'nin jürisi her sene bir pot kırmadan olamıyor. geçen sene "sivas '93"e, kategorileştiremedikleri için özel ödül vermeyi seçmişlerdi; saçma bir karardı, zaten çok tartışıldı. bu sene ise, neredeyse hiç tartışılmayan, ancak bana çok garip gelen başka bir karar aldılar: hangi oyundaki hangi oyuncuyu aday göstereceklerini bilemediklerinden "vur / yağmala / yeniden" projesinin bütün oyuncularına bir özel ödül verdiler. peki, murat daltaban neden yönetmen dalında aday gösterilmedi; ve neticede bu ödül ona verilmedi. kafa karıştıracak bir şey yok ki ortada: bu uzun soluklu, tutkulu projenin tek bir mimarı/tek bir yönetmeni var. murat daltaban yönetmen olarak neden görmezden gelindi? afife jale jürisi, ne kadar dar görüşlü olduğunu neden her sene kanıtlamak zorunda!
büyük ihtimalle murat daltaban'ın son oyunda oynayacağı en baştan verilmiş bir karardır. ancak yine de çok isabetli olmuş, görmeyen gözlere "ben burdayım" demek lazım!!!

"vur / yağmala / yeniden" projesinin verdiği cesaret ve özgüvenle dot'un bir sonraki projesi "angels in america" olmalı. umutla bekliyorum!

26 Mayıs 2009 Salı

"rocco ve kardeşleri"ne flemenk yorumu


ivo van hove hollanda'nın en önemli tiyatro adamlarından biri. son yıllarda filmlerden yaptığı tiyatro uyarlamaları ile arka arkaya ses getiriyor. "çığlıklar ve fısıltılar" (i. bergman), "teorem" (p. p. pasolini) ve "açılış gecesi"den (j. cassavetes) sonra luchino visconti'nin "rocco ve kardeşleri"ni (rocco e i suoi fratelli) sahneledi. önümüzdeki hafta amsterdam'da başlayacak ünlü holland festival'de bu sefer antonioni'nin üç başyapıtı "l'avventura", "la notte" ve "l'eclisse"den kendisinin derlediği "antonioni-project"i sahneye koyacak.

amsterdam'dayken, şehir tiyatrosu'nun 9 mayıs'ta açılan yeni deneme sahnesi rabozaal'de sahnelenen "rocco ve kardeşleri"nin son gösterisini yakalama şansım oldu. ertesi gün de, van hove'un bu sefer de nederlande opera'da sahneye koyduğu leos janacek'in "de zaak makropolus" (makropulos davası) adlı operasını seyrettim. [böylece, sidi larbi için gittiğim amsterdam'da kendime küçük bir de ivo van hove ziyafeti çekmiş oldum]

"rocco ve kardeşleri" visconti'nin konu olarak alt sınıfı, kenarda kalmışları, yoksulları anlatmasına rağmen sinemasal anlar ve biçim olarak tam anlamıyla "görkemli" olarak tanımlanabilecek bir filmidir bana göre.
öyle sahneler, öyle mizansenler vardır ki içinde [simone ile nadia'nın ilk sevişmelerinin (ki sevişme sahnesi gösterilmemiştir) ardından yatak odasındaki uzun diyalogu, yine simone ile nadia'nın bu sefer filmin sonunda ağaçlıklı alandaki sahnesi, simone ile rocco'nun kavga sahnesi, boks menejerinin evinde simone ile menejerin sahnesi] zevkten tüylerinizi ürpertir.

ivo van hove yaptığı uyarlamada, filmin görkemini öncelikle sahne düzenlemesi (tasarım: van hove'un ayrılmaz dekorcusu jan versweyveld) ile yaratıyor:
- seyircileri rabozaal'in salon/seyirci kısmında değil sahnenin tam üstüne konumlandırmış (sabit seyirci koltukları arkada kalmış, kullanılmıyorlar), ortaya geniş beyaz bir platform yerleştirmiş, etrafını oyun ve objeler için boşaltmış,
- dört bir yanda -bu oyun için özel hazırlanmış- seyirci tribünleri yükseliyor, dört bir köşede ise 2-3 katlı kule-yapılar,
- sahnenin üstünde olduğumuz için üzerimizde 20 metre yüksekliğindeki sofita boşluğunu algılıyoruz/yaşantılıyoruz, sahnenin kenar duvarlarındaki sahne aksamı da bütünüyle gözler önünde, herşey açık.
- ortadaki platformun üzerinde bir ışık adası var (boks ringi fikrini güçlendiriyor), 20 metre yukardaki tavanda ise sadece oyunun sonunda yakılacak ve ortama (van hove'un "kaderden kaçılmaz" veya "alnımıza yazılmış" yorumunu kuvvetlendirir anlamda) tanrı ışığı atmosferi katacak büyük spotlar monte edilmiş.

ivo van hove, "rocco ve kardeşleri"nin çok mekanlı hikayesini bu görkemli/devasa sahne düzenlemesi sayesinde ustaca ve kolayca anlatmayı başarmış. her bir kuledeki her bir kat oyunun geçtiği mekanlardan biri olarak kullanılıyor. ortadaki platform ise oyunun merkezini oluşturuyor; yeri geliyor boks ringi oluyor, yeri geliyor ailenin toplandığı yemek masası veya nadia ile rocco'nun yatağı oluyor. nadia'nın simone tarafından tecavüze uğradığı sahne de bu beyaz platformun üzerinde gerçekleşiyor.
platformun etrafındaki boş alan ise zamanla parondi ailesinin evinin kurulduğu mekana dönüşüyor; yataklar, masalar, çamaşır makinası, koltuklar bu platformun etrafındaki boş alana dizilerek sahne mekanının bütününe anlam ve işlev katmış olunuyor.

oyuncular, özellikle nadia'da halina reijn ve simone'de hans kesting çok çok çok başarılılar; ikisi de karakterlerinin gerektirdiği yoğunluğu ve beden dilini ustaca yaratmışlar, ayrıca [belki hollanda'da şaşırtıcı olmayabilir] gerektiğinde sahnede anadan doğma dolaşıp, duşun altına girip sevişebiliyorlar veya tam da karakterinin gerektirdiği üzere nadia bütün seksapelini ortaya çıkaran bir kombinezonla seyirciler içinde rahatça dolaşabiliyor, ve belki de en etkileyici olanı bir metre önünüzde gerçekliğinden şüphe duyulmayacak bir tecavüz sahnesinin irkiltici gerilimini size yaşatıyorlar.
aslında belli ki ivo van hove sahnede gerçekleşen her şeyin olabildiğince gerçekçi olmasına uğraşmış; örneğin, anne rosario'nun pişirdiği yemeğin soğan kokusu bile bir ara kaplıyor salonu.

müzik, özellikle de ses tasarımı çok etkileyici. köşe-kulelerin birinin üzerindeki tek bir müzisyen (harry de wit) oyun boyunca gözü sahnedeki sanatçılarda, tetikte bekleyerek canlı elektronik müziği ve ses tasarımını gerçekleşiyor.
özellikle simone ile rocco'nun birer güçlü boğa gibi birbirlerine toslayarak, vurarak, bütün kuvvetleriyle birbirlerine dayanarak gerçekleştirdikleri, mükemmel koreografili dövüş sahnesinde, yumruklarla ve vücutların birbirine çarpmasıyla senkronize olan ve bütün mekanı titreten/sallayan anlık ses efektleri çok ama çok etkileyiciydi.
"rocco ve kardeşleri" gibi 60'lardan kalma klasik bir italyan filminin tiyatro uyarlamasında her şey bu kadar gerçekçi, çağdaş ve etkileyici olunca, tiyatronun genç seyirci ile dolup taşması da şaşırtıcı olmuyor.
genç nesil bu sayede tiyatroya kazandırılıyor; şimdiki zamanın nabzı tutularak!

işçi'nin dediği gibi: "unutursam ne yaparım"

endüstri devriminden beri geçen 150 yılda dünyada gerçekleşen siyasal, toplumsal ve ekonomik gelişmeler konusunda, yani kapitalizm, sosyalizm ve anarşizm ekseninde zeki, eğlenceli ve gerilimli bir beyin fırtınası seyretmek istiyorsanız önümüzdeki tiyatro sezonunu beklemek zorundasınız. çünkü istanbul halk tiyatrosu'nun yeni oyunu "gagarin sokağı" bu akşam bu sezonluk son defa sahnelendi.
iskoç gregory burke'un yazdığı oyunu mehmet ergen türkçeye çevirmiş ve sahneye koymuş. malum, kendisinin en iyi bildiği ve mükemmel işler çıkardığı alanlardan biri çağdaş ingiliz tiyatrosudur.
oyunda, istanbul halk tiyatrosu'nun kurucuları levent üzümcü, yıldıray şahinler ve bahtiyar engin oynuyorlar. onlara, akbank yeni kuşak tiyatro'nun oyunlarında parlayan deniz celiloğlu eşlik ediyor; genç oyuncu, sahneyi paylaştığı ustaları arasında ezilmiyor.

bu keyifli olduğu kadar düşündürücü oyun önümüzdeki sezon tekrar seyredilir...

25 Mayıs 2009 Pazartesi

rüyalar kabusa dönüşürse!

daha önce adını duymadığım ama belli ki çağdaş fantastik edebiyatın çok okunur isimlerinden neil gaiman'ın kitabından uyarlanan animasyon film "coraline" (koralin ve gizli dünya) iki haftadır sinemalarımızda.

tim burton ile çalışmışlığı olan henry selick'in yönettiği film bir tasarım harikası.
ayrıca 3D teknolojisiyle çekilmiş ve bazı sinemalarımızda gözlüklerle seyredilebiliyor. ben normal bir gösterimini izledim. zaten sırf 3D atraksiyonu olsun diye sahne eklenen filmlerden pek haz etmiyorum, neyse ki "koralin"de bu sahneler pek sırıtmıyordu.

anlatılan; anne babasından sıkılan, ancak keşfettiği gizli dünyaya yaptığı yolculuk sonrasında onların kıymetini anlayan mavi saçlı bir kızın hikayesi. o gizli dünyada kızı hoş tutan bir "diğer anne" var, ancak bu annenin ve bu dünyadaki diğer bütün canlıların gözleri düğmeden.

mavi saçları, yıldız işlemeli kıyafeti ve kendisine macerasında eşlik eden kara kedisi ile koralin bana çok sevdiğim, uzun zamandır görüşmeye fırsat yaratamadığım bir dostumu hatırlattı. acaba oğluyla gitmiş midir bu filme diye geçirdim içimden... eğer gittiyse, eminim yarısında terk etmemiştir

24 Mayıs 2009 Pazar

idansII, izlenim 4: yerel saat ayarı

doKUMAN - taldans
idans'ta bu haftasonu yerel saat ayarı yaptık.
cumartesi günü fransız kültür'de 13.00-17.00 arası dokuz genç koreograf yeni işlerini sergilediler. ardından garajistanbul'da hareket atölyesi, bu akşam da taldans sahne aldı.

fransız kültür'deki uzun programın ilk yarısı içler acısıydı. bu kadar zorlama, bu kadar tahammül sınırlarını zorlayan işi biraraya getirmek de marifet olsa gerek! neredeyse, yerel saatimizin bırakın teklemeyi, tamamıyla durmuş olduğunu düşünesim geldi. neyse ki ikinci yarıda esra yurttut ("ŞİMDİ") ve talin büyükkürkciyan'dan ("serbest düşüş") başlayarak eli yüzü düzgün, izlenilir, hatta keyif alınır işler gördüm.
son iki isim ise zaten kendilerini gerek burada gerekse yurtdışında kanıtlamış kişilerdi: ilyas odman ve ayşe orhon. ne yazık ki ikisi de halen üzerinde çalışmakta oldukları işlerden bölümler sundular, bitmiş halleri değildi.
ilyas odman'ın italya'da hazırladığı "pussycat_rhizome" adlı eserinin yarım saatini izlemek bile beni etkilemeye yetti. kırık bir aşk hikayesiydi odman'ın anlattığı ve sezen aksu'nun "istanbul hatırası" şarkısıyla bitiyordu. odman'ın gözlerinde yaş var mıydı tam emin değilim, ama benim gözlerimin yaşardığı kesin. bu işin uzun/bütün halini seyretmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.
ayşe orhon ise ağustos'ta berlin'in ayrıksı dans festivali tanz im august'ta sunacağı işten çok kısa bir bölümü fransız kültür'ün galerisinde sergiledi. "elden ne gelir ağlamadan başka bu hale" adlı gazelden yola çıkarak, gazelin özünde var olan doğaçlama fikrini kullandığı, belli ki bitince bayağı etkileyici olacak bir çalışma "havanın a'sı".

akşam seanslarında garajistanbul'un kapısından bilet bulamayıp dönen dönene. hareket atölyesi'nin işine, nasıl olsa yıl içinde seyrederim düşüncesiyle pek heveslenmemiştim, ancak kendilerine, ilk seyrettiğimden beri hayran olduğum taldans ekibi için sabırsızdım.
taldans "doKUMAN" adlı yeni işlerini bu akşam sundular garajistanbul'da; alıştığım üzere sadece filiz sızanlı ve mustafa kaplan'lı iki kişilik bir gösteri değildi bu seferki. gerek sahne tasarımı gerekse kişi sayısı olarak kalabalıktılar.
"doKUMAN" oldukça soyut, biraz absürd, ancak dağınık bir işti; taldans'ın iki kişilik ürünlerinin yoğunluğu ve derinliği yoktu sanki. çok hoş anlar, yaratıcı fikirler vardı gerçi, ancak parçaların bütüne dönüşmesi gerçekleşememiş gibiydi. baştaki "dokuman" kelimesini hecelerine ayırarak ritmik olarak farklı kelimeler türetmenin, ışığın dikey olarak parçalanıp farklı boyutlarda ortaya çıkmasına dönüştürülmesi fikri çok hoştu, ancak sanki ışık ile ilgili tasarım biraz acemiceydi. aynı şekilde, sahneyi kaplayan panoların teknik aksamı sorunlu (açılıp kapanmalarında veya yere düşmelerinde küçük sorunlar yaşanıyordu gibi) ve yere düştüklerinde oluşturdukları kompozisyon gelişigüzeldi (panolardan bir ikisi uçlarından üst üste bindiğinden dengesiz bir durum yaratıyor, dansçılar da o kısma basmamak için özel çaba/dikkat sarf ediyorlardı sanki).
"doKUMAN"ın çıkış noktalarından biri "oyun oynama" fikriymiş gibi geldi bana. son bölümde bu iyice barizleşti. bu bakımdan da şahika tekand'ın tarzını fazlaca andırıyordu ve doğrusu, onun beceriksiz bir kopyası gibiydi. doğrusu bu bölümde hayalkırıklığına uğradığımı söyleyebilirim.
taldans "doKUMAN"ı nisan'da linz'de sahnelemiş, yazın montpellier ve lille'de, kışa da marseille ve paris'te olacaklarmış. önceki işlerinden muhteşem "dolap" da ekim'de tokyo'da sahnelenecekmiş. yolları açık olsun...

hayaller hayalete dönüşürse!

murat ipek'in yazıp oynadığı "belkis düştü kuyuya"yı üç sene önce maya sahnesi'nde seyretmiş ve çok beğenmiştim; hem eğlenceli hem hüzünlü, komikliği detaylarla yaratan, zeki ve aykırı bir oyundu. murat ipek belkıs rolünde çok iyiydi.

geçen sezon sonu başlayıp bu sezon devam eden ve bu seneki afife jale ödüllerinde oyuncusuna "komedi dalında en iyi kadın oyuncu" ödülünü kazandıran "basit bir ev kazası"nı ancak bugün, bu sezonun kapanışına ramak kala izleyebildim. hep aklımdaydı, bir türlü denk getiremiştim. oyun da istanbul'un farklı bir çok semtinde perde açmıştı. bugün, oturduğum semtten uzaklara gittim izleyebilmek için. ama, zahmetime değdi.

murat ipek bu sefer yazmak dışında yönetmiş de oyununu, ancak başrolü gerçek bir kadına vermiş. aldığı ödülün hakkını verircesine döktürüyor günay karacaoğlu.
"basit bir ev kazası"nda 15 yıllık bir evliliğin, kadın tarafından masaya yatırılmasını izliyoruz. sonbahar sokak sonmaz apartmanında oturan songül hanım bir çokları gibi basit ve şanssız bir ev kadını. neyse ki hayalgücü oldukça zengin, zaten bu sayede hayata tutunmayı başarıyor; her ne kadar çoğu zaman "hayaller hayaletlere dönüşüyor" olsa bile.

günay karacaoğlu, murat ipek'in muhteşem detaylarla bezediği metnin hiç bir inceliğini es geçmeden, belli ki keyif alarak ve kesinlikle keyif vererek oynuyor. arada hüzünlenmiyor değiliz, ama hayat tam da böyle değil mi!

bu sıcak mayıs pazarında caddebostan gibi dış mekan olanakları zengin bir semtteki bir salonu bu kadar doldurabiliyorsa bir oyun, eminim gelecek sezon da oynar. oynamalı, çünkü hala seyretmemiş olanlar var ve kesinlikle kaçırmamak lazım!
belirtmeden geçemeyeceğim; uzun zamandır bu kadar candan ve neşeli selam veren bir oyuncuya rastlamamıştım. teşekkürler günay karacaoğlu!

amsterdam'dan anlar 03: "gezelligheid"

23 Mayıs 2009 Cumartesi

insanlığa dair keskin bir başyapıt: origine




geçen yaz sonunda kendime 2008-2009 sezonu için dört avrupa kentini içeren bir yol güzergahı çizmiştim. duraklarımı sidi larbi cherkaoui'nin halen dolaşımda olan dört yapıtı belirlemişti; "takıntı" denen şey böyle bir şey olmalı!
o zaman bu rotanın tamamını yapabileceğimi sanmıyordum, sadece bir "proje" idi.
sezon içinde etap etap gerçekleştirmeye başladım projemi. ilk ikisi önceden bildiğim şehirlere, kolay tarihlere denk geiyordu, ancak üçüncüsü gerek tarih gerekse yer olarak beni bayağı zorladı; neredeyse olamayacaktı, kıl payı gitmeyi başardım yurtdışına. (her bir oyuna dair izlenimlerimi buraya aktardım, takip edenlerden biliyor..)
geçen haftaki amsterdam seyahati ile dördüncü durağı da gerçekleştirmiş, yolculuğumu tamamlamış oldum. amsterdam'da seyretme şansına erdiğim sidi larbi cherkaoui yapıtı "origine" idi.

hep söylüyorum/yazıyorum, sidi larbi'nin bana göre en önemli meziyeti çok ağır, karamsar, sert konuları çok yumuşak, insancıl, seyiriciyi eğlendirerek ve ürkütmeden anlatması. sidi larbi'nin yapıtlarında toplum, din ve insan ilişkilerine dair müthiş gözlemler ve eleştiriler var. günün moda deyimiyle "dünyanın şu anının fotoğrafını çeken" yapıtlar onunkisi. bu keskin gözlem ve eleştirilere rağmen umudunu, sevecenliğini yitirilmeyen bir yaklaşımı var sidi larbi'nin.
sanırım "origine", seyrettiklerim arasında karamsarlığı en baskın ve belirgin şekilde ortada olanlardan biriydi. neden mi? sahnenin sol köşesine yerleştirilmiş gri ten renkli, siyah kıyafetli, ürkütücü görünüşlü cansız bir manken bütün oyunu bulunduğu yerden seyretti, iki sahnede dansçı ve müzisyenler ona doğru oynadılar, bu sırada hafif bir ışık da onu aydınlattı. bu kapkara figür ölümdü, yalnızlıktı, bencillikti.

"origine" dört asal yönü, dört kıtayı temsil eden dört dansçı (doğu/asya için japon kazutomi kozuki, batı/amerika için amerikalı daisy phillips, kuzey/avrupa için izlandalı valgerdur runarsdottir, güney/afrika için güney afrikalı shawn mothupi) ile kurulmuş, oluşturulmuş.
dünyanın dört köşesinden dört dansçı, dört karaker, dört yaşam.
sahnenin gerisinde dörde bölünmüş bir perde var. her bir parçası bir karakterin evi.
evlere dair detaylar, gölge olarak arkadan yansıtıldığı gibi bir kaç eşya/obje de perdenin bu tarafında fiziki dünya gerçekliğinde yer alıyorlar.

[amsterdam'ın ünlü rijksmuseum'unu gezerken "dollhouse"lara rastladım; 17. yüzyılda varlıklı ailelerde hanımların merak sardığı, bütün parçalarının gerçekçi bir şekilde ama ölçek olarak küçültülmüş olarak yeniden üretildiği, kesit alınmış gibi bütün mekanlarının görüldüğü bebekevleri.
bana sanki "origine" de bu dört mekandan oluşmuş dekoruyla sidi larbi'nin, ve hatta o kenardaki siyah figürün "bebekevi"ymiş gibi geldi. (işte, ilerde bir gün sidi larbi cherkaoui ile röportaj yapma imkanım olursa, biriktirdiğim sorulardan biri daha!)
sidi larbi'nin iki sene önce paris'te la cité nationale de l'histoire de l'immigration için gilles demas ile birlikte hazırladığı "la zon-mai" adlı enstalasyonda basit bir iki katlı evin duvarları beyaz perdelerle kaplanmış, içerden her bir yüzeye sidi larbi'nin çeşitli topluluklarda birlikte çalıştığı 21 dansçının evlerinde çekilmiş görüntüler yansıtılmış. bu bağlamda "la zon-mai"deki ev fikri ile "origine"in evleri örtüşüyor.]

farklı kültürlerden edindiği deneyimleri biraraya getirmekte usta olan sidi larbi'nin "origine"de doğuya özgü gölge tiyatrosu tekniğini kullanırken bir anda video projeksiyon görüntülerine geçmesi, ve özellikle de gösteri boyunca arkadan yansıtılan gölge ile öndeki dansçının perdede yansıyan büyük gölgesini süperpoze olarak kullanması sınır tanımayan, kurallara bağlı kalmayan çok yaratıcı buluşlar.

müzik ise yine benzersiz. her bir yapıtında birbirinden yetkin müzik toplulukları ile çalışan sidi larbi bu sefer ensemble sarband ile işbirliği yapmış. içli ve pes sesi, yumuşak şarkı söyleyiş tarzıyla lübnanlı kadın sanatçı fadia tomb el-hage'ye her türlü enstrümanı çalan ve düzenlemeleri yapan, sarband'ın kurucusu müzikolog vladimir ivanoff ve isveçli miriam andersen eşlik ediyorlar. ağırlıklı olarak ortaçağ'ın kadın bestecilerinin (hildegard von bingen, kassia) ve kadınlar tarafından söylenen müziklerinin (codex las huelgas) kullanıldığı "origine"de 8. yüzyıldaki yaşamış arab kadın evliya basralı rabia'nın şiirleri de okunuyor.
["myth" gibi "origine"ın de müzik cd'si çıkar mı bilmem ama ben ensemble sarband'ın "fallen women" adlı cd'sini amsterdam'ın tenha kanalların birindeki ikinci el müzik dükkanında bulunca pek bir sevindim, çünkü "origine"da icra edilen müziklerin çoğunluğu bu cd'ye ait.]
son sözü dansçılara ayırdım, çünkü bu küçük ölçekli, samimi eseri taşıyan onlar. güney afrikalı shawn mothupi'nin hemen eserin başında elleri arasında hayali olarak bir top/öz/dünya oluşturarak onunla oynaması, bizlere doğru atıp geri gelen topu karşılaması, atlas'ın dünyayı sırtında taşıdığı gibi topu sırtında tutması ve giderek büyüyen topun ağırlığı altında kalması, japon kazutomi kozuki'nin sağlam tekniği yanısıra teatral kabiliyeti ve izlandalı valgerdur runarsdottir'in enerji fışkıran doğası övgüye değerdi. fakat hepsinden öte amerikalı daisy phillips'in bir klasik balerinde bile az rastlanır bir denge ve müthiş bir kıvraklıkla yorumladığı hint ve arab danslarından esinlenilmiş solosu muhteşemdi.

asil afrikalı: toumani diabaté

700 yıllık müzik geleneğinde, kalıtsal olarak müzisyen olan seçkin griot kastına ait ailelerden birinin ferdi: toumani diabaté. asil ama inanılmaz alçakgönüllü. konuşması, hali tavrı had safada insancıl ve yumuşak.
toumani diabaté batı afrika'ya özgü 21 telli bir harp olan kora'yı çalan ve babadan oğula geçen 71 kora müzisyen kuşağından birine mensup. kendisi, grubuyla birlikte dün akşam istanbul'da, crr konser salonundaydı; sezonun unutulmaz konserlerinden birine imza attı.

diabaté konserin başında sahneye tek başına çıktı; üzerinde kimonoya benzeyen ama etekleri ve kollarıyla kimonodan daha hacimli ve görkemli, beyaz desenlerle süslü koyu mavi bir kıyafet vardı. muhteşem gözüküyordu.
sahnenin ortasındaki alçak banka oturdu ve ilk önce, ilk defa istanbul'a geliyor olmaktan ne kadar mutlu olduğunu ve türk kültürünü, yemeklerini ve müziğini yurtdışında takip ettiğini söyleyerek başladı söze. sonra uzun uzun, önünde duran, kendi kadar görkemli kora enstrümanını tanıttı bize; tarihini, kora ile icra edilen müziğin ruhani boyutunu, tel-akord sistemini, malzemesini, nasıl çalındığını...
sadece dört parmakla (sağ ve sol ellerde baş ve işaret parmakları ile) çalınan kora, diabaté'nin kendi geliştirdiği teknik ile ritm, melodi ve doğaçlamanın aynı anda icra edilebildiği bir çalgıya dönüşmüş.

toumani diabaté "ister meditasyon yapın, ister şarkı söyleyin, ister hoplayıp zıplayın bu müzikle" diyerek konserine başladı. başta, koca sahnede tek başına, solo kora iki parça çaldı ki, bu iki parça bizi başka alemlere götürmeye yetti.
sonra hepsi, ortaçağ'daki mandé imparatorluğu parçası olan bugünün batı afrika ülkelerine ait müzisyenlerden oluşturduğu grubu çıktı sahneye. kuzeni, piyano'nun atası dediği [adını anlayamadığım] bir çalgıyı, komşu bir ülkenin müzisyeni ise blues'un kökenini oluşturan çalgı ngoni'yi çalıyordu. abisi vokaldeydi; konserin sonunda doğru ayakkabılarını çıkararak çırılçıplak ayaklarla her bir müzisyenle şakalaşarak söylediği şarkılar ve cüssesine rağmen enerjik hareketleriyle salonu çoşturdu.

konseri, "sizleri seviyorum" diyerek anons ettiği mali'nin yerel aşk şarkıları jarabi'lerden biri ile bitirdi. istanbul, 2.5 aylık turnesinin son durağıymış. ilerde başka turnelerinde umalım yine yolu düşsün kentimize...

amsterdam'dan anlar 02

15 Mayıs 2009 Cuma

"aşkın üç yüzü"nden:

" ...Bütün öğrenciler dikkatle ve düşünerek ve kaleminin ucunu emerek soruları incelediğinden, içlerinden biri, kötü niyetle, bir kağıt parçasını el altından dolaştırmaya başladı ve arkamda oturan kız, kağıdı bana uzattı. Gözümün önünde şu iki soru duruyordu: Sevmek mi istersin? Sevilmek mi istersin? Ve "Sevilmek mi istersin" sözcüklerinin altına mavi ve kırmızı mürekkeple bir sürü daire çizilmişti. "Sevmek mi istersin" sözcüklerinin altındaysa, tersine hiçbir şekil yoktu. Kuralı bozmadım ve "sevilmek mi istersin"in altına bir daire de ben ekledim.
Biz kadınlar henüz on altı-on yedi yaşında, "sevmenin" ya da "sevilmenin" ne olduğunu tam anlamıyla bilmesek de, içgüdüsel olarak sevilmenin mutluluğunu biliyor gibiyiz.
Ama bu yazılı sırasında, yanımda oturan öğrenci, kağıt parçasını aldı, bir göz attı, sonra, hiç duraksamadan kalemi bastıra bastıra hiçbir şeklin bulunmadığı yere koca bir daire çizdi.
O kız, o, sevmek istiyordu....
"

yasushi inoue
( telos yayıncılık, çeviren: ayşe teksoy)

12. kukla festivali: bilanço


1. savitri, pavla dombrovska - lisen theatre company, ***** (14 mayıs)
2. zigmund follies, philippe genty - compagnie philippe genty, ****.5 (11 mayıs)
3. on the beachaloha he, altrego, **** (13 mayıs)
4. jukebox - trukitrek, ***.5 (12 mayıs)

14 Mayıs 2009 Perşembe

sanatçının narin, sırça dünyası




kukla festivalini bütün zorluklara, imkansızlıklara ve seyirci azlığına rağmen ısrarla, şevkle ve özveriyle düzenlemeye devam eden sayın cengiz özek'e binlerce teşekkürler!

çek cumhuriyeti'nden gelen lisen theatre company'nin "savitri" adlı mahabharata uyarlaması az rastlanır bir şiirsellik, incelik ve görsellik barındırıyordu. gölge tiyatrosunda ışığın bu kadar yaratıcı ve estetik bir şekilde kullanılmasına kolay rastlanmaz sanırım; gerek perde arkasından verilen ışıklardaki renk ve güç çeşitliliği (bazen karanlık perdede iki cılız ışıkla canlanan iki figür vardı) gerekse perde önündeki anlatıcı-müzisyenin gaz lambasının ışığını ve kendi gölgesini kullanarak perde üzeride yarattığı yanılsamalar muhteşemdi. "savitri" 2002 yılında çek cumhuriyeti'nde düzenlenen "one flew over the puppeteer´s nest" (přelet nad loutkářským hnízdem) kukla festivalinde hem seyirci hem de erik ödüllerini kazanmış.

pavla dombrovska lisen theatre company'nin hem kurucusu hem de oyunların yazarı ve yönetmeni. çek cumhuriyetinde gölge tiyatrosunu tarzında oyunlar sergileyen ilk toplulukmuşlar. oyunlarında kullandıkları her türlü obje ve teknik aksam, tiyatro ilk kurulduğu yıllarda paraları olmadığından hep ikinci el, dönüştürülmüş, çöplük veya depodan çıkardıkları atılmış malzemelerle oluşturulmuş. örneğin; seyrettiğimiz oyuna adını veren güzeller güzeli savitri bütünüyle kullanılmış kağıttan yaratılmış.

oyunun müzikleri, aynı zamanda anlatıcı da olan luděk vémola tarafından yazılmış ve canlı çalınıyor. müzik enstrümanları da çoğunlukla müzik ile alakasız malzemeler biraraya getirilerek yaratılmışlar; örneğin bir çöp tenekesinden dönüştürülmüş gitar-sitarımsı bir alet vardı. müzik çalgıları ve müziğin oyun içindeki kullanımı da oldukça yaratıcı ve atmosferikti. oyun sonrasında yaratıcılarına yönelttiğim bir soru neden hiç bir hint ezgisi kullanmamış olduklarıydı. "biz hikayeyi olduğu gibi aldık, ama geri kalanı kendi etkilenmelerimize göre uyarladık, birebir kopya olsun istemedik" diye cevapladılar sorumu. bütünüyle bir hint melodisini olduğu gibi kopya etmek değil ama nasıl kuklalarda ve dekorda hint etkileri ve motifleri varsa müzikte de esinlenmeler olabilirdi, hele de kullandıkları aletlerden biri rahatlıkla sitarımsı tınılar çıkarabilecek nitelikteyken.
istiklal caddesi'nde 10 dakika yürüyünde savitri'nin gölgesi kamboçyalı saray dansçılarının gölgelerine, bir akşam önceki maria pagés'in kıvrak el hareketleri 76 yaşındaki efsanevi kamboçyalı dansçısı em theay'ın dinamizm, tecrübe ama en çok da insancıl bir yumuşaklık barındıran el hareketlerine dönüştü.

idansII kapsamında bu akşam garajistanbul'da tüyler ürperten bir belgesel-performansa tanık olduk: "the continuum: beyond the killing fields". video görüntüleri, canlı müzik, gölge tiyatrosu ve geleneksel dansın harmanlandığı gösteri bize dört kamboçyalı sanatçının ölüm tarlalarındaki gerçek hikayelerini anlattı. gözyaşı da vardı, zarafet de, samimiyet de.

performans öncesi garajistanbul'un fuayesinde em theay bir ayin düzenleyerek, dansın ruhlarına adanan bir ritüel gerçekleştirdi ve orada bulunan -trt kameramanı da dahil olmak üzere- herkesi parfümle kutsadı.
ong ken sen'in tasarladığı ve yönettiği bu belgesel-performans sayesinde dünya tatlısı bir nine bize hayatı, geçmişi, acıları, kaybetmeyi ama bütün bunlara rağmen hala umut dolu ayakta durabilmeyi, dirayeti ve azmi öğretti.
em theay yarın akşam da garajistanbul'da...

13 Mayıs 2009 Çarşamba

flamenkonun kadın hali: maria pagés

istanbullu sanatseverler flamenkoyu carlos saura'nın filmlerinden öğrendi desem yanlış olmaz sanırım. "nalınlar", "kanlı düğün", "karmen" ve "büyülü aşk" film festivali sinema günleriyken akm'nin küf kokan sinema salonunda oynayan saura filmleriydi.

tabii hepimizin idolü antonio gades'tir. o yıllarda topluluğu ile istanbul festivali'ne konuk olmuş, açıkhava'da herkesi kendisine bu sefer kanlı canlı olarak hayran bırakmıştı.
saura'nın filmlerinden tanıyıp hayran olduğumuz bir de kadın flamenkocu vardır: cristina hoyos. o da topluluğuyla açıkhava'ya gelmişti; ilk yarıda kötü bir "karmen" uyarlaması bizi hayal kırıklığına uğratmış [filmde karmen'i canlandırmadığı için bu rolün içinde kaldığını ve bu yüzden "karmen"i sahneye koyup yaşına başına bakmadan bu karakteri canlandırıdığını düşünmüştük], ama ikinci yarıda hoyos ve topluluğu geleneksel flamenko gösterisi ile bizleri büyülemişlerdi. [cristina hoyos daha sonraki yıllarda bir kere daha uğradı istanbul'a.]

bu akşam crr'ye konuk olan kadın flamenkocu maria pagés ise cristina hoyos gibi cılız, dar omuzlu, kısa boylu bir dansçı değil, tam tersine, fiziğiyle ihtişamlı bir kadın. ve bu özelliğini çok ustaca kullanıyor, adeta sergiliyor; bedeni kıvrılıyor, kolları bükülüyor, kalçaları sabit dururken bedeninin üstü kendi etrafında dönüyor, kolları sarmal hareketi katmerlendiriyor.
maria pagés bu akşam sekiz kişilik dans ve beş kişilik müzik grubu eşliğinde "flamenco republic" adlı gösterisini sundu.
gösterinin ışık tasarımı paco pena veya antonio marquez'inkiler kadar sofistike değildi, ancak kostümler renkleri ve aksesuarlarıyla bu üç gösteri arasında en zevkli olanıydı.
diğer ikisinde erkek dansçılar ön plandayken, "flamenco republic"te toplulukla dans etmeyip, sadece üç kere solo yaparak sahneye çıkan maria pagés akşama damgasını vurdu.
"flamenco republic"in son 15 dakikasında ise müzik yerini yelpaze, baston ve kastanyet kullanılarak oluşturulan ritimlere ve onlar eşliğinde yapılan danslara bıraktı. maria pagés sadece bu bölümde topluluk ile dans etti.
kastanyet ve baston ses üretmek için daha bildik objelerse de, özellikle yelpazenin bir müzik/ses aleti gibi kullanılması çok yaratıcı, uygulaması da çok sürprizli, heyecan verici bir fikirdi. bu bölüm içinde kısa tutulan yelpazeli kısım daha zenginleştirilebilirmiş.

mayıs ayının ilk iki haftasında crr'de birer mükemmel flamenko gösterisi seyrettik. salon tıklım tıklım dolu, seyirciler de çoşkuluydu. maria pagés de paco pena gibi istanbulluları hayran bırakarak ayrıldı sahneden; keşke dinmeyen alkışlara düzgün bir bis parçası ile cevap vermiş olsaydı.

son bir not: maria pagés ile yapılan bir röportajdan sidi larbi cherkaoui ile ortak bir projesi olacağını öğrendim ve çok heyecanlandım. merak ile bekliyorum...

"myth"in müzikleri

23-24 ocak'ta antwerp'te seyrettiğimden beri aklımdan çıkmayan cherkaoui'nin "myth"inin bir müzik albümü olduğunu keşfeder keşfetmez peşine düştüm.

cherkaoui'nin yapıtlarının en önemli özelliklerinden biri bu: mutlaka geniş bir coğrafyadan eski müzikler canlı çalınır, yeri gelir dansçılar şarkı söyler, yeri gelir müzisyenler dansa dahil olurlar.
"myth"in bütün müzikleri de sahne üzerinde canlı icra ediliyor. müziklerin omurgasını patrizia bovi'nin kurduğu yedi kişilik ensemble micrologus topluluğunun icra ettiği şarkılar oluşturuyor. ortaçağ müzikleri konusunda uzman olan italyan topluluk cherkaoui'nin enfes koreografisiyle hemhal olmuş notaları çalıyor, güfteleri seslendiriyorlar.

gösteri esnasında antwerp'teki bourla tiyatrosu'nun fuayesinde ne "myth"e ne de oradaki başka bir etkinliğe dair hiç bir şey satılmıyordu. istanbul'a dönüşümde "myth" üzerine internette araştırma yaparken micrologus'un sitesine ve orada da oyunun müzik albümüne denk geldim. bir heyecanla internetteki müzik sitelerinde albümü aramaya başladım, hiç birinde yoktu. en sonunda fnac.it'te cd fiyatı kadar posta ücreti talep eden bir hesap çıktı karşıma.
italya'ya üç haftalığına giden bir aile dostumuza rica ettim, bir kaç dükkana uğradığı halde hiç birinde bulamadı cd'yi. hiç biri "isterseniz getirtelim" de dememiş.
bunun üzerine gözümü karartıp fnac'a ısmarladım. bir hafta sonra bir e-posta aldım, stoklarında yoktu, on gün sonra gelecekti, gelir gelmez de yollacaklardı. sabırsızlığım artmıştı.
cd nihayet dün elime geçti. dün gece ve bugün "myth" ile yatıp kalktım.

"myth"in cd'sini dinleyince ilk fark ettiğim; gösteri sırasında mükemmel bir eşlik elemanının ötesinde, eserin temel taşlarından biri olan müzik, yine de görselliğin gücü karşısında ikinci planda kalmış olması.
şimdi, sadece müziği dinlerken bir yandan oyundan sahneler tekrar canlanıyor gözümde, ama bundan daha da önemlisi müziğin kendisinin ne kadar ustaca icra edildiğini, parçaların farklı coğrafyalardan seçildiği halde bütüne ne kadar isabetli bir şekilde hizmet ettiklerini ve aslında ister japon ninnisi olsun ister sefarad melodisi isterse de flaman geleneksel şarkısı, hepsinin ortak noktasının içerdikleri ince hüzün, yumuşak melankoli olduğunu fark ediyorum; sidi larbi cherkaoui'nin her eserine nüfuz etmiş yumuşaklık ve hüzün...

"Shining star, you who destroy my heart,
turn on me a new gaze inspired by love,
have pity on him who languishes for you.
Your features are a sweet hope for safety
for him that is reflected in such beauty.
Your mischievous eyes and gracious smile have
the power to give me life,
for they took pity on my wounds.
But later I discover that this same power
is transformed into cruel torment for my soul.
Shining star..."
"lucenta stella", codex vaticano rossi 215, biblioteca apostolica vaticana

"myth" albümü çok güzel hazırlanmış; gösteriden fotoğraflar ve şarkı sözleri ile zenginleştirilmiş. her biri eserin çıkış noktalarını oluşturan latince, ispanyolca, italyanca dinsel ve dindışı şarkılar arasına, ensemble micrologus üyelerinin bestelediği sözsüz müzikler gösterideki sırayla yerleştirilmiş. ayrıca; hırvat, flaman, japon, sefarad, hint ve vietnam kökenli geleneksel şarkılar da dinsel şarkıları dengeleyen diğer bir unsur.

sidi larbi cherkaoui'nin sahne üzerinde yarattığı atmosfer, büyü, dünya ne kadar güçlüyse, bu müzikler de o kadar güçlü ve etkileyici...

kukla otomatı: jukebox

kukla festivali bütün hızıyla son haftasına girdi. bugün fransız kültür'de ispanya'dan konuk olan ikinci topluluk trukitrek'in "jukebox" adlı kabaresi sahnelendi.
üç kuklacı tarafından arka arkaya canlandırılan gövdesi kukla kafası/suratı gerçek [yarı-insan mı demeli yarı-kukla mı?] yaklaşık 15 karakter yarım saat içinde bizlere eğlenceli anlar yaşattı. daha da sürsün istedik, erken bitmesine üzüldük.

trukitrek'in internet sitesinden ödüllü bir konulu oyunları olduğunu öğrendim. umarım ileriki yıllarda o oyunla da kentimize konuk olurlar...

idansII, izlenim 3: ezber unutturan performans

buradaki yazılarımı takip edenler her seyrettiğimi beğendiğimi zannedebilirler. ancak, öyle değil.
blog'umu oluştururken şöyle bir ilke kararı almıştım: sadece beğendiğim sanat etkinlikleri hakkında yazmak.
etrafımda yeterince kötülük, olmamışlık, beceriksizlik, aptallık var. seyrettiğim gösterilerin azımsanmayacak bir toplamı da öyle zaten. ben de yeterince kötümser, pesimist bir adamım. bari buraya iyi, zeki, pırıltılı olan şeyleri yazıyım istedim, şimdiye kadar da bir kaç istisna dışında bu ilkemi korudum.

bu akşam idansII kapsamında seyrettiğim bir performans her kaidenin isabetli istisnaları olması gerektiğini hatırlattı bana.
juan dominguez'in "AGSAMA - all good spies are my age" adlı performansı sabır sınırlarını zorlayan, giderek asab bozan, sonunda da ne gösterilen sabıra ne verilen zamana ne de bozulan asaba değmeyen festivalini şaşırmış bir gösteriydi. evet, zaman ile ilgiliydi, ancak dans ile uzaktan yakından alakası yoktu!
performans sırasında sayın dominguez'in bıkıp usanmadan bize okuttuğu kartların birinde "sözcüklerin kağıt üzerindeki koreografisi" gibilerinden bir şeyler yazıyordu. adresini kendisi göstermiş aslında: bu performans olsa olsa bir grafik festivalinde (mesela grafist'te), kandıracak kuratör bulursa da bir bienal'de sergilenebilir.
ele aldığını disipline ne kadar kavramsal da yaklaşsa bir dans festivali bu performansın yeri değil diye düşünüyorum.

idansII'de bir kaç tane daha mayın saklı. bari gelecek sefere film festivali'nden esinlenip "mayınlı bölge"yi belirlesinler, biz de başımıza neler gelme olasılığının olduğunu önceden sezebilelim!

11 Mayıs 2009 Pazartesi

her şeyin kaybettirilip yeniden tanımlandığı bir dünya

kaybedilen anılar, perspektif çizgilerinde yitirilen boyutlar, "ümitsizlik burnu" adlı adaya vurmuş idealler, inceltmesini yitirmiş harfler... ve herşeyden öte: gerçeğin yanılsamaya dönüşmesi.

"zigmund follies" ile bir kere daha philippe genty'nin olağanüstü dünyasında yolculuk yaptık; ancak bu sefer genty'nin metine dayanan ve oldukça komik tarafına tanık olduk.
her ne kadar sempatik oyuncu/kuklacımız oyundan önceki kısa konuşmasında "üstyazıyı boşverin, burada önemli olan genty'nin görsel dünyası" diye uyarsa da bizi, "zigmund follies" görsellik kadar sözlerden de kuvvet alan bir oyundu. ve tam da uyarıldığımız gibi, yazı okumaktan sahnede gerçekleşenleri kaçırdığım anlar da oldu. salonda oyundan en fazla keyif alanlar frankofonlardı.
dil handikapına rağmen genty'nin görsel dünyası o kadar güçlü ve çekiciydi ki, büyüsüne kapılıp hayran olmamak imkansızdı.

yanılsamanın başrolde olduğu oyunlarda işin arkasındaki sırrı öğrendiğinizde büyü bozulur, seyredilen eskisi kadar etkileyici gelmez ya insana; sözkonusu genty olunca bunun tam tersi gerçekleşiyor.
oyun sonunda, sahnede bütün o yanılsamaları yapanın sadece iki kişi olduğunu öğrenmek, ardından da sahne sökülürken mekanizmanın bütün iç organlarını, işleyişini, detaylarını görmek büyüyü bozmayı bırakın, büyüyü bir kaç kat daha arttırdı.

idansII, izlenim 2: ezber bozan performans

deufert + plischke'nin "directory: europe endless" ile "directory: songs of love and war" adlı iki performansını seyrettik bu akşam.

soru-cevap bölümünün sonuna doğru beklan algan performansı en iyi şekilde yorumlayan bir benzetme yaptı: aynı anda bir kaç şiş/tığ ile örülen anadolu çorabı gibi dedi oyunun kurgusu için. zaten algan'ın kendisi, bu yorumu yapmadan 5-10 dakika önce ilk sözü aldığında oyunun 4-5 fenomeni birlikte kullandığını, ancak bunlar arasındaki bağlantıların seyirci tarafından anlaşılamadığını söylemişti.
sanatçılar ise, performansta gerek eylem gerekse metin olarak yer alan örme fikrinin çıkış noktalarından biri olduğunu, bir ağ/şebeke/örgü/örüntü dokumaya çalıştıklarını, bu örgünün bazı düğümlerinin veya boşluklarının da seyirci tarafından atılmasını/doldurulmasını umduklarından bahsettiler.

algan'ın fenomen'den kastı, sahnede aynı anda kullanılan anlatım araçlarıydı: metin, görsel video ve fotoğraflar, yerde art dergisinin kapaklarından oluşmuş ve iki defa değişen büyük yazı ve çeşitli objeler. metinler artaud'dan deleuze'e kraftwerk'ten maleviç'e geniş bir alıntılar toplamı içerdiği gibi, yunan mitolojisi ve deufert ile plischke'nin tasarım günlüğünü de kapsıyordu; yani öyle bir dinleyişte/okuyuşta kolaylıkla anlaşılabilecek hafiflikte değildi.
sanatçılar yaşadıklarına, duygularına dair içlerini/içdünyalarını seyirciyle, bu fenomenleri girift bir kurguyla biraraya getirerek paylaştılar. doğrusu; haklarında daha önceden bilgi sahibi olmayan veya kolay dikkati dağılan birisi için bu akşamki iki performans oldukça zorlayıcıydı.
evet, belli bağlantıları kurmak mümkün oldu ancak performansları bütünüyle anlamak/algılayabilmek imkansızdı. gösteri sonrasındaki soru-cevap kısmına -çoğunluğu sanatçı- az sayıda seyirci kalmasından da belliydi, sahneden salona ne kadar az şeyin geçebildiği.

neyse ki, thomas ile kattrin birinci bölüm sonunda taytlara doldurdukları toprağa diktikleri çiçekleri ve kafalarına geçirdikleri üzeri yazılı kesekağıtlarını salondan seçtiklerine hediye ettiler de, bazı seyirciler eli boş çıkmadı salondan.
thomas'ın dediğine göre, avrupa'daki performanslarından uzun zaman sonra onlara fotoğraf eklenmiş "verdiğiniz çiçekler hala yaşıyor" postası atan seyirciler olmuş.
bakalım istanbullular kendilerine hediye edilen çiçeklere iyi bakabilecekler mi!

10 Mayıs 2009 Pazar

çirkin ördek yavrusu bir toplum

"çirkin insan yavrusu" bir yıldır beri başta talimhane tiyatrosu olmak üzere, istanbul'un bir çok sahnesine konuk oldu. şimdi de yolu viyana'nın prestijli tiyatro festivali wiener festwochen'e düşecek.
20. yüzyılın ikinci yarısının önemli sahne adamlarından luc bondy'in sanat yönetmenliğini yaptığı festivale bu sene "muhabir" ve "evridike'nin çığlığı" da konuk olacaklar. anlaşılan, haziran'ın ikinci haftasında viyana'da hafif bir istanbul lodosu esecek; umalım ki avusturyalıların kafalarını allak bullak etsin!

"çirkin insan yavrusu" çıkış noktasını andersen'in çirkin ördek yavrusu hikayesinden alıyor, türkiye'de resmi görüşün dışladığı, kabul etmediği, baskı altında tuttuğu üç kimliği konu ediniyor. kadın olmanın yanısıra bir de eşcinsel, kürt ve türbanlı olan üç tip var sahnede. tip diyorum çünkü oyun bu kimliklerden -geçmişlerine dönük anılarla zenginleştirdiği- detaylarla karakterler yaratmaya çalışmasına rağmen tipleştirme tuzağından kurtulamamış. resmi görüş'ün en bildik, en temel (ve en absürd) argümanlarıyla ortaya konarak bir tipe dönüştürülmüş olması ise çok isabetli.
oyun kurgu olarak iki bölümden oluşuyor; ilk bölüm biraz deneysel, hareket düzeni çağdaş dansa göz kırpıyor, monologlardan oluşuyor. "aldım verdim ben seni yendim..." bölümü ise biraz daha geleneksel, bildik, tiyatral, hatta ortaoyunu tarzında.

oyunda eleştiren kuvvet olarak sunulan "resmi görüş" türkiye'de nasıl bu kimlikleri dışlıyor baskı altında tutuyorsa, bu kimlikler de birbirlerini o kadar dışlıyor, çok ender kabul ediyorlar! bir nevi; resmi görüşün onlara reva gördüğü davranış şeklini onlar da kendi ötekilerine gösteriyorlar. yani; bu topraklarda bir türbanlının bir kürtü, bir kürtün bir eşcinseli, bir eşcinselin bir türbanlıyı kabullendiğine şahit olmak neredeyse imkansız, belki çok ender!
"aldım verdim ben seni yendim..." bölümünde her kimliğin diğer ikisine kötületilmesi bu bağlamda oyunun en can alıcı noktası bana göre. şunu da belirtmeliyim ki bu yorumum yaratıcı ekibin amaçladığı bir şey midir emin değilim, çünkü kötüleyen karakterlerin beden dili ve konuşma tarzlarında oyunun genelinde temsil ettikleri bastırılmış kimliklerden bariz izler bulmak mümkün değil.

oyun deposu "çirkin insan yavrusu"nu viyana seferi öncesinde son anda duyurduğu iki gösteriyle kocamustafapaşa'daki çevre tiyatrosu'nda sahneledi. onlar için bir tür ısınma veya son prova gibi olmuştur belki, ancak duyuru eksikliğinden olsa gerek bugünkü oyunda sadece 6 kişiydik.
insan böyle önemli konuları tartışan bir oyunun daha fazla seyirciye ulaşmasını istiyor..

9 Mayıs 2009 Cumartesi

şekerciyi* kovalayan sinekler

işsanat'ta camilo'nun latin tınıları lakatos'un rumen ezgilerine karışırken, süreyya'da son yılların en başarılı iki sopranosu otilya ipek ile perihan nayır leyla gencer anısına aryalar söylerken, crr'de pinchas zukerman konser sırasında kendisine pike yapan sivrisineklerle cebelleşiyordu.
sineklerden bir tanesini ön sıralarda oturan iri yarı müziksever bey hakkın rahmetine kavuştursa da, mozart beşli'nin üçüncü bölümünde ikinci bir sinek zukerman'ı taciz etmeye devam etti.
konserde bölüm araları alkışla kesilmedi, ama bu sefer de sivrisineklerin sabotajına uğramış olduk; her bir arada ya gülündü, ya sinek vurulmaya çalışıldı, ya da arşe sallayarak kovalandı.
ne mutlu bize, sineklerimiz bile klasik müzik seviyorlar!

sivrisineklerimiz seviyor da, halkımız seviyor mu acaba? dünyaca ünlü kemancı pinchas zukerman'ın kurduğu zukerman chamber players'ın seyirci sayısı az ama özdü: yaklaşık 200 kişi. malum; hem maçlar, hem camilo-lakatos hem de leyla gencer anma konseri aynı akşamda çakışınca, bu kaliteli oda müziği konseri aralarından en az rağbet gören oldu.

konser mi? konser çok çok iyiydi. maaalesef mozart beşli'den bir şey anlayamadım, çünkü yukarda anlattığım sivrisinek hikayesi yüzünden konsantre olamadım. ancak ikinci yarıdaki mendelssohn op.87 beşli muhteşemdi.
bu sezon mendelssohn'un oda müziği eserlerinin çok iyi yorumlarını dinledik. doğrusu, benim için bir çoğu keşif oldu; aralarında daha önceden bilmediklerim/dinlemediklerim çoktu.
bu vesile ile yavaş yavaş mendelssohn kayıtlarımı arttırmaya başladım. op.87'de yakın zamanda edinmek istediğim eserler arasına girdi.

şekeradam'ı bir dahaki sefere umarım ne bir önceki gibi ağustos sıcağında ne de bu seferki gibi sivrisinekler kovalarken dinleriz. mesela lapa lapa kar yağarken nasıl olur acaba..

*zuckerman : şekerci / şekeradam

gösteri sanatları ile dopdolu iki ay: mayıs-haziran 2009

2010'a yaklaştıkça istanbul'daki etkinlikler artıyor, çeşitleniyor, giderek çakışıyor.
mesela; bu akşam işsanat'ta eşsiz kübalı piyanist michel camilo ile romen kemancı roby lakatos, süreyya'da leyla gencer anma konseri, crr'de eski toprak virtüözlerden pinchas zukerman'ın oda müziği topluluğunun konserleri var.

mayıs ayında sadece gösteri sanatları alanında idans, kukla festivali, genç tiyatro ve üniversite tiyatroları buluşması gerçekleştiriliyor.

haziran'da bir yanda yılların klasik müzik festivali aya irini'yi mekan edinirken, garajistanbul'da 5-9 tarihlerinde avrupa'nın disiplinlerarası festivali temps d'images, 12-20 tarihlerinde ise garajistanbul'un yanısıra istanbul modern ve başka mekanlara da taşan "beyond belonging III - almancı!" adlı küçük bir tiyatro/görsel sanatlar festivali düzenlenecek.

temps d'images'ın programı bütünüyle açıklanmış değil ancak 5 haziran'da hiroaki umeda'nın iki solo (gölgesiyle dans ettiği "duo" merak uyandırıyor) ve 8 haziran'da annabelle bonnéry - compagnie lanabel'in "virus//antivirus" adlı dans gösterileri ile 6 haziran'da garajistanbul projesi "muhabir" kesinleşmiş prodüksiyonlar.

"beyond belonging III - almancı!" festivalinde berlin'in avant-garde kurumlarından ikisi, hebbel am ufer (HAU) ve geçtiğimiz yıl çoğunluğu almanya'da yaşayan türk sanatçılar tarafından açılan ballhaus naunynstrasse'nin prodüksiyonlarından 6 gösteri seyredeceğiz. bunlardan hakan savaş mican'ın fassbinder oyuncusu heide simon'un da rol aldığı çok karakterli psikolojik draması "der besuch" (ziyaret), neco çelik'n aziza a., idil üner ve tim seyfi'li arabesk müzikali "gazino arabesk", berlin’de yaşayan türkiye kökenli eşcinsel erkekleri konu alan nurkan erpulat'ın "jenseits" (öte taraf) ve kadir „amigo” memiş'in "ZEY’BrEaK" adlı gösterileri ilk anda ilgi çekici gözükenler. bir haftalık festival filmler, belgeseller, sanatçılarla söyleşiler ve müzik geceleriyle zenginleştirilmiş bir program içeriyor.

almanlar "berlin-istanbul 2009 kardeş şehir kutlamaları" kapsamında haziran'da yukardaki festivalin yanısıra tam anlamıyla bir istanbul çıkartması gerçekleştiriyor: istanbul modern'de haziran başında farklı bir sinema yapan çılgın sanatçı ulrike ottinger'in fotoğraf sergisi ile yedi filmi ve haziran sonunda 2008-9 yılı yapımı nitelikli alman filmlerinden derlenmiş "alles ist gut" (herşey tıkırında) başlıklı sekiz filmlik bir toplam gösterilecek.
"alles ist gut"tan andreas dresen'in "wolke 9", christian petzold'un "jerichow", sebastian schipper'in goethe uyarlaması "mitte ende august" ve nicolette krebitz'in kocasının başka bir ailesi olduğunu öğrenen bir kadının hikayesini anlatan "das herz ist ein dunkler wald" adlı filmleri özellikle merak ediyorum.

PROTESTO II: "gecenin en karanlık anı, gündüze en yakın olanıdır"

engin cezzar, füsun akatlı, genco erkal, gülriz sururi, nedim saban, tilbe saran ve zuhal olcay buluşma çağrısı yaptılar:
hukuk devleti, ifade özgürlüğü, demokrasi, laiklik, insan hakları ve eğitim hakları için 18 mayıs pazartesi günü sessiz bir yürüyüş düzenleyecekler. saat 11.00’de galatasaray lisesi’nin önünden hareket edecek sanatçılar, taksim’e doğru, ellerinde pankartlar ve flamalarla yürüyecekler.

gülriz sururi'nin kaleme aldığı çağrı metninde hoş tespitler var:
"Garip bir toplumuz. Sahip oduğumuz değerleri korumak için bile parmağımızın ucunu kıpırdatmak istemiyoruz ve bu rehavet içinde bir gün bir de bakmışız, 'Ilımlı İslam' yaftası yapıştırılmak isteniyor üstümüze."

yürüyüşe katılmak isteyenlerin adlarını 13 mayıs'a kadar palinerken@hotmail.com adresine bildirmeleri gerekiyor.
ben 18 mayıs günü istanbul dışında olacağımdan yürüyüşe katılamayacağım, ancak kalbim ve beynim bu sessiz ama anlamlı prototesto yürüyüşte olacak.

7 Mayıs 2009 Perşembe

"gölgeye övgü": sergiye övgü, emeği geçenlere övgü!

kötü bir huyum var; sergilere ancak ya son haftasında ya da son gününde gidiyorum. kötü mötü bu huya da razıyım aslında, çünkü son gün de olsa gitmemi sağlıyor. kötü tarafı, son ana bıraktığım için kaçırdığım da pek çok sergi oluyor!

pera müzesi'ndeki "kurosawa-desenleri"e kapanmadan bir gün önce gitmiştim, istanbul modern'deki "gölgeye övgü"yü ben kapattım!
evet, serginin son günü olan bugün (6 mayıs) saat 17.58'de güvenlik görevlilerinin ısrarlı müdahaleleri sonucunda sergi salonundan en son çıkan ben oldum. 4 saattir içerdeydim.

bazen sona bırakmak denk te gelebiliyor: "gölgeye övgü" sergisi tam da kukla festivalinin başladığı bir haftaya -amiyane tabirle- cuk oturdu.
zaten dün ve bugün festival kapsamındaki "akdeniz kuklası sempozyumu" istanbul modern'de düzenlendi.

"gölgeye övgü" dublin'den gelmiş, atina'ya benaki müzesi'ne gidiyor. istanbul'da kaçıranlar atina'da yakalasınlar, çünkü enfes bir sergi. hatta şunu bile iddia edebilirim: istanbul modern açıldığından beri düzenlenen geçici sergilerin içerik açısından en bağlamsal ve en kapsamlı olanı.
bu topraklardaki geleneksel sanat ile bağlantı kurduğu gibi, bunu coğrafi, kültürel ve tarihsel olarak ta geniş bir kapsamla ele alan, geçmişten ve günümüzden oldukça isabetli sanatçı ve yapıt seçimleriyle bu çerçeveyi kuvvetlendiren bir sergi.
"gölgeye övgü" görsel olarak müthiş doyurucu olmasının yanısıra, orjinal objeler ve ürünler açısından da zengin bir toplamın biraraya getirildiği heyecan verici bir bütünlüğe sahip.
haddim değil ama kuratör paolo colombo'yu kutlamak lazım.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

idansII, izlenim 1: de mey'lerin akşamı



12 basit vals. 2 dansçı. yerde 24 dilimli bir çember.
farklı lisanlarda söylenen 12 vals ritimli şarkı eşliğinde yerdeki çember izine sadık kalarak hazırlanmış 12 koreografi.
basit ama etkili. mekanik, matematiksel, soyut ama aynı zamanda da insani, romantik, duygusal.
zor bir denge; ancak michéle anne de mey kadar deneyimli ve usta olmak lazım.

geleneksel vals dansının strüktürü çözülerek ayrıştırılmış; 12 basit valsi oluşturan her bir koreografi ya bu ayrıştırılmış parçaların birinden oluşuyor, ya da bir kaçının yeni bir şekilde biraraya getirilişinden.
biri kadın diğeri erkek iki dansçı çember üzerinde bazen farklı ritimlerle yürüyorlar, bazen beraber yanyana, bazen karşı karşıya, bazen biri çembere girerken diğeri çıkıyor, hareket ederken gözleri bazen birbirlerini izliyor, bazen başka yönlere bakıyor... michéle anne de mey'in koreografisi bazen gözleri de katıyor harekete; sadece gözleriyle vals yapıyor. bazen de kapalı gözlerle, zihninde dans ediyor...

12. vals, geleneksel şekilde dans ediliyor. geleneksel valsin yerde oluşturduğu iz, çemberinkinden farklı, ancak çemberin merkezinde ve dört temel yöndeki noktasında çakışıyorlar.
"12 easy waltzes" klasik müzikteki "tema ve çeşitlemeler" misali, ancak burada çeşitlemeler önce geliyor, ardından, en sonda temanın kendisi.

idansII bu akşam muhteşem bir şekilde başladı.
michéle anne de mey ve grégory grosjean'ın "12 easy waltzes"i ardından thierry de mey ve jean geoffroy'un özel bir ses ve görüntü düzeni isteyen deneysel/avant-garde işi "light music" sahnelendi. aynı program yarın akşam da garajistanbul'da.

5 Mayıs 2009 Salı

bir mcdonagh klasiği: "yastık adam"



talimhane tecrübesi biraz şanssız devam eden mehmet ergen sezonu iki yeni oyunla bitiriyor: talimhane tiyatrosu yapımı "yastık adam" ve istanbul halk tiyatrosu'nun "gagarin sokağı".

"yastık adam" martin mcdonagh'ın 2003 yılında ingiltere ve amerika'da ödüller alan kara komedisi. hikaye yazmanın gücü, kurgu ile gerçek arasındaki belirsizlik, ebevynler ile çocuklar arasındaki ilişkiler, şiddet ile masumiyet arasındaki gelgitler üzerine sıkı bir düşünce alıştırması yapan, bu uçlar arasında bıçaksırtı bir dengeyi tutturan, sürprizli virajlar alarak son ana kadar gerilimini yitirmeyen çok kuvvetli bir metine sahip mcdonagh'ın oyunu.
mehmet ergen oyunun içerdiği mizahi tarafı abartıya kaçmadan vurguladığı gibi karakterlerin insani yönlerini/duygularını da ortaya çıkaran bir reji çalışması yapmış.

dekor, kostüm ve ışık tasarımlarında bir fevkaladelik yok. [her nedense bunların kimlere ait olduğuna dair bir bilgi de yok!] keşke dekor daha da aza indirgenseymiş, çünkü bu halinin ne işlevsel ne de anlamsal bir tarafı var.

her şey dört oyuncuda başlayıp bitiyor; iki ağırlıklı başrolde (katurian ve tupolski'de) ingiltere'de david tennant ve jim broadbent, new york'ta bily crudup ve jeff goldblum oynamışlar. bizde bu rolleri serhat tutumluer ve murat karasu canlandırıyorlar. ikisi de karakterlerine nüfuz etmişler, çok başarılılar. ikincil rollerde; ariel'de bekir çiçekdemir'in her söylediği anlaşılmıyor, michal'de yurdaer okur ise ses tonu, vurguları, jestleri ve mimikleri ile çok başarılı bir oyun çıkartıyor, bu performansıyla önümüzdeki yılın yardımcı oyuncu ödüllerine şimdiden talip!

"yastık adamı" mayıs sonuna kadar istanbul ve adana'da çeşitli salonlarda yakalamak mümkün. yetişemeyenler önümüzdeki sezonu bekleyecekler...

4 Mayıs 2009 Pazartesi

has flamenko; ustasından!

"Şu benim bunlu yüreğim
duyuyor şafak sökerken
sevdalarının hüznünü
düşleriyle uzakların.
Getiriyor tan ışığı
tohumlarını özlemin,
gözleri olmayan hüznü
canevimin ta dibinden.
Gecenin büyük mezarı
çekiyor kara örtüyü
saklamak için gündüzle
yıldızlı, sonsuz kubbeyi.
Böyle neyleyim kırlarda
yuvalar, dallar toplayıp,
tanla kuşatılmış böyle
ve içim geceyle dolu!
Saklarsan böyle neylerim
ölmüş gözlerini günden,
duymazsa bakışlarının
sıcaklığını vücudum?
..."
federico garcia lorca
(cem yayınevi, çeviren: sait maden)

el sesi, ayak sesi, ahşap sesi, çelik sesi, topuk sesi, gitar sesi, yanık erkek sesi, tok kadın sesi...
bunların hepsi bu akşam crr sahnesindeydi. bu akşam crr'de paco peña ve topluluğu vardı; istanbulluları büyülediler, çoşturdular, kendilerine hayran bıraktılar.

damıtılmış, has, öz bir flamenko dinledik ve seyrettik bu akşam.
tek bir fazla nota, tek bir aşırı hareket yoktu.
boşluğa dansçıların bedenleriyle ışıktan çizikler atan, bazen bütün bir sahneyi endülüs'te dolunaylı bir gece atmosferine çeviren, ardından tan ağırırkenki sıcaklığı hissettiren enfes bir ışık tasarımı vardı. kostümler sade ve zevkliydi.
her şey paco peña'nın yıllardır biriktirdiği deneyiminden süzülmüş, bir dengeye oturtulmuştu.

üç gitarcı, üç dansçı, iki şarkıcı ve bir perküsyoncu; "flamenco vivo" ile hepsi birbirinden mükemmel bu dokuz sanatçı bizlere sahnede endülüs'ü yaşattılar; sesleriyle, müziğiyle, tutkusuyla, keskinliğiyle, ay ışığıyla, portakal çiçeği kokusuyla...
bu benzersiz gösteriyi yarın akşam da (5 mayıs) seyretme imkanı var. kaçırmamalı!
[yukarıdaki fotoğraf paco peña topluluğunda dans eden muhteşem dansçı angel muñoz'a ait.]

tango üstadlarıyla açık havada yıldızlar altında bir gece ne muhteşem olurdu!

film festivali'nde "cafe de los maestros"u seyredenler filmdeki efsanevi tango üstadlarına hayran olmuş olmalı.

"cafe de los maestros" bir belgeseldi; benzersiz müzisyen gustavo santaolalla'nın buenos aires'te halen yaşamakta olan yaşını başını almış ama müzik yapmaktan vazgeçmemiş tango üstadlarını biraraya toplayıp onlara buenos aires'in eşsiz salonu teatro colon'da konser verdirmesinin hikayesiydi film. üstadları teker teker tanıdık, gündelik hayatlarına tanık olduk, ardından da konserden görütülerle tango müziğinin tadına vardık. (dans bekleyenler biraz hayal kırıklığına uğramadı değil)
miguel kohan'ın belgeseli kalite olarak wim wenders'ın "buenos vista social club"ının seviyesinde değilse de, tango üstadlarımız en az kübalı latin üstadlar kadar alçakgönüllü, en az onlar kadar mükemmel ve ustaydılar.


filmden sonra, belgeseli olduğuna göre o konserin kaydı da vardır fikriyle internette yaptığım araştırmadan hüsranla çıkmıştım. "cafe de los maestros"un ya cd kayıtları vardı ya da belgesel filmin dvd'si.

hüsranım yakın zamanda sevince dönüştü; meğerse "cafe de los maestros" ekibi dünya turnesindeymiş! hatta 21 haziran'da atina'da hellenic festival kapsamında konser vereceklermiş.
acaba bizim caz'a da uğrarlar mı diye heveslendim; iksv hazır filmini göstermiş, kaldı ki tangonun istanbul'da azımsanmayacak bir hayran kitlesi de var, caz festivali'ne de canlısını getirir diye umdum. nafile!
caz'ın açıklanan programında yok [bu arada: festivalin bu seneki programı çok zayıf, hatta sönük!], umarım ileriki bir tarihte özel bir etkinlik olarak düşünürler.
bizleri bu üstadlardan mahrum bırakmamalılar!

3 Mayıs 2009 Pazar

fast food cimri

biraz tim burton atmosferi, biraz helena bohnam-carter (bknz: demet evgar), biraz çizgi film estetiği (topluca bir yandan diğer yana koşan insan kalabalığı, suratta patlayan bombalar, katılıp kalan karakterler, buharı tüten kazanlar), çokça absürd, biraz eklektik (bknz: opera ile hard rock'ın yanyana olduğu müzik kullanımı), oldukça seksi (bknz: bülent şakrak, oyundaki diğer üstü çıplak erkekler ve sarsılan koltuk), yeterince komik (bknz: kadriye kenter, engin hepileri); ve hepsi sadece 1.5 saat!
artık bu hengamede moliere'den ne kaldıysa geriye, o da sahnede: "cimri"

barış dinçel'in altın rengine batırılmış ancak toz tutmuş gotik dekoru, başak özdoğan'ın sefiller'i andıran salaş kostümleri, cem yılmazer'in derinliği arttıran ışığı; bunların hepsi, mehmet birkiye'nin dinamik rejisini destekleyen başarılı tasarımlar.

rejinin anafikrini ise ben şöyle anladım: insan zengin de olsa yoksul da, bonkör de olsa cimri de, hayatta önemli olan iki şey vardır: yemek ve seks!

çiçek bahçesi'nde gençlik zamanından şarkılar...

bir mayıs pazarının sabahında, etraf sakinse, sadece kuş cıvıltıları varsa sessizliği bozan, güneş ışınları tatlı tatlı ısıtıyorsa dokunduğu yüzeyleri, hafiften bir esinti de varsa diri tutan; bu cennetsi uyuma eklenebilecek ender insan yapımı şeylerden biri mahler'in "lieder und gesaenge aus der jugendzeit" şarkıları olsa gerek. hele de daniel barenboim'un piyanosu dietrich fischer-dieskau'ya eşlik ediyorsa...

ne yazık ki, fizy'de aus der jugendzeit'tan bu yazıya iliştirebileceğim herhangi bir şarkı yoktu. ben de mahler'in çok tanınan beşinci senfoni adagietto'sunu ekledim. bahar çoşkusunun üzerine biraz hüzün serpilmiş oldu; her sevincin sonu hüsran, her baharın devamı güzse, neden olmasın.
[beni fizy ile tanıştıran arkadaşıma gecikmiş teşekkürlerimle...]

2 Mayıs 2009 Cumartesi

oyunu tiyatroya dönüştüren çalışmalar


bu sene stüdyo oyuncuları'nın tezgahında şahika tekand yapıtı olmayan ancak herşeyleriyle onun tarzını devam ettiren iki heyecan verici oyunla karşılaşmak mümkün.

mayıs sonuna kadar tekand'ın "karanlık korkusu" ve "evridike'nin çığlığı" ile beraber bu iki oyun, "apartman" ve "üç... iki.. 1000" nişantaşı'nın ucundaki o apartman bodrumundan ustaca dönüştürülmüş oyun mekanında sahneleniyorlar. "apartman" pazartesi'leri, "üç... iki.. 1000" cumartesileri...

ridade tuncel'in "apartman"ı ile umut kırcalı'nın "üç... iki.. 1000"i oyun oynama fikrini tiyatroya taşıyan şahika tekand'ın izinden giden iki çalışma.
tekrarlar, ışığın vazgeçilmez kurucu öğelerden biri olması, hız ve dakiklik, oyuncunun fiziksel olarak zorlanması gibi şahika tekand tiyatrosunu oluşturan tipik özellikleri bu oyunlarda bulmak mümkün.

sanki, "apartman" çıkış noktasından daha da ileri gidebilirmiş, biraz tutuk kalmış gibi geldi bana.

"üç... iki.. 1000"i oluşturan iki kısa oyundan ikincisi ("1000") ilkinden ("üç... iki..") çok daha sağlam, çok daha derinlikli, oyuncuyu olduğu kadar seyirciyi de son sınırına kadar zorlayan etkileyici bir çalışma. hatta, "1000"i seyredince, "üç... iki.." keşke hiç olmasaymış diye bile düşündüm.