29 Haziran 2012 Cuma

yves marc'dan keyifli bir konferans



théâtre du mouvement (hareket tiyatrosu)’nun kurucusu yves marc bu akşam, istanbul fransız kültür merkezi'nin bu sezondaki son etkinliğinde sahnedeydi.
iki buçuk saat süren -ancak tek bir dakikası bile sıkıcı olmayan ve içten içe hiç bitmemesini dileyerek takip ettiğim- sunuşuna, ustası étienne decroux’nun geliştirdiği mim sanatının, mime dramatique corporel (bedensel dramatik mim)’in felsefesinden bahsederek ve decroux’nun yapıtlarının video kayıtlarından örnekler göstererek başladı; claire heggen ile birlikte kurdukları théâtre du mouvement’un tarihini -yine video görüntüleriyle destekleyerek- retrospektif bir bakışla sundu; ve konferansını, mim sanatlarının günümüzde fransa’daki durumundan, beş yıl önce kurulan dernekten ve önümüzdeki öğretim yılında eğitime başlayacak ulusal mim okulundan kısaca bahsederek bitirdi.




decroux’nun geliştirdiği mime dramatique corporel’de, pandomim’den farklı olarak, yüz ve ellerin yerini beden almaktadır. beden kafa, boyun, göğüs, bel ve kalça olarak beş temel parçaya ayrılmıştır ve kompozisyonlar bunların artikülasyonundan türetilen gamlarla oluşturulmaktadır. yüz ifadesini sıfırlamak için, oyuncuların yüzleri bezlerle veya maskelerle örtülüdür.

yves marc, decroux’nun “l’usine” ve “l’arbres” adlı yapıtlarından bölümler izletti bize. mimden çok, modern dansa daha yakın olan bu çalışmalar zaten zamanında bir çok avangart koreografı etkilemişmiş.
soru-cevap kısmında bir seyirci bu yapıtları bauhaus-oskar schlemmer estetiğine çok yakın bulduğunu söylemesi üzerine yves marc, decroux’nun, birinci dünya savaşı’nda cesetleri cepheden geriye taşımakla görevli olarak çok kötü tecrübeler geçirmiş olduğunu ve bu travmatik anıları yüzünden almanlarla yıldızının hiç barışmadığını, bu yüzden oskar schlemmer ile herhangi bir görüşmesinin olmadığını zannetiğini ve bauhaus’da yapılanları dahi takip etmemiş olma ihtimalinin yüksek olduğunu söyledi; ne ilginçtir ki, yıllar sonra decroux’nun bir gösterisinin ardından kulise, bauhaus’ta schlemmer’in ekibinde çalışmış olan fransız bir sanatçı gelmiş ve “işte siz tam da schlemmer’in bauhaus’ta ulaşmak istediği ama bir türlü başaramadığı noktadasınız” gibilerinden bir yorumda bulunmuş.

marc’ın decroux hakkındaki başka bir anekdotu beni, belki de kendi disiplinimde bir hocamın bize durmadan söylediği bir şeyle paralelliği açısından, çok etkiledi.
marc’ın dediğine göre decroux onları, yani öğrencilerini bir hareketi mükemmel bir şekilde yapmaları için altı ay boyunca çalıştırırmış. cuma günleri doğaçlama günleriymiş, örneğin bir sergi salonunu gezmek üzere o mekana atılan ilk adım mı çalışılacak, durmadan denenir, denenir, ne zaman gelinen noktadan tatmin olunur,  bu sefer de hareketin o hali sayısız kere tekrar edilirmiş.
hocamız da bize mimari proje çalışırken “aynı vaziyet planını 300 kere çizeceksiniz” derdi. bilirdi ki üşeneceğiz, 300 kere çizmeyeceğiz, kağıda yazdığı rakamın son sıfırının üzerini çizer, “bari 30 kere çizin” diye espri yapardı; maalesef 30 kere çizenimiz bile ender çıkardı.
belki de bu yüzden barselona’daki müzesinde picasso’nun odalar dolusu velazques-las meninas etüd kopyalarıyla karşılaşınca şaşırmamıştım; ne kadar yetenekli de olsa picasso’yu picasso yapan bitmez tükenmez çalışma azmiydi; aynı şey üzerinde bıkmadan usanmadan tekrar tekrar çalışmasıydı.



yves marc konuşmasına başlamadan önce, sahneye adımını kısa ama etkileyici bir bedensel mim gösterisiyle attı. konferans esnasında da, sözle anlattığı şeyleri bedeniyle örnekleyerek gösterdi.
insanların kaç farklı şekilde yürüdüklerini gösterdiği bölüm öğretici olduğu kadar müthiş de eğlenceliydi; “her insanın farklı bir yürüyüş şekli vardır” diyen marc, topluluğununun, insanların yürüyüşü üzerine dört ayrı yapıt tasarlamış olduğunu da ekledi; zaten decroux’nun da en önem verdiği konulardan biriymiş insan yürüyüşü.

heggen ile 35 yıldır süren ortaklıklarında; önce insan bedeninin içinde saklı olan hayvansıllığı araştırmışlar; sonra oyuncunun kendi bedeninin kuklacısı olması durumundan hareketle çalışmışlar; sonra bedensel hareketin müzikalitesi üzerine yapıtlar üretmişler, hiçbir anlam içermeyen ancak müzikal ifadesi olan sözcüklerden oluşan ve bir besteci tarafından “bestelenmiş notaların” bizzat oyuncular tarafından icra edildiği yapıtlarmış bunlar; sonra yürüyüş üzerine çalışmışlar; daha sonra duyguların bedensel ifadesi üzerine; en son da düşünce/düşünme halinin bedene yansıması üzerine yapıtlar tasarlamışlar.



marc’ın, 1975‘den 1994‘e kısa parçalarını gösterdiği gösterilerinin her biri birbirinden yaratıcı, eğlenceli ve hayret vericiydi. özellikle ikisi çok iyiydi: yüzüne ve dizlerinden birine taktığı maskeyle anne ile çocuğu canlandıran oyuncunun bedeniyle iki ayrı karaktere sadece hareketlerle aynı anda hayat vermesi nefes kesiciydi. ikincisi ise; üç erkek oyuncunun anlamsız ancak müzikal kalite içeren sözcükler sarf ederek ve kağıtları müthiş yaratıcı bir şekilde kullanarak canlandırdıkları ofis ortamının absürd hali.

marc, istanbul’a yaklaşık 10 yıl önce bir gösterileriyle geldiklerinden bahsetti. şehrimizin tekrar konuğu olmaları dileğimle…

28 Haziran 2012 Perşembe

cami taklitçiliği üzerine...




mimarlık alanında dünya çapında en prestijli ödüllerden biri olan ağa han ödülünü iki kere kazanmış olan turgut cansever [kendisiyle mustafa armağan'ın 1993 yılında yaptığı bir söyleşinin de içinde bulunduğu 2002 tarihli "kubbeyi yere koymamak" adlı kitabında yer alan] bir yazısında şunları söylüyor:


“cami yapıp bunu göklere kadar yükselen üç şerefeli minarelerle donatmayı düşünen ve bunun için çaba sarfeden kişi, minareyi bu kadar yüksek yapmakla islam’ı yahut o eseri meydana getiren kişileri kurtaracak bir ‘güç’ vücuda getirdiği zannında. bunun bir bakıma “şirk” koşmak olduğunu unutuyor. islam kültürünün çok üstün vasıflı bir ürününün (örneğin selimiye’nin) alınıp bugün tekrar edilmesinin çözüm olduğunu zannetmek, o ürüne ilahi güç atfetmek anlamına gelir. onun islam’ın hangi evrensel prensiplerini yansıttığını, hangi tarihi ve mahalli sürecin yansıması olduğunu tahlil etmediği zaman; bugün yapacağımızın hangi evrensel islami değerlerin icabı olarak gerçekleştirilmesi lazım geldiğini, hangi islami çabanın tarihi sürecin bugünkü hangi mahalli şartların (teknoloji, yapılar arası münasebet, sosyal örgütlenmenin şartları vs.) ürünü olduğun tahkik edilmediği zaman bu, eserin ‘meselesi’nin bulunmadığını gösterir.”

turgut cansever ayrıca; genelde islam ve özelde osmanlı kültüründen ve felsefesinden bahsederken, inancın sürekli bir hareket halinde olunduğunu vurgular ve büyük bir ideolojinin sembolü olarak camileri örnek verir; büyük ve kalıcı olma iddiasında olmadıklarını, aksine küçük olma peşinde olduklarını belirterek; tamamen kalıcı olduğuna inanılan ideolojilerin sembollerinin dahi o kadar kalıcı olmadıklarına dikkat çeker. ardından da peygamberin “her nesil ne olduğunu yeniden anlamak mecburiyetindedir” vahiyine atıfta bulunarak; peygamberin neslinin bunu böyle gördüğünü ama, her neslin farklı şekilde görmek ve yeniden anlamak mecburiyetinde olduğunun haberinin verildiğini vurgular.
ve ekler:
“büyük sadelik bütün islam kültürünün, bütün islami ürünlerin ayrılmaz, değişmez bir temel özelliğidir.”




antalya karakaş camisi (turgut cansever)

agua

londra kültür olimpiyatı etkinlikleri
tanztheater wuppertal pina bausch: dünya kentleri 2012, VIII: sao paulo
28-29 haziran, barbican

27 Haziran 2012 Çarşamba

Mimesis Yayın Kurulundan Açıklama / 26.06.2012



Kamuoyuna;


Kültür Bakanlığı`nın Türkiye´nin farklı şehirlerinde il ve ilçe kütüphanelerine dağıttığı Mimesis Tiyatro Çeviri Araştırma Dergisi, Elazığ İl Halk Kütüphanesi tarafından müstehcen içerikli olduğu gerekçesi ile iade edildi.

Elazığ İl Halk Kütüphanesi Müdürü Ahmet Pirinççi tarafından Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’ne gönderilen resmi yazıda, “MİMESİS adlı tiyatro /çeviri araştırma dergisinin 19. sayısının içeriğinde müstehcen resim ve çizgilerin bulunduğu okuyucularımız tarafından tespit edilmiştir” deniliyor.

Yazının devamında, bu tür yayınların okuyucuların ve çocukların ahlaki değerlerini bozduğu iddiası ile Elazığ İl Halk Kütüphanesi`ne veliler tarafından şikayet dilekçesi ile müracaat edildiği belirtiliyor. Elazığ İl Halk Kütüphanesi müstehcen içerikli bulduğu derginin Elazığ İl ve İlçe Kütüphanelerine bağış yolu ile olsa dahi gönderilmemesini talep ediyor.

Mimesis Dergisi Yayın Kurulu olarak belirtmek isteriz ki, müstehcen olduğu iddia edilen makale Antik Yunan komedyası hakkında bir çeviri-araştırma dosyası olan “Aristophanes Üzerine” adlı dosyada yer almaktadır. Kadının Tasviri: Aristophanes’in Lysistrata’sı ve Yunan Eşlerinin ‘Hetairalaştırılması’ adlı makale Washington Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Sarah Culpepper Stroup tarafından 2004 yılında kaleme alınmıştır.

20 yılı aşkın süredir yayınlanan ve danışma kurulunda Dikmen Gürün, Murat Tuncay, Zehra İpşiroğlu, Selda Öndül, Güngör Dilmen gibi tiyatro alanında önemli çalışmalarda bulunan akademisyen ve yazarların da sorumluluklar aldığı bir dergi, neden ahlaka aykırı bulunduğu konusunda açıklama bile yapılmadan, ”müstehcen” ilan edilmiştir. Akademik-bilimsel bir makalenin içeriği kaale alınmaksızın, ilişiğindeki M.Ö. 5. yüzyıla ait görseller bağlamlarından koparılarak “ahlaka aykırı” bulunup, raflardan kaldırılmıştır.

“Müstehcenlik”, “muhafazakar” duyarlılık adına yayın ve tiyatro dünyasının düzenli olarak maruz kaldığı ithamlardan birisi. Mimesis Dergisi’ne dönük müstehcenlik ithamını da aynı sansürcü zihniyetin bir çeşitlemesi ve yasaklaması olarak görüyoruz. Kültür Bakanlığı tarafından onlarca il ve ilçe kütüphanesi raflarına yerleştirilen akademik-bilimsel bir derginin, yine ona bağlı bir kuruluş tarafından raftan kaldırılmasını ise tek kelimeyle “absürd” buluyoruz.

Mimesis Tiyatro Çeviri Araştırma Dergisi Yayın Kurulu


26 Haziran 2012 Salı

1924 / f. w. murnau / die finanzen des großherzogs


adı türkçeye „dükün mali durumu“ olarak çevrilebilecek bu film murnau’nun herhalde en zayıf işlerinden biri olsa gerek. film, komedi türünde çekilmiş olmasına rağmen, daha çok trajik bir hikaye anlatıyor; iflasın eşiğine gelmiş bir dükün düze çıkma çabaları.


filmi seyredilir kılan en önemli özellik görüntüleri. filmin çoğu sahnesi gerçek dış mekanlarda çekilmiş. o dönem şartlarında, hele de dünya ekonomik krizi yaklaşırken, bayağı masraflı ve meşakkatli bir iş. çekimler hem de dalmaçya kıyılarında yapılmış. dükün sahibi olduğu ada olarak adriyatik kıyısındaki spalato, cattaro, zara gibi tarihi kasabalar kullanılmış. yüzyıl başının el değmemişliği de eklenince, dış mekan çekimleri gerçekten etkileyici; pitoresk.

murnau iç mekanlar için de çoğunlukla o bölgedeki otelleri kullanmış. iç mekan kadrajları özellikle derinlik hissini arttıran ve 17. yüzyıl hollandalı ressamların, özellikle de pieter de hooch‘un iç mekan tablolaları gibi, mekanların geriye doğru pencere ve kapılarla biribirine aktığı çerçevelemeleriyle dikkat çekici. o dönemin en önemli tiyatro adamlarından max reinhardt’ın tedrisatından geçen murnau iç mekan çekimlerinde tiyatral bir etki yaratmış.



murnau’nun 1922 tarihli „phantom“ (hayalet)‘inin son sahnesinde de benzer anlamda etkisi kuvvetli bir sekans vardı; protagonistin hapisten çıktığı sahnenin çekiminde arka arkaya aynı hizada dizilmiş kapıların oluşturduğu perspektifle ve sadece kapıların arkadan aldıkları ışıkla tiyatral bir etki yaratılmıştı.

25 Haziran 2012 Pazartesi

"Sahilde Kafka"dan...




"...
“Orada kaldıkça, bir daha asla düzelmeyecek yaralar alacağım hissine kapıldım” dedim.
“Yaralar almak?” dedi Saeki Hanım gözlerini kısarak.
“Evet” dedim.
Bir süre bekledikten sonra, “Senin yaşında bir erkek çocuğunun ‘yaralar almak’ gibi bir ifade kullanması bana nedense çok garip geldi. İlgimi çektiğini de söylemeliyim gerçi… Peki, somut olarak nasıl şeylerdi? Şu, aldığın yaralar?”
Söylenecek doğru sözü aradım. Karga adlı delikanlıyı bulmaya çalıştım. Fakat hiçbir yerde değildi. Kendi başıma sözcükleri bulmaya çalıştım. Bu, zaman alıyordu. Fakat Saeki Hanım sabırla bekliyordu. Önce bir şimşek çaktı, ardından da gök gürültüsü duyuldu.
“Benim, olmam gerekenden farklı bir hale dönüşmem.”
Saeki Hanım merak dolu gözlerle bana bakıyordu. “Fakat zaman dediğimiz şey var olduğu sürece, herkes yaralar alır, herkes farklı halere dönüşür. Er ya da geç.”
“O yaralardan kaçınamayacağım bir gün gelse bile, geri dönebileceğim bir yer lazım.”
“Geri dönebileceğin bir yer?”
“Geri dönmeye değer bir yer.”
..."

- Haruki Murakami
çev: Hüseyin Can Erkin
Doğan Kitap

24 Haziran 2012 Pazar

fazıl say ziyafeti



evindeki savaşa çözüm üretemeyenin komşusuna karşı savaş çığlıkları attığı şu zamanlara, fazıl say’ın “mezopotamya senfonisi”nden daha iyi bir cevap olamazdı herhalde.
bu yapıtı dünya üzerinde ilk defa dinleyenler bizlerdik; dün akşam haliç kongre merkezi’ni dolduran 3000 kişi. yapıt bittiğinde bütün salon ayaktaydık; göğsümüz kabararak, haykırarak alkışladık.

fazıl say’ın “yazdığım en iyi eser olduğunu düşünüyorum” dediği 2. numaralı, “mezopotamya” isimli senfonisi, gerçekten de fazıl say’ın şimdiye kadar bestelediği en iyi, en olgun yapıt. say’ın en olgun yapıtı olmasının ötesinde “mezopotamya senfonisi”, 21. yüzyılda yazılmış bir klasik müzik yapıtı olarak da çok etkileyici bir çalışma.
senfoni her biri bir başlıkla isimlendirilmiş 10 bölümden oluşuyor, ama parça parça bir etki bırakmıyor; sanki 55 dakika tek bir ana sığmış, bir çırpıda akıp bitiyor. her bir başlık “ölüm”, “savaş”, “ay”, “güneş”, “melodram” gibi önemli kavramlara referans veriyor veya “ovada iki çocuk”, “kurşun”, “fırat”, “dicle” gibi hikayeler içeriyor, ama bence müziğin kendisi figüratif veya betimleyici değil; tam da olması gerektiği gibi, çağdaş ve soyut. müzik sizi bütüncül ve akıcı bir etkiyle sarıp sarmalıyor ve 55 dakika sonra serbest bırakıyor.

gürer aykal’ın şefliğinde 109 kişilik borusan istanbul filarmoni orkestrası ve solistler carolina eyck (theremin), bülent evcil (bas flüt), çağatay akyol (bas blokflüt) ve fazıl say (piyano) dün akşam sahnede adeta parladılar.
aynı kadroyla temmuzda bodrum’da, sonbaharda antalya’da çalınacak bu muhteşem yapıtın büyüsüne istanbul'da tekrar kapılmak için aralık ayını, borusan filarmoni’nin düzenlediği “fazıl say festivali”ni beklememiz gerekecek.

dün akşamki konser ise; istanbul müzik festivali’nin tarihine bir doruk noktası olarak yazıldı. sadece “mezopotamya senfonisi” değil, ilk yarıda çalınan beethoven’ın 3 numaralı piyano konçertosu icrası da olağanüstüydü; fazıl say konçertonun birinci bölümündeki kadans kısmında kendi bestelediği kadansı çaldı. say esinini beethoven’dan alarak piyanoda harikalar yarattı; kattı bizleri arkasına, uzak diyarlara götürdü, arada kendi dünyasında gezdirdi ve kadansın sonunda döndü geldi beethoven’a geri; zevkten tüyler ürpertecek kadar etkileyiciydi.

bu karanlık zamanlarda bizlere bu kadar aydınlık bir akşam yaşattığı için dünya sanatçısı fazıl say’a gönül dolusu teşekkürler…

nefes

londra kültür olimpiyatı etkinlikleri
tanztheater wuppertal pina bausch: dünya kentleri 2012, VII: istanbul
24-25 haziran, sadler's wells

22 Haziran 2012 Cuma

keşke...



iksv’nin ünlü katalan topluluk la fura dels baus’a hazırlattığı 40. yaş kutlaması “istanbul istanbul” gösterisinin iki akşamına da bilet almıştım. çünkü, reklamlarında söylendiği üzere, la fura dels baus’un dünyanın en çarpıcı gösteri topluluklarından biri olduğunu düşünüyordum.
1998’de tiyatro festivali’ne konuk olduklarında “f@ust 3.0”ı hayranlıkla izlemiştim. 2010’da istanbul’la birlikte avrupa kültür başkentlerinden ruhr’un duisburg kentindeki açık hava gösterisi “rheingold”un hazırlık aşamasını belgeleyen ve gösterinin tamamını içeren filmi geçen sene arte’de hayranlık ve gıpta ile izlemiştim. zaman zaman mezzo kanalında topluluğun beyinleri carlus padrissa ile alex ollé’nin sahneye koydukları operalara da (örneğin “mahagonny kentinin yükşelişi ve düşüşü” veya “la damnation de faust”) denk gelmiş, büyülenmiştim.
eh böyle bir topluluk istanbul’la ilgili bir prodüksiyon yapıyorsa, mutlaka iki kere izlemeyi hak edecek kadar iyi olacaktır diye düşünmekde haksız olmamalıydım.

...

dün akşam camialtı tersanesine gidip, gösterinin başlamasını beklerken etrafıma şöyle bir göz atınca gördüm ki, 2010 “rheingold”daki alet, edevat, obje ve sistemlerin aynısı buraya getirilmiş. gösteriyi sonuna kadar seyrettikten sonra ise “aydım”.
anlaşılan sanata değil de ticarete kafası müthiş çalışan la fura dels baus’un kurucuları 5-6 adet alet tasarlamışlar, kim isterse gidip, farklı kombinasyonlarla 60 dakikalık bir gösteri hazırlayıp işin içinden çıkıyor, paralarını alıyorlar.
sanat bunun neresinde? sanat bu kadar kolay üretilir ve tüketilir mi oldu!

şimdi geri dönüp tekrar bakınca; “rheingold” yine belli bir kaliteyi tutturan bir işmiş; orada parçalar birbirleriyle anlamlı bir bütün oluşturmuşlar; gerek müzik gerek objeler gerekse de parçaları birbirine bağlayan hikaye sırıtmıyor.
"istanbul istanbul” ise; güneydoğumuzdan bir ağıt, iki karadeniz şarkısı (bari bir de zeybek havası olsaymış), en turistiğinden güvercinli, tramvaylı, istiklalli istanbul görselleri, türkiye’nin en güzel ve vurgusu en mükemmel seslerinden tilbe saran’ın okuduğu “istanbul’u dinliyorum” şiirinin insanı soğutacak kadar tekrarlanan hep aynı dizeleri, “war horse”dan apartılmış at, bir arkadaşın “köy düğününden hallice” diye tanımladığı atmosfer, birbirleriyle bağlanmayan müzikler (carmina burana yerine fazıl say nazım oratoryosu çaldı diye seviniyor insan!)

iksv reklamlarında “dünya prömiyeri” olarak tanımlanınca, haklı olarak gazetecinin biri sormuş basın toplantısında; “bu gösteriyi başka ülkelere götürecek misiniz” diye. ollé ile padrissa “burası için tasarladığımız laleleri ilerde başka gösterilerimizde kullanacağız” diye cevaplamışlar.
beş yapraklı laleler; içlerinde ikişer kişi, her biri ikişer yaprağı kapayıp açıyor, bu sırada beşinci yaprak hep açık kalıyor; bir obje bu kadar mı tasarım özürlü olur!



bienali ve üç beste siparişini (2010’da paert’e, 2012’de kancheli ve say’a) bir kenara koyarsak; iksv’nin 40 yılda uluslararası anlamda attığı tek akıllı adım pina bausch’un “nefes”ine ortak olmak oldu. 2003’de ortaya çıkan “nefes” o yıldan beri paris, new york, londra, atina dünyayı dolaştı; her gittiği yerde program broşüründe “istanbul kültür ve sanat vakfı ve istanbul tiyatro festivali ortaklığıyla” ibaresi okundu. onun da ötesinde “istanbul hakkında” bir gösteri 10 yıldır dünyayı dolaşmakta ve tanztheater wuppertal var olduğu sürece de dolaşacak; şehrimizden esinlenmiş dünyaca ünlü bir sanatçı dünya üzerinde bir sürü izleyiciye istanbul’u anlatmaya devam edecek. iksv’nin 40. yılında yapması gereken işte böyle bir ortaklıktı aslında.

tiyatro festivalinin 15.’sinde finanse edilen zingaro at tiyatrosu o gösteriyi kaç yıl oynadı, olsa olsa 2-3 yıl; amos gitai-jeanne moreau projesi bir yaz üç festival gezdi bir de paris’te sahnelendi.
örneğin sidi larbi cherkaoui’nin bir projesine ortak olmak güzel, ancak o da bir yapıtını en fazla 3-4 yıl oynadıktan sonra rafa kaldırıyor. dolayısıyla eğer bir projeye ortak olunacaksa repertuar tiyatrosu mantığında çalışan topluluklardan birine, ilk aklıma gelenler örneğin sacha waltz, anne teresa de keersmaeker, marie chouinard, angelin preljocaj, tr warsawa veya benim bilmediğim ama eminim dikmen gürün hocanın çok daha iyi bilerek belirleyeceği bir sanatçıya teklif götürülüp; onlara gerekirse istanbul’da konaklama ve çalışma imkanı ve mali destek sağlanarak ya istanbul’la ilgili ya da bir şekilde istanbul’a veya türkiye’ye bağlanan, ya da ne biliyim “40” kavramından yola çıkan bir yapıt üretmeleri sağlanmalıydı.
itirazları duyar gibiyim. “ama pina bausch gibi kentler üzerine çalışan yok ki”. iyi de, siz yeterince kararlı ve istekli olursanız, hele de iddia ettiğiniz gibi bir ülkenin kültür ve sanat alanında söz sahibi, deneyimli 40 yıllık bir kurumuysanız, gözünüze kestirdiğiniz bir topluluğu/sanatçıyı ikna etmemeniz için hiç bir engel olamaz ki, eninde sonunda amacınıza ulaşırsınız. yeter ki isteyin.

...

hayal bu ya; iki-üç yıl öncesinden ariane mnouchkine’le bağlantı kurulup ikna edilerek ona bilge karasu’nun “göçmüş kediler bahçesi” verilseydi ve théâtre du soleil’in iksv’nin 40.yılına yetiştireceği yeni projesinin böyle bir uyarlama olması sağlansaydı fena mı olurdu. yapıt çıktıktan sonra, iksv kolunu bile kıpırdatmak zorunda kalmadan, mnouchkine ve théâtre du soleil nasıl olsa; pina bausch gibi, kendi tanınmışlığı ve dünya üzerinde onlara gösterilen talep sayesinde; bu yapıtı sayısız turneye götürecek ve bu sayede istanbul’un, iksv’nin veya türkiye topraklarına dair bir şeyin tanıtımı bütün doğallıyla yapılmış olurdu.

yine duyar gibiyim; théâtre du soleil’i yıllardır getirmek istedik ama bir türlü istanbul’da mekan bulamadık. iksv’nin yıllardır getiremediği théâtre du soleil bu zaman zarfında üç kere atina’ya nasıl gitti! hem de sonuncusu geçen yıl olmak üzere; yunanistan krizle boğuşurken. atina’da da théâtre du soleil’in girebileceği boyutlarda bir mekan yok. ne yaptılar; şehrin dışında bir hangar kiralayıp, otobüslerle ulaşımı sağladılar.

iksv bu sefer de “yeterli seviyede sponsor ve yerel yönetim-devlet desteğinden yoksunuz diyecektir”. 2003’de “nefes”in finansmanı bile zar zor denk getirilebilmişken hele...
iyi de, sormazlar mı o zaman adama; sen ki 40 yıldır bu şehrin kültür-sanat faaliyetlerinde -neredeyse tekel olacak kadar- söz sahibi, saygın, donanımlı, dünyaca tanınan bir kurumsun, bunca yılda sağlam, yerleşik bir kültür vizyonu oluşturamadın mı, partiler-üstü bir yapılanmayla yerel yönetimden kesintisiz destek alma konusunda bir politika/oluşum yaratamadın mı!



şimdi elimizde ne var? kendimiz çaldık kendimiz oynadık. ha, arada, la fura dels baus para kazandı.
bu gösteriyi dünya üzerinde kaç sanatsever takip etti; “la fura dels baus istanbul üzerine özel bir proje hazırlıyormuş, gidip istanbul’da seyredelim” deyip şehrimize gelen oldu mu!
iş artık böyle yürüyorsa, yani sanat ticarete dökülmüşse, bari siz de oyunu kurallarına göre oynasaydınız; la fura dels baus’a öyle bir gösteri hazırlatsaydınız ki, dünyanın dört bir köşesinden millet merak edip gelseydi; 40. yaş bahane, şehre, ülkeye katkı, gelir sağlanmış olsaydı!

21 Haziran 2012 Perşembe

bamboo blues

londra kültür olimpiyatı etkinlikleri
tanztheater wuppertal pina bausch: dünya kentleri 2012, VI: hindistan
21-22 haziran, barbican




19 Haziran 2012 Salı

ndt2 ziyafeti

yanılmıyorsam ndt’nin istanbul’a dördüncü gelişi; ilki 1994’de ndt2, sonra 2004’de ndt1 ve en son 2010’da tekrar ndt2 ile. ve geçtiğimiz perşembe-cuma akşamlarında, hollanda-türkiye ilişkilerinin 400. yılı şerefine ndt2 şehrimizi tekrar şenlendirdi. gerçi böyle bir kutlamaya ndt1 yakışırdı.
her ne kadar kalite olarak ndt1’den pek aşağıda olmasalar da ndt2 nederlands dans theater’ın gençlerden kurulu grubu; yaş sınırı 23.

ndt2’in programında dört yapıt vardı. ilk ikisi çağdaş dansın iki ustası jiri kylian ve hans van mannen’dendi. kylian’ın mahler’in “lieder eines fahrenden gesellen” şarkıları üzerine yaptığı koreografi akşamı başlattı. beş çiftin rol aldığı yapıtta özellikle 1. ve 4. çiftin dans ettikleri koreografileri çok beğendim; romantik etkisi yüksek, akıcı ve alışılmadık kompozisyonlara sahiptiler. dansçılar da koreografinin hakkını verdiler.
van manen’in işi “simple things” bence akşamın en zayıf yapıtıydı. yine de; yapıtı açan ve kapatan kıvrak koreografide iki erkek dansçının bedenlerini kullanışları etkileyiciydi.

akşamın son iki yapıtı ara verilmeden arka arkaya sahnelendi: sol leon & paul lightfoot imzalı 4 dakikalık “shutters shut” ve alexander ekman imzalı 27 dakikalık “cacti”. genç koreografların üçü de ndt’den yetişmişler.



2003 tarihli “shutters shut” leon ile lightfood’un, gertrud stein’ın kendi sesinden dinlediğimiz “if i told him” şiirinin ritmini, vurgusunu ve sözlerini jest ve mimikler yoluyla harekete dönüştürdükleri kısa ve etkili bir işti. beckettvariydi, seyirciyi diri tutan ekspresif bir işti.

ekman’ın 2010 tarihli “cacti”si ise akşamın prodüksiyon bakımında en komplike yapıtıydı. bir kere; 16 kişilik ekibin tamamı sahnedeydi; yapıtın sıkı matematiğini hiç aksatmadan dans ettiler. ekman koreografi dışında kostüm ve sahne tasarımını da imza atmış. sahne tasarımı tek bir birim öğenin, üzerinde bir kişinin dans ettiği beyaz platformun, çoğaltılmasından oluşturulmuştu. kabaca iki bölümlü yapıtta aynı malzemelerin kullanılmasıyla birbirine tamamen zıt iki mekan tasarımının oluşturulması çok etkileyiciydi. ilk bölüm ortogonal/ızgara düzenliydi, iki boyutluydu. ikincisinde ise çapraz açı üzerine karmaşık bir düzende yerleştirilen platformlar perspektif ve derinlik hissini kuvvetlendirdi, üç boyutlu hacimsel etki yarattı. yapıtın ışık tasarımı (tom visser) dudak ısırtıcıydı; yerli koreograflar ve ışık tasarımcılarımız için ufukaçıcı olmuştur herhalde.
cacti” absürd ve eğlenceli atmosferi ile “shutters shut”ın arkasına yakıştı. hareket dilinde de iki yapıt akraba gibiydiler.



çıkışta bir çok kişinin leon & lightfoot ve ekman’ın yapıtlarından büyülenmiş olarak “keşke bir akşam daha olsaydı bir kere daha izleseydik” dediğini duydum; benim içimden de aynı hisler geçiyordu…

18 Haziran 2012 Pazartesi

"evde"n iki film

goethe enstitüsü’nün düzenlediği almanya’dan yeni filmler festivali’nin “evde” başlıklı dördüncüsünde iki filmi tavsiye ederim. filmleri pazar günü izledim, ikisi de tekrar gösterilecek.



2012 tarihli “man for a day” (bir günlük erkeklik) bir drag king atölyesini belgeliyor.
drag king atölyeleri dünyada 1980’lerin başından beri düzenleniyor. belgeselde bu atölyelerin fikirannesi performans sanatçısı diane torr’u takip ediyoruz, berlin’de yaklaşık 10 kadınla yaptığı bir atölyedeki yaklaşımını, yöntemini; adım adım.
atölyeye katılanlar arasından 4-5 kişinin günlük hayatına, evine, ailesinde de konuk oluyoruz. cinsiyetin “edinilen” bir şey olduğunu savunan feminist lezbiyen diane torr’un da kişisel geçmişinden, performanslarından görüntüler yer alıyor belgeselde. drag king atölyesi denen şey zaten baştan sona çok ilginç ve belli ki her kadın -ve bence her erkek- için bedene, cinsiyete ve toplumsal bağlamda erkek-kadın ilişkilerine dair farkındalığının deneyimlenmesini sağlaması açısından mutlaka gerekli bir çalışma. belgesel de böyle bir atölyeyi derli toplu, düzgün bir şekilde aktarıyor. atölyenin ilerleyişine paralel, katılanlardan bazılarının gündelik hayatlarını da takip ediyor. bir yandan da diane torr’un hayatının dönüm noktalarına vurgu yapıyor, önemli performaslarınsan arşiv görüntülerine yer veriyor.
belgeselin en eğlenceli ve ilginç bölümü; diane torr’un atölyeye katılan kadınları, dönüşmeyi düşündükleri erkek tiplerine dair tavır ve jestlere dair ipuçlarını bulmak üzere sokağa gözlemlemeye yolladığı ve ardından stüdyoda tipik erkek jest ve tavırlarının çalışıldığı bölüm.
istanbul modern’de 23 haziran cumartesi günü 15:00’deki gösterime filmin yönetmeni katarina peters de katılacak, sonrasında soruları cevaplayacak.



mini festival’de beni çarpan ikinci film jan speckenbach’ın “die vermissten” (kayıp aranıyor) idi.
tesadüf eseri babalar günü’ne denk gelen filmde bir babanın (ebeveynin) bakış açısından (film boyunca kameranın bir yetişkinin göz yüksekliğinden çekilmiş görüntüler eşliğinde) çocukların nasıl sessiz bir protestoyla ailelerini terk ettiğini izliyoruz. film ebeveyn-çocuk iletişimsizliğinden öte, yetişkinlerin kirlettiği günümüz uygarlığından -başka bir dünyaya- kaçmaya çalışan çocukları konu ediniyor. protagonist baba bir nükleer santralde kontrollerden sorumlu görevlilerden biri; ailelerinin yanından kaçan çocukların sığınağı ise doğa, orman.
“çocuklar dünyada olanlara şaşırırlar, ebeveynlerse çocukların yaptıklarına” sözüyle başlayıp, yönetmenin ebeveynlerine ve kızına ithafıyla biten “kayıp aranıyor” 13 yaşında kızlarının kaybolmasıyla, yedi yıl önce ayrılmış bir anne-babanın yeniden bir araya gelip hesaplaşmasına odaklanacakmış gibi başlayıp, ikinci yarıda önce bir gerilim filmine, sona doğru da apokalitiplik bir atmosfere bürünüyor.
2012 tarihli “kayıp aranıyor” yönetmen speckenbach’ın ilk filmi; yavaş ilerliyor, çok fazla diyalog içermiyor, görüntüleri loş ve bulanık. sıradan seyirciyi sıkabilecek bütün bu özellikler, “kayıp aranıyor”un lehine işliyor. oldukça olgun bir sinema diliyle, altı kalınca çizilmeden, sakin, alçakgönüllü ve derinden derinden müthiş bir uygarlık eleştirisi içeriyor film.
ikinci ve son gösterimi 23 haziran cumartesi günü 17:00’de.

ücretsiz giriş kartları goethe enstitüsü 3. katta...

der fensterputzer

londra kültür olimpiyatı etkinlikleri
tanztheater wuppertal pina bausch: dünya kentleri 2012, V: hong kong
18-19 haziran, sadler's wells

(fotoğraf: detlef erler)

17 Haziran 2012 Pazar

migros'tan bir kitap aldım hayatım değişti...


hayatımda ilk defa migros’tan kitap satın aldım.
üç günlük kaçamağında deniz-yemek-uyku aralarına eşlik etsin diye yanıma haruki murakami’nin “sahilde kafka”sını almıştım. uzun zamandır etrafımda murakami’yi tavsiye edeni bir hayliydi, başlangıç için de bu kitabı öneriyorlardı. 650 sayfayı iki günde bitirince, son günüm boşta kaldı. kasabada kitapçı yoktu ama 2m migros vardı. çaresizdim. güneşin alnında migros’a gittim, kitaplarda üç gün için yüzde kırk indirim yapmışlardı. uzun zamandır adını duyduğum ancak bir türlü bir kitabını alıp da okuyamadığım başka bir yazara uzandı elim: hakan günday’a. son romanı “az” vardı rafta, attım sepete.
deniz kıyısına döner dönmez başladım okumaya. ilk cümlelerinden yakaladı beni. bir günde yarıladım “az”ı. şehre dönünce okuma hızım azaldı, ancak aklım hep “az”daydı. hiç bitmemesini istediğim halde, geçen gün bitirdim. uzun zamandır bu kadar etkilendiğim bir kitap okumamıştım.
“az” sokağın, şimdinin, çağın nabzını tutan; bunları yaparken yüksek kalitede bir edebi zevk vermekten de geri durmayan çok iyi bir roman. hikaye ettiği olaylar açısından dayanması/okuması zor anlar içeriyor; oldukça sert bir içeriği var. ancak değiyor.
aşırı tesadüfler, hiç bir kötünün cezasız kalmaması ve insanı otobüste okurken bile ağlatacak kadar duygulandıran bölüm sonları (kitap iki bölüm, ben iki bölüm sonunu da -tesadüf bu ya- otobüsteyken bitirdim ve ikisinde de gözüm yaşlandı) gibi herhangi bir romanda (ya da filmde) burun kıvırabileceğim özellikler “az”da hiç gözüme batmadı. günday’ın dili o kadar iyi, kurgusu o kadar zekice ve yarattığı ortamlar o kadar “gerçek” ki, ne kolay kolay gerçekleşemeyecekmiş gibi duran tesadüflere takıldım, ne de hollywoodvari şekilde her kötünün eninde sonunda cezasını bulmasına…
“az”ı bitirir bitirmez günday’ın ilk romanını, “kinyas ve kayra”yı edindim. bu günlerde başlama niyetindeyim; heyecanlıyım…

16 Haziran 2012 Cumartesi

cennet ile cehennem arasında, II


nicolaes maes, penceredeki kız (hayalperest), 1650



joachim patinir, sodom ve gomorra'nın yıkılış manzarası, 1520

15 Haziran 2012 Cuma

ten chi

londra kültür olimpiyatı etkinlikleri
tanztheater wuppertal pina bausch: dünya kentleri 2012, IV: saitama (japonya)
15-16 haziran, barbican

(fotoğraf: ursula kaufmann)

14 Haziran 2012 Perşembe

rüya denizinin derinliklerinde yalnızların dünyası: “ten chi”



ten chi”nin bir sahnesinde mechthild grossmann o benzersiz femme fatale tavrıyla “bilin bakalım şampanyanın yanında ne gider?” diye sorar. biraz bekledikten sonra cevabı yapıştırır: “ben”. bütün salon kahkahaya boğulur. grossmann kısa bir esten sonra devam eder: “ben, ben, ben! hep ben, her zaman ben! sadece ben!

bu kısacık sahnenin ipucunu verdiği gibi pina bausch’un japonya’dan esinlendiği “ten chi” yalnızlığın ve bireyselliğin ağır bastığı bir yapıt.
neredeyse her yapıtında mutlaka bir unison koreografi veya dansçıların sahnede ortaklaşa paylaştıkları bir durumun (“nefes”teki parti sahnesi ve son dans, “agua”da dansçıların bedenlerine örttükleri çıplak resimli havlularla eğlendikleri sahne, “wiesenland”da büyük masa etrafındaki şölenvari yemek sahnesi, “masurca fogo”da dansçıların hep birlikte sahnede kurdukları gecekondu sahnesi, “nur du”da bir dansçının diğerlerine bir salon dansını öğrettiği sahne, “vollmond”da fernando suels’in diğerlerine bir hareketi gösterdiği ve hep beraber o hareketi yaptıkları sahne gibi…) bulunduğu bausch “ten chi”de dansçılarını hep sololarda dans ettirmiş ve yaklaşık üç saatlik yapıta ne bir topluluk sahnesi ne de bir unison koreografi koymuş. sanırım pina bausch ve dansçıları japonya’yı yalnız ve bireysel yaşayan insanlar ülkesi olarak yorumlamışlar.

...... 


ten chi” nin simsiyah sahnesine, yine aynı siyahlıkta üç obje yerleştirilmiş; önde sağda devasa bir balina kuyruğu, arkada solda bir balina sırtı ve en arkada sağda belli belirsiz bir balina sırtı daha.
yapıt sadece öndeki büyük balina kuyruğunun arkadan gelen ışıkla aydınlatıldığı, sahnenin geri kalanının zifiri karanlık bırakıldığı ve sadece dansçı ditta miranda jasfji’yi takip eden sıcak renkli bir spotun olduğu bir sahneyle açılıyor. jasfji, gustavo santaoalla’nın solo charangosuyla çaldığı ”zenda” eşliğinde, “vollmond”dan ve “nefes”ten aşina olduğumuz enfes güzellikte lirik bir soloda dans ediyor.
jasfji’nin solosunun hemen ardından gelen eşzamanlı iki durum derinlere dalacağımızı imler gibidir; bir sandalyeye arkadan abanarak oturma kısmında baş üstü yükselen regina advento havadaki paletli ayaklarını sanki denizin derinlerine inen bir dalgıç gibi sallar; diğer tarafta ise pascal merighi’nin bacaklarına tutunarak amuda kalkan eddie martinez havadaki ayaklarını yavaş yavaş çırpmaktadır.

ten chi”nin geneline had safhada incelmiş, minimalleştirilmiş, “zen”leştirilmiş” bir estetik duygu hakim. müzik seçimleri, sololar, tiyatral durumlar; sanırım hiçbir bausch yapıtında bu kadar çapaksız, bu kadar “mükemmel” bir şairanelikte olmamıştı.
kırk yıla yaklaşan yaratım sürecinde her daim insan ilişkilerini ve kadınlık hallerini kah bütün çıplaklığıyla kah rahatsız edici bir şiddette kah ironiyle masaya yatıran ve deşen pina bausch’un 1990’ların ikinci yarısından itibarenki yapıtlarında '70’ler ve '80'lerdekilere nazaran çok yumuşadığı, hayata fazlasıyla neşeyle baktığı iddia edilmesinde haklılık payı olduğu kesin.
2004 yılında prömiyer yapan “ten chi” ise bausch’un herhalde en yumuşak, en sakin yapıtı. bausch, japon kültürünün fırtınalar kopan derinliğinde değil de, günlük hayatının sakin yüzeyinde dolaşmış sanki. “ten chi” japon sinemacılardan akira kurosawa veya nagisa oshima’nın filmlerinden ziyade hirokazu kore-eda’nınkilerin atmosferinde, ya da daha eskilerden, usta yasujiro ozu’nunkilerin. bu sakin yüzeyin altında ayrıksı, keskin hareketlenmeler yok değil, ancak nadir.
özellikle bir sahne bana oshima’nın “narayama türküsü” ile “duygu imparatorluğu” filmlerini anımsattı; gökten küçücük beyaz kağıt parçaları yağarken arkada bir köşede helena pikon bir yandan soyulmuş bir muzu emerken bir yandan da açık göğüslerinden birini okşar, o sırada yan tarafta baba-kız mercy’ler sırayla birbirlerini sırtlarında taşıyorlardır.

....... 


ten chi”nin en ayrıksı, en “karanlık”, ama aynı zamanda en “zen” özelliği bütün sahnenin simsiyah olması. ancak, rüyaların hüküm sürdüğü karanlık anları andıran bu simsiyah sahne de fazla bekletmeden müthiş bir şiirsellikle değişmeye dönüşmeye başlıyor; yapıtın yaklaşık 30. dakikasında başlayan, ara verildiğinde de süren ve yapıt bittiğinde son seyirci salondan ayrılıncaya kadar devam eden küçük beyaz kağıtların yağışıyla...
“kar” veya “kiraz çiçeği yaprakları”nı andırma ihtimali kuvvetli olduğu gibi, soyut bir anlamda kaligrafik bir öğe olarak da yorumlanabilecek küçücük beyaz kağıtlar yaklaşık 2.5 saat boyunca sahnenin bütün volümünü kullanarak bazen sakin sakin, bazen şiddetlenerek, bazen seyrek bazen yoğun olarak yağdı.
dansçıların hareketleriyle birlikte zamanla yerde soyut çizgiler, kıvrımlar, öbeklenmeler ve boşluklar oluşmaya başlaması sahnede görsel bir şölen yarattı. kağıtlar dansçıların hareketlerinde belki direkt bir devinduyumsal (kinestetik) etki yaratmadılar, ancak, müziğin sakinlediği anlarda dansçıların üzerlerinde hareket etmeleriyle çıkan sessiz hışırtı yapıtın içkin atmosferine katkıda bulundu. norbert servos’un bausch’un sahne tasarımları için “hareketlerin işitildiği hareketli mekanlar” saptaması boşuna değil.
ten chi”de kağıtların koreografiye katkıda bulunduğu en etkileyici anlardan biri; beyaz kağıtlar yağmaya başlamadan önce yapılan bir hareketin ikinci perdede yerler küçük kağıt doluyken tekrarının yarattığı müthiş farklılıktı. “iki erkeğin kolları arasında ayakları yere hafifçe sürtünerek sahne boyunca daireler ve esler çizerek koşarcasına gezdirilen beyaz kıyafetli kadın dansçı” mizanseni ikinci perdede yerler beyaz kağıt doluyken tekrarlandığında, hareketin yarattığı rüzgar yerdeki kağıtlar havalandırdı, hatta üçlünün hızla ön-sahneden geçmesi kağıtların seyircilerin üzerine doğru uçuşmasını sağladı. bir anda salon-sahne ayrımı yok oldu, üçlü seyircilerin arasında veya üzerinde kağıttan tozlar çıkararak uçan cinlere, perilere veya meleklere dönüştü. 

....... 

(fotoğraf: maarten vanden abeele)

(fotoğraf: maarten vanden abeele)

(fotoğraf: gert weigelt)


gençlerden ditta miranda jasfji'nin yapıttaki iki ayrı solosunun ikisi de müthiş estetik. thusnelda mercy’ninki de farklı hareket kalitesiyle göz dolduruyor. topluluğun genç erkek dansçılarının (jorge puerta armenta, pablo aran gimeno, eddie martinez, pascal merighi, kenji takagi) soloları ise taze, dinamik ve yaratıcıydı. “ten chi”nin en güçlü, en göz alıcı özelliklerinden biri bu sololardı.
ten chi”nin kadrosunda gençler kadar iki olgun pina bausch sanatçısı da var: mechthild grossmann ile dominique mercy.

grossmann başta da belirttiğim gibi, o benzersiz femme fatale tavrı, sesinin boğuk tonu ve “hayati” vurgularıyla ara ara bizlere brecht’ten, büchner’den, saramago’dan, szymborska’dan alıntılar yaptı.
“telefon rehberini okusa dinlenir” denen insanlar (çoğunlukla tiyatroculardır) vardır ya, işte grossmann da onlardan biri. hele de, söyledikleri edebiyat alıntıları olunca, bir anlam ifade edince, zevkten mest olmamak elde değil. kaldı ki grossmann bir ara, telefon rehberi okur misali, japonca’nın beynelmilel kelimelerini de telaffuz etmedi değil. “suşi”, “geyşa”, “harakiri”, “bonzai”, “fujiyama” gibi kelimelerin her biriyle, anlamları ve fonetikleri üzerinden öyle bir “oynadı” ki, sanırsınız bonzai derken bir bonzai ağacına dönüştü, geyşa derken geyşa’ya, harakiri derken sanki harakiri yaptı. belki de herhangi bir yanlış anlamaya (mesela alay etme gibi) imkan vermemek için, grossmann japon kelimelerin arasında bir de almanca bir kelimenin telaffuzuyla oynadı: “staebchen”.

topluluğun zarif beyefendisi dominique mercy’nin siyah kadifeden, göğüs dekolteli bayan gece elbisesi içindeki melankolik solosunda çok etkileyiciydi.
kadın kıyafetleri içindeki erkek imajı pina bausch’un çoğu yapıtında kullandığı fetiş öğelerden biridir. “ten chi”de ise kıyafet değişimi japon toplumu bağlamında yeniden anlam kazandı kanımca. bir sahnede takım elbiseler içindeki erkek dansçılar kollarına, boyunlarına dolanmış onlarca kravatla sağa sola savrularak dolandılar. başka bir sahnede ise; dominique mercy kat kat giydiğini sonradan anladığımız üzerindeki japon gündelik ev kıyafetlerini teker teker çıkardı, bir erkek dansçı bunları her seferinde alıp katlayıp kenara koydu. mercy her kıyafet çıkarışında üzerinden yerlere mektuplar, kağıtlar, kartpostallar düştü, erkek dansçı bu arada onları da toplamayı ihmal etmedi. mercy çıplak kaldığında ona yerde hazır durmakta olan batılı tarzdaki siyah takım elbisenin pantalon ve ceketini verip giydirdi.
japon gündelik kıyafetlerinin kat kat çıkarılıp batılı takım elbisenin giyilişi ve kravatlarla sarhoş olmuş erkekler bana japon toplumunun ikinci dünya savaşı sonrasındaki amerikanlaşma/batılılaşma sancılarına bir gönderme gibi geldi. ozu’nun filmlerinde bu dönem çok etkileyici bir şekilde anlatılır...

topluluğun sarkastik yaramaz kızı helena pikon iki uzun sahnede, büyük ihtimalle topluluğun yaratım sürecinde japonya’da geçirdiği süre zarfında tanık oldukları durumlar üzerinden eleştiri ile alay arasındaki ince çizgide duran saptamalarla karşımızdaydı. ilkinde yaptıkları araştırmaları saydı: “bonzai araştırması”, “kağıttan tasarım araştırması”, “geleneksel yaşam araştırması”, “ikebana, yok hayır ikebana araştırması yapmadık”, “sake araştırması, ooo evet sake araştırması”, “ahşap tapınak tasarımı araştırması”... ikincisinde; sırtında çanta, saçları at kuyruğu yapılmış, sanki bir mihmandar gibi ve müthiş bir [japon] nezaket[iy]le sahnenin arkasından öne gelip “artık sanırım gitmemiz lazım” deyip geldiği yönden geri dönerken, arkasından gelinmediğini fark edip tekrar öne gelip “düşünüyorum ki, sanırım artık gitmeliyiz”, tekrar geri geldiğinde “hep beraber düşünelim ki artık gitmemiz gerekir” gibilerinden yaklaşık on farklı çeşitleme yaptı.

topluluğun “komik”lerinden, tabir-i caizse “soytarı”larından fernando suels mendoza ile aida vaineri kah tek başlarına kah çift olarak sahneledikleri durumlarla seyircileri güldürdüler.
 fernando sules mendoza uzun bir monologda sadece japon markalarını kullanarak evindeki elektronik eşyaları, kendisinin ve yakınlarının arabalarını sayar.
bir sahnede vaineri ile mendoza bir sepetten çıkardıkları [oyuncak] yılanları boyunları ve kolları etrafına sararak onlarla oynarlar.
aida vaineri’nin “pina” filminde de bulunan, yoğun saçları yüzünü kapatır şekilde başı öne eğik, robot sesi çıkararak bir yastıkla “savaştığı” sahne ise çok eğlenceliydi. bu sahnenin bitişi de aynı şekilde komikti. vaineri sahnede yastıkla dolaşırken bir kenarda büyük bir masanın bir ucunda bekleyen fernando suels mendoza, vaineri’nin çıkardığı seslerden korkar. vaineri yastığı mendoza’nın karşısındaki sandalyeye koyup üzerine oturduktan sonra, masanın örtüsünü kendisine çekerek, beraberinde mendoza’nın da örtüyle birlikte masanın üzerinden kendisine kadar gelmesini sağlar; meğer mendoza’yı dudağından öpecektir.

....... 

her pina yapıtında olduğu gibi rüyalar “ten chi”de de büyük bir rol oynar. helena pikon iki rüyasını anlatır... julie ann stanzak bir kaç kere sahneden verevine geçerken elleriyle saçlarını karıştırarak “akşamdan kalma” der... dominique mercy seyircilere “horlar mısınız” diye sorup enfes horlama taklidi yapar...
“gök yer” anlamına gelen “ten chi”nin balina kuyruğunun ve sırtının gözüktüğü, zamanla simsiyahtan beyaza dönen sahnesi ne yerdir, ne de gök; rüya denizinin derinliklerinde saklı bir alemdir...

ten chi”nin en etkili anlarından biri yine mechthild grossmann’ın enfes oyunculuğuyla akılda kalır. brecht’ten haiku gibi bir şiir okuyor grossmann, mükemmel bir vurguyla:
schwächen 
du hattest keine 
ich hatte eine: 
ich liebte” 

“zayıflıklar 
sende hiç yoktu 
bende bir tane vardı: 
ben sevmiştim.”




13 Haziran 2012 Çarşamba

güvercinlerle pazarlık yapan besteci, giya kancheli



aya irini’nin kubbe kasnağının pencerelerinden sızan güneşin son ışıkları, sahne üzerinde havada asılı duran hareketli görüntüleri iyice silikleştirdi. müziğin aslında sessizliğin içinde saklı olduğunu düşünen bir besteciye, giya kancheli’ye yakıştı o belli belirsiz, silik görüntüler; nasıl ki kancheli sesin ötesindekini dinlemeye çağırıyor bizi, görüntüler de ancak ışığın ardındakini görebilenlere bir şey ifade etti.
kancheli konser öncesindeki kısa söyleşide, aya irini’nin güvercinlerinden müziğin gürültülü anlarında var güçleriyle ötmelerini, dingin anlarındaysa sessizleşmelerini rica ettiğini söyledi. biraz sonra da ekledi; “güvercinlerle görüşmelerim hala sürüyor.”

 güvercinlerin konser sırasındaki performansı gösterdi ki kancheli onları ikna edebilmiş. peki istanbullu konser seyircisini kim ikna edecek; sessiz olmaya, müziğin en dingin en sessiz anlarında var gücüyle öksürmemeye, sandalyesini gürültüyle çekmemeye, elinden kucağından çantasını telefonunu pat diye yere düşürmemeye. 

pazartesi akşamı aya irini’de sadece kancheli’nin yapıtlarında oluşan konser istanbullular için az rastlanır, kolay bulunmaz bir nimetti. şehrimizdeki klasik müzik konserlerinde ne kadar az çağdaş müzik çalındığını malum. hele de kancheli gibi içselliği derin bir müziğin bestecisinin yapıtlarına neredeyse hiç rastlamıyoruz. üstüne üstlük bir de dünya prömiyeri vardı o akşamki programda; evet, dünya prömiyeri! kancheli’nin zihninde oluşturduğu müziği dünyada ilk defa pazartesi akşamı aya irini’deki istanbulluların kulakları duydu, dinledi.

istanbul müzik festivali’nin yaşam boyu onur ödülünü alan giya kancheli için enfes bir program hazırlanmıştı. yapıtların seçiminde ve sıralamasında kancheli’nin rolü olduğunu da düşünüyorum; sanki üç yapıt devas bir senfoninin bölümleri gibiydiler. viyolonsel, kontrtenor ve orkestra için “diplipito”yla başlayıp, iksv’nin siparişi orkestra yapıtı “lingering”’in dünya prömiyeri ile devam edip, aradan sonra viyola, koro ve orkestra için “styx” ile biten ayin gibi bir konserdi.
diplipito” içinde fırtınalar barındıran dingin bir yapıttı. “styx” esinlendiği hades ırmağının gücünü, ürkünç etkisini yansıtan ekspresif ve keskin bir yapıttı; viyola’nın yapıt boyuncaki ikircikli sesi ve koronun yapıt sonuna doğru çıkardığı “böcek/çekirge” efekti unutulmazdı. “lingering” ise, sanki kancheli’nin yapıtını adadığı çok yakın zamanda kaybettiğimiz viyolonselci benyamin sönmez’i çok yakından tanıyormuşcasına sönmez’e layık bir yapıttı. program broşüründen öğrendiğimize göre, bir-iki kere mektuplaşmışlar sadece. “lingering” fırtınalı olduğu kadar içkin, gösterişli olduğu kadar içine kapanık bir yapıttı.
diplipito”da viyolonsel giedre dirvanauskaite kontrtenor mamuka gaganidze; “styx”de viyola gidon kremer, koro varşova filarmonik korosuydu. konserin şefi giya kancheli’nin müziğini “aşk” olarak tarif eden şef andres mustonen, konserin orkestrası ise, zor bir işin altından hakkıyla kalkan borusan istanbul filarmoni orkestrasıydı.

 kancheli’nin ricasıyla, seyircilerin “lingering”in ardından alkış yerine bir dakikalık sessiz saygın duruşunda bulunmaları herhalde aya irini’de tanık olduğum en büyüleyici müzikal zaman dilimlerinden biriydi. benyamin sönmez’i anmak kadar, gittikçe sessizlikte kaybolan “lingering”in sonunda alkış sesinin ve selamın olmaması, kancheli’nin yarattığı dünyaya çok uydu; mutluluktan ve hüzünden gözleri yaşartacak kadar…
giya kancheli’nin “lingering” için yazdığı program notlarındaki bir görüşü dikkatimi çekti: “müziğimin yaşamasını kesinlikle istiyorum ancak gelecek için çalışmıyorum; çağdaşlarımın eserlerimi nasıl değerlendirdiği ile de ilgilenmiyorum. onun yerine ben, arkalarında gerçekleşmemiş hedefler bırakmış önceki yüzyılların sanatçılarından kalan boşlukları dolduruyorum.
her ne kadar akustiği sorunlu da olsa, aya irini’nin mistik ve kadim atmosferi kancheli’nin önceki yüzyıllardan kalan boşlukları tamamlamaya çalışan bestelerini besledi, çoğalttı. istanbul’da kancheli bestelerine yakışacak başka bir mekan olmasa gerek. yanılmıyorsam kancheli önceki bir-iki festivalde aya irini’de seyirci koltuklarındaydı; yapıtlarının çalınacağı ortamı koklamış olmalı. belki de güvercinlerimizle sohbete o günlerden başlamıştır…

12 Haziran 2012 Salı

como el musguito en la piedra, ay si, si, si ...

londra kültür olimpiyatı etkinlikleri
tanztheater wuppertal pina bausch: dünya kentleri 2012, III: santiago de chile

9 Haziran 2012 Cumartesi

nur du


londra kültür olimpiyatı etkinlikleri
tanztheater wuppertal pina bausch: dünya kentleri 2012, II:  los angeles


8 Haziran 2012 Cuma

"tiyatro ve ikizi"nden


"Her gerçek duygu aslında dille açıklanamaz. Onu dile getirmek, ona ihanet etmektir. Ama, onu dille açıklamak da gizlemektir. Gerçek anlatım açığa vurduğu şeyi gizler. Tepkimeyle düşüncede bir tür doluluk yaratarak, ruhu, doğanın gerçek boşluğuyla karşı karşıya getirir. Ya da başka bir söyleşiyle, doğanın belirtme-yanıltmasına gore, düşüncede bir boşluk yaratır. Her güçlü duygu, bizde, boşluk düşüncesine yol açar. Ve bu boşluğa engel olan anlaşılır dil, aynı zamanda, şiirin düşüncemizde doğmasına engel olur. İşte bunun için, bir imgenin, bir benzetmenin, açınlamak istediği şeyi maskeleyen bir değişmecenin, ruhumuz için, sözün çözümlemesiyle anlaşılır kılınan şeylerden daha fazla anlamı vardır.
İşte bu nedenle, gerçek güzellik bizi asla doğrudan etkilemez. Ve batan güneş, bizi birçok şeyi yitirttiği için güzeldir."

- Antonin Artaud
(çev.: Bahadır Gülmez)
Yapı Kredi Yayınları

7 Haziran 2012 Perşembe

heinz spoerli'den bach koreografileri


pazartesi akşamı on sularında aya irini’den çıkanları haydarpaşa üzerinde ihtişamla yükselmiş dolunay karşıladı; sarımsı bir buğuyla örtünmüştü ve topkapı sarayı avlusunun yeni budanmış çınarları arasından göz kırpıyordu.
bir sonraki akşam yaklaşık aynı vakitte aya irini’den çıkanları ise önce uzaktan gelen gökgürültüsü sesleri ve ardından iri iri damlalarla sürpriz bir yaz yağmuru ıslattı. doğa ana görüntüsü, sesi ve ışığıyla bu iki akşamda saf bir ziyafet çekti istanbullulara.
başka bir ziyafetse aya irini’nin içindeydi. belki doğanınki kadar saf, sade ve öze indirgenmiş değildi, ancak yine de göze, kulağa ve kalbe hitap etti. istanbullular bu iki akşamda katıksız bir estet olan koreograf heinz spoerli’nin bach’ın -benim için en mükemmel yapıt dizisi- solo viyolonsel süitlerini üçerli paketler halinde dansa uyarladığı yapıtları izlediler.

spoerli “und mied den wind” (ve rüzgardan sakındı) başlıklı ilk akşamda kullandığı 1., 4. ve 5. süitleri sırasıyla toprak, su ve ateş ile özdeşleştirmişti. 2., 3. ve 6. süitlerin eşlik ettiği “in den winden im nichts” (boşlukta rüzgarlar) başlıklı ikinci akşamsa, adından da tahmin edileceği üzere sadece hava’ya ayrılmıştı. 
koreografik açıdan iki akşamın en etkileyici bölümü bence ilk akşamki başlangıç ve ardından gelen toprak temalı 1. süitti. başlangıçta; seyirciler daha yerleşirken dansçılar eşorfmanlarıyla sahneye gelip ısınma hareketleri yaptılar, sonra sahnenin ön sağ tarafına yerleşen cellocunun müziğe başlasıyla kadın dansçılardan biri kostümlü olarak sahnede dans etmeye başladı, o sırada diğerleri hala eşorfmanlıydı, sonra yavaş yavaş iki yandaki kulislere geçip yapıtın devamında kostümleriyle geri geldiler. yapıtın orijinali bu şekilde bilmiyorum ancak, gündelik hayattan sanata geçiş sekansı aya irini’ye çok yakıştı.

aya irini’ye çok yakışan başka bir şeyse; cellocu claudius herrmann’ın -her iki akşamda- üst düzey bir yorum ve performansla çaldığı bach’ın solo viyolonsel süitleri eşliğinde dans eden bedenlerdi.
aya irini sahnesinde dans alanında sanırım daha önce bir tek carolyn carlsson’un kudsi ergüner ve şimdi adını hatırlayamadığım bir hattat ile özel projesi yer almıştı. sanırım zürih balesi’yle ilk defa bu kadar büyük bir prodüksiyon aya irini’ye taşınmış oldu. heinz spoerli estetliğini sadece koreografi alanında değil ışık ve sahne tasarımı alanında da kanıtladı (bu iki akşamın ışık ve sahne tasarımı program broşüründe yazan isimlerin aksine bizzat spoerli’ye aitmiş, ışık ve sahne tasarımcıları meşgul oldukları için istanbul’a gelememişler ve spoerli ışığı tasarladığı gibi gösteri sırasında bizzat ışık masasında oturup teknisyene biraz kıs, biraz aç gibilerinden direktifler bile vermiş).
spoerli bir prodüksiyon için hayati öneme sahip ışık tasarımını yaparken aya irini’nin apsisinin mekansal zenginliğini zedelememek için olsa gerek, sahne üzerine spotların yerleşeceği bir konstrüksiyon kurmamayı tercih etmişti. ışık sadece yanlardan ve apsisin en üst basamağına, basamağın yarı dairesel çizgisini takip ederek yerleştirilmiş yatay ışık şeridinden sağlandı. spoerli’nin ışık uğruna mekanın bütünlüğünü zedelememesi çok yerinde bir tercihti. dansçıların yumuşak hareketleri ile apsisin dairesel formu müthiş bir uyum içerisindeydi.

 spoerli’nin koreografisiyle zürih balesi’nin iki akşamlık gösterisinin sanat kısmı tam puan, iksv’nin organizasyonu ise büyük bir eksi puandı.
seyirci açısından mevcut platformun yüksekliği ve sahnenin seyirci sandalyeleriyle ilişkisi hiç mi hiç konforlu değildi; sanırım çok az insan sahnede olan biteni hakkıyla izleyebildi. ne yapalım elimizde burası var, platform mevcut konser platform, yenisini yaptıracak halimiz yoktu ya, seyirciler için de aya irini’nin içine sırf bu iki gösteriye özel tribünlü bir oturma düzeni kuracak halimiz yoktu ya dediklerini duyar gibiyim; ancak hiç de ucuz olmayan bilet fiyatları karşılığında bir gösteriyi yarım yamalak izlemek de bir noktadan sonra kabul edilesi bir durum olmuyor. kaldı ki, avignon’da unesco dünya mirası listesindeki papalar sarayı’nın avlusuna her yaz devasa boyutlarda portatif bir seyirci platform ve sahne kurulabiliyor da, benzer mantıkta bir konstrüksiyon müzik festivali boyunca aya irini’ye niye kurulamasın!

6 Haziran 2012 Çarşamba

viktor

londra kültür olimpiyatı etkinlikleri
tanztheater wuppertal pina bausch: dünya kentleri 2012, I:  roma

(fotoğraf: laszlo szito)

5 Haziran 2012 Salı

Kürtaj Yasaklanamaz

BAŞBAKANIN VE HÜKÜMETİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİNİ, KADIN BEDENİNİ, DOĞURGANLIĞINI VE CİNSELLİĞİNİ HEDEF ALAN POLİTİKALARINA SONUNA KADAR HAYIR DİYORUZ!

Kürtajı yasaklamak için başlatılan sürecin DERHAL durdurulmasını talep ediyoruz!

Kürtajın yasaklanması veya süre ve koşullarının daha da daraltılması:

kadınların sağlık ve yaşam haklarının ihlalidir!

kadınların cinsel ve doğurganlık sağlıkları ve hakları ile ilgili karar verme haklarının ellerinden alınmasıdır!

kadınların eşit bireyler olarak görülmediği süregelen muhafazakar zihniyetin bir başka tezahürüdür!

Kürtajın yasaklanmasına dair çalışmaların bir süredir planlandığı, Başbakan'ın Mayıs ayının son haftasındaki demeçleriyle ortaya çıktı. Hiçbir bilimsel veriye dayanmayan bu vahim girişim dünya deneyiminin de gösterdiği gibi kürtaj oranlarını düşürmeyeceği gibi, güvensiz koşullarda kürtaja yol açıp kadın ölümlerini artıracaktır.

KÜRTAJ DEĞİL, ESAS KÜRTAJIN YASAKLANMASI CİNAYETTİR!

KADINLARIN ÖZGÜR TERCİHİYLE YAPILAN GÜVENLİ KÜRTAJ YAŞAM HAKKIDIR; KISITLANAMAZ, YASAKLANAMAZ!

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, güvenli olmayan koşullarda yapılan düşükler nedeniyle her yıl dünya çapında on binlerce kadın hayatını kaybetmektedir. Türkiye'de istenmeyen gebeliklerin istemli olarak sonlandırılmasına yasal olanak sağlanması anne ölüm hızının düşmesine katkı sağlamış ve bu oran 1970'lerden 2000'lerin ortalarına, 100 bin canlı doğumda 250'den 28'e düşmüştür. Kürtajın Türkiye'de arttığı yönünde hiçbir veri yoktur; tam tersine 1993'te 100 gebelikten 18'i kürtajla sonuçlanırken, bu oran 2008'de yüzde 10'lara gerilemiştir. 1994 ile 2011 yılları arasında 26 ülke kürtaj ile ilgili engelleri kaldırmaya yönelik adımlar atmışken, Türkiye'de yasaklanması veya kısıtlanması kabul edilemez. Güvenli kürtaj hakkının kullanımını sadece tıbbi zorunluk ve tecavüz durumlarıyla kısıtlamak, kadınların temel bedensel ve cinsel haklarını marjinalleştirmekte ve hakkın kullanımını mecburiyet koşullarına indirgemektedir.

Ücretsiz, kolay erişilebilen, yüksek standartlardaki doğum kontrol yöntemlerini teşvik etmek yerine kürtajın kısıtlanarak ya da yasaklanarak kadınların sağlık ve yaşama hakkının riske atılmasına karşı çıkıyoruz. Kürtaj bir seçim özgürlüğü olduğu kadar aynı zamanda sosyal bir hak olarak da yaşamsaldır. Çünkü kadınlar için özgür, ücretsiz, ulaşılabilir, güvenli, yasal bir kürtaj hakkı aynı zamanda yaşam hakkıdır. Asıl cinayet kadınları hayatlarını riske atacak tehlikelere zorlamaktır.

GÜVENLİ KÜRTAJ HAKKI, KADINLARIN KENDİ BEDENLERİ ve DOĞURGANLIKLARI ÜZERİNDE KARAR VERME HAKKININ VAZGEÇİLEMEZ BİR PARÇASIDIR!

Kişinin kendi bedeni üzerindeki kontrol ve güvenli kürtaja erişimi de içeren cinsel sağlık ve üreme sağlığı haklarının kısıtlanması temel insan haklarının ve kadının insan haklarının açıkça ihlalidir. Türkiye, hem kendi mevzuatı hem de taraf olduğu uluslararası sözleşmeler uyarınca, cinsel ve üreme sağlığı hakları konusunda yeterli ve kapsamlı hizmetler sunmak ve bu hizmetleri erişilebilir kılmakla yükümlüdür. Türkiye'de çocuk yaşta evlilikler, zorla evlendirmeler, kadın cinayetleri, tecavüzler, kadın cinselliği üzerinde oluşturulan ahlaki baskı mekanizmaları normalleştirilmiştir. Doğum kontrol sorumluluğu temel olarak kadınlara yüklenmiştir. Ancak kadınların ücretsiz doğum kontrol araçlarına kolayca erişemediği, en yaygın doğum kontrol yönteminin geri çekme olduğu, kadın istihdamının düşmeye devam ettiği ve kadın yoksulluğunun hızla arttığı bir ülkede kadınların gebeliğini isteyerek sonlandırma hakkını kısıtlamak veya yasaklamak kadınları tehlikeli koşullarda kürtaja sürükleyecek açık bir ayrımcılıktır.

MİLİTARİST, AYRIMCI SÖYLEM ve UYGULAMALARLA İNSAN HAKLARINA SALDIRILMASINA İZİN VERMEYECEĞİZ!

Başbakan "Her kürtaj bir Uludere'dir" diyerek, kadınların bedensel haklarını yaşama geçirmeleri ile bombalı bir saldırıyla insanların öldürülmesini eş tutmuştur. Bu ayrıca Kürtlerin ve kadınların insan haklarını tartışmaya açan ayrımcı ve militarist bir açıklamadır; oysa devletin birincil görevi tüm vatandaşlarının insanca yaşamalarını sağlamak, eşitlik, hak ve özgürlüklerini güvence altına almaktır.

Türkiye'nin taraf olmakla övündüğü Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'nin 16.1.e maddesine göre "kadınlar çocukların sayısına ve dünyaya getirilme zamanına serbestçe ve makulce karar verme hakkına sahiptir". Kürtajın yasaklanması yönünde hükümetin bu girişimi kadınların kendi bedenleri üzerinde tasarruf hakkını yok sayan, kadınların birincil varlık sebebini soyun üremesi olarak gören, neo-liberal nüfus politikalarını kadın bedeni üzerinden kurgulayan süregelen kadın düşmanı zihniyetin bir başka ürünüdür.

Böylesi bir karar milyonlarca kadının yaşam hakkının ve kadın, erkek ve çocukların insan onuruna yaraşır bir yaşam sürme haklarının açık bir ihlali anlamına gelir.

Biz imzacı örgütler olarak, kürtajı yasaklamak için başlatılan sürecin ve Başbakan ve Hükümetin kadın bedenini hedef alan siyasetinin DERHAL durdurulmasını talep ediyoruz!


tiyatro festivali 18, bilanço

.oyuncu e.ercan ***** (11mys)
.yeni kiracı e.ionesco/l.ceylan bitiyatro **** (03hzr)
.üç faz a.teker aydın teker project **** (17mys)
.hamlet w.shakespeare/t.ostermeier schaubühne am lehninger platz **** (13mys)
.çin operası pekin opera topluluğu ***.5 (07mys)
.roof l.postalcıoğlu *** (14mys)
.deplasman tuğçe tuna remdans *** (16mys)
.hans ya da heiri m.zimmermann & d.de perrot *** (28mys)
.gergedan e.ionesco/e.demarcy-mota théâtre de la ville-paris *** (02hzr)
.toprak ana – hanedanların dansı şanghay şarkı ve dans topluluğu ** (06mys)
.sOYUN e.yurttut noland ** (29mys)
.yorgun sırlar g.mcmillen & d.ileri tozkoparan istanbul dans tiyatrosu * (31mys)

2 Haziran 2012 Cumartesi

"hochkarätiges konzert"



dün akşam lütfi kırdar salonunda anne-sophie mutter ve viyana-berlin oda orkestrası’nın konseri gerçekleşti. uzun yıllar bizi beklettikten sonra kentimize gelişinin üzerinden daha iki yıl geçmişti ki, mutter festival’de ikinci kere konuğumuz oldu.

konser programında mozart’ın 3 ve 5 numaralı konçertoları vardı.
anne-sophie mutter’li ilk plağımı sanırım 1985 veya 86’da satın almıştım; yaklaşık 30 yıl önce. mutter’in herbert von karajan yönetimindeki berlin filarmoni ile mozart’ın 3 ve 5 numaralı konçertolarını çaldığı 1978 tarihli bir kayıt. albümün üzerindeki fotoğrafta gencecik, balık etinden hallice bir mutter hayranlıkla ustasına bakıyor.
dün akşamki, hem şef hem solist olan mutter ise yıllanmış şarap gibi olgun, alımlı, endamlı, hatta cilveliydi; durmadan orkestra üyeleriyle iletişim halindeydi; konuştu, şakalaştı; müthiş rahattı; durmadan gülümsüyordu, mutluydu.. nasıl olmasın; orkestra herhangi bir orkestra değil, viyana ve berlin filarmonilerinin en yetkin müzisyenlerinden biraraya getirilmiş, crème de la crème bir toplamdı.

mozart icraları mutter ve orkestra üyelerine yakışır kalitedeydi. konserden aldığım hazzın en yüksek noktası ise, kalabalık orkestra eşliğinde dinlemeye alıştı(rıldı)ğım(ız) konçertoları oda orkestrası formatında bir topluluktan dinlemenin tarifi imkansız keyfiydi. fazlalıklardan arınmış, sadece 17 kişilik/çalgılık (4 birinci keman, 3 ikinci keman, 2 viyolonsel, 3 viyola, 1 kontrabas ve 4 üflemeli) topluluk müziğin saflığına yoğunlaşmamızı, çalgı grupları arasındaki diyalogları, atışmaları, paslaşmaları daha iyi duymamızı, solist kemanın onlarla sohbetine daha iyi kulak vermemizi sağladı.
sanki dün akşam lütfi kırdar’ın akustiği de başka bir doygun tınlıyordu. dört dörtlük, yıldızlı pekiyi bir konserdi.

mutter mozart’ların arasına çağdaş bir besteci yerleştirmişti: herhalde türkiye’de ilk defa dinlediğimiz bir besteciden, wolfgang rihm’den, türkiye prömiyeri gerçekleşen “lichtes spiel”.
mutter kendi siparişiyle bestelenen “lichtes spiel”i istanbul’da da, new york’taki dünya prömiyerinden beri birlikte yorumladığı şef michael francis yönetiminde çaldı.
daha önce duymadığınız, hatta bestecisinin tarzını bile bilmediğiniz bir yapıt, eğer usta müzisyenler tarafından icra ediliyorsa, sizi ne yapıp edip etkisi altına almayı başarıyor; müzisyenlerin farkı! “lichtes spiel”de de böyle oldu. her ne kadar program broşüründe mutter “lichtes spiel”in kendisine çağrıştırdıklarını “shakespearyen bir yaz gecesi atmosferi” olarak belirtmişse de, ben yapıtı dinlerken daha çok anselm kiefer’in tablolarına yakın bir duyguyu yakaladım. ve rihm’in takipçisi olmaya karar verdim…

bu sene 40. yılını kutlayan iksv müzik festivali çıtayı çok yükseğe koyarak başladı programına. görünen o ki, çıta öyle kolay kolay da inmeyecek aşağılara; 40. yılın hakkını veren bir program. devamını heyecanla takip edeceğim… …

1 Haziran 2012 Cuma

2011-2012 sinema sezonu

vizyon filmleri (01 haziran 2011 - 31 mayıs 2012)
.utanç (shame) steve mcquenn ***** (05şbt)
.sürücü (drive) nicolas refn ***** (13şbt)
.jane eyre cary fukunaga ***** (12ara)
.bisikletli çocuk (le gamin au velo) jean & luc dardenne ***** (19ara)
.ekumenopolis imre azem ****.5 (31mys)
.köstebek (tinker tailor solider spy) tomas alfredson ****.5 (12şbt)
.yüzyılın son aşkı (perfect sense) david mackenzie ****.5 (08eyl)
.yeraltı zeki demirkubuz **** (30nsn)
.gelecek uzun sürer özcan alper **** (11ksm)
.yeni başlayanlar (beginners) mike mills **** (10ekm)
.nar ümit ünal **** (31ara)
.paris’te bir gece (a midnight in paris) woddy allen **** (05ksm)
.üç (drei) tom tykwer **** (30tem)
.hayat ağacı (tree of life) terrence mallick **** (30ksm)
.içinde yaşadığım deri (la piel que habito) spedro almodovar **** (01ock)
.ejderha dövmeli kız (girl with dragon tatoo) david fincher **** (30ock)
.artist (the artist) michel hazavanicus ***.5 (29ock)
.demir leydi (the iron lady) phyllida lloyd ***.5 (15ock)
.zenne m.c.alper & m.binay ***.5 (14ock)
.salgın (contagion) steven soderbergh ***.5 (05ksm)
.hugo martin scorsese ***.5 (11ara)
.hayatımın tatili (the best exotic marigold hotel) john madden *** (30nsn)
.şahane misafir (magnifica presenza) ferzan özpetek *** (23nsn)
.acımasız tanrı (carnage) roman polanski *** (19ara)
.tehlikeli ilişki (a dangerous method) david cronenberg *** (25ksm)
.patrondan kurtulma sanatı (horrible bosses) seth gordon *** (25ağs)
.behzat ç.: seni kalbime gömdüm serdar akar ** (11ksm)
.sasha dennis todorovic * (10hzr)

!f 11. uluslararası bağımsız filmler festivali (16-26 şubat 2012)

31. uluslararası İstanbul film festivali (31 mart-15 nisan 2012)