29 Nisan 2009 Çarşamba
çok sevinirsen hemen sonra çok da üzülürmüşsün!
28 Nisan 2009 Salı
kuyruğunun ucundan bir kaç parıltı kaldı biz istanbullulara bu yıldızın...
27 Nisan 2009 Pazartesi
hasretlerimizden biri daha bitiyor!
26 Nisan 2009 Pazar
"kadının doğasında varolan hüzüne"* dair...
nüfusunun yüzde 93'ünü göçmenlerin oluşturduğu avusturya'nın linz kentinde yaşayan 7 göçmen kadın; bir romen, bir sloven, bir bosna-hersekli, bir kenyalı, bir iranlı, 2 türk.
her kadının anlatacağı bir hikayesi vardı, kendi dilinde söylediği bir şarkısı.
29 mart'ta, 2009 avrupa kültür başkenti linz'te extra europa kapsamında prömiyer yapan "parallel" 25-26 nisan tarihlerinde istanbul'da ilk defa sahnelendi.
garajistanbul'un sahnesi "parallel" için tekrar tanımlanmıştı; iki tarafa doğru yükselen sandalyesiz tribünlerin birinde 7 kadın hikayelerini anlattılar, diğerinde seyirciler yerde yastıklar üzerinde oturarak bu hikayelere ortak oldular.
karşı tarafta 7 kadın, 7 kat platform vardı; başta her kadın bir platformdaydı. kesişmeyen çizgiler misali kesişmeyen hayatların hikayeleri ilerleyen dakikalarda iç içe girmeye, örtüşmeye başladıkça, platformlar da ortaklaşa kullanılır oldu.
sahnedeki 7 kadının profesyonel oyuncu olmadığını bilmek, anlattıkları hikayelerin gerçekliğini daha da arttırdı; mersiha'nın gelecek endişesine, esra'nın annesini kaybedişine, anlatılan tecavüz, göç ve istismar hikayelerine ortak olduk, onlarla üzüldük, esra ile birlikte gözyaşı döktük. sahnedeki hikayeler o kadar gerçek, o kadar samimi, o kadar sıcaktı ki, roza erdem'in aralarda okuduğu çağımızda kadın sorunlarına dair didaktik metinler oyunun geneline çok yabancı, çok yapay kaldı. övül & mustafa avkıran çifti "aşura"da nüfus istatistiklerini oyunun bir parçası kılmayı ustaca başarmışlardı; benzer yaklaşımla ele aldıkları anlaşılan metinler bu sefer iyi/yerinde sonuç vermemiş, oyunun içine nüfuz edememiş kanımca.
yaklaşık 1.5 saatlik oyunda 7 kadın beraber şarkılar söyledi, dans etti. sonunda ise seyircilerden sadece kadınlar davet edilerek iki tribün arasındaki boş alanda "i'm every woman" şarkısı eşliğinde hep birlikte dans edildi, şampanya patlatıldı; ortam gecikmiş bir 8 mart kadınlar günü kutlamasına dönüştü.
oyuncuları profesyonel olmadıkları ve linz'te ikamet eden kişiler oldukları için istanbul'da sadece iki gösteri yapan "parallel"in önümüzdeki sezon yeniden sahneleceğini pek sanmıyorum. umarım yanılırım ve bayram dolayısıyla kısmen boşalmış istanbul'da yeterince ilgi göremeyen bu etkileyici oyun hak ettiği seyirciyi bulur, gündeme getirdiği sorunlara dikkat çekmeye ve bu sorunları tartışmaya açmaya devam eder.
* oyun metninden alınmıştır.
"körlük"ten:
berezovsky - makhtin - kniazev
berezovsky-makhtin-kniazev üçlüsü son yılların en başarılı, adından en çok söz ettiren rus piyanistlerinden boris berezovsky'nin kurduğu viyolonsel'de dmitri makhtin ile piyano'da alexander kniazev'in bulunduğu bir grup.
hafızamdan hala silinmeyen brendel-elivar-şensoy üçlüsünün haydn-mendelssohn-rahmaninof yapıtlarından kurulu konserinden sonra, bu konserin programı da muhteşemdi: mendelssohn'un op.49 piyanolu üçlüsü ve çaykovski'nin "büyük bir sanatçının anısına" adını taşıyan op.50 üçlüsü.
çaykovski, op.50 üçlüsünü yakın arkadaşı nicolai rubinstein'in ölümü üzerine yazmış. iki bölümlü eserin "pezzo elegiaco" isimli ilk bölüm ölüme, acıya, kaybedişe dair, kopkoyu hüzün barındıran bir ağıt. tema ve çeşitlemelerden oluşan ikinci bölümün son çeşitlemesi ise yine ağıta dönüşen bir cenaze marşı niteliğinde.
berezovsky trio'nun üyeleri bu mükemmel eseri dün akşam crr'de çok zor şartlarda yorumladılar; çoğu anne-babalarıyla sanki bir çizgi film seyretmeye sinemaya gelmiş 23 nisan yorgunu çoçuklarla dolu bir salonda, bırakın her bölüm arasında alkışlamayı, ikinci bölümü oluşturan çeşitlemeler arasındaki kısa boşlukları bile alkışla değerlendiren, klasik müzik konseri adabından yoksun, cahil bir seyirciyle mücadele etmek zorunda kaldılar. cellocu makhtin'in hoşnutsuzluğu yüz ifadesinden belliydi. sanırım, "ceza" olarak ta bis parçası çalmadılar; haklılardı, seyirci hak etmemişti!
[esas aklımın almadığı, hatta merak ettiğim konu: bu kadar kaliteli müzik yapan sanatçılar karşılarında böyle, klasik müziğe dair en basit, en temel bir ayrıntının bile farkında olmayan cahil bir seyirci olduğunu fark edince ne hissediyorlar; bu durum performanslarına yansıyor mu, yoksa onlar birer "aşkın varlık", birer "aziz/azize" olarak, herşeye rağmen en iyi performanslarını vermeye mi çalışıyorlar?]
konsere dönersem; ilk bölümdeki mendelssohn op.49'u bu sezon üç kere dinledik/dinleyeceğiz; ilki brendel-elivar-şensoy üçlüsündendi; çok iyiydi. dün akşamki yorum da enfesti; insan hangisi daha iyi diye karar veremiyor.
mendelssohn op.49'u, son olarak ta festival'in "rüya üçlüsü" mutter-harrell-previn aya irini'de yorumlayacaklar.
bu melodik, canlı, sempatik yapıtı aynı sezon içinde birbirinden yetkin yorumculardan dinliyor olmamızı, mendelssohn'un 200. doğumyıldönümüne borçluyuz. ne mutlu bize...
25 Nisan 2009 Cumartesi
gösteri sanatları ile kendinizi şımartabileceğiniz uzun bir gece
kültürle yatıp kalkan dünya metropollerinde son yıllarda düzenlenen "sabaha kadar açık müze" fikrinden esinlenilmiş olmalı.
berlin'in büyük, küçük, kamu, özel, opera, bale, kabare, kukla aklınıza hangi gösteri sanatları kurumu gelirse, hepsi (tam 51 tane) bu gece yarım saatlik gösteriler sunacaklar izleyicilere; bazıları sırf bu gece için özel hazırlanmış, çoğu ise repertuardaki eserlerin kısaltılmış versiyonları.
salonlar arasında özel otobüs seferleri çalışacak. 12 euro'luk tek biletle bütün gösterilere girilebildiği gibi toplu taşıma araçları da kullanılabilecek.
kültürün yaygınlaştırılabilmesi için her şey düşünülmüş, kolaylaştırılmış; kültür "ulaşılabilir" kılınmış!
berlin 2009 avrupa kültür başkenti falan değil.
berlin, 21. yüzyılın sayılı dünya kültür başkentlerinden biri.
peki, istanbul? 2010???
gün geçmiyor ki kültür başkenti projesi ile ilgili bir skandal, bir proje iptali veya eğreti görevlendirmeler duymamış olalım. kentin çeperinde salonlar açılırken, esas kalbin atması gereken yer, merkez boşaltılıyor!
bu gidişle, 2010'dan istanbul'a sadece uşak halıları kalacak!
berlin'deki "opera ve tiyatro'nun uzun gecesi"ne dönersek;
insan kıskanmadan edemiyor; ancak, keşke esas kıskananlar biz sıradan seyirciler değil de kentimizi, ülkemizi idare edenler olsa!
24 Nisan 2009 Cuma
dans günleri
türkiye üniversiteleri tiyatro şenliği, 12. kukla festivali, şehir tiyatroları'nın düzenlediği 25. genç günler...
benim en heyecanla beklediğim ise: idans 02.
ilki "solo" başlığındaydı, şimdikinin anafikri "zaman".
02 gecikti, normal zamanı 2008 eylül-ekim'iydi.
idans'çılar iflah olmaz dans tutkunular; bu yılın ekim'inde hemen 03'ü de düzenleyecekler; program kabaca belli bile. ilgilenenler için: http://www.idans.info/tr/index.php
02'nin en heyecanverici gösterilerinden biri rachid quramdane'ın "loin" (uzak)'ı olacaktı; hem de atina ve avignon'dan önce seyretmiş olacaktık. koca istanbul'da mekan bulunamadı. bu şehir altı ay sonra avrupa kültür başkenti mi olacak; tam aziz nesin'lik!
neyse ki 02'nin tek ağır topu "loin" değildi.
keersmaaeker'in dans filmlerini çeken thierry de mey ve en az keersmaaeker kadar yetenekli michéle anne de mey 02'yi açacaklar. ivana müller "solo"ya da konuk olmuştu. jonathan burrows & matteo fargion, juan dominguez, olga de soto, iguan dance theater daha önce işlerini seyretmesem de küçük bir araştırma yapınca beklentiyi yükselten isimler. 02'yi kapatacak andrea bozic ise bu seneki impulstanz'a da aynı gösterisi ile konuk olacak. yerli olaraksa; yaratıcı ve sıradışı taldans ekibi son işleriyle 02'deler.
bunlar dışında; aynı "solo"nun olduğu gibi 02'nin de, benim gibi kavramsal/avantgarde/deneysel dans camiasına biraz uzak bir dans tutkunu için daha bir sürü keyifli keşif barındıracağına eminim.
hemen mayıs öncesinde sıkı bir ısınma turu için:
27 nisan'da çağdaş bale topluluğu'dan kadıköy halk eğitim merkezi'nde "carmina burana" ve
28 nisan-01 mayıs arasında devlet opera ve balesi'nin "bir beden bir dans" etkinlikleri kapsamında süreyya operası'nda üç akşam üstüste, farklı temalı dans akşamları var.
20 Nisan 2009 Pazartesi
flamenko'nun gizli festivali
crr'de önce paco pena topluluğu "flamenco vivo" ile, ardından maria pagés "flamenco republic" ile sahne alacak. işsanat'ta ise 22 mayıs'ta salonun sezon kapanışı compania antonio najarro'nun "jazzing flamenco" gösterisi ile yapılacak.
paco pena 80'li yılların başından itibaren istanbul'a sık sık konuk olmuş yılların usta gitarcısı. önceleri resitaller için geldi istanbul'a, ardından topluluğuyla da; bir zamanlar istanbul filarmoni derneği'nin düzenlediği gitar festivallerine defalarca katıldı, istanbul müzik festivali'ne hem 80'li yıllarda hem de yakın zamanda "missa flamenco" yapıtıyla katılmışlığı var. paco pena 4-5 mayıs'taki gösteride ikisi vokal, ikinci dansçı dokuz kişilik grubuyla "flamenco vivo" adlı gösterisini sunacak; sulandırılmamış, has, geleneksel flamenko dinlemek/izlemek isteyenler için birebir.
13 mayıs'ta crr'de çıkacak maria pagés ise sadler's wells, théatre national de chaillot, teatre olimpico gibi dünyanın belli başlı salonlarında gösterilerini sunmuş bir isim."flamenco republic"te paco pena'ya nazaran daha modernize edilmiş, sahneleme mantığı daha sunuşa yönelik bir gösteriyle karşılaşacağımızı zannediyorum.
bu bakımdan; cumartesi akşamı crr'de izlediğim compania antonio marquez çok yetkin bir topluluktu; renk kullanımı, zengin kostümleri ve ışık tasarımıyla profesyonelleşmiş, ve maalesef bu yönlerine aşırı ağırlık verilmesi yüzünden doğallığını, sıcaklığını yitirmiş, flamenko'nun içerdiği spontaniteliği sağlayamayan bir gösteriydi. hele de; her an güler bir yüzle flamenko yapıldığına ilk defa o akşam tanık oldum; antonio marquez dans mı ediyordu yoksa seyirciyi baştan çıkarmaya mı çalışıyordu belli değildi!
işsanat'taki dans gösterilerine duyduğum güvensizlikten ve b'yi bırakın c sınıfı topluluklar getiriliyor olmasından dolayı duyduğum rahatsızlıktan daha önceki bir yazımda bahsetmiştim. dolayısıyla "jazzing flameco"ya da ihtiyatlı yaklaşıyorum.
paco pena'yı defalarca izlemiş biri olarak, mayıs ayındaki flamenko tercihim maria pagés olacak.
19 Nisan 2009 Pazar
film festivali 28: bilanço
02. yuva (home), ursula meier, isviçre-2008, *****
03. gir kanıma (lat den ratte komma in), tomas alfredson, isveç-2008, *****
04. aşık garip (ashuk-garibi), sergei paradjanov, sscb-1988, *****
05. bir buçuk oda (poltory komnaty ili sentimentalnoe...), andrey khrzhanovsky, rusya-2009, ****.5
06. kiraz çiçekleri (kirschblüten hanami), doris dörrie, almanya-2008, ****.5
07. bitmeyen yürüyüş (aruitemo, aruitemo), hirokazu kore-eda, japonya-2008, ****.5
08. bulanık sular (de usynlige), erik poppe, norveç-2008, ****.5
09. jan dark’ın tutkusu (la passion de jeanne d'arc), carl t. dreyer, fransa-1928, ****.5
10. hoşçakal solo (goodbye solo), ramin bahrani, abd-2008, ****.5
11. kadının fendi (strella), panos koutras, yunanistan-2009, ****.5
12. oharu’nun yaşamı (saikaku ichidai onna), kenji mizoguchi, japonya-1952, ****.5
13. ziyaretçi (muukalainen), jukka-pekka valkeapaa, finlandiya-2008, ****
14. milk, gus van sant, abd-2008, ****
15. bu filmde ben de varım (a film with me in it), ian fitzgibbon, irlanda-2008, ****
16. ağaçsız dağ (treeless mountain), so yong kim, güney kore/abd-2008, ****
17. gidişler (okuribito), yojiro takita, japonya-2008, ****
18. şöhret yolunda (bound for glory), hal ashby, abd-1976, ****
19. üstatlar kahvesi (cafe de los maestros), miguel kohen, arjantin-2008, ****
20. acı süt (la teta asustada), claudia llosa, peru-2009, ****
21. sazlıkta (tatarak), andrzej wajda, polonya-2009, ****
22. çöllerin simon’u (simon del desierto), luis bunuel, meksika-1965, ****
23. nazarin, luis bunuel, meksika-1958, ****
24. buick riviera, goran rusinovic, hırvatistan/bosna hersek-2008, ***.5
25. tokyo sonatı (tokyo sonata), kiyoshi kurosawa, japonya-2008, ***.5
26. tony manero, pablo larrain, şili-2008, ***.5
27. göl (un lac), philippe grandrieux, fransa-2008, ***.5
28. firaaq, nandita das, hindistan-2008, ***.5
29. zift, javor gardev, bulgaristan-2008, ***
30. yaz saati (l’heure d’été), olivier assayas, fransa-2008, ***
31. oltanın ucunda (pescuit sportiv), adrian sitaru, romanya-2008, ***
32. tapınma (adoration), atom egoyan, kanada-2008, **
33. $9.99, tatia rosenthal, israil-2008, *
34. mammoth, lukas moodyson, isveç-2009, -
35. dağınık yataklar (unmade beds), alexis dos santos, ingiltere-2008, -
film festivali 28 - izlenimler 10: ölüm ile yüzleşebilmek
"gidişler", 2009 akademi ödülleri'nde son 10'da "üç maymun"u, son 5'te de "entre les murs" (sınıf), "der baader meinhof komplex" (bir terör filmi: der baader meinhof), "revanche" (rövanş) gibi esaslı filmleri alt ederek en iyi yabancı film oscar'ını almıştı. ne demeli; "gidişler" sinema sanatı açısından tam da akademi üyelerinin muhafazakarlığına uyan tarzda çekilmiş, çoğu amerikan filminin çok iyi başardığı seyirciye katharsis yaşatma kabiliyetine sahip bir film.
"gidişler", geleneksel biçimini sineye çekmemizi sağlayacak öyle tabu yıkan bir konuyu da ele almıyor [hele de "six feet under" gibi kült bir tv dizisi varken]; bu seneki festivalde çokça karşımıza çıkan aile, ebeveyn-çoçuk ilişkileri, kayıp ile başa çıkma gibi temaları konu ediniyor. tek cümle ile özetlersek; büyük şehirde viyolonsel çalarak hayatını kazanan bir müzisyenin mesleğini bırakıp doğduğu kasabaya dönerek orada cenaze levazımatçı olarak çalışmaya başlaması.
17 Nisan 2009 Cuma
film festivali 28 - izlenimler 9: hayalkırıklıkları ve birkaç başyapıt
15 Nisan 2009 Çarşamba
"ich bin von kopf zu fuss auf UTE eingestellt"
ilk defa tiyatro festivali kapsamında 23 mayıs 1995'te gelmişti istanbul'a; ses tiyatrosu'nun parisyen atmosferinde kırmızı straplez bir kıyafet ile bizleri kendisine hayran bırakmıştı. sahnede ona sadece bir piyanist eşik ediyordu, bir de thonet sandalye ve askılık. piyanonun üstüne yatarak şarkı söylediği bir sahne vardı ki, hala aklımdadır...
lemper'in sonraki ziyareti caz festivali kapsamındaydı, 2000 yılında. bu sefer "punishing kiss" turnesi kapsamında lütfi kırdar'a konuk olmuştu. hayat-boyu-dostum burcu ile konser sonrası kulise gittiğimizde, bizleri biraz beklettikten sonra imza vermeye gelen, bacaklarına yapışmış kot pantalonuyla o incecik, neredeyse kırılgan kadının sahnedeki ilahe olduğuna inanmak biraz zordu.
lemper istanbul'a bir kere daha, bir tiyatro ödülü gecesinde kısa bir konser vermek üzere gelmiş. herkesin-bilmediği-konularda-donanımlı-arkadaş'tan öğrendim bu bilgiyi, haberim yoktu; sade vatandaş olarak ancak bileti satılan etkinliklere gidebildiğimden dolayı olmalı...
13 Nisan 2009 Pazartesi
film festivali 28 - izlenimler 8: cinayet yüklü pazartesi
pazartesi filmlerimin hepsi suç ve cinayetlerle ilgiliydi; nedir benim bu tesadüflerden çektiğim!
şili filmi "tony manero", başka beklentilerle gittiğim için hayal kırıklığı oldu. bulgar filmi "zift" ise fazlaca tasarımdı, insani duygular kaybolmuştu.
goran rusinovic'in "buick riviera"sı dağlarla örülü balkanlar/yugoslavya gerçeğini orta amerika'nın karla kaplı dümdüz ovasında anlatıyordu. "güldük acınacak halimize" misali bir hikayeydi. vatan hasreti ve yalnızlık üzerine yalın bir filmdi; bazen komikti ama oldukça hüzünlüydü.
film festivali 28 - izlenimler 7: ebeveynler, çocuklar ve ölüm
tabii, "aile" öyle bir konu ki, uçsuz bucaksız deniz gibi, bitmez tükenmez. ancak yine de, son iki günde seyrettiğim üç filmde o kadar çok benzerlik vardı ki, bu bana hollywood'da farklı stüdyoların aynı konudan yapılmış filmleri aynı sezonda vizyona çıkartmaları gibi gelmedi değil! dünyanın farklı yerlerindeki sinemacılar aynı konuya o kadar benzer yollardan yaklaşmışlar ki, hayret verici!
1- ailelerin yapısı: üç çocuklu, ikisi erkek biri kız, çoçuklar orta yaşlı, bazıları evli ve çocuklu, bazısı bekar.
2-filmin merkezinde, her bireyinin ayrı bir yerde yaşadığı aile üyelerinin bir vesile ile (ölüm, doğumgünü...) büyüklerin evinde biraraya gelme sahnesinin olması.
3- batılı filmlerde çocuklardan birinin mutlaka uzakdoğu'da (tercihen tokyo'da) yaşıyor/çalışıyor olması.
4- istisnasız, baba figürleri çocukları ile sorunlu olması; baba'nın gençliğinde kendi işi ve dünyasında yaşamış ve çocuklarıyla ilgilenmemiş olması.
5- olayların, aile içi hesaplaşmalarının ve ilişkilerin mutlaka bir ölüm etrafında gelişmesi; bu ölüm ya film zamanından önce olmuş, ya da film sırasında gerçekleşiyor, ya da hem önce hem sonra. filmlerden birinde iki ölüm birden gerçekleşiyor.
bu çıkarımları yaptığım filmler dörrie'nin "kiraz çiçekleri", hirokazu kore-eda'nın "aruitemo, aruitemo" (bitmeyen yürüyüş)'ü ve olivier assayas'nın "l'heure d'été" (yaz saati)'ydi. ayrıca kiyoshi kurosawa'nın "tokyo sonata" (tokyo sonatı) filmini de rahatlıkla bu genellemelere dahil edebilirim. [festivalin ilk günlerinde seyrettiğim "yuva", "ziyaretçi", "kadının fendi" ve "mamut" da tam yukardaki şablona uymasalarda aileyi deşen filmlerdi. festival 2-3 yıl önce "aile kutsaldır" diye bir bölüm hazırlamıştı, bu sene neredeyse bütün festival kutsal ailelerle dolu.]
12 Nisan 2009 Pazar
ölçeği ortadan kaldıran tiyatro adamı
37. müzik festivali yaklaşırken
harika kardeşler ve mükemmel bir orkestra
11 Nisan 2009 Cumartesi
film festivali 28 - izlenimler 6: dağ, nehir ve çöl
9 Nisan 2009 Perşembe
film festivali 28 - izlenimler 5: sinematek
7 Nisan 2009 Salı
film festivali 28 - izlenimler 4: solo, strella ve tosca
obama'dan dolayı derse az öğrenci gelmesinden faydalandığım bir gündüz kaçamağı sayesinde, aklımın kaldığı "hoşça kal solo"yu yakalama şansım oldu. yorgunluğuma değdi.
iran asıllı amerikalı genç yönetmen ramin bahrani bize, intiharı aklına koymuş yaşlı beyaz amerikalı ile onu amacından vazgeçirmeye çalışan genç senegalli taksi şöförü arasındaki dostluğu yalın, samimi, gerçekçi ve karamsar bir dille anlattı.
bahrani'nin sinema dili, iki sene önce festival'de gösterilen ilk filmi "man push cart" (seyyar satıcı)'dan bugüne olgunlaşmış, rahatlamış. geçen sene gösterilen son filmi "chop shop" (küçük çırak)'ı seyretme imkanım olamamıştı, ama belli ki festival bahrani'yi takip ediyor, ben de peşini bırakmayacağım.
"kadının fendi", "hoşçakal solo"dan daha trajik bir hikaye anlatmasına rağmen, son sahnenin pollyannavari tavrıyla bir çuval inciri -neredeyse- berbat etti. hiç olmazsa, son sahneden hemen önceki; strella'nın otelden çıktıktan sonra tosca'nın "vissi d'arte" aryası eşliğinde sokaklarda yürüdüğü sahneyle noktalayabilirdi filmini. illa da, antik yunan tragedyaları gibi karakterlerin kanlı bir şekilde öldüğü bir son olmak zorunda değildi; bence öyle bir son daha gerçekçi ve daha etkili olur, panos koutras da bir başyapıta imza atmış olurdu!
yine de -son sahne dışında- başından sonuna nefes almadan seyredilen, iki başrol oyuncusunun çok çok iyi olduğu bir filmdi "kadının fendi".
bir not; puccini'nin "tosca"sı "kadının fendi"nde olduğu gibi "milk"te de önemli bir yere sahipti. puccini'nin hüznü, tosca'nın trajedisi gay sinemasının ilgisini çekiyor demek ki.
film festivali 28 - izlenimler 3: dört coğrafya dört aile
bir; filmin tati'lik bir tarafı var ki, tam da o usta sinemacı gibi müthiş sert toplum-aile-modernizm eleştirilerini çok hoş, çok eğlenceli bir dille anlatıyordu.
iki; filmin büyük bir kısmının şu iki birbirine zıt mekanda geçiyor olması da çok zekice bir buluştu:
bireye dair en mahrem mekan olan banyo -ki filmdeki aile bu mekanı çoğunlukla birlikte kullanıyordu (büyük kız çırılçıplak küvette demlenirken, küçük oğlan annenin gözetiminde çişini yapıp ablasının yanına küvete dalıyor, biraz sonra mekana baba da geliyor, banyo'daki sohbet dörtlü bir şekilde devam ediyor, oğlan ile baba küvetteki suyun altında en uzun nefesini tutma yarışı yapıyorlar)- ile toplumsal olarak en sevimsiz ve korunmasız mekanlardan biri olan otoban.
bu ilk uzun metrajlı sinema filmiyle ursula meier adını not ettiğim bir yönetmen oldu.
5 Nisan 2009 Pazar
film festivali 28 - izlenimler 2: doğulu aşık ile batılı asi
"aşık garip" meğer 20 sene önceki festivalde yarışmalı bölümde oynamış ve ödül almış; o zaman seyretseydim belki bugünkü yolunu şaşırmışlar gibi sonuna kadar dayanamazdım, ya da bu filmi 18 yaşında seyretmiş biri olarak şimdi olduğumdan farklı bir yerde olurdum. evet, "aşık garip" tam da öyle; "bir film seyrettim hayatım değişti" denecek türden bir deneyim sunuyor!
bambaşka bir film; yaratıcı, çılgın, kural tanımaz, özgür!
kafkas bölgesinin folklorik kültürü bütünüyle sinmişti filme. ama sadece onunla yetinmemişti paradjanov; iran minyatürleri, ilkel duvar resimleri, antik tragedyalar, çin tiyatrosu, ortaoyunu, etnografik objeler, taş oyuntular, figüratif tablolar.. kafkasya'ya komşu ne kadar kültür varsa, hepsinden bir şeyler katmış sinemasına. hem de büyülü, masalsı, naif bir şekilde... "aşık garip" anlatılması zor, kesinlikle seyredilmesi gereken olağanüstü bir film.
paradjanov sıradışı bir yönetmen; bir an önce bir yerlerden diğer filmlerini de bulmalı!
öğleden sonra ise, günün ikinci tokadını yedik: "milk".
kanımca, "milk" festival'de yanlış yerde; onun da "asiler, azizler, aşıklar" bölümüne yerleştirilmesi gerekirdi; değil mi ki harvey milk her üçü: hem asi, hem aziz, hem de aşık!
4 Nisan 2009 Cumartesi
film festivali 28 - izlenimler 1: vampir, tango ve lima
kuzenimin methettiği kadar varmış; iyi ki onu dinleyip kaçak dvd'den merakımı gidermemişim, festival sayesinde emek'in büyük perdesinde sinemaskop ve yarı bulanık olarak seyretme şansım oldu "gir kanıma"yı.
münferit kaza: "sürmanşet"
"yalansız, yalın, gerçekten tiyatro" sloganıyla yola çıkmışlar; ilk oyunları "can tarlası"nı izleyemedim, ikinci oyunları "sürmanşet"i yakın zamanda seyrettim.
sahne ışıklarına hazırlanırken gazetelerde bayağı reklamı yapılmıştı "sürmanşet"in; malum, oyuncularının hepsi tiyatrodan ziyade film ve tv dizileri ile tanındıklarından, oyunun magazin değeri yüksekti. zaten halk tiyatrosu'nun ilk oyununa nazaran "sürmanşet"e seyircinin ilgisini çekmek te kolay olmuştur.
hiç kuşkusuz, oyunda iki kadının öpüşüyor olması da ilgiyi arttırmıştır; hetero erkeklerin vazgeçilmez fantazisi ve eşcinselllerin kendilerini sahnede bulmaları anlamında, tam da broşürde dendiği gibi "ayrımsız, tüm halkını hedef kitlesi olarak belirleyen" bir tiyatro topluluğu için, biçilmiş bir kaftan olmuş "sürmanşet"!
konu edindiği entrikalar (polis-mafya-hükümet ilişkisi), sert cinsel içerik ve bol bol küfür bağlamında ingilizlerin "in-yer-face" akımına türk katkısı olarak bakılabilir oyuna. ancak, oynandığı salondan kaynaklanıyor olmalı, "gerçekler" pek de seyircinin yüzüne fırlatılamıyor; her şey yukarda, yüksek sahnede olup bitiyor, seyirciye de pek geçemiyor.
arif akkaya yönetmen olarak elinden geleni yapmış gibi duruyor. kullanmayı çok sevdiği hareketli görüntü fikri ilk defa hakkıyla yerini bulmuş ["bana bir picasso gerek"te dikkat dağıtıyor, "deri ceket"te yama gibi duruyordu]. farklı bir sürü mekanın sık sık değişmesi gereken oyunda projeksiyon görüntüleri sayesinde mekan atmosferlerinin hakkıyla yaratılmasının yanısıra oyuna dinamizm katılması da sağlanmış.
oyunculardan; ceyda düvenci ve beste bereket rollerinin hakkını veren, dramatik değişimleri ustaca yansıtan, "sürmanşet"in en başarılı oyuncuları. erkan can düşekalka idare ediyor. bütün entrikanın merkezindeki iki kilit karakter dolunay soysert ve tardu flordun ise maalesef başarılı olmaktan çok uzaklar; bırakın karakterlerini kanlı-canlı hale getirmeyi, repliklerinin en az yarısı -mikrofonlu olmasına rağmen- anlaşılmıyor bile, ağızlarının içinde konuşuyor gibiler.
"sürmanşet"in, "tüm halktan" ziyade "halkın televizyon ve magazinel haberlerle daha ilgili olan kısmına" hitap ettiğini kabul ederek, istanbul halk tiyatro'sunun bir sonraki projesini, rejisini mehmet ergen'in yaptığı "gagarin sokağı"nı, ümit ve merakla bekliyorum...
2 Nisan 2009 Perşembe
çağdaş kentli bireyin "karanlık korkusu"
istanbul'da "hayat var"
hayat'ın, dünyanın en büyük şehirlerinden istanbul'daki klostorofobik dünyası ancak bu kadar ustaca anlatılabilirdi, ve aynı zamanda; rahatsız edici bir şekilde de.
istanbul'u ve onun içinden geçen fallik figürler olarak tankerleri daha önce hiç böyle görmemiş/hissetmemiş olduğumuzu da belirtmek lazım; "gemide" ve serdar ateşer'in "avdetseyri" albümünün kapak fotoğrafı dışında.
"hayat var"da reha erdem yönetmenlik ve senartistliğin yanısıra kurgu ve ses tasarımcılığını da üstlenmiş; auteur tavrıyla filmi bütünüyle tasarlamış, ortaya çıkarmış.
"a ay"dan beridir her filmine hayran olduğum, sondan bir önceki filmi "beş vakit"in türk sineması'nın en iyi filmlerinden biri olduğunu düşündüğüm erdem bu sayede bir kere daha çok kaliteli, enfes görüntüleri ve kesinlikle şiirsel bir yanı da olan birinci sınıf bir iş çıkartmış. ancak sevdiğim filmleri defalarca seyretmekten keyif alan biri olarak "hayat var" tecrübesine, her ne kadar yönetmenin hakkını teslim etsem de, bir kere daha katlanabileceğimi zannetmiyorum.
zinde olunan bir günde gitmekte fayda var, yoksa yarısında çıkmak içten bile değil!
yine de şunu da belirtiyim; öyle bir son sahnesi var ki, evet biraz deneysel sinema tadında ama kesinlikle çok çok çok etkileyici!
"hayat var" hakkında uğur vardan'ın çok iyi bir yazısı var, tavsiye ederim, ve yarın (perşembe) fatih özgüven bu film hakkında ne yazacak merakla beklemekteyim.