romen filmi "pescuit sportiv" (oltanın ucunda) yeterince ilginç ve özgün değildi,
"unmade beds" (dağınık yataklar) tam da filmden çıkarken muhtemelen bir sinema-tv öğrencisinin, kulak misafiri olduğum "film çekmek bu kadar kolaysa ben de çoktan çekmiştim bir tane" lafını doğrularcasına dağınık ve manasızdı,
neden animasyon tekniğiyle çekildiğini anlayamadığım "$9.99" laf kalabalığına boğulmuştu,
sinema diline hayran olduğum atom egoyan'ın son filmi "adoration" (tapınma) fazlaca yapay, donuk ve duygudan yoksundu,
hindistan denen koca diyarın temel sorunlarından birine (din kavgasına) farklı ve içerden bir bakış atan "firaaq" ise bütün samimiliğine rağmen fazlaca klasik bir sinema dili kullanıyordu.
gelelim iki başyapıta. ikisi de eski doğu bloku ülkelerinden gelen bu filmler: uzun rusça adının türkçesiyle "bir buçuk oda" ve uzun yıllardır film çekmeyen leh yönetmen jerzy skolimowski'nin "cztery noce z anna" (anna ile dört gece)'si.
andrey khrzhanovsky'nin "bir buçuk oda"sı yarın akşam, adayı olduğu altın lale'yi alır mı bilemem ancak fipresci ödülünü kimselere kaptırmayacağını umarım; sinema eleştirmenlerine güvenim sonsuz.
sinemanın dönemlerine dair farklı çekim tekniklerini (siyah beyaz sessiz dönem, renkli dönem, video/el kamerasıyla çekilen filmler, farklı animasyon teknikleri) ustaca harmanlayarak rusya'nın neredeyse bütün 20. yüzyılını bir şair, onun anne-babası ve bir kent üzerinden anlatan, slav duyarlılığında bir film "bir buçuk oda".
son yıllarda festivalde çok da fazla rastlamadığımız halis sanat sineması örneği.
hiç bitmesin istedim.
bitmesini istemediğim diğer filmse "anna ile dört gece"ydi; keşke 1001 gece sürseydi!
21.30 seansında gösterilen filmini sunmak için siyah güneş gözlükleri takmış olarak yeni rüya'dan içeri giren skolimowski, ağır adımlarla perdeye yürüdü, sahneye çıktı, ilk lafı "her ne kadar filmimde öyle görüntüler yoksa da, sizlerle bir porno sinemasında karşılaşmak varmış" oldu.
skolimowski filmini "insanın karanlık tarafına dair" diyerek sunduysa da, bana kalırsa "anna ile dört gece" insanın en saf, en kırılgan, en dolaysız, en çoçuksu hallerine dair karanlık bir filmdi.
yalnızlık, terkedilmişlik, tutku, aşk, saplantı, saflık ve rastlantılar üzerine hüzünlü bir novella gibiydi; romantik saf aşk ile saplantılı tutku arasında bir yerlerde geziniyordu.
mükemmel görüntüleri karanlığın tonlarıyla oynuyordu; her an bulutlu bir gökyüzünden süzülen loş ışıkla doygunlaşan polonya kırsalındaki pitoresk bir kasabanın mimarisi ve renkleri eşliğinde sessizce iç acıtan, sakinliği içinde zaman zaman fırtınalar barındıran sert bir filmdi.
"anna ile dört gece" son iki güne girdiğimizde festivalin en iyisi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder