kuzenimin methettiği kadar varmış; iyi ki onu dinleyip kaçak dvd'den merakımı gidermemişim, festival sayesinde emek'in büyük perdesinde sinemaskop ve yarı bulanık olarak seyretme şansım oldu "gir kanıma"yı.
film, dar bir yere sıkışıp kalmış yavru kedi miyavlamaları da eşlik etti ki, filmin atmosferine pek de yabancı kaçmadı, hatta desteklediği bile iddia edilebilir.
tabi; filmin yaklaşık 15 dakika kadar geç başlaması, bu arada nedense koltuğunda oturamayıp da fuaye çıkan hiperaktif [anneannem olsa "kıçı dikenli" derdi] seyircilerin film başladıktan sonra peyderpey salona girerek fuayenin ışığıyla filmin karanlığını zedelemeleri ve filmin tam ortasında 1-2 dakika da olsa ara verilip ışıkların yakılması pek hoş olmadı!
daha ilk günden festivalin en iyileri listeme yazıldı "gir kanıma". atmosfer olarak tarjee verssas'ın "buz sarayı" kitabını okuyormuş gibi oluyorsunuz (film de bir kitaptan uyarlanmış; hatta kitapta karakterlerin geçmişlerine dair daha kapsamlı bilgi varmış; mesela eli 12 yaşında hadım edilmişmiş ve aslında 220 yaşındaymış gibi...). bir yandan da; bir erkek çocuğun ergenleşme, arkadaş edinme, kendine güvenme, kendini keşfetme hikayesini izliyorsunuz. ve tabii vampir edebiyatına dair de taze, yeni bir yorum sunuyor film; örneğin, vampirlerin davet edilmeden özel/kişisel mekana girememeleri gibi...
ilk günün diğer filmleri güney amerika'dan komşu iki ülkeden geliyordu: arjantin'den "cafe de los maestros" (üstatlar kahvesi) ve peru'dan "la teta asustada" (acı süt).
"bueno vista social club"ın tango versiyonu "üstatlar kahvesi"nden çıkışta keşke eve gidiyor olsam da günün geri kalanında sadece tango dinlesem diye geçti içimden. beraber seyrettiğimiz arkadaşıma da bu yönde tavsiyede bulundum; meğerse onda hiç tango albümü yokmuş!
buenos aires ve tango'ya dair filmin tek eksiği -ki eksik olsun diye değil, bilinçli bir tercihti sanırım- astor piazzolla'ydı; malum zamanında tango'yu dejenere ediyor diye az eleştiri almamıştı usta. tango'nun bu kadar sevilmesinde azımsanmayacak bir payının/etkisinin olduğunu söylemek te yanlış olmaz aslında; piazzolla'nın tango'ya borçlu olduğu kadar tango da piazzolla'ya borçludur kanımca!
filme dönersek; 50'li yıllardan günümüze kalan ustaları günlük hayatlarında, kayıt stüdyosunda ve sonunda da buıenos aires'in muhteşem konser salonu teatro colon'un sahnesinde konser esnasında seyretmek büyük bir zevkti; keşke bueno vista'cılar gibi onlar da turne yapsa da yolları istanbul'a düşse!
"acı süt" ise, tam da "üç büyük festival arasında ancak berlinale'de büyük ödül alabilecek bir film"di; farklı, az bilinen bir kültürden/ülkeden/sinemadan, batılı gözlere "ilginç" gelecek yerel öyküler anlatan, hafif gerçeküstü öğeler de barındıran eli yüzü düzgün, estetik bir film.
maalesef daha fazlası değil. belki; bahaneyle lima'nın varoşlarını görmüş olmamız artı hanesine yazılabilir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder