tanıdığım, tarzını sevdiğim, daha önce tek filmini bile olsa çok beğendiğim yönetmenlerin yeni filmlerine gözüm kapalı giderim; son iki gündür bu kontenjandan aldığım üç film -ve doğal olarak yönetmenleri- beni arka arkaya yarı yolda bıraktılar!
dönüp kitapçıktaki tanıtım yazılarını okuyunca aslında filme dair yeterince ipucunun orada olduğunu gördüm. körlemesine bilet almanın zararları!
cristi puiu “katil diye bir şey yoktur, yalnızca birilerini öldüren insanlar vardır” demiş filmi “şafak” için. jerzy skolimowski ise kendi filmi “ölümüne kaçış” için “dramatik fantezi” tabirini kullanmış. sırayla gideceğim:
pazartesi günü ilk hayal kırıklığını john sayles’in son filmi “amigo” ile yaşadım.
tamam, filmin konu ettiği tarih sayfası daha önce pek bilinmiyordu, ancak insan o coğrafyadaki o tarihi olayları bir romanda da okuyabilirdi; seyrettiğimin “sinema sanatı”na dair bir yapıt olmasının farkı ve artısı neredeydi. bir hikaye bu kadar mı “history channel tarzı”nda anlatılır! bu filmi festival programına alanlarda da kabahat!
pazartesi son seansta romen yönetmen cristi puiu’nun “şafak”ına gittim. filmi pazar günü seyretmiş bir dostumun uyarısını, yönetmenden iki yıl önce izlediğim “bay lazarescu’nun ölümü”nün etkisiyle kulakarkası ettim; etmez olaydım.
sinemada daha önce ne sevimsiz kahramanlar ne alelade olaylar ne cansıkıcı mizansenler seyrettim, ama böylesini, bu kadar anlamsızına daha önce rastlamamıştım. puiu “cinayet işlemenin bir açıklaması olmadığına dikkat çekmeye çalıştım” diyor; iyi de “anlamsız olma”nın da bir janrı yok mudur; öylesine anlamsız olabilir misiniz!
tamam, “şafak” doğu blokunda komünizm sonrası doğu çürümüşlüğü, boşvermişliği, yoksulluğu, teslimiyeti usul usul çok güzel ortaya seriyor ama bunu anlatmak için 180 dakikaya ihtiyacınız yok! “şafak” puiu’nun, oldum olası sevemediğim geveze kahramanların yönetmeni eric rohmer’a adadığı “bükreş’in kenar mahallerinden altı hikaye” adlı serisinin ikinci filmiymiş. ilkini çok beğenmiş olsam da ikincide pes ediyorum!
cumartesi günki marian crisan’ın “yarın”ını da düşününce, son yıllarda revaçtaki romen sinemasının yükselişi buraya kadarmış demek geliyor içimden!
salı günü ise bir heves, iki yıl önceki festivalde sinemaya dönüş filmi “anna ile dört gece” ile beni kalbimden vurmuş jerzy skolimowski’nin son filmi “ölümüne kaçış”ın (essential killing) yolunu tuttum. keşke bilet almadan önce skolimowski’nin film için “dramatik fantezi” sözünü okumuş olsaydım; dramatiği eksik, fantezisi abartılıydı. bir filmin inandırıcılıktan uzak olmasına çok da takılmam, yeter ki anlattığı derde vakıf olabileyim; skolimowski’nin “ölümüne kaçış” neyi anlatmaya çalıştığını anlamadım! neyse ki 83 dakikaydı; işte usta olmanın farkı, kötü de olsa kısa; “kısa ve acısız”!
peki bu iki günde hiç mi dişe dokunur bir şeyler seyretmedim? seyrettim seyretmesine, ama onlar zaten yeni filmler değildi, çoktan kendini kanıtlamış yapıtlardı: claire denis’nin müthiş bir ergenlik hikayesi “nennette ile boni” ile andrey tarkovski’nin müthiş bir olgunlaşma hikayesi “andrey rublev”.
son iki günü kurtaran yeni tarihli film ise “muhbir” (the whistleblower) idi.
son birkaç yıldır amerika birleşik devletleri’nden çıkan en sivridilli, fütursuz, cesur ve gerçekleri olduğu gibi ortaya seren filmler kadın yönetmenlerden geliyor (kathryn bigelow istisna!): bu sene debra granik’ten “winter’s bone” (gerçeğin parçaları), geçen sene courtney hunt’tan “frozen river” (donmuş nehir), cherien debis’den “amreeka” (amerika).
“muhbir” ukrayna asıllı toronto doğumlu, los angeles'ta yaşayan larysa kondracki’nin ilk uzun metrajlı filmi; hem yönetmen koltuğunda hem senarist.
“muhbir” öyle sinema sanatı açısından bir tazelik veya farklılık barındırmıyor, ancak o kadar önemli, canalıcı bir konuyu ele alıyor ki, yeter! uluslararası insan ticareti, savaş sonrası bosna’sında birleşmiş devletler barış ordusu görevlilerinin dahil olduğu hem insan hem seks ticareti!
film gerçeklerden yola çıkılarak çekilmiş; barış ordusu’nda çalışmak için bosna’ya gelmiş olan amerikalı polis memuru kathryn bolkovac’ın başından geçen gerçek hikayeyi sözünü sakınmadan perdeye taşıyor. basılmamış kitapların yazarlarının tutuklandığı bir ülkede, bir filmin kendi ülkesinin kurumları, şirketleri konusunda bu kadar korkusuzca açık sözlü olabilmesi daha bir anlam kazanıyor kanımca! filmin içinde bir yerde bolkovac’ın “we will have our humanity” ile biten mektubu fazla “amerikan” (amerikan filmlerinde çokça kullanılan olumsuzluklarla sonuna kadar savaşıp doğruyu savunan sıradan amerikalı klişesi) kaçsa da, bayan bolkovac’ın gerçekte adeta hayatını riske atarak birleşmiş milletler’in ve ona hizmet veren taşeron güvenlik firmasının ipliğini pazara çıkarma hikayesi ibretlik!
“i want you”dan beri hayranı olduğum rachel weisz kathryn bolkovac’ta çok başarılı. monica belluci de yan rollerden birinde ama filmin esas sürprizi vanessa redgrave. yaşına rağmen redgrave’i tekrar sinemada, hem de dünya görüşüne ve politik duruşuna da cuk oturan bir rolde seyretmek büyük keyif. ister erkek olsun ister kadın şu ingiliz oyunculara hayranım; peter o’toole da öyleydi; yaşlansalar da hala kondisyonlu, dinç ve seyircinin karşısındalar!
atom egoyan filmlerinin bestecisi mychael danna’nın sade ama etkili müziğinin yanı sıra, bitiş jeneriğinde brenda mckinnon’un seslendirdiği “moj dilbere” şarkısı da ayrı bir hüzünlü.
“muhbir” festivalde iki kere daha gösterilecek; türkçe altyazısı üstündeydi, yakında vizyona da girecek demektir: kaçırmayın!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder