festivali risk almadan, garanti bir filmle bitirdim; yıllar önce televizyonda, sonraları defalarca vhs ve dvd'den izlediğim carlos saura’nın “kanlı düğün”üyle (bodas de sangre).
planlamadığım halde 16 gün önce festivale saura’nın son filmi “flamenko flamenko” (flamenco flamenco) ile başlamıştım; daire kapanmış oldu.
son iki-üçgündür seyrettiklerime gelince:
haftasonu üst üste, biri bir tablodan esinli, diğeri tablo gibi olan iki film izledim.
lech majewski'nin “değirmen ve haç”ında (the mill and the cross) iki boyutlu ve “kurgulanmış/hayali" bir tablonun üç boyuta canlandığına tanık olduk, kayan kamera hareketleri sayesinde tablonun içinde gezdik, barındırdığı öyküleri ve sakladığı sırları öğrendik.
niles atallah'ın “lucia”sında ise sabit kamera kadrajlarıyla sanki iki boyutlu tablo görüntülerine dönüştürülmüş üç boyutlu ve gerçek bir hayata tanık olduk. bu görüntülerin sakladığı sırlar, barındırdığı yaşanmışlık katmanları, geçmişe dair yırtıklar, çatlaklar “değirmen ve haç”da olduğu gibi ortaya serilmedi, sessiz ve saklı kaldılar.
filmlerin resim sanatıyla ilişkisi kaçınılmazdı, çünkü yönetmenlerin ilki ressam ikincisi video & animasyon sanatçısı. lech majewski ressam olmasının ötesinde, filmin senaristi, yapımcısı, sinematograflarından biri, bestecilerinden biri hatta ses tasarımcısı. niles atallah da yönetmen ve senarist olmasının ötesinde filmin yapımcısı ve görüntü yönetmeni de.
iki film de, belki sinemasal zevkimi bütünüyle tatmin etmediler, ama görsel kaliteleriyle değerli anlar yaşattılar.
“değirmen ve haç” isa’nın çarmıha gerilmesine dairdi, “lucia” isa’nın yeniden doğduğuna inanılan noel’de geçiyordu.
“lucia”daki 2006 noeli, şili’de pinochet’nin ölümüyle daha da kuvvetlenen protestolarla, hesap sormayla örtüşüyordu. pinochet’nin ölümü ve askeri darbede ölenlerin yakınlarının protestoları filmin arkaplanında verilse de, yaşanmışlıkların izleri lucia ile babasının evinde, odalarında ve evlerinin bulunduğu sokakta bütün çıplaklığıyla hissediliyordu.
"lucia”nın son sahnesi, isabetli bir tesadüfle bir sonraki seansta izlediğim “morg görevlisi”ne bağlandı. lucia'nın, babasının noel hediyesi olarak ona verdiği kasetten dinlediği kendisinin küçükkenki sesi tam da “morg görevlisi" filminin geçtiği, pinochet komutanlığındaki ordunun allende yönetimine el koyduğu yıllara aitti.
"morg görevlisi" (post mortem) iki yıl önce "tony manero" ile altın lale alan şilili yönetmen pablo larrain'nin yeni filmi. bu filmde de başrolde sadece fiziğiyle sinemanın görüp göreceği en tekinsiz, en arızalı karakterlerden biri olarak anılmaya hak kazanan marcelo alonso oynuyor; garipliği ve sıradışılığıyla tony manero'dan da geri kalmıyor.
"morg görevlisi"ni beğendiğimi söyleyemeyeceğim.
cumartesi sabahı ilk seansta "yokmuşum gibi"yi (as if i am not there) izledim; bir yerlerde rastlanırsa kaçırmamak lazım!
film, 1992-1995 arasında bosna-hersek'te yaşananları genç bir kadının başına gelenler üzerinden ve onun bakış açısıyla anlatıyor. zor bir film! bildiğiniz veya tahmin ettiğiniz şeyleri bütün gerçekliği ile sunuyor. filmde bile olsa dayanılması kolay olmayan sahneler içeriyor.
filmin en büyük artısı, yaşanan bütün olumsuzluklara, zorluklara, insanlık dışı durumlara rağmen son kertede ölümden yana değil, hayattan yana olması; ölümü değil hayatı kutsaması!
yönetmen bir irlandalı: juanita wilson. filme kaynaklık eden slavenka drakulic'in kitabına dublin'de denk gelmiş, okuyunca çok etkilenmiş ve bu filmi çekmesi dokuz yılını almış. başta sadece yapımcı olmayı düşünürken, zamanla, senaryoyu da yazmış, kamera arkasına da geçmiş. başroldeki genç oyuncuyu bulabilmek için balkanlarda neredeyse bir yıl dolaşmış.
"yokmuşum gibi" muhtemelen kadın filmleri festivallerinde oynar; seyretmesi zor ve acılı ama gerekli bir deneyim!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder