30 Mayıs 2010 Pazar

AKM'DE RANDEVU : 30 mayıs 2010, pazar, saat: 17.00


Kapanışının Tam İkinci Yılında
Avrupa Kültür Başkenti’nde
Güzel Bir Bahar Gününde
Sabırları Tükenen
Kültür-Sanat ve Müzik Dostları
AKM’lerine DÖNÜYOR
Özlemlerini Üzüntülerini Kırgınlıklarını
Çiçeklerle Sergiliyor
Özel Duygularını Kartlara Yazarak Paylaşıyor
Sanatçı Dostlarımız Sesleriyle, Enstrümanlarıyla
Bizlere Eşlik Ederlerse Mutluluk Duyarız
Kuruluşlar Çelenklerle Katılırlarsa Seviniriz
Kültür Sanat ve Müziğe Gönül Verenleri
Bütün Sanatçı ve Sanatseverleri
AKM’den Sonra Kabuğuna Çekilen Teyzelerimizi Amcalarımızı
AKM’leri Yaşatacak Gençlerimizi ve Yarının Sanatçıları–Çocuklarımızı
Kültür ve Sanata Destek Veren Tanınmış Ailelerin Fertlerini
Kültür ve Sanata Sponsor Olan Güçlü Şirketlerimizin Temsilcilerini
Kültür ve Sanata Destek Veren Köşeyazarlarımızı
Bütün Kültür-Sanat Kuruluşlarının Temsilcilerini
Orada Görmek İstiyoruz
Görüşmek Üzere

Prof. Dr. Taylan Ula


(Toplantı ile ilgili yasal izinler İstanbul Valiliği ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden alınmıştır.)

29 Mayıs 2010 Cumartesi

tiyatro festivali 17, izlenim 8: malafa, in-yer-face alla turca



dot'un emekleri boşa gitmedi; kurulduğundan beri oyuncusu-yönetmeni-çevirmeni ile ne kadar uğraşsalar da maalesef çeviri ve biraz da özenti kokmaktan kurtaramadıkları yabancı in-yer-face oyunlarından sonra, dot kendini bütünüyle "evinde" hissettiği bir yerli oyunla tiaytro festivali'nde karşımıza çıktı.

hem de nasıl bir in-yer-face! şimdiye kadar olmadığı kadar seyircinin burnunda, dibinde, sarmaş dolaş!
buna bir de; hiç bir çeviri oyunda olmadığı kadar "fantastik" dil argosu, hakan günday'ın dili kullanma üslubu eklenince tam bir keyife dönüşüyor seyirlik. oyuncuların ağzından çıkan her bir cümle yabancılık çekmeden dinleniyor, hiç bir kelime oyuncuların ağzında yapıştırma durmuyor! "sirk" fikri sahnelemenin çıkış noktası olmuş ya; kelimeler de sirkin havada uçuşan canbazlarına dönüşüyorlar!

dile hakim olmak, oyuna da karakterlere de olaya da hakim olmayı getiriyor; buna bir de beş yıllık in-yer-face deneyimi/stajı eklenince, hem yönetmen murat daltaban hem de oyuncu ekip resmen döktürüyorlar. seyirci de alışık ve hazır zaten; tam tavında!
anlaşılan; "malafa" tam zamanında geldi. hakan günday sağolsun...

28 Mayıs 2010 Cuma

tiyatro festivali 17, izlenim 7: japonvari bir elektra




festival'den bir usta daha geçti: tadashi suzuki. daha önce iki defa istanbul'a konuk olan ustaya bu yıl onur ödülü de verildi.
tadashi suzuki dünya tiyatro sahnesinde bu sanatı yenileyen, bir adım ileri götüren, özgün tekniğini yaratmış bir avuç sahne adamından biri.

önceki oyunları "diyonisos" ve "ivanov"a nazaran, dün akşam izlediğim "elektra"yı daha çok beğendim; belki de ustanın tarzına alıştığımdandır.

suzuki'nin elektra yorumu çok kendine has ve oldukça "japonais"ti. özellikle klytaimnestra karakteri tam bir japon figürüydü; bedeninin pozisyonları, konuşurken ağzının aldığı şekiller ve mimikleriyle tam japon kuklalarında veya japon baskılarındaki kötü/şeytan karakterlerin ifadelerini yansıtıyordu. klytaimnestra'yı canlandıran chieko naito adlı oyuncuyu seyretmek tek kelime görsel bir şölendi.

tekerlekli sandalyelerdeki beş aktör de gerek ön-oyun niteliğindeki başlangıçta gerekse de oyun boyuncaki performanslarıyla, "dava"nın akrobasi alanında talimli oyuncularından sonra bir kez daha, tiyatro oyunculuğunda bedeni bütünüyle kullanmanın nefeskesici bir örneğini sergilediler.

oyunun canlı müziğini üstlenen midori takada ise, sahnenin bir yanında ama kenar-köşesinde değil tam da oyunun içindeki konumuyla hem vurmalıçalgılar konusunda olağanüstü bir yetkinlik ve konsantrasyon sergiledi hem de müzik ögesini oyunun vazgeçilmez bir kahramanına dönüştürdü.

cumhuriyet'teki söyleşide; sadece sahnedeki dünyanın değil, yaşadığımız gerçek dünyada hepimizin, bütün insanlığın hasta olduğuna inandığını söyleyen usta suzuki, "elektra"nın sonunda çok basit bir ışık oyunu yaratarak, sadece sahne mekanını değil seyircilerin bulunduğu kısmı da kaplayan ışıktan bir örüntü ile biz seyircilerin de sahnedeki sanatçılar gibi bir akıl hastanesinde tutuklu, hapis ve hasta olduğumuzun altını mükemmel bir şekilde çizdi.

70 dakikalık gösteri bir nefeste başlayıp bitti, usta suzuki ikinci akşam olmasına rağmen alçakgönüllü haliyle alkışa çıkıp bizleri selamladı.
tiyatroya inancımı bir kez daha tazelemiş ve kendimi yenilenmiş hissederek ayrıldım muhsin ertuğrul'dan...

27 Mayıs 2010 Perşembe

cassiers ve cherkaoui'den ıslak bir wagner operası











müziğin kesintisiz bir şekilde dakikalarca devam ettiği şu wagner operalarına bir türlü ısınamamışımdır; hem de klasik müziği, operayı sevmeme, almanca tedrisatlı bir lisede okumuş olmama rağmen.

bir iki kere denedim, ama sonunu getiremedim. tabii, ülkemizde canlı bir wagner operası izlemek rüya; belki canlısına katlanmak daha kolay oluyordur.
yıllar öncesinin, zehra yıldız'lı, giancarlo del monaco imzalı "uçan hollandalı"sını hatırlıyorum; istisnadır. en kısa wagner operası, en kolay dinlenebilir wagner operası. bir de iyi reji, mükemmel bir soprano olunca, dört kez gitmiştim.

tabii, wagner deyince esas, yüzük serisidir başyapıt mertebesine çıkarılan, hollandalı çerez gibi kalır; tristan ve isolde, tannhaeuser, lohengrin gibi diğerleri ise başka bir seri gibidirler.
mezzo bir aralar, patrice cheareau'nun zamanında bayreuth'ta büyük olay yaratmış yüzük serisini yayınlamıştı; eski kayıt, oldukça karanlık bir sahneleme ve televizyondan seyrediyor olma etkenleri birleşince, daha ilk operanın ilk saati dolmadan pes etmiştim.

kısmet dün akşamaymış; eğer sidi larbi chekaoui bulaşmamış olsaydı, yine kendime şans vermezdim. bir de guy cassiers ismi, iyice merakımı ve sonuna kadar izleme sabrımı kamçıladı.
değdi de!

bu seneki tiyatro festivali sayesinde türkiye'de ilk defa birer yapıtlarını seyretme şansına ereceğimiz, günümüz sahne sanatlarının en önemli isimlerinden iki tanesi, ikisi de belçikalı, yönetmen guy cassiers ile koreograf-dansçı sidi larbi cherkaoui, orkestra şefi benzersiz müzik adamı daniel barenboim ile birlikte, la scala operası için wagner'in yüzük serisini sahneye taşımaya başladılar.
serinin ilk operası "das rheingold"(ren altını) 13 mayıs'ta prömiyer yaptı, dün akşam da dünya'daki belli başlı sinemalarda ve mezzo'da naklen yayınlandı.

daha popüler opera ve baleleri tercih eden cinebonus sinemaları rheingold naklen yayını es geçti. neyse ki mezzo sağolsun, evde büyük ekran-gelişmiş ses düzeni imkanı olmasa da (ki cinebonus'larda bunlar vaad edildiği halde fiyaskoyla sonuçlanmışmış), televizyondan naklen rheingold izlemek epey keyifliydi.

operanın müzik yönünden bahsetmeyeceğim; dediğim gibi wagner aşina olduğum bir alan değil. barenboim'a güveniyorum. wotan rolündeki rene pape de sesini, yorumunu sevdiğim, takdir ettiğim bir isim. sondaki alkışlardan italyan seyircinin de takdiri belliydi.
ancak, wotan'ın karısı fricka'yı oynayan mezzosoprano bayağı bir buu'landı. bizim operacılar yatsın kalksın dua etsinler ülkemizde yuhalama geleneği olmadığı için.
neyse, benim için esas olan konulara geçiyim: cassiers ve cherkaoui.

aynı zamanda sahne tasarımı da kendisine ait olan guy cassiers, sahneyi derinliğine kullanmamış, yaklaşık ortalarına denk gelen bir mesafede yerleştirdiği tekstürlü perdenin üzerine yansıttığı görüntülerle hikayenin geçtiği mekanları birebir kurmaktan çok, mekanların ve hikayenin atmosferini yansıtmayı tercih etmiş; çağdaş ve çok başarılı bir sahnelemeydi.
ayrıca bir opera için sıradışı ve ilginç bir uygulama zeminin, ren nehrinin diplerinde geçen ilk sahnede bileklere kadar su içinde olmasıydı. daha sonraki, yer sütünde geçen sahnelerde ise suyun içinden 10 cm kadar yükselen ve düzensiz bir dama örüntüsü oluşturan taşlar üzerinde oynandı opera, taşların arasındaki boşluklar yine su ile kaplıydı.

guy cassiers-sidi larbi cherkaoui ikilisi, müziğin ağırlıklı olduğu sahnelerde dokuz kişilik dans grubunu (dansçılar la scala'nın değil, cherkaoui'nin bu yıl toneelhuis antwerpen bünyesinde oluşturduğu eastman'in) kullanmak dışında, bütün opera boyunca olmasa da bazı sahnelerde şancılara eşlik eden tek, ikili, üçlü dansçılar/koreografi düşünmüşler. baştan sona biteviye olabilecek bir uygulama yerine, bu şekilde, duygusal olarak önemli sahnelerin altının dans ile de çizilmiş olması akıllıca ve yeni bir yaklaşım.

ayrıca; ren altınını çalan alberich'in görünmez kılınması veya tutsak edilmesi gibi bazı sahneler de dansçılar tarafından canlandırılıyor; yani, alberich bir iple bağlanmıyor da, iki-üç dansçı alberich'in etrafını kuşatıyorlar, bedenine asılıyorlar mesela.
sidi larbi'nin, cansız olan eşyalar ile insanlar arasındaki ilişkileri veya insanlar ile gölgeleri arasındaki ilişkileri koreografiyle -ve dolayısıyla dansçılarla- canlandırdığı "origine", "myth" gibi yapıtlarını hatırlayınca, bu tercihlerin cassiers'den çok cherkaoui'ye ait olduğunu düşündüm.
bir de; iki devi canlandıran şancılar sahnede aryalarını söylerken, perde üzerine devasa boyutlarda iki insan silüeti düşürmek de yine sidi larbi'nin katkısı olabilir çünkü yapıtlarında gölge oyununu kullanmışlığı var.
tabii cherkaoui ile cassiers, cherkaoui cassiers'in davetiyle toneelhuis antwerpen'in sanatçısı olduğu 2006 yılından beridir beraber çalışıyorlar, üretiyorlar, yakın etkileşim içindeler, aynı mekanda soluyorlar; dolayısıyla hangi fikir kime ait gibi yorumlarda bulunmak aslında gereksiz; olsa olsa benim küçük-hesaplılığım (ve sidi larbi hayranlığım)!

özellikle koregrafiye dair ise; sidi larbi'nin kıvrak, yumuşak ve akıcı koreografisi, wagner'in bir nehirden çıkan altınla yapılan yüzüğün hikayesini anlattığı, yaylı çalgıların sank ibir nehir gibi aktığı mütemadi ve akıcı müziğine çok yakışmış.

"das rheingold" mezzo'nun haziran ayı programında da var; 5-6 kere yayımlanacak. dün akşamı kaçıranlara öneririm.
cassiers ile cherkaoui'yi merak edenlere ise; 2-3 haziran'da sidi larbi'nin kendisi dans etmeyecek "sutra"yı, 9-10 haziran'da da guy cassiers'in büyük ölçekli bir yapıtı "damıtılmış kırmızı"yı tavsiye ederim; festival kapsamında muhsin ertuğrul sahnesini şenlendirecekler.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

tiyatro festivali 17, izlenim 6: mutlak olan ile mevcut olan


dün ayşe orhon - ahmet altınel performansı "hava"da çok steril bir ortamdaydık; sessiz, sakin, temiz ve siyah. dışarıdan, hayattan, gürültüden soyutlanmış bir "black box"un içindeydik; "hava"da izlediğimiz her şey "kültürel"di; mutlak bir tasarım vardı.

bugün "ıslak hacim"de ise "yaşanmış" [doğru tabir mi emin değilim, cezaevi ile "yaşamak" kelimesi beraber kullanılabilir mi!] ve ardından terk edilmiş mevcut bir yapının içindeydik; gürültülü, pis, tehlikeli ve darmadağınıktı. izlediğimiz her şey o anda ayağımızı bastığımız "yer"e aitti, oradan esinlenilerek tasarlanmıştı: mekana özgü idi.
bugün hava da yardım etti, sağanak yağmur yağdı; bayrampaşa eski cezaevi'ndeki performans bulutlu, gri, ıslak atmosferde daha da etkileyici oldu.



mevcut yapı çok etkileyiciydi, "ne yapsan olur" kadar. hava da performansa cuk oturdu. ama hakkını yemiyim; performans da, gerek mekan kullanımı, gerekse koreografi olarak iyiydi.

cezaevi'nin kendisi zaten çarptı beni; sadece filmlerde gördüğüm, içindeki hayatı sadece filmlerden bildiğim bir yapı türünü, hem de terk edilmiş, pencere-kapıları sökülmüş, harap bir vaziyette yaşantıladım.
etrafımdaki diğer seyirciler bir anda kayboldu algımda; mekanlar o kadar güçlüydü ki -ezicilikleri, yaşanmışlıkları ile-, o andaki başka her şeyi unutturdu bana: ardarda biteviye sıralanmış koğuşlar, avlular; bir dolu bir boş, bir dolu bir boş!... biteviye, upuzun giden koridorlar... koğuşların arka yüzlerinin baktığı daracık boşluklar... yerde kırık camlar, duvarlarda resimler, grafitiler...
sonra absürd bir avlu: bir osmanlı camisinin avlusundan ışınlanmış gibi sekizgen bir abdest çeşmesi (ama beton) ve inanılmayacak kadar absürd bir öge daha: aynı avlunun bir köşesine oturtulmuş orta boyda bir klasik dönem osmanlı cami minaresi (bu da betondan); acaba şerefesine çıkılabiliyor mu; hiç çıkıldı mı...


"…Hayatımda duyduğum en yoğun koridordu.
Yerlere, kırılan duvarlardaki özgürlüğe, algılayamadığım
korkuya ve utandığım kötülüğe, asılı kalmış masumluğa
bakıyorum, ayağımın altından, genzimden,
kalbimden çıkan sesleri dinliyorum.
Anılar, rüyaların aktığı yastıklar, musluklar,
süngerine ağırlığı emmiş yataklar,
havadaki hayaller bedenimden içeri girip aklımı ele
geçirmeye çalışıyor.

Tuğçe Tuna / Bayrampaşa Eski Ceza Evi 2010"

tuğçe tuna'nın koreografisini yaptığı remdans proje topluluğu'nun performansı "ıslak hacim" temelde, cezaevi'nin üç mekanında gerçekleşen birer bölümden oluştu: avlulardan biri, ibadethane (cami) ve tiyatro salonu. arada da, bir mekandan diğerine giderken, yol üstündeki ikincil mekanlarda küçük işler, düzenlemeler, performanslar sergilendi.

yapıtı başlatan avlu'daki performans sırasında sağanak yağmur devam ediyordu; sekiz dansçı yağmurun altında, üst kattan atılan su bombalarına ihtiyaç duymadan, gökyüzünden boşalan damlalarla sırılsıklam olmuş bir şekilde olağanüstü bir performans çıkardılar. [açık koridorlu hapishaneden bozma olan lisemde de (istanbul'da hapishaneden bozma tek lise olduğu için adını anmayacağım) teneffüslerde üst katlardaki koridorlardan avludaki öğrencilerin üzerine su torbaları atmak en büyük eğlenceydi.]
avlunun kenarlarına yığdıkları şiltelere düşen iri yağmur damlalarının sesi sezen aksu'nun şarkısına karışırken, dansçılar kaygan zeminde koşar adım diğer mekana yönlendirdiler bizi.

ikinci mekan ibadethane'de hem o mekandaki koreografi, hem de cezaevini oluşturan yapıların pencerelerinin aynı çizgi üzerinde olmasından yararlanılarak konumlandırılmış diğer dansçıların bir avlu, iki avlu, üç avlu uzaktaki koğuşlarda gerçekleştirdikleri hareketler eşzamanlı ve derinlikli olarak izlenebiliyordu ki, bu yerleştirme inanılmaz derecede etkileyiciydi.

keşke üçüncü mekan, tiyatro salonu'ndaki bölüm hiç olmasaymış. ilk iki bölümün, hapiste olmanın fiziksel ve ruhsal hallerine dair soyutlamacı vuruculuğundan sonra, bu mekandaki koreografi fazlaca betimlemeci, abartılı ve bildik geldi bana. evet, yarısı kalmış mevcut koltukları, ahşap lambrileri ve dama tahtası tavanı ile etkileyici bir mekandı, ancak buradaki performans ilk ikisinin şiddetinde değildi.

çıkışta, artık iyice kararmış, kasvetli ve hala ıslak havada, izleyicileri taksim'e, "hayata" geri götürecek servise bindiğimde, hoparlörden gelen orhan gencebay'ın sesi de performansın bir parçası mıydı, yoksa...

20 Mayıs 2010 Perşembe

tiyatro festivali 17, izlenim 5: biraz cesaret!


tiyatro boyalı kuş'un jale karabekir rejisiyle sahnelediği ibsen uyarlaması "nora/nurê" kaçırılmış bir fırsattı; seyirciler için değil, yönetmen için!

iki sıkı ipucu/paralellik/çıkış noktası, artık nasıl adlandırırsanız, bulunmuş; 1-ibsen'in kuzey'li nora'sı ile dengbejlerin seslendirdiği kürt nurê'nin hikayelerinin benzerliği, 2-nora ile nurê'nin kelime kökenlerinin, biri latince diğeri arapça, "ışık" anlamına gelmesi; sonra -nedense- bu güzelim bağlantılar bir kenara bırakılmış ve sadece, oyunun bildiğimiz klasik metninin kürtçe oynanması için bahane olarak kullanılmış.

bu çıkış noktalarından nerelere gidilirdi, nasıl bir uyarlama yapılırdı; tüyleri diken diken eden enfes bir nora yorumu daha çıkabilirdi [hatırlayınız: schaubühne - thomas ostermeier - 2004 - 14. istanbul tiyatro festivali].
uyarlamanın illa "folklorik" olması da gerekmezdi, ama küçük-büyük bir şeyler, o veya bu coğrafyaya bağlansaymış, ışık tasarımı bir şekilde özgünleştirilseymiş [yukardaki fotoğraf ne beklentiler yaratmıştı bende!].

cesaret eksikliği mi; neden sonuna kadar gidilmemiş!

tamam, klasik metni oynuyorsanız da;
.neden 70 dakikaya sıkıştırılmış olarak!
.neden iskandinavya'yla hiç alakası olmayan ama o dönemi betimliyormuş gibi yapan, hem renk hem tasarım olarak yanlış ve abartılı kostümlerle!
.nerden çıktı o venedik maskeleri; ne stil ne içerik olarak anlamı var! nora neden maskeli olsun ki, tam tersine; "kadın" olmasının ötesinde, kendi olduğu, dürüst olduğu, içten olduğu için değil mi yaşadıkları; nora içten pazarlıklı biri mi ki maske taksın; nora korkak mı ki, saklanmak zorunda kalsın!
.nedir o synthesizer'dan çıkmış soap opera arkafon müziği! siz değil misiniz dengbejlerle bağlantı kuran!



cesaret dedim de herhalde son 20 yılda cesaret konusunda mahir günşıray ile yarışacak tiyatrocu pek fazla yoktur; yıllar yıllar önce bomonti'nin ücra bir sokağında bir tiyatro salonu açmak, cüretkarca "hizmetçiler"i, "döne döne"yi sahnelemek, sahneye taşınması imkansız gibi duran "tol"u, "yalnızlıklar"ı sahnelemek, cervantes enstitüsü yardıma tenezzül etmezken kocaman bir lorca gecesi düzenlemek...

mahir günşıray'ın son cesareti "son bir kez" adlı oyun festivaldeydi iki gündür; cesur çünkü proje ilginç, ama çetrefilli:
sadece genel bir başlık ("son bir kez") verilen altı yazar birer monolog yazıyorlar, biri günşıray olmak üzere -çoğu ilk rejisini yapacak olan- altı yönetmen bunları alıyor, her yönetmen bir oyuncu ile çalışıyor.

altı yazar, altı yönetmen, altı oyuncu: "son bir kez" adlı bir bütün.

metinler teker teker çok güçlü. oyunculuklar iyi.
bütünün parçalı gözükmemesi, sahnelemenin statik kalmaması için monologlar arasına ilmikler de atılmış; elden gelen yapılmış anlayacağınız. [radikal'de ceyda aşar'ın enfes bir yazısı var oyunu okuyan.]
"son bir kez"in en kuvvetli ve bütünleyici ögesi ise, claude leon'a ait sahne tasarımı; kırmızı çiçeklerle kaplı zemin bütün acı hikayelerini birleştiriyor; hepsine bir altlık, bir halı oluyor.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

beşiktaş'taki iskele "henüz belirlenemeyen bir nedenle" kül oldu! ya da çağdaş bir istanbul masalı


hani istanbul'da bir gelenek vardır; harap olmuş tarihi ahşap evleri yakar arsalarını otopark olarak kullanırsın!

...

beşiktaş'ta bir zamanlar bir iskele ve o iskelenin çevresi vardı;
.iskeleden kalkan vapurlar kadıköy'e yolcu taşırdı,

.iskelenin arkasındaki sokaktan anadolu yakasına otobüsler kalkar, sokağın caddeyle birleştiği noktada bulunan duraktan da levent yönüne giden otobüslere binerdin, o sokak her an kalabalık her an canlı idi,

.iskelenin hemen yanında devasa ağaçlar altında, boğaz dalgalarının hafif hafif yaladığı, öğrenci cebini yakmayacak fiyata çay-kahve içip tost yiyebildiğin bir çay bahçesi vardı,

.hemen onun yanında girilen büyük saray kapısından, zamanında sadece ecdadının asil zümresine ayrılmış bir bahçede de çay-kahve içebilirdin, bu sefer taburede değil bahçe sandalyelerinde otururdun ve orada içtiğin çayın yediğin tostun fiyatı da makul olurdu,

.o bahçenin hemen arkasında zamanında sarayın mutfağı mı yoksa ahırları olarak kullanıldığını şimdi hatırlamadığın bir bina sergi salonuna dönüştürülmüştü; orada gezdiğin bir çok sergiden biri, erol akyavaş retrospektifi, hala zihninin kıvrımlarında,

.kıyıdan saraya doğru yürümeye devam ettin mi ülkenin ilk, en kapsamlı ve en bakımsız güzel sanatlar müzesi'ne varırdın, bakımsız olsa da, ahşap döşemelerinde yürürken çıkan gıcırıtılar seni eski zamanlara götürürdü. hatta bir aralar akbank caz festivali'nin bazı konserleri müzenin büyük salonunda düzenlenirdi, bütünüyle ahşap mekanda atmosfer bir başka olurdu,

.müzenin bir de arka bahçesi vardı, cennet içinde cennet gibi, havuzlu, çiçekli, kuğulu; zaman zaman müzenin bodrum katındaki resim atölyesine devam eden amatör ressam adaylarının bahçede çalıştıklarına tanık olurdun,

.müzeden caddeye çıkan yolun iki tarafı büyük ağaçlarla kaplıydı, bir tarafı cennetin yüksek bahçesi, diğer tarafı denizcilerin sanat galerisiydi...

...

çok zaman önce, ilk olarak cennet bahçe birilerine tahsis edildi, sonra kaymakamlık binası, sonra ahırlardan dönüştürme sergi yapısı... bu arada halkın rahatlıkla ulaşabildiği boğaz kıyısı kafeteryası da kapanmıştı zaten.

sonra, otobüs durakları kaldırıldı, kadıköy vapurları uzaktaki iskeleye alındı... doğal olarak denize sıfır öğrenci çay bahçesi de oradan kazındı.
en son, cadde üzerindeki -kendini bildin bileli orada bulunan- durak da iptal edildi.

iskele ve çevresi sakin, kontrollü, halktan neredeyse kimsenin geçmediği, adı konmamış bir şekilde "özelleştirilmiş kamusal alana" çevrildi.

oradaki -tabiri caizse- son "halk kalesi", işlevi olabildiğince azaltılmış da olsa, vapur iskelesiydi.

...

son günlerde hemen vapur iskelesinin arkasında yıllardır boş vuran tütün deposu'nun yıkıldığına da tanık oldun ve bir gün gazetede o binanın yerine boğazın yedi kat altına kadar inen yedi yıldızlı bir otel inşa edileceğini okudun.

boğaz'a en fazla 5-6 metre mesafede "yedi yıldızlı ultra lüks" bir otel inşa ediyorsun; arada sadece, kamunun kullandığı bir yol ve bir iskele var.
manzaranın bunlarla "kapanmasını" ister misin?

18 Mayıs 2010 Salı

tiyatro festivali 17, izlenim 4: giden sadece kafa olsa!


sezon içinde sadece pazartesileri oynanan 15 dakikalık "bomba"ya iki defa gitmeye çalışmış, ikisinde de iptallere denk gelmiştim. üçüncü hafta ise bu sefer ben müsait olamamıştım ve "bomba" programdan kalkmıştı. radikal'deki habere sevindim: önümüzdeki sezon düzenli sahnelenecekmiş.

bu akşam festivalde seyrettiğim yeni berkun oya oyunu "hoop gitti kafa" ise, yazarın "yangın duası" ve "bayrak" adlı oyunlarını oldukça beğenmiş bir seyirci olarak beni biraz hayalkırıklığına uğrattı.

oyundaki iki karakterden birini canlandıran onur ünsal'ın bütün gayretine rağmen, oyunun esas yükünü taşıyan ve "şeylerin şekli"nden beri ["acaba gerçekten rol mu yapıyor yoksa o aslında böyle biri mi" diye sorduracak kadar insana] aynı rolü oynayan bartu küçükçağlayan'ın inandırıcılıktan yoksun oyunculuğu belki de oyunun esas sorunu!

oya'nın bütün diğer oyunları gibi zeki bir fikirden yola çıkan ve özünde, bağımlılık ve kayıp temasının işlendiği "hoop gitti kafa", yarım saatlik kısa süresine rağmen -ve aslında sürenin kısalığı sayesinde içerik/duygu/atmosfer olarak yoğun olması beklenirken- gereksiz tekrarlar sonucunda biteviyelikten ve giderek sıkıcılıktan kurtulamıyor; keşke yarım saat değil de 15 dakika olsaymış!

maraton gibi pazarların ikincisi


pazar yine dopdolu bir gündü; istanbul'u allakbullak eden rüzgar gibi, arka arkaya izlediğim gösteriler de beni afallattılar...

...

güne sıkı bir pazar kahvaltısının ardından 15.00'de üsküdar musahipzade celal'de p.a.r.t.s.'ın 3. programı ile başladım.

bir önceki gün "not about everything"deki güçlü performası ile bizi etkilemiş olan daniel linehan'ın "montage for three" adlı yapıtı da etkileyiciydi; basit bir fikirden yola çıkan ancak alt metni oldukça kuvvetli bir işti.
yapıtın kurgusu, yirmici yüzyıldan tanınmış kişilerin fotoğrafları/pozları projeksiyonla ard arda, bazen tekrar ederek sahnenin gerisine yansıyor, biri erkek diğeri kadın iki dansçı da bu pozlardaki duruşları, fotoğraflardan önce veya sonra, arka arkaya bir seri veya tekil olarak tekrar etmesiden oluşuyordu. bu tekrar üretim, o pozların farklı bağlamlar içinde, bazen esas anlamlarından soyutlanarak bazense pekiştirilerek tekrar düşünülmesini sağlıyordu. hem eğlenceli hem düşündürücü bir çalışma idi.

3. programın diğer iki yapıtı, "i have to get ready to get ready" ile "copying" ise, eli yüzü düzgün denilebilecek, belli bir kalitenin üzerinde, mekanı, ışığı ve bedeni ustaca kullanan dengeli yapıtlar olmalarına rağmen akılda kalıcı bir etki yaratmadılar.

...

istanbul’un altını üstüne getiren lodosu dinlemeden üsküdar'dan tekrar avrupa yakası’na geçip, evde hem boğaz rüzgarından üzerime yapışan sarhoşluğu atmak hem de akşamki üç saatlik "dava"ya enerji toplamak için, kısa bir süre de olsa kestirmeyi ihmal etmedim.
uyku mahmurluğumu, beyoğlu’nun birer kanyona dönüşen dar arka sokaklarında cirit atan şiddetli rüzgar bir çırpıda üfürüp yok etti.

ben de bu arada garajistanbul’a ayık ve zinde, varmış oldum. hafif yeraltındaki serin loş mekanda bu seneki kukla festivali'ni istila etmiş sıradışı shakespeare uyarlamalarından birine daha tanık olmaksa zihnimi iyice açtı, beni akşamki “dava”ya hazırladı: finlandiyalı topluluk anatomia working group'tan "anatomia lear".

seyirci koltuklarının düzenini görünce, finli bir topluluğun oyununa geldiğimi idrak etmem kolaylaştı; zira, garajistanbul açıldığından beri ilk defa uygulanan açılı ara koridor ve asimetrik koltuk düzeni alvar aalto'dan pietila'ya finli mimarların gerek tasarımlarının genelindeki asimetrik dengede gerekse mekan düzenlemelerinde sıksıkla kullandıkları bir tavır.



mikaela hasán tarafından yönetilen “anatomia lear”de, ingmar bergman'ın filmlerinden fırlamış gibi duran –hatta aralarından biri bergman’ın fetiş oyuncularından ve aynı zamanda eşlerinden biri olan liv ullmann’ı oldukça andıran– üç becerikli kadın kuklacı (åsa nybo, johanna af schultén, heidi fredriksson) ölüm döşeğindeki kaditi çıkmış lear'i ve onun son kabuslarını canlandırdılar.
üç kadın, yeşil önlüklü kostümleri ile hemşireyi andırıyordu; hastane mi, tımarhane mi yoksa yaşlılar yurdunda mı kaldığı belirsiz yaşlı lear için onlar kah her odadan çıkışta önünde referans vermesini hatırlattığı/istediği hizmetlileri kah üç kardeştiler, onun üç kızı: goneril, regan ve cordelia.

oyun “kral lear”den esinlenen, özellikle de lear-cordelia ilişkisine, cordelia’nın lear için ifade ettiği anlamlara odaklanan bir uyarlama idi. cordelia, lear’in fiziksel olarak kalbindeki ve metafiziksel olarak tahayyülündeki kelebekti; masumiyetti, saflıktı, vicdandı.
kelebek aynı zamanda orijinal oyunda lear ile cordelia’nın saraydaki eski günleri hatırlarken kullandıkları “yaldızla kaplı kelebekler gibiydik” metaforuna ve lear’in basit bir hayata ve onu gerçekten seven ve onun da en sevdiği sadık kızı cordelia’yla birlikte olma özlemine gönderme yapıyordu.

üç saatlik “kral lear”i, özüne inerek 50 dakikada özetleyen bu karanlık uyarlama, beni bir sonraki durağıma, grotesk kafka uyarlaması “dava”ya hazırlamış oldu. sonrasını ise malum...

17 Mayıs 2010 Pazartesi

kukla festivali 13: bilanço


1. lear, h.mannes, wilde & vogel, ***** (05 mayıs)
2. l’avante, o.benoit, tabula rassa, ***** (07 mayıs)
3. anatomia lear, anatomia, ****.5 (16 mayıs)
4. macbeth all’improvviso, g.brunello, **** (06 mayıs)
5. skrawki, m.bartnikowski, teatr malabar hotel, ***.5 (09 mayıs)

tiyatro festivali 17, izlenim 3: "dava", böyle kabusa can feda






(fotoğraflar: arno declair)

andreas kriegenburg'un yönetmenliğini ve sahne tasarımını yaptığı franz kafka uyarlaması "der prozess" (dava) bugün tiyatro festivali'ndeki ilk gösterimini yaptı.

andreas kriegenburg sahnede "dava"nın atmosferini birebir yansıtan müthiş bir kabus yaratmış.
öncelikle sahne tasarımı tam onikiden vuruyor: bütün sahneyi kaplayan kocaman bir göz içerisinde her an kendi etrafında dönen ve yer ile açısını dikliğe doğru değiştiren orta sahne (göz bebeği) kabustaki tedirginlik halini; zemine sağlam basamama, zeminin ayak altından kayması, düz ve sabit duramama halini bu kadar iyi anlatabilirdi.
tabii, gözün de simgeselliği malum; erk sembolü, izleniyor olma hali... [steven soderbergh'in jeremy irons'lı "kafka" filminde de göz simgesi kullanılmıştı.]

ayrıca; bay k.'nın bir karakter (protagonist) olarak değil, -beyaz yüz makyajı, ince bıyığı, 30'ların düz kesim saçı ile ruhsuz, kimliksiz- bir tip olarak çizilmesi ve oyunda tek bir belirli bay k.'nın olmaması, her oyuncunun sırayla bay k. olması, hatta diğer karakterlerin de dönüşümlü canlandırılmaları yine kabusta olma durumunu çok iyi yansıtıyor. olur ya hani; etrafında baktığın her insanda aynı suratı görürsün; karabasan gibi...

derinden gelen, belli belirsiz, bazen -canlı olarak kenardaki mikrofondan- sadece seslerle ve tekrarlarla yaratılan müzik/ses tasarımı da yine kabus atmosferini kuvvetlendiriyor; müthiş bir tekinsizlik ortamı yaratıyor.
gözbebeği açıldığında gözüken arka tarafın hep buğulu ve ters ışıkla yıkanmış olması, yan spotlarla gözbebeği üzerindeki obje ve oyuncuların gölgelerinin eliptik yan yüzeylere düşmesi oyunu görsel olarak kuvvetlendiren unsurlar.

müncher kammerspiele oyuncularını kutlamak lazım; renksiz, kimliksiz ve ruhsuz bay k.'yı ve diğer karakterleri hepsi hem çok iyi oynadılar, hem de zaman zaman yerçekimine çok iyi karşı geldiler. beden olarak da bayağı talimliler.
özellikle ikinci perdenin başındaki yaklaşık 20 dakika süren nefessiz monologdaki başarısından dolayı annette paulmann'ı candan kutluyorum. ikinci perdeye kalan kadirşinas seyircimiz oyun sırasında kendisini alkışlayarak da hoş bir jest yapmış oldu.

2009'da, her sene en iyi 10 almanca konuşulan oyunun seçildiği berliner theatertreffen'e davet edilen, theater heute dergisi tarafından 2009'da en iyi sahne tasarımı ile ödüllendirilen "dava" temmuz'daki avignon tiyatro festivali öncesinde istanbul'da son defa yarın sahnelenecek.
ben tekrar muhsin ertuğrul'da olacağım...

15 Mayıs 2010 Cumartesi

genç koreografların taptaze yapıtları istanbul'da


bu haftasonu istanbul'da geleceğin akram khan veya sidi larbi'lerinin ilk koreografilerine tanık olabilirsiniz; zira şimdinin bu iki ünlü isminin de zamanında P.A.R.T.S.'ın tezgahından geçmişliği var.

dört sene önce tiyatro festivali'nde seyretme şansına erdiğimiz günümüzün en en en avant-garde koreograflarından belçikalı anne teresa de keersmaeker'in kurduğu dans okulu P.A.R.T.S.'ın 8. dönem mezunlarının işleri dün, bugün ve yarın şehir tiyatroları'nın düzenlediği genç günler kapsamında üsküdar musahipzade celal sahnesi'nde. hem de ücretsiz.

2010'un mayıs-ağustos ayları arasında almanya'dan portekiz'e, hollanda'dan kongo'ya, belçika'dan avusturya'ya 20 kenti dolaşacak olan P.A.R.T.S. mezuniyet turnesi'nin yolunu istanbul'a düşüren ise, aynı zamanda idans'ın düzenleyicisi de olan bimeras kültür vakfı.

dün 19.30 seansındaki 1.programı kaçırdım; "watching john malkovich" ile meşguldüm. pişmanım!
bugün 19.30'daki 2. programı izledim. yarın da 15.00'teki 3. programı izleyeceğim. 19.30'daki 4. program ise bu sefer "dava"ya kurban gidecek.

2. programda iki iş vardı; ilki 45, ikincisi 30 dakikaydı.

veli lehtovaara'nın "paper planes" adlı yapıtını genel olarak pek beğendiğimi söyleyemeyeceğim, belki de anlayamadığımdan; yapıtı oluşturan küçük soyut parçalar arasındaki kurguyu, bağlantıları kuramadığımdandır. yoksa dansçıların teknikleri, bedenlerini kullanışları, mekanı kullanışları (derinlik hissi, boşluk hissi, sekans hissi) övgüye değerdi. yapıtın içinde hoş fikirler de yok değildi; örneğin, sahne ağzını giderek azalan sayılarla adımlama fikri müthişti. sıradan bir tepegöz'e bir e.t.'mişcesine hayat verme fikri de hoşuma gitti.


daniel linehan'ın "not about everything" adlı tek kişilik perfomansı ise, uzun "esinler" listesinin hakkını verir nitelikteydi. gösteri broşüründe keersmaeker'den, mevlana'ya, reich'tan glass'a, deleuze'den campbell'e ve bir çoklarından daha esinlendiğini belirttiği yapıtında daniel linehan hipnotize edici ve güçlü bir performans sergiledi.
esin listesinde adı geçmiyordu ama linehan'ın bu işi bana, çok serbest bir çağrışımla, ravel'in bolero'sunu da anımsattı.

14 Mayıs 2010 Cuma

tiyatro festivali 17, izlenim 2: malkovich mi, malkovich!


"I know, that I have been a great disappointment to all of you and most of all to myself. I am longing for the truth as much as you are and I couldn`t find anything more desirable than honesty, but it has not been given to me. I cannot produce any true word. I am a failure..."

kağıt üzerinde heyecanverici duran projeler, kağıt üzerinde ilginç duran metinler uygulamaya geçildiğince bazen aynı etkiyi yaratamıyorlar. "the infernal comedy" (şeytani komedya) da maalesef böyleydi.

yoğun bir haftanın, yorgunluk kaplı bir cumanın ardından, havalandırmanın uğultusunun bütün şiddetiyle duyulduğu ama yine de sıcak ve boğucu olmaktan kurtulamayan 2000 kişilik kocaman bir salonda, ne yapsanız o geniş sahnede yoğunluğunu yitirecek bir gösteriye konsantre olmak benim için çok zordu. olamadı da! bunda eminim, yukarda saydığım etkenler dışında oyunun da payı var hiç kuşkusuz.

şalsız misia


misia, lizbon'un en güzel sokaklarından biri olduğunu söylediği, deniz gören santa katerina sokağı'nda satın aldığı yeni evine davet etti bizleri; hepimizi aynı anda değil ama, teker teker... kapı yarı açıkmış, içerde ziyafet sofrası hazırmış, kapıyı hafifçe itmemiz yeterliymiş, açılırmış...

iberya yarımadasından luz casal önümüzdeki salı günü ilk defa istanbul'a gelemeyecek, ancak misia dün akşam beşinci kere istanbul'daydı; 1996'da istanbul'da ilk defa konser verdiği salonda, cemal reşit rey konser salonu'nda bir kere daha istanbullu severlerini büyüledi.

misia'yı, 99 yılının baharında burcu ile lizbon'dan iki günlüğüne yaptığımız porto kaçamağı sırasında rivoli tiyatrosu'nda dinlediğim konser dolayısıyla porto ile özdeşleştiriyor olmamda sezgisel bir doğruluk payı varmış; dünki konserde bahsettiği üzere kuzey portekiz doğumluymuş; bugün araştırınca internet sitesindeki özgeçmişinde de porto'da doğduğunu ve çocukluk yıllarını orada geçirdiğini öğrendim.
tatlı şarabı, demir köprüsü, merdivenleri, izbe sokakları, şaraphaneleri, balıkçı tekneleri, lacivert yün kazakları, fasulye-sucuk-et-tavuk karışımı bulamaç yemeği, kolay sinirlenip kolay bıçak çeken yerlileri, sarmal merdivenli kitapçısı, çağdaş ve geleneksel mimarisi ile porto biraz da misia'dır benim için. ne yazık ki dün akşamki konserde porto'ya dair bir şarkı seslendirmedi misia.

yeni çıkan, iki cd'lik "ruas" albümünün izini süren konserin ilk yarısı lizbon'a adanmıştı; misia bizi lizbon'un sokaklarında, ünlü olmak için gelip sardalya satıcılığıyla hayatını kazanmak zorunda kalan satıcı kadınlarının arasında, sokak şenliklerinde dolaştırdı. kendi lizbon'unun anlattı bize, kendi lizbon'unun şarkılarını söyledi, şairlerinden bahsetti, fernando pessoa'nın jose saramago'nun şiirlerinden bestelenmiş fadoları yorumladı.
lizbon ile istanbul'un benzerliklerinden de bahsetmeyi ihmal etmedi; kedileri, martıları, ucunda deniz gözüken sokaklarıyla...

misia ikinci yarıda ise bizleri şaşırtıp, "50 yaşın üzerinde olmanın verdiği özgürlükle" fado'nun ve lizbon'un sınırlarını aşıp küçük bir dünya turu attırdı; onun rehberliğinde dalida'dan efsanevi chavela vargas'a, flamenko'dan napoli'nin yerel şarkılarına uğradık, başta ve sonda istanbul'u da ziyaret ettik; başta, ilk defa dinlediğim "biraz kül biraz duman", sonda da 30'lardan bir tangoyla.

misia her şarkı arasında uzun uzun sohbet etti bizlerle; alçakgönüllü, espiritüel tarzıyla hayat hakkında, aşk hakkında hoş laflar etti. 50 yaşından sonra her türlü çılgınlığın mübah olduğundan... illa ya o ya bu olmak yerine, hem o hem bu olunabileceğinden... eski sevgililerinden... tatlı bir alayla; fado'nun sopa yutmuş gibi dimdik ve kıpırtısız icra edilmesi gerektiğinden...
üç kentin, lizbon napoli ve istanbul'un tarih boyunca depremzede olmalarından dolayı bol bol da kalpzede barındırdıklarını söyledi.... bir zamanlar napolili bir sevgilisi olduğunu... daha naif olduğu eski dönemlerinde, "fetiş fadosu" olarak adlandırdığı "lagrima"yı birlikte olduğu kişilere adayarak söylediğini, artık bu huyundan vazgeçip, dinleyicilerine adadığını belirterek, "eğer ölürken, sevgilinin gözünden bir tek gözyaşı dökülürse, memnun ve mesut bir şekilde hayata gözlerimi yumarım" dizleriyle biten bu benzersiz amalia rodriguez fadosunu bizler için seslendirdi.
soyut, minimal bir şalı sadece, bizi uğurlarken, bis parçası olarak söylediği bu fadoyu söylerken omuzuna attı.

herhalde, en son bir sezen aksu konserinde bu kadar gülmüş, konserin müzik kalitesinden aldığım zevkin yanısıra keyifli de vakit geçirmiştim.
misia bu sefer hüzün dozu azalmış, alameti farikası, melankolik aksesuarı "şal"ı gitmiş, yeni bir misia olarak karşımıza çıktı; neşeli ve konuşkan bir misia olarak...
eski misia'yı seviyordum ama yenisine de itirazım olamaz, zira dün akşam çok eğlendim; crr'den mutlu mesut ayrıldım...
misia da dün akşamki konserden, türk seyircisinden pek memnundu; "ne zaman olur bilemem ama bir dahaki sefere kadar hoşçakalın" diyerek ayrıldı sahneden...

13 Mayıs 2010 Perşembe

BU KONSER KAÇMAZ!


18 mayıs 2010 salı akşamı istanbul'da benim çoktandır dört gözle beklediğim, arada sırada internet sitesine girip konser programına bakıp keşke buraya da gelse diye içimi geçirdiğim, burada albümleri satılmazken yurtdışından getirttiğim bir sanatçı konser verecek.
hayır, harry connick jr. değil. LUZ CASAL.

sesine almodovar'ın filmlerinden aşina olduğum, en az o filmler kadar kırılgan, arızalı ve melankolik bir sese, dilini anlamasanız da içinize işleyen derin bir yaşanmışlıkla yorumladığı şarkılara sahip luz casal.

luz casal istanbul'a "la pasion" adlı son albümünün turnesi dolayısıyla geliyor ancak kesin salı akşamı aya irini'de onun harikalar yarattığı iki şarkıyı "piensa en mi"yi ve "un año de amor"u canlı dinleyeceğiz.
eğer konserin şarkı listesinde "lo eres todo" olmazsa, hiç yapmadığım bir şeyi yapabilirim. o ana kadar bununla avunacağım:

tiyatro festivali 17, izlenim 1: kadıköy rıhtımındaki almanlar


(fotoğraflar: thomas aurin)
berlin'in bohem ve aykırı tiyatrosu volksbühne dün akşam festivalin yabancılarının açılışını yaptı.
almanya'nın en sivridilli yönetmenlerinden rene pollesch'in ilginç ancak yeterince yenilikçi ve etkileyici olamayan çalışması "cinecitta aperta / ruhr üçlemesi 2. bölüm" rollerin, bedenlerin, mekanların ve metinlerin farklı durumlarda yinelenerek durmadan değişmesiyle yaratılan bağlamsızlaşma üzerinden günümüzün yersizleştirilmiş insanının/toplumunun mutsuzluğunu anlatıyordu.
öyle ki; konservatuvar binasının etrafı ve kadıköy rıhtımı da bun anlamda "sahne" veya "mekan" olarak kullanıldı; hem de canlı video çekimleriyle.

soru-cevaplarda; yukardaki kişisel yorumum üzerinden bu bağlamsızlaştırmaya, herhangi bir tiyatro sahnesinden çok müllheim'da bir salon veya yatak odasının penceresine asılabilecek gibi duran güllü pullu sahne perdesi de dahil mi diye sorduğumda; istanbul'a gelmeden önce berlin'de volksbühne'nin yerleşik sahnesi prater'de prova yaptıkları sahnede bir akşam önceden kalan oyunun perdesi olduğunu söylediler, "hiç perde olmayadabilirdi" diye de eklediler.
bu kadar tesadüfiyse, o zaman keşke hiç olmasaymış!

oyunculardan martin laberenz benim bağlamsızlaştırma yorumuma katılmadığını, mekanların rollerin metinlerin durmadan farklı hallerde tekrarlanmasının tam tersine bağlamı genişlettiğini belirtti.
o açıdan da bakılsa yine aynı kapıya çıkıyoruz gibi geldi bana: küreselleşen dünyada "yer"den ve "bağlam"dan kopuk, bağımsız ve dolayısıyla köksüzleştirilmiş toplumun [toplumların] oradan oray savrulan halet-i ruhiyesi.

volksbühne ilk istanbul ziyaretinde daha güçlü bir oyunla karşımıza çıksaydı keşke!

[volkbühne "cinecitta aperta" ile yeterince güçlü değildi belki, ancak bohem ve aykırı olma konusunda formdaydı; kadın oyunculardan biri oyun sonrasındaki soru-cevap sırasında fütursuzca sahnede sigarasını çıkardı, yaktı ve içti!
ayrıca; volksbühne'nin hoşluklarından biri olan, üzerinde kendi grafiklerinin bulunduğu kibrit kutularını da istanbul'a getirmiş, fuayede dağıtıyorlardı.]

12 Mayıs 2010 Çarşamba

belki de yılın en mükemmel, en unutulmaz konseriydi

festival gibi bir şey olmayınca, ya da bir konser insanların “orada bulunarak” kendilerini göstermek isteyecekleri “in” bir mekanda gerçekleşmeyince, isterse dünyanın en iyi müzisyenleri, en iyi konseri olsun, istanbul’da salon dolmuyor! dün akşam cemal reşit rey konser salonu’nda da öyle oldu.

yıllar önce sevin okyay’ın açıkhava’daki bir caz konseri üzerinden yaptığı “istanbul’da gerçek caz seyircisi 800 kişi”ye yıllar içinde bir kişi bile ekleyememişiz anlaşılan, hatta tam tersi, azalmış, neden mi! çünkü dün akşam crr tıklım tıklım dolu değildi.
geçen sene caz festivali’nde aynı salondaki trio konseri biletleri tükenince ek solo konser veren brad mehldau’ya bu sefer en az kendisi kadar önemli bir müzisyen, saksafoncu joshua redman eşlik etmesine rağmen cemal reşit rey konser salonu hınca hınç dolu değildi. yazık!

mehldau ile redman alışılmış bir caz konseri formatı dahilinde –yani 90 dakika boyunca– nasıl söyleştiler, nasıl paslaştılar, nasıl cümleler kurdular, hangi diyarlara gidip yeniden dünyamıza geri döndüler; tam bir şölendi! konserin her bir anı, kurulan her bir müzik cümlesi, yapılan her bir doğaçlama olağanüstü idi.

istek parçası olarak çaldıkları tori amos cover’ıyla ulaştıkları doruk noktasında sonlandı konser.

bir yıl geçmeden brad mehldau’yu tekrar istanbul’da dinlemek ne büyük şanstı bizler için. mehldau’nun, -neredeyse- en başından itibaren kariyerini takip etme imkanına sahip olan istanbul seyircisi ile arasında yıllar boyunca sanki farklı bir bağ kuruldu; mehldau istanbul’u sık sık ziyaret etti, her seferinde burada konser vermekten ne kadar memnun olduğu belirtmeyi ihmal etmedi. ne mutlu bize!

9 Mayıs 2010 Pazar

maraton gibi pazarların ilki

bu güzel mayıs pazarının öğleden sonrasında, istanbul yakınında yeşillik bir yere veya boğaz kenarına gitmek yerine fellik fellik tiyatrodan tiyatro koşturmayı tercih ettim.

turum genco erkal'ın "kerem gibi"si ile beyoğlu'nda başladı, garajistanbul'da kukla festivali'ndeki polonyalı teatr malabar hotel'in "skrawki" adlı oyunu ile devam etti, üsküdar'da avrupa üniversiteleri tiyatro şenliği kapsamındaki hollandalı topluluğun "wacht even!" oyunuyla sonlandı.

kukla festivalinde bu sene hep sıradışı uyarlamalar izliyoruz. disiplin olarak da kukla'nın dışına çıkan, kukla tiyatrosundan ziyade tiyatro tiyatro olan gösteriler çoğaldı bu sene.
wilde & vogel'in "lear"inden sonra teatr malabar hotel'in marcin bartnikowski rejisi ile sahnelediği "skrawki" de serbest bir shakepeare uyarlamasıydı. kaynak metin bu sefer "othello" idi.

doğrusu, yönetmenin anafikir olarak neyi öne çıkardığını anlamakta zorlandım. estetik bir ışık tasarımına, görsel olarak yetkin bir sahneleme düzenine sahipti oyun, ancak -sanki- ruhu yoktu. ya da bana öyle geldi, ben içine giremedim. lehçe sahnelenen oyunun üstyazısının olmaması da önemli bir eksiklikti.

maalesef oyun herhangi bir şekilde kukla ile ilgili de değildi; olsa olsa, oyuncuların -yüzlerinde değil- ellerinde tuttukları masklar oyunu zorlama da olsa kukla kategorisine sokabilir.
yine de; ne olursa olsun, polonya'dan bir tiyatro topluluğunu izlemek zevkti.

garajistanbul'dan çıkıp, bir koşu tophane'ye inip, şaşkınlıkla trafiği görünce hızlı tramvaya yönelerek kabataş'a ulaştıktan sonra motorla boğaz'ı geçerek üsküdar'a ulaşmam 30 dakika sürdü. bir koşu devlet tiyatrosu tekel sahnesi'ne vardım; kuyruk vardır, bu kadar yol geldim, içeri giremezsem yazık olur diyerek.
mayıs havasının çekiciliğinden olsa gerek, başka zaman olsa kapısı önünde tıklım tıklım kuyruk oluşan şenlik oyunlarına bu sefer pek ilgi yoktu; tekel sahnesi'nin tamamı dolmadı bile.

oyunu seyrettikten sonra üzüldüm; çünkü geleneksel tiyatro kalıpları dışına çıkan, absürd ve soyut olurken aynı zamanda insana dair çok temel bazı özellikleri anlatmaktan da geri kalmayan, tiyatro konusunda ezber bozan, zihin açıcı bir oyundu jan barta'nın sahnelediği "wacht even!" (bekleyin!).

ve bu oyun bir kere daha şunu fark etmemi sağladı; kültür bir bütün. günümüzde nasıl hollanda mimarlığı en farklı, en yaratıcı, en avant-garde, en konvansiyonelden uzak mimarlıksa, hollanda'dan gelen bu gençlik oyunu da o kadar yenilikçi ve farklıydı! çağdaş, bugüne ait, çılgın bir gösteriydi. sadece biçimsel olarak değil, içerik olarak da sağlamdı.


bahar yorgunluğuna karışan tiyatro yorgunluğu ile evimin yolunu tutarken, günden bende izi kalan ise genco erkal'ın enfes yorumuyla nazım hikmet şiirleriydi. "kerem gibi" hakkındaki izlenimlerim başka bir sefere...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

avrupa üniversiteleri tiyatro şenliği, izlenim 2





bochum ruhr üniversitesi'nin studiobühne topluluğunun oynadığı "blaubart - hoffnung der frauen" (mavi sakal - kadınların umudu) oyunu, mavi sakal masalının yazar dea loher tarafından yeniden yazılarak tersyüz edilmiş feminist bir versiyonu.

aslında bu yeni versiyon sadece loher'in kaleminden çıkma değil; bu seneki tiyatro festivalinin en heyecan verici oyunlarından biri olacak "der prozess" (dava)'nın da yönetmeni olan andreas kriegenburg ve münchner residenztheater topluluğu oyuncularıyla birlikte 1997 yılında "work-in-progress" mantığıyla yapılan bir atölye çalışması sonucunda ortaya çıkmış ve ardından da oyun ilk defa sahnelenmiş.

bu akşam cevahir'de seyrettiğim, karin freymeyer'in rejisini yaptığı studiobühne yapımı "mavisakal" oldukça andreas kriegenburg etkileri taşıyor; özellikle ekspresyonist sahneleme anlamında.

ancak oturtamadığım bir nokta; kostüm, makyaj ve saç tasarımı o kadar ekspresyonist, siyah perdelerle çevrelenmiş ve bir kaç siyah podyum yerleştirilmiş sahne tasarımı bu kadar soyut ve sadece beyaz-kırmızı-mavi ışığa indirgenmiş ışık tasarımı bu kadar minimalken, neden oyunculuklar had safhada natüralistti?

oyuna dair başka çekincelerim de yok değil; bünyesinde müzik bölümü de barındıran bir üniversitenin tiyatro topluluğu sahnelediği oyunda neden toplama müzik kullanır da, müzik bölümünden bir öğrenciye özgün müzik besteletmeyi düşünmez; hatta neden canlı icra edilen müzik kullanmaz?

freymeyer'in "mavisakal"ının en önemli özelliği, sadece sahne ile sınırlı kalmayıp seyirci kısmını da oyuna katması, sahne kenarını ve ön sahneyi ustaca kullanması idi; özellikle oyunun hemen başlangıcındaki el fenerleri sahnesi ve heinrich blaubart'ın seyircilerin arasından çıkması etkileyiciydi.

ruhr üniversitesi'nin farklı bölümlerinde okuyan ve oyunculuk eğitim almamış olan sekiz oyuncu, bir ikisi hariç, genel olarak iyi bir performans sergilediler. özellikle iki başrolden birini oynayan selen kara çok başarılıydı. oyunu sürüklemesi gereken diğer başrol oyuncusu, mavisakal rolündeki brian skiba için ise aynı şeyleri söylemek mümkün değildi.

her ne kadar "mavisakal"ı çok çok iyi bulmasam da, studiobühne'nin bu oyunla istanbul dışında liege ve bratislava'da da üniversite tiyatroları şenliklerine katıldığını son bir not olarak belirtiyim.

kukla festivali'nde sıradışı "cimri" uyarlaması





bir yere not edin!
topluluğu adı: tabola rassa company. obje tiyatrosu yapıyorlar. katalanlar. yerleşik sahneleri barcelona'da.
oyunun adı: cimri (l'avare/the miser).
olur da denk gelirseniz yurtdışında, belli mi olur; sakın kaçırmayın!

eğer, festivalin 10. yılında olduğu gibi bir "10 yılın en iyileri" seçkisi 15. veya 20. yılda yapılırsa bu gösteri kesin istanbul'a tekrar gelecek demektir; sakın kaçırmayın!

oyun bildik: moliére'in "cimri"si.
oyuncular ise tanınmamış: çeşitli tipte musluklar!
evet, yanlış okumadınız. cimri'nin karakterlerini, tabula rassa topluluğunun iki erkek kuklacısının hayat verdikleri musluklar canlandırıyor.

bildik bir şeyi farklı, daha önce yapılmamış bir şekilde, sırf yeni bir şeyler yapacağım diye komplike hale de getirmeden, "basitçe" ortaya koymak ne kadar yaratıcı ise, o basit çıkış noktasını/anafikri kaybetmeden o farklı yaklaşımın son noktalarına kadar gidebilmek, arkasını hakkıyla doldurabilmek de başka bir maharet. tabula rassa bu iki şeyi çok başarılı bir şekilde gerçekleştiriyor. karakterler musluk olunca, para'nın yerine de içme suyu geçiyor! ve tabii metin de bu anlamda tekrar yazılıyor.

birbirinden zeki buluşlarla tasarlanmış, yaklaşık 90 dakika boyunca temposu düşmeyen yaratıcı ve had safhada eğlenceli "cimri" 2000 yılında sahneye konmuş ve 10 yıldır dünyayı dolaşıyor; brezilya'dan çek cumhuriyeti'ne, slovenya'dan hırvatistan'a kukla festivallerinden ödüllere sahip.

"cimri"yi musluklardan seyretmek ne kadar hoşsa, o musluklara hayat veren, seslendiren o iki inanılmaz sanatçıyı izlemek de o kadar keyifli. ben bazen bıraktım musluklara bakmayı, kuklacılara daldım gittim; beden dilleri, mimikleri, seslendirirken ağızlarının aldığı şekiller o kadar etkileyiciydi ki, ve asıl önemlisi, kendileri o kadar zevk alarak oradaydılar ki, onları izlemek seyirci olarak oyundan alınan keyfi katmerlendiriyordu.
oyunun yönetmeni de olan olivier benoit ile asier sáenz de ugarte tek kelime ile muhteşemler.