borusan istanbul filarmoni orkestrası yönetimine böyle "bir kutlama"yı gerçekleştirdikleri için candan teşekkürler.
31 Mart 2009 Salı
leyla gencer anısına "bir kutlama"
28 Mart 2009 Cumartesi
anderszewski'nin büyüsü
duyarlı sanatçı ve sanatseverlerden AKM eylemi
bu eyleme dair milliyet gazetesi'nin haberi "PROTESTO" başlıklı yazımın yorumlar kısmında bulunmaktadır.
27 Mart 2009 Cuma
BU SAHNEDE BİZ DE VARIZ!
İstanbul’da yaşayan ve faaliyet gösteren kültür-sanat üreticileri olarak BİZ, her şeyden önce kendi kentlisinin, sanatçılarının, akademisyenlerinin, kültür yöneticilerinin ve sanat kurumlarının ortaklığına yer açması gereken bu süreçteki gelişmelerden KAYGI DUYUYOR; kamuoyunda yaratılan güvensizliğin giderilmesini BEKLİYOR ve bu bağlamda:
- 2010 sürecinde görev alan merkezi/yerel yönetim ve sivil toplum temsilcilerinin katılımcı ve demokratik bir anlayışa sadık kalmalarını ve yatay bir yönetişim modeli çerçevesinde yetki ve sorumluluk paylaşmayı başarmalarını;
- 2010′a dokuz ay kala Yürütme Kurulu’nu istifaya taşıyan sebeplerin kamuoyuna açıklanmasını; gerek Ajans-içi birimler, gerekse Ajans ile proje sahipleri arasındaki iletişimsizliğin ortadan kaldırılmasını;
- Proje değerlendirme ve hayata geçirme aşamalarındaki hantallık ve tutarsızlık ile proje ve bütçe yönetimindeki işleyiş ve yöntem belirsizliğinin giderilmesini; Ajans’ın bu aşamalarda seçici ve denetleyici olduğu kadar kolaylaştırıcı bir rol üstlenmesini;
- Proje değerlendirme sürecinde görev alan kurullar ile uygulama sürecine liderlik eden proje sahiplerine müdahale edilmemesini; kurullardan geçmeyen hiçbir proje, kişi ve kuruma ayrıcalık tanınmamasını; bu süreçlerin nesnel ölçütlere dayandırılarak şeffaf ve denetlenebilir kılınmasını;
- 2010 yılının uzun vadeli bir vizyondan yoksun projelerle gelip geçmemesini; bu sürecin, İstanbul’un kültür-sanat alanındaki altyapı açıklarına kalıcı ve elle tutulur çözümler getiren bir fırsat olarak değerlendirilmesini İSTİYORUZ.
Bu şehrin “Kültür Başkenti” unvanını edinmesine ve geleceğe taşımasına katkıda bulunan paydaşlar olarak, İstanbul 2010 bizimdir.
İstanbul biziz.
BU SAHNEDE BİZ DE VARIZ!
Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi
http://www.cgsg-tr.org/
KURUM & OLUŞUMLAR: 10+ / Övül & Mustafa Avkıran; 22/11 / Handan Ergiydiren Özer & Selda Öndül; Açık Sahne / Özgür Doğan; Anadolu Akademik Tiyatro Derneği / Mustafa Sekmen; BIS Beden İşlemsel Sanatlar Derneği / Ekmel Ertan; Bilsak Tiyatro Atölyesi & Maya Sahnesi / Nihal Koldaş; Bimeras Kültür Vakfı / Gurur Ertem & Aydın Silier; biriken / Melis Tezkan & Okan Urun; boDig - beden odaklı ifadeler girişimi derneği / Aylin Kalem; ÇATI Çağdaş Dans ve Bağımsız Dans Sanatçıları Derneği / Sevi Algan & Ömer Uysal; Çıplakayaklar Kumpanyası / Mihran Tomasyan; Dansbuluşma-İstanbul / Aytül Hasaltun, Kemal Bozkurt, Ahsen Erdoğan; DokuzAltı Dans ve Hareket Projesi / İlyas Odman; GalataPerform / Deniz Aygün & Mark Levitas; garajistanbul / Pelin Başaran; Hareket Atölyesi / Zeynep Günsür; IS.CAM İstanbul Çağdaş Sanat Müzesi / Genco Gülan; Kargart / Oya Yalçın; Kumpanya / Naz Erayda & Kerem Kurdoğlu; [laboratuar] performans sanatları araştırma ve proje laboratuarı / Şafak Uysal & Doğuş Bitecik; Oyun Deposu / Ceren Ercan & Maral Ceranoğlu; Oyun Dergisi / Gülsün Odabaş; Prospero Company / Talin Büyükkürkçiyan; Rem Dans Proje Topluluğu / Tuğçe Tuna; Serbest Proje / Burcu Barakacı; Taldans Company / Mustafa Kaplan & Filiz Sızanlı; Talimhane Tiyatrosu / Mehmet Ergen & Özge Kırış; Ve Diğer Şeyler Topluluğu / Yeşim Özsoy Gülan . . . BİREYSEL ÜYELER: Arzu Öztürkmen, Ayça İnce, Ayrin Ersöz, Ayşe Orhon, Banu Çiçek Barutçugil, Begüm Erciyas, Berna Kurt, Berrak Yedek, Damla Hacaloğlu, Defne Erdur Bekdik, Deniz Boro Polat, Elif Kamışlı, Emre Koyuncuoğlu, Esin Uslu, Evren Erbatur, Eylem Ertürk İpek, Fırat Güllü, Gökçe Dervişoğlu, Gökhan Gökçen, İmre Tezel, Neşe Ceren Tosun, Özgül Akıncı, Özlem Alkış, Özlem Hemiş, Serkan Zihli, Serpil Mürtezaoğlu, Şule Ateş, Tülin Özen, Türel Ezici, Yusuf Eradam, Zerrin Yanıkkaya, Ziya Azazi, Zümray Kutlu . . .
27 mart dünya tiyatro günü kutlu olsun!
akşamın ısınma turu, fransız kültür merkezi'nde sahnelenen ayrin ersöz'ün "atrofi 1 isimler evi" adlı yapıtıydı. mayıs 2008'de tiyatro festivali'nde prömiyer yapmış ve sezon içinde bir kaç defa tekrarlanmış bu entellektüel dans gösterisini seas bahanesiyle yakaladığıma çok sevinmiştim. ancak benim için fazla soyut, kendi içine kapalı ve bir dans gösterisi için fazlaca gevezeydi.
kanımca bu iki kısa oyun, dotbilsarda projesinin gerek reji, gerekse oyunculuk açısından en olgun, en başarılı gösterileri.
"mahşer"de hatice aslan ve enis arıkan ne kadar içerden oynuyorlarsa, "ana"da ipek bilgin o kadar abartılıydı; ama o ne muhteşem oyunculuktu öyle!
"mahşer"de o kadar güzel hazırlanmış mizansenler vardı ki, neredeyse hareketli rodin heykelleri izliyor gibiydim! "ana"da ise ipek bilgin turuncu saçları ve turuncu sabahlığı ile ekspresyonist bir ilahe gibiydi.
iki oyun da alkışlara eşlik eden bravoları sonuna kadar hak ettiler!
27 mart akşamımın son gösterisi; "gezici tiyatro festivali" adını taktığım black/north seas günleri kapsamında talimhane'de sahnelenen "sweet dreams" idi. bu aynı zamanda seas'in de son kapalı-mekan gösterisiydi.
beraber seyrettiğim arkadaşım oyunu çok beğendi, hatta çıkışta çaktırmadan afişini yürüttü. onun dediği gibi "tam da talimhane'nin atmosferine uyan" bir yapımdı, ancak beni pek fazla etkilemedi.
coğrafi olarak yakın ancak -malum konular dışında- hakkında çok da fazla bilgimiz olmayan bir ülkeden, ukrayna'dan gelen vilna scena (açık sahne) adlı topluluk sahneledi "sweet dreams"i. belli ki oyunun yönetmeni dmytro bogomazov yetenekli, ustaca atmosfer kuran bir sanatçı; neredeyse hiç bir dekor kullanmadan, ancak profesyonel bir ışık, projeksiyon ve ses tasarımıyla sahnede harikalar yarattı.
oyunda özellikle başrolü oynayan genç aktör çok başarılıydı; gerek beden dili, gerek müzisyenlik tarafı, gerekse de zemin ile yoğun ilişki kuran hareket/dans becerisi üst düzeydeydi.
darısı önümüzdeki yılların 27 mart'larına!
26 Mart 2009 Perşembe
gezici festivalin sokaktaki oyunu: "bavullar"
tünel meydanı'nın tam ortasında devasa bir bavul var; içinde yok yok! gün içinde, 12.00-18.00 saatleri arasında içinde kaybolmaya, içindekileri keşfetmeye ve içine bundan sonraki durakları için istanbul'dan hatıralar bırakmaya açık bir bavul.
bavul'un sahipleri, bulgaristan'dan plovdiv drama tiyatrosu, cumartesi'ye kadar her gün 12.30-15.00 arası galatasaray'da başlayıp tünel'de devam eden "bavullar" gösterisini sunuyorlar istiklal caddesi'ne yolu düşenlere.
seas'teki oyunlar ilginç bir şekilde -belki de istenilenin/planlananın ötesinde- birbirleriyle ilişki kuruyor, bağlanıyorlar; tiyatro oyunevi'nin bekledikleri mekana ait olmaya çalışan figürlerinden "sorelle"nin evlenmek için aynı denizciyi bekleyen çaresiz kadınlarına ve "bavullar"ın, yukarda görüntüsü olan "tu doro" şarkısında bahsedilen, dora adlı kadının elinde tuttuğu ve içinde evlenme teklifi bulunan mektubun bir rüzgarla savrulmasıyla kadının yaşadığı çaresizliği konu alan şarkısına...
"bavullar" seas'in tam da hedeflediği, sokaktaki insanla karşılaşmayı sağlayan hoş bir performans. istanbul içinse, 2010 öncesi hafif bir ısınma turu...
gezici festivalde "bekleme"ye dair başka bir gösteri
yukarıdaki fotoğrafı tiyatro topluluğunun sitesinden almama rağmen, maalesef "sorelle"ye dair fikir vermekten uzak. bu link ise "sorelle"yi seyredemeyenler için fikir sahibi olunabilecek hoş bir fragman: http://www.vtunnel.com/index.php/1010110A/819d1d3cd8e72fa256cbb2a337931ea1ef6bc47b755869766584cd60220df241aaea8477649c3e8e16494#
25 Mart 2009 Çarşamba
"sonbahar" gelmeden...
"açlık"ın süre, denge ve içerik olarak tam merkezinde duran upuzun bir sahnesi var; uğur vardan 22 dakika sürdüğünü yazmış. filmin içerik olarak en geveze, biçim olaraksa en sade kısmı; bir masanın iki tarafında oturan iki kişi konuşuyorlar, açlık orucunu tartışıyorlar. sahnenin uzun bir kısmı tek çekim; ışık karşıdan geliyor, profilini gördüğümüz oyuncuların yüzleri kendi gölgelerinde kalıyor. her açıdan nefeskesici bir sahne!
sinema tarihinde yüzlerce hapishane filmi, onlarca da ira filmi olsa gerek; buna rağmen steve mcquenn "açlık" ile anlatılacak yeni şeyler bulmuş, yeni anlatma biçimleri yaratmış.
"açlık" taptaze, etkileyici, sert ve vurucu; her şeyi anlatmıyor, azaltıyor, boşluklar yaratıyor, aralarını doldurmayı seyirciye bırakıyor.
tevekkeli değil, aldığı onca ödül arasında cannes'da ilk filmlere verilen "camera d'or"un olması!
acaba yolları istanbul'a düşecek mi!
son yıllarda avrupa'dan çıkan en yaratıcı koreograf fas asıllı belçikalı sidi larbi cherkaoui'nin 16 şaolin keşişi ile birlikte tasarladığı nefeskesici "sutra" 2008'in mayıs'ından beri dünyanın bütün belli başlı metropollerine konuk oldu.
23 Mart 2009 Pazartesi
gezici festivalin yoldaki oyunu: "beklerken"
festivalin en önemli iki özelliği gösterilerin konuk olunan ülkelerdeki etkileşimlere yani çalışma sürecindeki değişimlere açık olması ve her mekana/yere göre yeniden tasarlanması.
istanbul ayağının ilk kapalı mekan oyunu "beklerken" bu akşam talimhane'de dünya prömiyerini yaptı.
mahir günşıray'ın ilk zamanlarından itibaren tiyatro oyunevi'yle sahneye koyduğu oyunlarının tutarlı bir şekilde hep farklı, alışılmışın dışında, grotesk, abartılı ve oldukça da yaratıcı olduklarını düşünürüm ve onun rejilerini seyretmekten çok keyif alırım. ancak nedense istisnasız bütün oyunlarından çıkarken bir yandan da tamamlanmamışlık, bitmemişlik, yeterince olmamışlık hissi de kaplar içimi.
"beklerken"in bende bıraktığı etki de farklı olmadı. neyse ki, günşıray'ın "beklerken"in oyun broşüründe tiyatro oyunevi'nin çalışma tarzına dair yaptığı "sürekli değişen, yenilenen bir anlayışla..." saptaması içimi rahatlattı; demek ki hislerimde yanılmamışım...
2008 nisanında bulgaristan-balçık limanında doğaçlama gerçekleşen üç gösteriden sonra ekibe bir yazar/dramaturg (birgül oğuz) katılmış, bir oyuncu dışında bütün oyuncular ve bütün şarkılar değişmiş.
"beklerken"de "beklemek" kavramı beckett'ten ödünç alınmış ve bu topraklara uyarlanmış. bir yerden bir yere giderken, yani yoldayken, talimhane'nin sahnesinde bir saatliğine soluklanan üç oyuncu ve iki müzisyen bizi küçük bir anadolu-balkanlar turuna çıkarıyorlar. bu turda yok yok! kırkpınar güreşi de var, bir kadın tarafından oynanan zeybek te, zenne de, tango da, kürt havası da, "dereler akar gider" de var, "evvelim sen oldun ahirim sensin" de. müziklerin hepsi canlı söyleniyor, biri bitmeden diğeri başlıyor, her şey içiçe, karmakarışık... ipte yürüyen cambaz da var, turp ve süpürgeyle golf ta... soba da var, portatif televizyon da, dolap rafları gibi olan bavul da... cenaze töreni de, evlilik buketi de, adak ağacı da var... ekmek te var, zeytin de, kuşlara buğday da, dolma yapmak için kurutulmuş patlıcan da... vokta da var, şalgam da, şarap ta... göçmen kuşlar da var, mülteciler de, göçebeler de, aidiyet de, "öteki" de... seyircilere şeker de ikram ediliyor, üzerlerine çekirdek kabuğu da tükürülüyor...
rengarenk, tam bir ortaya karışık meyva tabağı gibi "beklerken", bir tek alevi eksik!
mahir günşıray bir anlamda "butik" tiyatro yapıyor; özenle hazırladığı oyunlarını seyirciyle ender buluşturuyor ["leonce ile lena" veya "yalnızlıklar" kaç defa sahnelendi].
bir yerde yakaladınız mı kaçırmamak lazım, çünkü bir daha denk gelemeyebilirsiniz. "beklerken" yarın akşam da talimhane'de, hem de ücretsiz; haftasonuna kadar beyoğlu'nun muhtelif mekanlarında ve meydanlarında devam edecek olan bütün diğer seas festivali gösterileri gibi...
22 Mart 2009 Pazar
müjdeli haber!
festival grec, avignon tiyatro festivali, atina-epidavrus festivali ve istanbul tiyatro festivali "kadmos" adlı ortak bir oluşum kurmuşlar, ortak projeler gerçekleştireceklermiş.
[yukardaki "aile fotoğrafı"nın tam ortasında, istanbul tiyatro festivali'ni bugünkü prestijli konumuna getiren sayın dikmen gürün hanım bulunuyor!]
sitedeki habere göre; ilk ortak proje ünlü israilli film yönetmeni amos gitai'nin yöneteceği ve jeanne moreau'nun rol alacağı disiplinlerarası (tiyatro-müzik-sinema) bir sahne yapımıymış: flavius josèphe'in "la guerre des juifs" adlı eserinden uyarlanacak "la guerra dels fills de la llum contra els fills de les tenebres" adlı gösteri 2009'un yazında kadmos'a üye festivalleri gezdikten sonra 2010'da paris'te ünlü odeon tiyatrosu'nda sahnelenecekmiş.
bu müjdeli haber neden bunca gündür iksv'nin sitesinde yayımlanmadı!
"ben demiştim"i sevmem ama bahsetmeden edemeyeceğim:
geçen sene bu zamanlarda iksv müzik festivali yöneticileri, içlerinde benim de olduğum 5-6 izleyicileriyle görüş alışverişi amaçlı bir toplantı yapmışlardı; genel olarak iksv, özel olarak da müzik festivali hakkındaki görüşlerimizi sormuşlardı. müzik festivali'nin yönemeni sayın yeşim gürer oymak hanım isviçre-verbier, salzburg, edinburgh festivallerinde yaptıkları araştırmalardan, edindikleri deneyimlerden bahsetmişti. malum, mali zorluklar da toplantının en önemli konusuydu. iksv etkinliklere sponsor bulmakta zorlanıyor, yurtdışındaki örneklerin aksine belediye kurumu adını aldığı kentin adına düzenlenen festivale neredeyse hiç mali yardımda bulunmuyormuş.
söz bana gelince; "burnumuzun dibinde, atina'da her yaz 3 aylık muhteşem bir festival yapılıyor, dünyaca ünlü sanatçılar, müthiş opera- tiyatro-bale prodüksiyonları oraya kadar gelmişken türkiye'ye uğramadan ülkelerine dönüyor. atina ile ortaklaşa çalışmayı düşünmüyor musunuz; oraya kadar gelen bir prodüksiyonu buraya da taşımak, o prodüksiyonun sıfırdan istanbul'a gelmesinden daha ucuza gelmez mi?" demiştim.
muhafazakar semtte cesur "cabaret"
orhan alkaya'nın genel sanat yönetmenliğiyle istanbul şehir tiyatroları eski başarılı günlerine [kast ettiğim gencay gürün'lü yıllar] geri dönüyor galiba.
"kabare", harbiye muhsin ertuğrul sahnesi yıkıldıktan sonra şehir tiyatroları'nın amiral gemisine dönüşen üsküdar musahipzade celal sahnesi'nde, prömiyer yaptığı 11 mart'tan beridir sahneleniyor. nisan programında da sadece üsküdar gözüküyor.
[sahi, herkes akm'yi konuşuyor da, muhsin ertuğrul sahnesi'nin akıbetinden bahseden yok! belediye başkanımız geçen yıl garip bir açıklama yapmıştı; 29 ekim 2009'da açacağını iddia ettiği binanın oyun biletlerini 2009 ocak başında satışa çıkaracağını söylemişti! tabii ki öyle bir şey olmadı. kaldı ki niye olsun; türkiye'de hangi gösterinin biletleri 10 ay öncesinden satışa çıktı!
geçenlerde crr'ye yolum düştü de o tarafa bir baktım, son tarih'e 7 ay kala yükselen bir inşaat var mı diye; yok!
anlaşılan, harbiye muhsin ertuğrul sahnesi'nin üzerine koca bir bardak su içeçeğiz!
neyse...]
"kabare" amerikalı bir roman yazarı ile ingiliz bir şarkıcının II. dünya savaşı öncesinde berlin'de yaşadıkları ilişkiyi anlatır. nazilerin dolayısıyla ırkçılığın/faşizmin ayak seslerinin duyulmaya başlandığı yıllardır; ortalıkta açlık, umutsuzluk, yalnızlık kol gezmektedir. toplum bu yozlaşmış, çürümüş, sefil hayattan kaçmak için kendini eğlenceye verir. işte, eğlencenin kalbinin attığı yerlerden biri de kabarelerdir.
yücel erten bence türkiye'de siyasi tiyatro denince ilk akla gelen isimlerden biri. en basitinden; benim seyircilik hayatımda (son 25 yılda) onun rejisini yaptığı sayısız brecht oyununa denk geldim; şveyk, ui, üç kuruş, mutlu son, kafkas tebeşir bunlardan sadece bir kaçı.
erten'in aklımda kalan diğer etkileyici rejileri arasında 84-85 sezonunda sahnelediği mükemmel "amadeus", zuhal olcay'lı "martı", can yücel'in türkçesiyle benzersiz shakespeare uyarlaması "bahar noktası", aliye uzunatağan'lı "katharina blum'un çiğnenen onuru"nu sayabilirim.
en son geçen sezon devlet tiyatrosu'nda sahnelediği, faşizm'i -bu sefer bir sanatçının/aktörün yaşadıkları üzerinden gözler önüne seren- "savaş ikinci perdede çıkacak" ile hayran kalmıştım ona.
kısaca; yücel erten adı benim için "kesinlikle-hayalkırıklığına-uğratmayan-tiyatro-deneyimi" ile özdeştir. ve "kabare" ile bu durum değişmedi, aksine pekişti!
erten hafif, eğlenceli, mesaj kaygısı olmayan bir tiyatro türü olan müzikali ustaişi bir sahnelemeyle faşizmin bir topluma nasıl yavaş yavaş yerleştiğini sergileyen bir oyuna dönüştürüyor; "kabare" özellikle ikinci yarıda sosyo-politik bir derse dönüşüyor.
"cabaret"in ampülleri, gamalı haçlara ışık verir hale geliyor!
esas, şehir tiyatroları'nı kutlamak lazım.
bir kere; yücel erten, osman şengezer (dekor-kostüm) ve selçuk borak'ı (koreografi) bu yapım dolayısıyla biraraya getirdiği için. yılların ustası osman şengezer sahne tasarımını, müzikaldeki "hayat bir kabare" şarkısını andırır şekilde, bütün diğer mekanları oluşturan dekor parçalarının kabare dekoruyla (özellikle de kapılarıyla) bağlayarak oluşturmuş. hem çok mekanlı müzikalin sahne değişimleri için pratik hem de kavramsal olarak isabetli.
ikincisi; kurumun bünyesinde oluşturulan ve kaliteli müzik yapan "i.b.b. şehir tiyatroları orkestrası" için. 2.5 saatlik oyun boyunca neredeyse her an çaldılar ve hiç aksamadılar, oyunun belkemiğini oluşturdular.
üçüncüsü ise; oyuncu kadrosuna güvendiği için. başrollerinden korosuna kadar kadronun her bir bireyi belli ki keyif alarak oynuyor ve oldukça iyi bir iş çıkartıyorlar. hem de, yücel erten'in kitapçıkta özellikle belirttiği üzere "mikrofonların ve hoparlörlerin desteğine başvurmadan". ancak şunu belirtmem lazım; müzikalin mikrofonsuz haftada 7 kere sahnelenmesi bazı ikincil/yan rollerdeki sanatçılar için belli ki ağır ve zorlayıcı bir tempo oluşturmuş, pazar günkü -haftanın son- temsilinde ses performansları biraz düşüktü. [bildiğim kadarıyla yurtdışında mikrofonlu oynanan müzikallerde bile en az iki kast vardır ve dönüşümlü sahneye çıkarlar]
son olarak; oyuncuların arasında biri var ki, bence özel bir tebriği hak ediyor.
bu sezon "leonce ile lena"daki rolüyle de beni kendisine hayran bırakan mert turak, bu oyundaki "emcee" rolüyle en az, hem broadway'de hem de sinema filminde bu rolü efsanevi bir şekilde canlandıran joel grey kadar başarılı, etkileyici, rahat, cezbedici ve yaramaz! tek kelime ile mükemmel.
la traviata: "kalbin keder ve mutluluğu"
yukardaki spekülatif yorumlarım bir yana; yekta kara şimdiye kadar ne yaptıysa zaten belli bir kalitenin üzerinde oldu. [iki sezon öncesinin "macbeth"i hala unutulacak gibi değil; o zamanlarda yolda görseydim çevirip tebrik edecektim yekta hanım'ı.]
kara'nın üçüncü perdede yarattığı sado-mazoşist parti sahnesinin yurtdışındakilerden -özellikle de almanya'dakilerden- tek eksiği ise, kamçılı hanımların daha rahat davranması ve sütyenli erkeklerin vücutlarının bizde olduğunun aksine kaslı ve yapılı olması olurdu; böylece göze de daha çok hitap ederdi! bu yüzden maalesef, bizde biraz zorlama/yapıştırma kaldı bu sahne.
ne yazık ki, operamızda hangi temsilde hangi kastın oynadığı aylık programda belirtilmez. çok eskiden liste çıkardı, uzun zamandır bu geleneği bıraktılar. halbuki dünyanın bütün belli başlı opera evlerinin en vazgeçilmez uygulamalarından biridir bu; seyirci hangi akşam kimi seyredeceğini bilerek gider operaya. hatta, seçer! "bizim bütün sanatçılarımız birbirinden iyidir" deniyorsa, bence bu fazlaca iddialı bir görüş! ve maalesef de pek öyle değil.
"la traviata"yı bahsettiğim muhteşem kasttan (ipek-külekçi-günay) seyretmek şansa kaldı demektir. ben şanslı olanlardandım!
21 Mart 2009 Cumartesi
sıradışı sahneleme, balyoz gibi içerik: "infazcı no:14"
"infazcı no:14" bir iç savaş sırasında yaşananları anlatıyor. din ve ırk olgularının nasıl insanları/toplumları birbirine düşürdüğünden bahsediyor; yalın ve etkileyici bir dille! semaverkumpanya'nın bu yıl prömiyer yapan ve iç savaş olmasa da bir dikta rejimi ortamını konu alan "resmi geçit" adlı oyunu ile "infazcı no:14" arasında gerek atmosfer gerekse içerik olarak paralellikler kurmak mümkün; korku, acı, ümitsizlik, çaresizlik, yalnızlık, öfke, kaybolmuşluk..
bu iki orta-metraj oyun, "infazcı no:14" ile "resmi geçit" (yaklaşık olarak ilki 60, ikincisi 55 dakika sürüyor), 27 mart tiyatrolar günü vesilesi ile kocamustafapaşa'da tek biletle arka arkaya sahnelenecek. aynı tarife 28 nisan'da da enka oditoryumu'nda gerçekleşecek. kaçırmayın!
20 Mart 2009 Cuma
nisan'da istanbul'da "sinema bir şenliktir!"
sabahın erken saatlerinden itibaren özellikle emek sineması'nın önünde uzamaya başlayacak olan kuyruğun öğlen olmadan istiklal üzerindeki camiye kadar varacağı tahmin ediliyor. biletlerin internet, atlas sineması ve diğer bütün biletix gişelerinden de satılacak olmasına rağmen festival izleyicilerinin çoğunun emek sineması'nı tercih etmesi ilginç değil mi!
milk, gus van sant
lat den ratte komma in (gir kanıma), tomas alfredson
of time and city (zamana ve şehre dair), terence davis
cztery noce z anna (anna ile dört gece), jerzy skolimowski
kesinlikle uzak duracaklarım:
forasters (yabancılar), ventura pons [5-6 sene önceki toplu gösterisindeki hiç bir film dişe dokunur değildi; huylu huyundan vazgeçmez! zaten imdb puanı da 6.2]
8, j.campion-g.g.bernal-j.kounen-m.nair-g.noé-a.sissako-g.v.sant-w.wenders [bu kadar iyi yönetmen bir araya gelirse, sadece çorba olur!; imdb puanı 5.4]
ricky, françois ozon [ozon'u çok sevmeme rağmen bu filmi imdb'de 5.5 almış!]
singularidades de uma rapariga loura (sarışın bir kızın tuhaflıkları), manoel de oliviera [bir laf var; 80 yaşının üzerindeki bestecinin yaptığı müzik ciddiye alınmamalı diye. oliviera bu filmi 100 yaşında çekmiş. hiç bir insan için bunu söylemek istemem ama oliviera iyi ki geçen sene dünya değiştirdi, yoksa hala film yapıyor olacaktı!]
the countess (kontes), julie delpy [kötü oyuncudan iyi yönetmen çıkmaz, kanıt: imdb'si 5.7]
la mujer sin cabeza (başsız kadın), lucrecia martel [bu hanıma iki kere şans verdim, ikisinde de hayal kırıklığına uğradım, ancak filmlerine eleştirmenler ve bir grup izleyici koşulsuz hayran. filmin imdb'si 6.4]
gasolina (benzin), julio h. cordon [imdb'si 5.7]
voy a explotar (şimdi patlayacağım), gerardo naranjo [gael garcia bernal'in yakışıklı ve yetenekli olması iyi yapımcı olduğunu göstermez; filmin imdb puanı 6.0]
nuit de chien (bu gece), werner schroeter [kitapçıkta yazdığı gibi venedik'te özel altın aslan ödülü almış falan değil, sadece aday olmuş! sağolsunlar, kitapçığı hazırlayanlar her sene böyle kenarda köşede kalmış bir kaç filme gönüllerinden ödül yazıyorlar!!! filmin imdb'si 5.6]
nisan'da beyoğlu'nda karşılaşmak üzere...
18 Mart 2009 Çarşamba
sahnede sıkı bir polisiye hikaye!
"bayrak" çok zeki bir oyun; kurgu açısından barındırdığı fikir (zamanda geri-ileri gidişler) yeni olmasa da yaratıcı.
tabii oyunun tek zeki tarafı kurgusu değil. berkun oya hem kelimelerle oynamasını çok iyi biliyor, sade ama vurucu diyaloglar yazıyor hem de "bayrak"ta seyirci için hoş, küçük detaylar hazırlamış; yazan-yöneten-dekor ve kostümü tasarlayan, kısacası neredeyse her şeyden sorumlu olduğu için de sahnelemeye bütünüyle hakim, ne istiyorsa, nasıl istiyorsa öyle tasarlama imkanı bulmuş. iyi ki de bulmuş, çünkü "bayrak" seyretmekten çok keyif alınan bir oyun, içeriği eğlenceli olmasa da!
2 perde 5 sahneden oluşan oyun iki farklı mekanda geçiyor: bir köy evinin bahçesi ve bir apartman dairesi. bu iki mekanı birbirine bağladığı gibi oyunun sahnelerini de birbirine bağlayan, her sahnede tekrarlanan küçük detaylar var; gözlerden akan yaşlar, içilen sigaralar, içkiler, bir tabak kiraz, turuncu bir battaniye. [oyundaki yazar karakterinin, yazmak istediği roman için aldığı sesli notlardan birinde kendi kendine "mekanların arasında paralellikler olsun ama fazla abartma" derken bir yandan da oyundaki turuncu battaniyeyi ellemesi çok hoş bir ayrıntıydı.]
apartman dairesinin duvarında asılı matador fotoğrafının iki parçalı olması, hem oyunun içeriğine hem de biçimine bir atıf sanki. içeriğine; çünkü iki erkek kardeş birbirini takip eden -ama arasına 15 dakikalık ara giren- iki sahnede genç kadın ile, matadorun boğayla oynadığı gibi oynuyorlar!
fotoğraf ile oyun arasındaki biçimsel paralelik ise; nasıl iki parçalı fotoğraf birleştilirdiğinde matadora dair daha geniş bilgimiz olursa, oyunun da farklı zaman dilimlerinde geçen parçalarını birleştirdiğimizde bütününe dair fikir edinmiş oluyoruz; "yap-boz" tamamlanıyor. ve hatta, oyunun sonunda ilk sahneyi tekrar seyretmek istiyor insan.
[oyunun rejisine dair tek eleştirim; zekice yazılmış olan metnin, seyirciyi zeki ve dikkatli yerine koymaması oldu; sahneler içindeki diyaloglardan zaman dilimlerine dair ileri-geri gidişler rahatça belli oluyorken, bir de dekor içindeki çerçevelere "üç gün önce", "yarım saat sonra" gibi açıklayıcı tabelalar koymak biraz fazla değil mi!]
son bir paragraf da oyunculara, çünkü çok çok iyiler.:
köksal engür ve ayten uncuoğlu çoktan ustalıklarını kanıtlamış iki oyuncu. ali atay, yazar berkun oya ile birlikte tiyatro krek'in kurucusu; "yangın duası"nda ara-karakter olarak muhteşemdi, burada da iyi. kent oyuncuları'ndan aşina olduğum okan yalabık ve -sanki hep biraz kendini mi oynuyor, yoksa ona hep benzer roller mi teklif ediliyor hissiyle seyrettiğim- bartu küçükçağlayan da başarılılar.
oyunun "nefes kesen" oyuncusu ise genç kadın'da canan ergüder; her açıdan çok zor olan bir rolün/karakterin altından bu kadar mı iyi çıkılır! demek ki toprağı çok sağlam; sesini kullanımı, diksiyonu ve fonetik netliği, oyun boyunca hiç düşürmeden dengelediği duygusal ve fiziksel performansı, her şeyi evet her şeyi çok iyiydi. canan ergüder'i ilk defa izledim ve hayran oldum.
berkun oya yeni oyunu için bir beş yıl daha bekletmesin bizi!
16 Mart 2009 Pazartesi
usta gitarcı, enerjik konser!
halbuki başta ne kadar neşeli ve masumduk!
13 Mart 2009 Cuma
rahmaninof'un ağıt'ından haydn'ın macar havalarına...
ilgilenenlere ileriki tarihlerdeki oda müziği konserleri:
22 mart'ta süreyya operası’nda atilla aldemir, cana gürmen ve çağ erçağ rahmaninof’dan piazzolla’ya uzanan bir repertuarla sahneye çıkacaklar.
25 nisan'da crr’de ünlü piyanist boris berezovsky’nin üçlüsü berezovsky trio programında mendelsohn’un 0p.49 üçlüsünün de bulunduğu bir konser verecek.
ve 28 nisan’da yine crr'de schulhoff quartet haydn, janacek ve dvorak çalacak.
12 Mart 2009 Perşembe
"vur/yağmala/yeniden" maratonu devam ediyor...
"vur/yağmala/yeniden"in yazarı mark ravenhill istanbul'da; 14 mart cumartesi günü 13.00'den itibaren ikişer saat arayla şimdiye kadarki 5 gösteri (10 oyun) arka arkaya sahnelenecek. 15 mart pazar günü de mark ravenhill pera müzesi oditoryumu'nda bir söyleşi/konuşma gerçekleştirecek.
11 Mart 2009 Çarşamba
pina bausch'un 70'li yıllardan iki başyapıtı 2009'da hala ödül alıyor!
bu ödülü vesile bilerek “café müller/das frühlingsopfer” hakkında kasım 2007 tarihli “tiyatro tiyatro” dergisinin 183.sayısında yayımlanmış olan yazımı güncelleyerek buraya taşıyorum.
tanztheater wuppertal pina bausch’tan iki zor eser: “café müller” ve “das frühlingsopfer” (bahar ayini)
ilki bir aşk hikayesi, diğeri ölüm. ilkine hüzün hakim, ikincisine dehşet. ilki acıdan bahsediyor; kalp sızısından, sevdiğini kaybetmekten, ayrılıktan, hasretten ve bekleyişten… diğeri korkudan; ölüm korkusundan, arzudan ve endişeden, iktidardan ve başkaldırıdan…
aynı akşam arka arkaya sahnelenen, deyim yerindeyse “demir leblebi”, iki başyapıt; sadece seyirciler için değil, sahne üzerindekiler için de… süre olarak kısa (ilki 45 dakika, ikincisi 35 dakika sürüyor), ancak atmosfer olarak çok yoğun ve sahneden seyirciye geçen duygular aşırı yüklü olduğundan gösterinin etkisi bittikten çok sonra bile devam eder, hazmedilmesi zordur… bu yoğun duyguları seyirciye geçiren dansçılar da gerek duygusal gerekse fiziksel olarak varlarını yoklarını ortaya koyarlar, hatta giderek tükenirler…
“café müller”de pina bausch’un kendisi de dans eder. 1978 tarihli yapıtın orijinal kastı bir anlamda o dönemin tanztheater wuppertal yıldızlar geçidi gibidir; malou airaudo, dominique mercy, jan minarik, merly tankard, pina bausch ve rolf borzik. malou airaudo bir söyleşide, o dönemde hepsinin pina bausch’u sahnede görmek istediklerini, çünkü onun gibi fantastik bir sanatçının dans etmesi ve herkesin onu görmesi gerektiğine inandıklarını söyler[i].
“café müller”de orijinal kasttan sadece iki kişi hala sahnededir: pina bausch ve dominique mercy. pina bausch kendisiyle yakın zamanda yapılan bir söyleşide, “café müller”in yaratılış aşamasının gerek kendisinin gerekse diğer dansçıların hayatlarının çok önemli ve kişisel bir parçası olduğunu, bu döneme ve bu esere dair çok özel anılarının bulunduğunu ve bu nedenle dominique mercy’nin rolünü başka birisinin aldığı gün kendisinin de bırakma zamanının geldiğini düşündüğünü belirtir.[ii] gerçekten de, bu iki büyük sanatçıyı sahnede seyretmek, yapıtın içerdiği yoğun hüzün ve melankoli bir yana, büyük bir keyiftir.
pina bausch eserin belkemiğidir; eserde sahneye ilk o adımını atar; karanlıkta, ince beyaz geceliğiyle gözleri kapalı ve kolları sarılacak birini arar gibi avuçları dışa dönük öne doğru açılmış olarak sahnenin sağındaki kapıdan girer, sahnenin bütününü kaplayan sandalye ve masalara çarparak ilerler. yaklaşık 45 dakika sonra, ışıklar yavaş yavaş kararırken, pina bausch hala gözleri kapalı ve kolları açık bir şekilde dolaşırken eser sonlanır. eserin bitiminden hemen önce, bütün eser boyunca sanki başka bir dünyadanmış gibi kısa kısa adımlarla sekerek sahnede dolaşan ve olup biteni, müdahele etmek istermiş ama beceremezmiş gibi ürkek ve tereddütle seyreden yeşil kıyafetli kız (nazareth panadero), ona üzerindeki paltoyu ve kafasındaki kızıl renkli kıvırcık peruğu giydirir. çingene pembesi topuklu ayakkabılarını ise sahnenin ortasına bırakır, pina bausch eserin başında da olduğu gibi, ayakları çıplak kalır.
pina bausch ortaya koyduğu yapıtlar üzerine konuşmak yerine, her seyircinin sahnede gerçekleşenler hakkında kendi yorumunu yapmasını tercih eder; “café müller” onun en zor anlaşılabilecek eserlerinden biridir, kişiseldir ve sembollerle yüklüdür. pina bausch’un “café müller”i, anne babasının işlettiği lokantada masa altlarında dolaşarak geç saatlere kadar müşterileri seyrettiği çocukluğundan kalma anılarından esinlenerek hazırladığı söylenir.
yapıtlarının yaratım sürecinde rastlantıları göz ardı etmeyen, hatta oldukça da önemseyen pina bausch aslında eserin ilk halinde kendisi için bir rol düşünmemiştir; 1999 yılında taormina’da avrupa tiyatro ödülü’nü alırken açıkladığı gibi, malou airaudo için önceden belirlediği bir müzik eşliğinde bir koreografi hazırlamak istemiş ancak malou airaudo hareketleri iyi ezberleyemediği için, prova salonunda onun arkasında durup ona ait hareketleri yaparak tekrar etmesini sağlamış ve ardından malou airaudo eğer o olmazsa kendisinin de dans etmeyeceğini söyleyerek pina bausch’u yapıtta yer almaya ikna etmiştir.[iii]
son yıllarda, malou airaudo’nun rolünü devralan aida vainieri fiziğiyle selefi olduğu sanatçıyı andırsa da onun barındırdığı doğal karizmaya sahip değildir. yine de rolün gerektirdiği yoğunluğu yaşayıp, seyirciye aktarabilmektedir.
malou airaudo’nun tanztheater wuppertal’in repertuarındaki önemli rollerinden bir diğeri, 1975 yılında tasarlanmış olan “das frühlingsopfer” (bahar ayini)ndeki kurban olarak seçilen bakire kızdır. bu rolü son yıllarda, büyük bir başarıyla ve malou airaudo’yu aratmayacak fiziksel performans ve adanmışlıkla canlandıran ruth amarante, pina bausch ile çalışıyor olmasını bir açıdan bu yapıta bağlar; uzun süre kendini ifade etmek istediği bir dil ararken bir gün “bahar ayini”’nin bir video kaydını seyretmiş ve “işte, uzun zamandır aradığım dil bu!” diye düşünmüştür.[iv]
ruth amarante, özellikle eserin son bölümündeki gerilimli ve dansçıyı tüketen soloda kabullenmişlik ile başkaldırı, dehşete düşmüşlük ile çaresizlik arasında gidip gelen duyguları ustaca birleştiren yorumuyla çok etkileyici bir performans sunuyor. 1978 yılında "bahar ayini" filme çekilirken, malou airaudo eserin bitiminde yere baygın olarak yığılır ve bir süre sonra dansçı arkadaşları tarafından kaldırılır.[v]
pina bausch önceleri “café müller” ile “bahar ayini”ni aynı akşam arka arkaya sahnelemek üzere tasarlamamıştır ancak uzun zamandır bu iki eser birlikte oynanır, ve birbirlerine zıt özellikler göstermeleri açısından da uyumludurlar aslında.
“café müller” tanztheater wuppertal’in hala repertuarında bulunan en az kastlı eserdir; 6 kişiliktir. “bahar ayini” ise, pina bausch’un hem eğitim gördüğü hem de uzun yıllar idareciliğini üstlendiği essen’deki folkwang tanzstudio’dan davet edilen genç dansçılar ile desteklenen 32 kişilik kalabalık bir kadro ile sahnelenir.
“café müller”de henry purcell’in "the fairy quenn" ve "dido and aeneas" operalarından içkin, hüzünlü aryalar kullanılırken, “bahar ayini”nde (le sacre du printemps) igor stravinski’nin yabansı, fırtınalı, dinamik ve gerilimli müziği koreografide karşılığını bulur.
“café müller”de mekân tanımlı ve sınırlıdır; sahnenin üç bir tarafı gri duvarlarla çevrilidir, sanki burası gözleri kapalı kadının bilinçaltıdır. dört kapı ve bunlardan birinin ardındaki ikinci bir dönerkapı sahne arkasına, dış dünyaya, belki de üst bilince açılır.
kapılar bir leitmotiv gibi eser boyunca kullanılır; kapılardan girip çıkmak, kapıları çarpmak, kapının kolunu tutup beklemek, kapıyı yavaşca kapatmak, iki kapı arasında kalmak, kapının arkasından seyretmek...
sahne ise masa ve sandalyelerle tıka basa doludur, hareket edecek yer yoktur; aynı “nelken”deki sahneyi bütünüyle kaplayan karanfil tarlası gibi, ve aynı karanfillerin eser boyunca çiğnenmesi gibi, masa ve sandalyeler de eser boyunca oradan oraya atılıp, çekilerek –hem de bu iş üzerine basa basa, gürültüyle yapılarak– ortalık darmadağın edilir; belki de hareket edecek yeri olmayan kadın ve erkeğe mekan açmaktır istenen.
masa ve sandalyeleri, çarpmasınlar diye dansçıların önünden çekip alan kişiyi 1978’deki orijinal kastta, aynı zamanda topluluğun sahne tasarımcısı ve pina bausch’un hayat arkadaşı olan rolf borzik’in oynaması anlamlıdır.
iki eser arasındaki dekor değişimi, wuppertal’deki schauspielhaus’un perdeleri kapatılmadan gerçekleşir. fuayeye bir şeyler atıştırmak için çıkmak yerine salonda koltuklarında oturmayı tercih eden seyircileri bambaşka bir şölen bekler; 15 sahne görevlisi, en az bahsi geçen yapıtlardaki kadar yetkin bir koreografiyle, yaklaşık 20 dakikada “café müller”in duvarlarını, masa ve sandalyelerini kaldırıp, “bahar ayini” için beş büyük çöp konteyneri içinde getirdikleri nemli toprağı sahneye dağıtırlar.
“bahar ayini”de mekân sınırsız ve tanımsızdır; sadece zemin, boydan boya nemli toprak ile örtülüdür. peter brook’un dediği gibi; nasıl her din kendi mimarisini yaratmışsa, her sahne düzenlemesi de kendi oyununu kurar. bu bakımdan orijinal librettosuna sadık kalınan bir “bahar ayini” koreografisinde nemli toprak kullanmak, kavramsal olarak en baştan eserin özünün yakalanmasını sağlar. dansçıların her hareketine cevap veren, bazen katmerlendiren bazen söndüren bazen de içine alan neredeyse canlı bir organizma gibidir nemli toprak; pina bausch ile rolf borzik’in dahiyane buluşlarıdır.
sahnede başka hiçbir obje yoktur, bir tek kırmızı elbise dışında; elden ele dolaşır, başta arzu, ardından kaygı nesnesi olur.
zaman, her ne kadar belirsizse de jestler, mimikler ve nemli toprak arkaik dönemleri, insanın doğayla dolaysız ilişki kurduğu erken dönemleri anımsatır; “ilkel” insanların doğa-tanrıya kurban adadıkları pagan ritüellerin dönemini…
çıplak bedenlerine, yüzlerine, terlemiş kıyafetlerine toprak yapışan kadın ve erkeklerin sahnenin her bir santimetre karesini kullanan koreografinin oluşturduğu tablolar ortaçağ ressamlarının, özellikle hieronymus bosch ve pieter brueghel’in karanlık, apokaliptik cehennemlerini anımsatır. kırık, asimetrik hareketler, stravinski’nin çığır açan dinamik müziğinin bütün aksak ritmlerini yakalar. dansçıların aşırı efordan kaynaklanan hızlı ve yüksek soluk sesleri, insanın çaresizliğini ve tükenmişliğini beraberinde taşıyarak, eserin en can alıcı noktalarında müziğin ve trajedinin etkisini pekiştirir.
“café müller/das frühlingsopfer” son iki sezon boyunca dünyayı gezdi; pekin’den londra’ya, lizbon’dan barcelona’ya, tokyo’dan atina’ya, brüksel’e sanatseverlerin karşısına çıktı, yolu maalesef istanbul'a düşmedi.
yıllarca istanbul tiyatro festivali’nde yönetmen yardımcılığı görevini üstlenmiş olan koza tamdoğan 2005-2008 yılları arasında tanztheater wuppertal pina bausch topluluğunun idareciliğini yaptı. koza hanım, wuppertal’de ayaküstü yaptığımız bir sohbette, pina bausch’un 1998 yılından beridir uluslararası duraklarından biri haline getirdiği istanbul’u çok sevdiğini ve mutlaka tekrar gelmeyi istediğini söylemişti. hatta o dönemde kültür ve turizm bakanı atilla koç’un beyanlarıyla atatürk kültür merkezi’nin yıkılması gündemdeydi, ve koza hanım “alır pina’yı gelirim, akm’nin önünde oturma eylemi yaparız” diyerek pina bausch’un ve kendisinin bu konudaki duyarlılığını göstermişti. akm artık/büyük ihtimalle yıkılmıyor, ama hakkıyla ve zamanında onarılacak mı, kuşkulu!
istanbul tiyatro festivali genel sanat yönetmeni ve istanbul 2010 avrupa kültür başkenti sahne ve gösteri sanatları yönetmeni dikmen gürün pina bausch’u 2010’daki tiyatro festivali’nde istanbul’da konuk edeceğimizi müjdelemişti aylar önce. son yazılarında ve kendisiyle yapılan söyleşilerde ise biraz endişeli: pina bausch’un gösterileri teknik açıdan istanbul’da ancak atatürk kültür merkezi’nde sahnelenebiliyor ve dikmen hanım’ın kaygısı akm’nin haziran 2010’a yetişememe ihtimali.[vi]
eğer her şey yolunda giderse pina bausch’u iki yapıtıyla seyredeceğiz istanbul’da: ilki istanbul’dan esinlenerek hazırladığı “nefes”, ikincisi 2006 kreasyonu “vollmond” (dolunay).
altı yıllık aradan sonra en azından tek bir yapıtıyla gelmiyor olması sevindirici.
“nefes”i zaten 2003’te beş akşam üstüste konuk etmiştik, kültür başkenti olma şerefine bir kere daha gelmesi mantıklı. “vollmond” ise bana göre pina bausch’un son yıllardaki yapıtları arasında en heyecan verici, en çoşkulu, en etkileyici olanı. 2006 sonbaharında wuppertal'de seyretme şansına eriştiğim "vollmond" hakkında yazmış olduğum ve "oyun" dergisinde yayımlanmış olan yazıyı ilerleyen zamanlarda buraya aktaracağım.
[i], [ii] dominique mercy tanzt pina bausch, yön: regis obadia – lisa wiergazova, arte f, 2003.
[iii] pina bausch, guy delahaye, edition rraus, 2007.
[iv] pina bausch, yön: anne linsel, wdr, 2006.
[v] beobachtungen bei einer tv-werkstatt, zdf, 1978.
"tabulara,engellere,namuslara,dinlere,dillere,ırklara rağmen aşk ve ilişki üzerine bir çeşitleme..."
"engin-ar"ı geçtiğimiz mayıs'ta istanbul tiyatro festivali'nde seyretmiş olsaydım, çevremdeki herkesi sezon içinde bu gösteriye gönderirdim. artık bu şansım kalmadı; "engin-ar" bu pazartesi-salı garajistanbul'daki dört gösterisiyle seyirciye veda etti. olur da başka bir mekanda denk gelirseniz kaçırmayın!
çağrı merkezi ile araf arasında, istiklal caddesi'nde bir yerlerde...
altıdan sonra tiyatro’yu çok geç keşfettim, açığı kapamaya çalışıyorum. geçen ay “444”ü izledim, bu akşam da “öldün, duydun mu?”yu.
iki oyunun da yazarı yiğit sertdemir.
ilk önce “444”:
çağrı merkezinde çalışan bir kadın ile bir adamın hikayesi üzerinden duygusal geçmişlerden politik tercihlere, toplumsal tahlillerden gündelik kaygılara, esprili durumlara kadar bir sürü ağır ve farklı konunun sürprizler ve şaşırtmalarla ustaca harmanlandığı bir metne sahip “444”.
biçimsel olarak ise; kurgusu, ritmi çok iyi ayarlanmış olan hikaye, çağrı merkezi fikrinin bütün olanaklarını kullanıyor. matematiği öyle iyi hesaplanmış sahneler var ki, iki görevlinin aynı anda telefonda karşılarındaki müşterilerle yaptıkları konuşmalarda verdikleri cevaplar üst üste binerek, arka arkaya gelerek hikayenin gidişatını belirliyor.
kadın görevli’yi gülhan kadim, erkek görevli’yi ise aynı zamanda oyunun yazarı olan yiğit sertdemir canlandırıyor. iki oyuncunun ustaca yazılmış bu metnin hakkını vererek paslaşmalarını seyretmek kadar, telefonun diğer tarafındakileri duymaya gerek bırakmayan, her bir vurgusu, mimiği düşünülmüş kapsamlı oyunculuklarından da büyük keyif alıyor insan.
“444”ün satır aralarına sinmiş ve hatta oyunun sürprizli sonuna doğru iyice su yüzüne çıkan günümüz toplumunun tüketim odaklı kültürüne, erk ve politikanın gücüne, iş dünyasının işleyişine ve toplumsal hafızanın kaybına/silinmesine dair eleştirel duruşun, oyunun bir sahnesinde adam’ın telefondaki müşteriye sonunu anlatmak zorunda kaldığı –ancak oyunda adı söylenmeyen- filmin (david fincher’in palahniuk uyarlaması “dövüş kulübü”) protest/aykırı içeriğiyle örtüşmesi de zekice düşünülmüş bir hoşluk.
boşuna değil; yiğit sertdemir bu oyunla geçen sene bütün “en iyi oyun yazarı” ödüllerini topladı.
“öldün, duydun mu?” altıdan sonra tiyatro'nun ilk defa 2006-2007 sezonunda sahneye koyduğu bir oyun. sinemada olsa tam bir auteur filmi olarak tanımlanacak cinsten bir çalışma: yiğit sertdemir oyunun yazarı, yönetmeni, sahne, ses ve ışık tasarımcısı!
her şey bir yana, özellikle sahne tasarımından bahsetmek isterim: çok yalın ancak bir o kadar da etkileyici olan dekor hem oyunun atmosferini kuruyor hem de içeriğine güç katıyor.
çoğunlukla eğlenceli, zaman zaman da derinden hüzünlendirecek kadar duygusal olan “öldün, duydun mu?” yine yoğun göndermelerle dolu, izleyiciyi güldürürken düşündüren bir oyun; bir psikolog seansından çıkmış kadar oluyorsunuz oyun bittiğinde!
oyuncular yine çok başarılı; neredeyse hiçbir repliği olmayan adam’da erkan kortan yalnızca mimikleriyle harikalar yaratıyor. masalcı’da gülhan kadim yine şakacı, oyunbaz, yine yaramaz bir karakteri ustaca canlandırıyor. ebe’de aslı can kortan hem fiziğini hem de sesini çok iyi kullanıyor.
oyunu seyrederken bana tek ters gelen şey müzik seçiminin mozart’ın requiem’inden klezmer müziğine, peter gabriel’in passion’ına fazlaca eklektik olmasıydı; ancak bu da oyunun sürprizli sonunda fazlasıyla anlam kazandı. yiğit sertdemir bir kere daha oyun kurmada ne kadar usta olduğunu kanıtladı. yazık ki, bu oyunun ödülleri yok!
ilgilenenlere önemli bir hatırlatma:
“444” 16 ve 17 mart tarihlerinde son defa sahnelenecek, kaçırmayın!
"öldün, duydun mu?" ise 24 mart'ta duru tiyatro'da, sanırım nisan'da da devam edecek.
9 Mart 2009 Pazartesi
noterde masaya yatırılan türkiye
"noter" galata büyük hendek sokak 21 numara'da nisan başına kadar pazartesi geceleri açık. noterde işiniz olmasını beklemeden bir uğrayın derim...
7 Mart 2009 Cumartesi
seksi "don pasquale"
ayyılmaz paris operası'nda çalışmış, robert wilson ve willy decker'in asistanlıklarını yapmış bir isim. "saraydan kız kaçırma" operasını izmir, antalya ve mersin operalarında sahneye koyduktan sonra, istanbul opera ve balesi'nde "hanım olan hizmetçi", "sevil berberi" ve sadece 3 kere oynanan "operatik marjinaller"i yönetmiş.
istanbul operası'nın bu sezonki yeni yapımları arasında beni en çok heyecanlandıran proje olan gluck'un "orpheus ile eurydike"sini de recep ayyılmaz sahneye koyacak, koreografi beyhan murphy'nin. prömiyer tarihi 22 nisan.
donizetti'yi çok fazla sevmememe rağmen, sırf benim için ayyılmaz'a ısınma turu olsun diye seyrettim "don pasquale"yi.
perde açıldığında bir banyodaydık ki, bir operaya mekan olabilecek en son yerlerden biri olsa gerek. bu yetmedi; üstü çıplak ernesto'yu, aynı mekanda amcası küvette yıkanırken, ayakta klozete işerken seyrettik. hemen arkasından norina'yı, kaslı çıplak bedeni ortalıkta bir erkek masör tarafından rahatlatılırken melodisi tanıdık ünlü "quel guardo, il cavaliere" aryasını söylerken dinledik. operaya konu olan entrikayı düzenleyen doktor malatesta bir eşcinsel olarak yorumlandı; opera boyunca -çok bariz olmasa da- masöre ve erkek hizmetçilere sulandı. ikinci perdede don pasquale'nin gizli kasası bir nü tablodaki kadın cinsellik organının bulunduğu bölgedeydi.
yukarda bahsettiğim üstü hafif örtülü, çok bariz ortaya konulmamış detaylarla süslenmiş bu cinsellik yüklü yorumun daha cüretkarı rahatlıkla almanya'da sahnelebilirdi ve sanırım çok da başarı kazanırdı. açıkçası, yaşlı erkeklerin genç kızlara duydukları şehvet dolu arzuları anlatan bir "opera buffa/gülünç opera" için çok hoş buluşlar bunlar.
recep ayyılmaz'ı kutlamak ve "orpheus ve eurydike" için umutlanmak lazım.
"don pasquale"ye diğer emeği geçenlere gelince:
orkestra şefi artem makarov başarılıydı, ancak -mekanın akustiğinden midir bilemiyorum- bazı sahnelerde orkestranın güçlü sesi şancılarınkini çok fazla bastırdı sanki.
norina'da hande soner muhteşemdi. gerek ses rengi, gerek sesini kullanışı, gerekse de oyunculuk kabiliyeti üst kalitedeydi. malatesta'da önay günay ve don pasquale'de ali ihsan onat hem "opera buffa"nın hakkını veren keyifli oyunculuklarıyla hem de doygun sesleriyle kendilerini izletmeyi/dinletmeyi bildiler. ernesto'daki caner akın için ise aynı şeyleri söylemek mümkün değil ne yazık ki.
son bir tebrik sahne tasarımcısı ferhat karakaya'ya; süreyya operası'nın küçücük sahnesini çok tutumlu ancak çok hoş mekansal buluşlarla değerlendirdiği için.
6 Mart 2009 Cuma
leh müzik ustasından yılın konseri
penderecki çağımızın en önemli bestecilerinden biri. aynı zamanda orkestra şefi. onu istanbul'da canlı izlemek/dinlemek büyük bir şanstı bizler için. [yıllar önce istanbul müzik festivali'ne kalabalık bir orkestra ve koro ile gelmiş ve kendi bestesi olan destansı "leh requiemi"ni seslendirmişti. kendi adıma ne yazık ki, o zamanki klasik müzik ilgim çağdaş bestecileri merak edecek kadar geniş değildi. dolayısıyla o konsere gitmemiştim. seneler sonra, çağdaş müzik konusunda biraz daha bilinçlendiğimde, eski festival kitapçıklarını karıştırırken bu konserin sayfasına denk geldiğimde bayağı hayıflanmış, kendime kızmıştım o konsere gitmediğime!]