30 Temmuz 2010 Cuma

KAYIP ZAMANIN İçİNDE


yıllar önce picus dergisinde fatih özgüven'in proust üzerine yazdıklarından en çok hatırımda kalan, özgüven'in "kayıp zamanın izinde"yi daha önce iki ayrı dilde okumuş olmasına rağmen proust'u yeni okumaya başlayanları kıskandığını söylemesi idi.

"kayıp zamanın izinde"nin türkçeye kazandırıldığı yıllarda bir yaz günü yalıkavak sahilinde 35-30 yaşlarında bir hanımın elinde görmüştüm tuğla gibi "çiçek açmış genç kızların gölgesinde"yi, pek şaşırmıştım; hafif güldürüler, heyecanlı polisiyeler dururken, yazın tatilde hem de sahilde okunacak kitap mıydı!
yıllar sonra aynı durumdaydım; "kayıp zaman"a bir yaz günü tatilde, kumsalda başladım ve başka bir yaz günü bitirdim. ciltlerin kalınlığını ve cümlelerin uzunluğunu saymazsanız, zaman zaman bir gülse birsel kitabı, okumamış olsam da tahmin edebiliyorum, kadar eğlenceli, bir polisiye kadar entrikalı olmasa da yeterince tedirgin ediciydi.
proust'u kumsalda okumanın tek bir püf noktası var; göz ve kulak sadece proust'ta olacak, başka bir yerde veya kişide değil! yoksa o mükemmel ama upuzun cümleleri dönüp dönüp baştan almak içten bile değil. tercihen, kulaklıktan chausson, debussy, ravel ve hatta brahms üçlüleri, dörtlüleri, beşlileri dinlemek faydalı olabiliyor konsantrasyonda.

diyeceğim o ki, geçenlerde, tam olarak 25 temmuz 2010 pazar günü, "kayıp zamanın izinde"yi bitirdim. yaklaşık bir yıl önce, tam olarak 3 haziran 2009 tarihinde, "swann'ların tarafı"nın kapağını açarak girmiştim proust'un yedi ciltlik kayıp zamanına; geçtiğimiz pazar günü, zamanı yakalayarak sonlandırdım maratonu. okurluk tarihimin unutulmazları arasına giren bir deneyimdi.

zaman zaman buraya alıntılar aldım "kayıp zamanın izinde"den; müthiş bir huşu ve tatmin içinde, adeta yutarak okuduğum satırları, sayfaları da oldu, sıkıldığım, bir an önce bitsin istediğim, proust'tan nefret ettiğim yerleri de. bir yıllık süre zarfında araya başka kitaplar da aldım, yoksa devamlı onu okumaya kalksam sonunu getiremiyebilirdim; başka bir açıdan da iyi oldu, "kayıp zamanın izinde" zaman kazandı içimde, genişledi, karakterleri benimle birlikte zaman geçirdiler, yaşlandılar...

roza hakmen'in çevirisinin çok çok iyi olduğunu düşünüyorum; bazı pasajlarda proust'un neredeyse türkçe yazdığını bile zannedebilirdim. bu kadar iyi bir çeviri olmasa "kayıp zaman"dan bu kadar zevk alır mıydım emin değilim.
sonradan, yakup kadri, nasuhi baydar ve tahsin yücel tarafından yapılmış kısmi (teker ciltlik) çevirilerinin de olduğunu öğrendim. doğrusu, onları merak da etmedim; hakmen'inki bence hem mükemmele yakın hem de külliyatı tek bir dilden okumak açısından daha doğru.

"kayıp zamanın izinde"yi oluşturan yedi cilt, ayrı ayrı okunabilecek, kendi içlerinde neticelenen konulara sahip değiller, birbirlerini takip ediyorlar; belki sadece ilk cilt "swann'ların tarafı" bağımsız olarak okunup bırakılabilir.
bu anlamda "kayıp zaman" hakkında bana en ilginç şeylerden biri, romanın yazma sürecini proust'un kendi deyişiyle şöyle açıklaması: "son cildin son bölümü ilk cildin ilk bölümünden hemen sonra yazıldı. aradan kalan her şey sonradan yazıldı". hele bu açıdan bakınca gerçekten müthiş bir serüven "kayıp zamanın izinde"; hem yazarının yaratım süreci açısından hem de okurun okuma süreci açısından.

...



bu kült roman şimdilik ne yazık ki hakkıyla sinemaya veya televizyona uyarlanabilmiş değil; fransızlardan bir fassbinder çıkıp da döblin'in "berlin alexanderplatz"ını çektiği gibi bir "kayıp zamanın izinde" projesi gerçekleşmedi daha.
boşverin fransızları, en merak ettiğim şeylerden biri; acaba gerçekleşememiş tasarılar olarak ünlü yönetmenlerin zihinlerinde veya not defterlerinde kalmış mıdır "kayıp zamanın izinde"? sanki, stanley kubrick'e çok yakışırdı böyle bir proje.

yüz yılı çoktan aşmış sinema tarihinde topu topu üç film var "kayıp zaman"dan uyarlanan.
en iyisi ve en bilineni volker schlöndorff imzalı "un amour de swann" (swann'ın aşkı).
jeremy irons, ornella mutti ve alain delon, yıl 1984; bir yeniyetme olarak, o zamanki sinema günlerinde seyretmiş, öyle pek ayılıp bayılmamıştım. geçen yaz, kendi proust serüvenime başlamadan önce, bir kere daha seyrettim ve bayağı beğendim. şimdi düşünüyorum da, ortalama bir film süresi dahilinde ancak bu kadar olabilirdi sanki.




yaklaşık on sene önceki festivalde de raoul ruiz'in bol keseden fransız yıldızlarla çektiği "le temps retrouvé, d'après l'oeuvre de marcel proust" (yakalanan zaman) gösterilmişti; catherine deneuve, vincent perez, emmanuel béart, pascal greggory, chiara mastroianni, elsa zylberstein, arielle dombasle ve john malkovich. yönetmeninin tarzını sevmediğimden o zaman hiç ilgimi çekmemişti, hala temkinli yaklaşıyorum, zira merakımı yenemeyerek izlediğim aynı yönetmenin "klimt"i gibi çıkmasından çekiniyorum.
üçüncü filmse, bir uyarlama değil esinlenme: chantal akerman, "la captive", "kayıp zaman"nın "mahpus" isimli cildinden. akerman iyileri de kötüleri de olan bir yönetmen, "la captive"i bir yerlerden bulup, şans vermek lazım.



tiyatro da ise, bu seneki tiyatro festivalinde konuğumuz olan guy cassiers'in ilk önemli çıkışıymış 2004-2005 yıllarında sahneye taşıdığı "kayıp zamanın izinde" projesi; ülkesinde ve avrupa'da bütün ödülleri toplamış, eleştirmen ve seyirciden övgüler almış.
cassiers romanı birebir uyarlamamış; her birine, romandan bir karakterin adını ve dünyasını verdiği dört bölümlük bir strüktür kurmuş. sırasıyla swann, albertine, charlus ve son olarak da marcel'in "dünyası"na yolculuğa çıkarmış seyircileri.
karakter sayısını da en önemlilerine indirgemiş. son bölüm "marcel'in dünyası"nda ise sadece marcel proust ve proust'un sekreteri céleste albaret'ye yer vermiş ve bu bölümü, albaret'nin 1972'de yayınlanan anılarından da faydalanarak hazırlamış.
bir başka kulağa hoş gelen ayrıntı ise; yapım boyunca marcel proust'un sahnede genç ve yaşlı olmak üzere iki ayrı kişi tarafından canlandırılıyor olması; bazı anlarda video projeksiyonundan da verilen görüntülerle marcel'lerin sayısı dörde kadar çıkıyormuş.

tabii, artık o devasa yapımı izleme şansımız yok, olsa olsa hakkında yazılanlardan fikir edinebiliriz, ki linkini verdiğim ivar hagendoorn'un metni gerek proust gerekse de cassiers'in yorumu hakkında oldukça doyurucu; insan kıskanmadan edemiyor!
ama hiç olmadı, cassiers'in şimdilerde sahneye üç bölüm halinde taşımayı planladığı ve ilk bölümü geçenlerde prömiyer yapan -ve akabinde avignon'da görücüye çıkan- başka bir kült roman uyarlaması, robert musil'in "niteliksiz adam"ı veya yine başka bir edebi demir leblebi, malcolm lowry'nin "yanardağın altında"sından yaptığı uyarlama bir şekilde festivale konuk olsa keşke.

...


proust "kayıp zamanın izinde"ye ait notlarını 1908'den 1917'ye kadar yukarıdaki ince uzun defterlere yazmış.
hala satılıyor mu bilmiyorum, ben 2002'de paris ulusal kütüphanesi'nin dükkanından satın almıştım defterlerden birini; birebir kopyalarını yapmışlar, sarı kumaş ayracı, ince uzun kalemiyle.
bu zaman oldu, kıyıp da içine bir şeyler yazamadım, çizemedim. hatıra diye saklıyorum. kendi zamanımın içinde uygun anı bekliyorum...

28 Temmuz 2010 Çarşamba

prometheus'ların ikincisi

(scott eaton)


(paul bouré)




sahnede yunanca, almanca ve türkçe konuşan oyuncular. oyun antik kafkasya'da geçiyor. derinden gelen atmosferik müziğe silah top sesleri, şehir alarmı eşlik ediyor. arasıra piazzolla'nın keskin hatlı bir tangosu giriyor. boğazdan geçen eğlence teknelerinden surlara çarpan melodiler ise rol çalıyorlar; hem de, tekneler hareket ettiği için surround ses sistemi atmosferinde! bir ara kafkas havaları geliyor püfür püfür, ne güzel tam da oyunun coğrafyası diyorsunuz, ardından dümbelekli oryantal esintiler çarpıyor yüzünüze.
sonra yavaş yavaş azıcık geçkin ama vakur dolunay beliriyor gökte; bulutların arasından sakin sakin, biraz gizemli seyrediyor -jannis kounellis tarafından- ellibin siyah gözlükle doldurulmuş yuvarlak diskini rumelihisarı'nın, ve çemberin etrafında tıklımtıkış oturmuş hayranlarını yetkin dikinciler'in.

daha önceki yıllarda festivalde seyrettiğim terzopoulos oyunlarından daha aydınlık, daha umut dolu bir yorum içeriyor gibiydi "zincire vurulmuş prometheus".
terzopoulos oyunun sonunda, bir leitmotif gibi oyunboyu üç dilde tekrarlattığı "bir gün gelecek!" repliğini seyircilere de onaylattı; hepimizin, "bir gün gelecek"ine olan inancımızı tazeletti; hepimiz birer prometheus'a dönüşerek ayrıldık hisar'dan.

(kikladik dişi figür, m.ö.2500'ler)




ajans 2010'un "yetkin dikinciler’in “prometheus” rolünü oynadığı performansın biletleri tükenmek üzere…" şeklindeki lansmanını boşa çıkarmayacak şekilde, yetkin dikinciler'i doyasıya seyretmeye gelmiş, iğne atsan yere düşürmeyecek kalabalık biraz hayalkırıklığı ile ayrıldı hisar'dan, zira tam da terzopoulos'a yaraşır bir tarzda oldukça yalın ve soyuttu sahneleme; yani, yetkin dikinciler bol bol konuştu ama klasik veya antik anlamda rol yapmadı, arkaik jestlerle uzun uzun karnını ovaladı.
zaten oyun biraz uzun olsaydı, öyle arasız falan dinlemez kalkıp giderdi seyirci; tam, aralarında konuşmaya başlamışlardı ki oyun bitti.
dikinciler bile "bilgili bir tek kişinin beğenisi bilgisiz bütün bir yığına bedeldir” diye düşünürken bana laf düşmüyor. yine de umarım; sadece dikinciler sayesinde hisar'a gelmiş kitle arasından sıkılmamış ve kafasında "demek ki tiyatro böyle de olabiliyormuş" diyen meraklı birileri çıkar.

terzopoulos hakkında şahika tekand'ın sözleri ise, sahne sanatlarının herhangi bir dalında eğitim alan herkese ders niteliğinde: “dürüsttü, sahne üzerinde çok dürüsttü ve tiyatroyu, tiyatro olarak değerli kılan bir yolu vardı. sene 1989-90. studio’yu açmıştım ama bir tiyatro topluluğum yoktu, performans grubum vardı. terzopoulos’un ‘bakkhalar’ını seyrettiğimde ben asıl olarak tiyatroyu neden seçtiğimi bir kere daha fark ettim. ve eve dönüp ilk oyunum ‘gergedanlaşma’nın tekstini yazmaya başladım o gece.”

...

sahne sanatları alanında ajans-2010'un kaydadeğer uluslararası işbirliklerine imza atmış olan dikmen gürün dünki cumhuriyet'te, muhsin ertuğrul'un önayak olduğu rumelihisarı'ndaki tiyatroda önceleri ve sonraları keyifle ve zevkle oyunlar seyrettiğimizden bahsediyor ve son yıllardaki anlamsız yasak yüzünden oranın ancak çok zahmetli izinlerle etkinliklere açılabildiğinden yakınıyordu.
istanbullu bir seyirci olarak benim için de rumelihisarı'nın özel bir anlamı var; ben de orada -kendimce- özel anlara tanık oldum. hisarın tiyatrosu boyut olarak o kadar ölçekli ki; hem arka planında ağaçlar, burçlar, boğaz ve karşı kıyının oluşturduğu müthiş bir espas var hem de sahneye, oyuncuya elinizi uzatacak mesafedesiniz; en arkada oturan seyirci bile rahatlıkla sahnedeki mimikleri takip edebiliyor. gerçekten de tiyatro -ve hatta konser- mekanı olarak benzersiz bir yer.
ama sanırım, günümüzde durmaksızın boğaziçi'ni delen gürültülü teknelerin taciz ettiği rumelihisarı'nda tiyatro seyretmek artık keyif değil ıstırap.

27 Temmuz 2010 Salı

gerçek zamanlı rigoletto


yıllar önce rai yine böyle bir proje gerçekleştirmişti; yapıtın geçtiği gerçek mekanlarda canlı olarak icra edilip televizyondan canlı yayınlanan opera.

o zaman yine başrolde placido domingo vardı. eser puccini'nin "tosca"sıydı.
maalesef tosca'yı kim oynuyordu hatırlamıyorum. ama domingo cavaradossi rolünde çok iyiydi. zaten domingo ustanın "çok iyi" olmadığı bir performansı var mı!

o zamanlar uydu antenimizin çektiği rai sayesinde; neredeyse yüzyıl öncesinin roma'sına "canlı bağlanmak", hele de yapıt icabı sabaha karşı olması gereken saatte uyanıp santangelo kalesi'nde geçen üçüncü perdeyi canlı seyretmek farklı, hoş, tek defalık bir deneyimdi benim için.

işin artistik yanının çekiciliği bir yana, esas teknik olarak zor bir işti, çünkü oyuncular ile orkestra -doğal olarak- ayrı yerlerde konumlandığı için senkronizasyonun sağlanması ve ses ayarının düzgün yapılması önemliydi.

şimdiki proje bbc ile rai'nin ortaklığında gerçekleşiyormuş. bu seferki opera verdi'den: "rigoletto". mekan, konunun geçtiği gerçek yer olarak: mantua.
canlı yayının rejisörü ise bir çok bertolucci ve saura filminin benzersiz sinematografisiyle akıllarımıza kazınan ünlü görüntü yönetmeni vittorio storaro.
tarih: 4-5 eylül 2010.

ya uydu antenimizden rai'yi arayacağız, ya da türkiye'den bir kanalın [mesela, ntv'ye yakışır!] bu benzersiz projeyi buralara da taşımasını umacağız.
[ve keşke "saraydan kız kaçırma" için de böyle bir proje düşünülse, hatta keşke 2010'da düşünülseydi, diye içimizden geçireceğiz!
sonra, en azından bir opera festivalimiz oldu diye şükredeceğiz!
ardından da, son günlerdeki arabesk müzik tartışmasından uyuşmuş bir halde bu temenni, istek ve şükranlarımızın hepsini yukardakine havale edip kaderimize razı olacağız!]

"yakalanan zaman"dan:


"Gerçekliğin tek ölçütü, malzemesi ne kadar cılız, bıraktığı iz ne kadar silik görünse de, izlenimdir ve bu yüzden de, zihin tarafından kavranmaya layık tek şeyidr, çünkü sadece izlenim, zihin içindeki gerçekliği ayıklamayı başardığı takdirde, zihne bir mükemmellik kazandırabilir ve saf bir mutluluk verebilir. Bilgin için deney neyse, yazar için de izlenim odur; aradaki tek fark, bilimde zihinsel çalışmanın önce, yazarlıkta ise sonra gelmesidir. Kendi kişisel çabamızla çözmek, aydınlatmak zorunda kalmadığımız, bizden önce zaten aşikar olan şey, bize ait değildir. Sadece içimizdeki karanlıktan çekip çıkardığımız, başkalarının bilmediği şey bizim eserimizdir."
- marcel proust
(yapı kredi yayınları, çeviren: roza hakmen)

20 Temmuz 2010 Salı

dunas: cebelitarık'ta aşk

avrupa ile afrika'nın, endülüs ile mağrip'in öpüştüğü noktada duruyor "dunas", cebelitarık'ta; doğu ile batı'nın birbirlerine köprü attıkları, iletişime, etkileşime geçtikleri, aşık oldukları yerde.


soyadı "doğudan gelen" anlamına gelse de, doğu'da özellikle de asya'da kendini özgür hissettiğini söylese de, kendini batılı, avrupalı olarak tanımlayan fas asıllı koreograf-dansçı sidi larbi cherkaoui ile avrupa'nın doğuyla en çok iletişime geçtiği, etkilendiği coğrafyalardan biri olan endülüs'ten sevilla'lı flamenko ustası -bence [iyi anlamda] "cadısı"- maria pagés'in ortaklaşa hazırladıkları bir yapıt "dunas".

"dunas" öncelikle, adı dolayısıyla direkt çölü, tepeleri çağırıyor; renkleriyle, boşluğuyla, kat kat kumaşların kıvrımlarıyla...
ama, başka mekânların atmosferini de yakalıyor insan "dunas"ta; asılı çamaşırları, üstü gölgelik bezlerle örtülü sokaklarıyla endülüs'ü... gerilmiş kumaşlarla kurulan geleneksel bedevi çadırlarını...

kumaş çok önemli bir yer tutuyor "dunas"ta, bütün gösteriyi kuruyor. pagés akıl etmiş bu kumaşı: likra tülmüş. kuzenimin tabiriyle "kelebek kanıdı" gibi bir yüzeyi, dokusu var; hissediliyor, ama çok çok ince olduğu için de geçirgen.




"dunas"a, kat kat kumaşların ardında gittikçe silikleşen silüetler, her bir kat kumaşla çoğalan, katmerlenen gölgeler hakim... ilüzyon gibi, halüsinasyon gibi, serap gibi...

gölgeler; birbirinin içine giren, kadının erkeğe, erkeğin kadına dönüştüğü, birbirlerinin içinden çıktıkları...

gölgeler; adem ile havva, kabil ile habil...
larbi'nin tek başına, felipe ramos'a ait müthiş bir ışık tasarımı sayesinde, tül üzerinde kendi bedeninden iki ayrı gölge yaratarak, iki gölgeyi aynı anda, evet aynı anda!, ayrı ayrı oynatarak savaştırdığı bir sahne var ki, nefeskesici!!!

gölgeler; uzakta ve yakında olan, büyük ve küçük, net ve bulanık olan...
larbi'nin akram khan ile sahnelediği "zero degrees"de gölgelerin ustaca kullanıldığı sahneler vardı; larbi "dunas"da gölge tiyatrosunu daha da ileriye götürmüş; pagés ile birlikte sahnede arka arkaya müthiş ilüzyonlar yaratıyorlar. [aklıma mehmet ulusoy geliyor; ben ancak dostlar tiyatrosu'yla sahnelediği muhteşem "sevdalı bulut"a yetişebildim.]

sadece gölge tiyatrosu yok "dunas"ta; son yılların gözde şov malzemelerinden kum sanatı var örneğin. hani, kumun üzerinde parmakla çizilen resimlerin tepegöz aracılığıyla büyük ekrana yansıtıldığı gösteri şekli.
televizyonlardaki yetenek şovlarına kadar inen bir tekniği niye kullanmışlar diye düşünüyor insan ilk başta. larbi fuaye söyleşisinde açıkladı: "maria ağaç olmak istedi".
hemen pagés'e döndük, hangi ağaç peki diye sorduk: tereddütsüz "zeytin ağacı" dedi.

[geçen yılki muhteşem istanbul gösterisinde kendisine hayran kalanlar unutmamıştır] maria pagés endamlı, kolları ve bedeni ile heybetli, güçlü bir kadın. [gades ve saura'dan alıştığımız kara kuru flamenko dansçılarına benzemiyor; christina hoyos'u düşünün]



pagés'i nasıl ağaca dönüştürebiliriz diye düşünürken kum fikri akıllarına gelmiş: pagés kolları ile yavaş yavaş dans ederken, larbi de sahnenin bir kenarına kurulmuş kum masasında pagés'in her bir kol hareketinden çıkan dallarıyla ağacı çiziyor; çizim ile pagés sahnenin arkasında süperpoze oluyorlar.

fark ettiğim -ancak doğrulatma imkanım olmayan- hoş bir ayrıntı; larbi'nin dalların ucuna yaptığı sürgünlerin, küçük dalların flamenko dansçılarının ellerine benzemesi; evet belki zeytin ağacı bu, ama aynı zamanda flamenko ağacı da! ve belki de elma ağacı?
çünkü ağaçta son anda bir elma beliriyor; pagés kapmak, koparmak için tam hamle yapmışken larbi siliyor elmayı.

ve ardından, larbi'nin çizdiği kollarla pagés şiva'ya dönüşüyor... ve sonra tekrar müthiş bir fikir: larbi kumları kenara itiyor ve yüzünü tepegöze yaklaştırıyor: kocaman bir erkek yüzü, gökten aşağıya, yere, küçük kalmış kadına bakıyor; kumdan çizimleri yarattığı, yoktan var ettiği gibi dünyayı da "yaratan" ,"yöneten" eril güç; egemen erkek bakışı eleştirisi.

ardından pagés sahneden çekiliyor ve yaklaşık 5-6 dakika boyunca, çoçukluğundan beri çizim yapmayı çok seven larbi'nin kum üzerine çizdiği görüntüleri izliyoruz; işte, eril gücün egemen olduğu dünyanın hâl-i pür melali: ikiz kulelere çarpan uçak, büyük balık küçük balığı yer daha büyüğü de onu yer ama en büyüğü bile en sonunda insan sofrasında kılçık olur, insan doğar büyür ölür yeniden doğar, haç figürü insana, haçın gölgesi de dört asal yöne (kuzey-güney-doğu-batı) dönüşür...

larbi silip silip çizdiği bütün bu görüntüleri, her birinin sonuna soru işareti koyarak bitiriyor; larbi cevapları bulmaktan çok sorularla ilgileniyor gibi, çözümlerden ziyade tespitlerle... aslında cevaplar soruların, çözümler tespitlerin içinde saklı zaten; larbi'nin yaptığı, mevcut hali ortaya koymak sadece.

müzik?
müzik "dunas"ta da, larbi'nin diğer bütün yapıtlarında olduğu gibi büyük rol oynuyor; her zamanki gibi larbi'nin kendisi de bir şarkıyı bizzat söylüyor.
flamenko müziği, arap gazelleri ve ortaçağ hac ezgileri, larbi'nin son yıllardaki vazgeçilmez ortağı polonyalı genç besteci szymon brzoska'nın batı tınılı müziği ile birleşiyor.
altı kişiden kurulu orkestra, gösteri sonunda en az larbi ve pagés kadar alkış alıyorlar. hele, arap ağıtlarını okuyan mohammed el arabi-serghini'nin sesi ve yorumu tüyler ürpertici güzellikte; o öne çıktığında salondaki alkışın çoşkusu daha da artıyor.




larbi olur da din/inanç/maneviyat, gösterinin bir parçası olmadan olur mu; hele de iberya yarımadası elmanın iki yarısından biriyken.
hıristiyanlığın üçüncü önemli merkezi, ispanya'nın kuzeybatı ucundaki haç kenti santiago de compostela'ya yürüyen hacıların müziği eşliğinde; pagés ayaklar üzerinde, dimdik ve hâkim figür, larbi ise yerde sürünen boyuneğen figür olarak dinin insanı boyunduruk altına alan, zulmeden görüntüsünü dansla betimliyorlar.
larbi'nin ilginç bir yorumu var bu sahneyle ilgili: "biri size zarar verdiğinde aslında siz de izin veriyorsunuzdur size zarar verilmesine; tek taraflı değildir hiç bir zaman..."



bu rol paylaşımında; her an dik duran ve ayağı yere sağlam basan flamenko ile, bedenin her bir uzvunu zeminle ilişkisi bağlamında yeniden tanımlayan larbi'nin çağdaş dans koreografisi arasındaki karşıtlığın etkisi büyük.
esas ilginç ve komik olansa; hıncahınç dolu fuaye söyleşisi sırasında maria pagés'in müthiş bir özgüven ve samimiyetle yaptığı yorum: "larbi ile tanışıncaya kadar modern dansın elleri hakkıyla kullanmayan ve durmadan yere düşerek yapılan bir sanat olduğunu zannederdim." pagés'i etkileyen ve hayran bırakan en büyük unsur larbi'nin ellerini ve kollarını çok güzel kullanıyor olmasıymış.
pagés'in başka bir hoş itirafı da "zeminde sürünmek istemedim; ayakta, sıkı ve dik olmak istedim; zeminden güç almak istedim" diyişi.





müthiş keyifli geçen fuaye söyleşisinden diğer anektodlar:
.pagés ile larbi 2002'deki monaco dance forum'da tanışmışlar ilk,
.sonra hiç tahmin etmedikleri yerlerde (defilelerde, partilerde, meksika'da) rastlaşmışlar,
.yavaş yavaş beraber bir şeyler yapma fikri doğmuş,
.ilk önce larbi'nin paris'teki göçmenler müzesi için hazırladığı bir enstalasyon için 20 dakikalık bir çalışma yapmışlar [larbi, "reves de babel" belgeselinde annesinin dediği gibi, organizasyon kabiliyeti çok yüksek bir adam; pina bausch'un konuk dansçılarından, "nefes"te de dans etmiş olan kuchipudi dansçısı hintli shantala shivalingappa ile de ilk defa iki yıl önceki pina bausch festivali için 20 dakikalık "barasey" adlı ortak bir iş çıkarmıştı [bu çalışmayı o zaman seyretme şansım olmuştu]. larbi ile shantala bu yaz bütün bir akşamı kaplayan "play" adlı çalışmayla seyirci karşısına çıkmaya hazırlanıyorlar, önümüzdeki sezon turnede olacaklar. larbi, birisiyle ortaklık edip edemeyeceğini ilk önce kısa çalışmalarla yokluyor, karşısındakini tanıyor; kimya tutarsa devamını getiriyorlar],
.maria pagés larbi'nin annesi ile tanışmış, pagés'in sevgilisi larbi gibi faslıymış, "family situation" diyor pagés,
."dunas"ın yaratım aşamasında bir ocak ayında fas'ta çöle gitmişler, "it's like holiday!",
.pagés şakayla karışık "mayıs ayında "dunas" ile fas'taydık, larbi'nin fas'ta sergilediği ilk gösteriydi, "they became crazy!", bütün gazeteciler, herkes onun etrafındaydı, onunla ilgilendi, merkez oydu, kimse bana bakmadı" diyerek sitem ederken, larbi bütün sevimliliğini takınarak iki elini onu sunar gibi yaparak pagés'i nasıl faslı gazetecilere göstermeye çalıştığının taklidini yapıyor,
.pagés'in söylediği hoş bir şey: "our way of work in "dunas" was very easy, no rush, always nice and easy...", larbi de ekliyor: "hiç bir yapımcının zaman sınırlaması, beğeni derdi olmadan, kendimizi hiçbir geleneğe angaje hissetmeden kendi bildiğimiz ve kendi istediğimiz gibi çalıştık..."


fuayedeki söyleşi sırasında larbi "dunas"ın çıkış noktasıyla ilgili çok hoş bir yorum yapıyor:
"şehirlerde sokaklar vardır; çizgiler, doğrultular oluştururlar, onları izler, peşinden gidersiniz... çölde ise hiç bir çizgi, hiç bir yön yoktur... çölde uzam vardır ve çöl özgürlüktür...
"dunas" ile özgür olduğumuz yeri, hali, özgürlüğün kendisini bulmaya çalıştık; etiketlerden, beklentilerden, tanımlı fikirlerden ve özellikle de başkalarının önyargılarından bağımsız, hareketlerin ve duygularımızın bizi ortaklaşa götürdüğü yere varmaya çalıştık.
"

kişisel izlenimim, "dunas"ın tensel ve duygusal aşkın, larbi'nin işlerinde ilk defa bu kadar yoğun bir şekilde yer aldığı bir yapıt olması; maria pagés'in ve flamenko'nun etkisi olsa gerek; aşksız, tutkusuz bir flamenko düşünülebilir mi!

gösterinin başında; kadın ile erkeğin ayrı ayrı iki yandan gelip, kelebeğin kanatları misali, iberya ile mağribin cebeliratık'ta birleşmesi gibi yanyana gelip; ellerini ve kollarını kullanarak enfes bir koreografiyle birleştiği... sonda ise; gövdelerinin alt kısmı aynı kumaşa sarılı, bir ve tek olup adeta seviştikleri ve en sonda üzerlerine gökten inen kumaşla yitip toprak oldukları bir güzelleme "dunas".


(fotoğraflar: david ruano & josep aznar
fuaye fotoğrafları: danzon
)

18 Temmuz 2010 Pazar

prometheus'ların ilki


"gergedanlaşma"dan beridir şahika tekand'a hayranım.
şimdilerde paris'te yaşayan dostum burcu ve teyze kontenjanından kardeşim c. ile seyretmiştik ilk defa 1996'daki festivalde oynayan "gergedanlaşma"yı. hatta o sıralar burcu tutturmuştu şahika tekand'ın oyunculuk atölyesine yazılalım, oyuncusu olalım diye. o zaman cesaret edememiştim, şimdi pişmanım!

şahika tekand sonraları oidipus üçlemesini sahneye taşıdı; iki yılda bir her tiyatro festivalinde bir bölümünün prömiyerini yaptı. her biri muhteşemdi.
hatta, yılda sadece temmuz-ağustos aylarında sadece antik yunan oyunlarının sahnelemesine izin verilen görkemli edipavrus antik tiyatrosunda bir yunan oyunu sahneleyen ilk -ve şimdilik tek- türk oldu şahika tekand; yani bir anlamda tereciye tere sattı; hafiften türk düşmanı olan yunanlılara kendi miraslarını yepyeni bir yorumla sundu!
şahika tekand'ın tiyatrosu, tiyatro sanatına yeni bir bakış, yeni bir yorum getiren, tiyatro sanatını geliştiren, yenileyen ve kendi tekniğini kuran özgün bir tarza sahip.

...

dikmen gürün'ün ajans-2010'dan ayrılmadan önce hazırlıklarını bitirdiği projelerden biri olan promethiade, temmuz başındaki atina gösterilerinden sonra bu akşam stüdyo oyuncuları'nın "on adımda unutmak - anti-prometheus" adlı oyunu ile istanbul'da start aldı.
promethiade projesine dahil olan şahika tekand ve theodoros terzopoulos'un, istanbul tiyatro festivali'nin vazgeçilmez sanatçıları olduğunu düşününce, bu projeye aslında bir anlamda bu seneki festivalin bir uzantısı olarak bakılabilir. aynı pina bausch'un "nefes"i gibi...



şahika tekand her zamanki gibi "oyun oynama" fikri üzerinden sahnelemiş prometheus mitini. yorum olarak da tersine çevirmiş miti: sisteme karşı çıkarak “sistemin mahkumu” olan prometheus yerine gönüllüce “sisteme mahkum olan” anti-prometheus'ların tragedyasını anlatmayı seçmiş. tabii, bu kendinden büyük bir güce/sisteme başkaldırmayıp da onun koyduğu kurallara göre davranmayı seçen "anti-prometheus" fikri, şahika tekand'ın, biçimsel olarak, önceden kuralları yönetmen tarafından koyulan oyun fikri üzerine kurulu tiyatro tarzına cuk oturuyor.

"oyun, bireysel küçük dünyasına sıkışmış, hayata müdahale etme yeteneğini ve büyük umutlarını ve uzun vadeli projelerini, kısa vadeli ve küçük kazanımlara feda etmiş, kendisine sunulan küçük konforlar aracılığıyla çevresine ve çevresindeki insanlara, sorunlara duyarsızlaştırılmış, maruz bırakıldığı bilgi bombardımanı içinde giderek farklı bir anlamda bilgisizleşmiş ve sonuçta cahilleştirilmiş çağdaş insanın tragedyasıdır."
stüdyo oyuncularının internet sitesindeki oyuna, konsepte dair açıklamalar ve yazar-yönetmenin notları, oyuna dair söylenebilecek bir çok şeyi içeriyorlar; bir seyirci olarak oyundan, orada yazanlardan daha fazlasını okumak neredeyse mümkün değil. acaba bu kadar açıklanmalı mıydı diye düşünmeden edemedim?

orada yazmayan ender ögelerden biri oyunun sonundaki sürpriz! doğrusu şahika tekand buradaki feminist duruşuyla [en azından ben öyle okumayı seçtim], helal olsun dedirtiyor, hem de pek bir eğlendiriyor.
son sahne, erkekler kurallara uymaya, konformist olmaya, boyun eğmeye ve sahip olduklarımızı korumaya/kaybetmemeye daha meyilliyiz de, kadınlar daha başınabuyruk, kural tanımaz, itaat etmez, daha kolay başkaldırıra getiriyor sanki.
bu figürün kadın olmasının yanısıra bir de yunanca konuşması var ki, bu da rahatlıkla türkler ve almanlar [oyunu başarıyla sırtlayan altı erkek oyuncunun üçü alman üçü türk] daha kolay itaat ederler, yunanlılar ise daha sorgulayıcı, asi ve başına buyruk olurlar yorumunu bile akla getiriyor!
şaka bir yana, son yıllarda emeklilik ve çalışma yasaları konusunda yunan ve türk hükümetlerinin yaptıkları -imf kaynaklı- değişiklikler düşünüldüğünde, yunanistan'da türkiye'den daha fazla protesto yapıldığı, hakkını arayan daha bilinçli ve organize bir ortasınıfın olduğu kesin! bu anlamda, sorgulayan figürün yunan olması da pek bir anlamlı!

"kosmos"a erivan film festivali'nde büyük ödül!


"Şöyle bir övgü var. Hayvanlar, duyarlılıkları çok yüksek varlıklar. Bunların karşısındaki durumumuz zaten bizim bütün halimizi gösteriyor. Mesela hayvanları kesmek, hayvanlara zulmetmek akıl almaz bir şey! Sonra işte, "Savaş yapmayalım, işte bilmem ne yapmayalım, haksızlık etmeyelim, adalet nerde?" Yani her akşam et yiyoruz... "Bunu yapalım bunu yapmayalım," şeklinde bir ders vermek anlamında söylemiyorum bunu. Ama böyle de bir ikiyüzlülük içindeyiz. Çok ağır bir ikiyüzlülük bu. Mezbahaya gidince benim orada gördüklerim bunlar mesela. Bütün ülkenin her yerinde mezbaha var ve biz bunları görmekten kaçıyoruz, unutmak istiyoruz. Bunu görmek istemiyoruz. Hani şey gibi... "Ben hayvan kesilirken bakamam!", "Eee nasıl yersin yemeğini?", "Şöyle yerim." Bu aradaki kopukluk çok acayip bir şey. Suç onda değil, onu suçlamıyorum. Çünkü yenilen etle, oradaki hayvan arasındaki bağ çoktan kopmuş. Ben oraya ilk mezbahaya gittiğimde "mağduriyet"i gördüm. Burada idam olacak hayvanlar var. Aslında Kars'taki mezbahaların mimari düzeneği gene de insani yapılmış. Hayvanlar bir yerde bekletiliyor aslında. Ondan sonra bir tanesi getirilip kesiliyor. Ama artık dünyanın hiçbir yerinde buna zaman yetmiyor. Zaman yok! Üçünü dördünü bir arada kesiyorlar. Bu insanların suçu anlamında değil, zaman öyle, düzen öyle yani. Ve bütün hayvanlar orada bunu seyrediyorlar ve sonra da kesiliyorlar! "Ay hayvanlar anlamaz!" diye bir şey yok. Orada gördüğüm şey suydu: Gözler. Nasıl bir endişe ve korku! Bir kere o hayvanların bilmediğimiz o salgıları var, bağırtıları var. Bütün o gözler... Daha korkunç bir şey olamaz. Titriyorlar böyle. Bunu biz bilmiyoruz. Böyle bilmediğimiz bir sürü şey var hemen yanı başımızda. Bu bizim hepimizin ikiyüzlülüğü. Bu bilgiler var. Sonra "Adam nasıl gidip de bir aileden altı insanı öldürdü?" diyoruz. Yani öyle bir vahşet var ki... Hepimiz dahiliz buna. Ben de dahilim, hepimiz dahiliz."
- reha erdem
("reha erdem sineması: aşk ve isyan" adlı kitaptan,
söyleşiyi yapanlar: fırat yücel, burak acar
çitlembik yayınları 2009)

yıldızların altında opera

benim için opera festivalinin en güzel tarafı tiril tiril giyinip üşümeden açık havada, yıldızlar altında opera seyretmekti. yoksa, seyrettiğim iki prodüksiyon da öyle kaçırılmayacak, ahım şahım gösteriler değildi. çarşamba akşamı harbiye açıkhava tiyatrosu'nda "aida"yı, bu akşam da topkapı sarayı'nda "zaide"yi seyrettim.



önce "aida":
yıllardır aspendos festivali’nin demirbaşı olan ve hakkındaki övgüler buralara kadar ulaşan ankara operası’nın “aida”sını nihayet istanbul’da seyretme şansına erdik.
en son seyrettiğim “aida”dan yarısında çıkmıştım; akm kapamadan önceki istanbul operasının en prestijli ve en yeni yapımıydı; akm’nin restorasyon sonrası ve istanbul'un avrupa kültür başkenti etkinliklerinin açılışını o “aida” ile yapmayı planlamışlardı. suat arıkan duymasın, bence çok kötü bir prodüksiyondu.

“aida” konvansiyonel anlayışla sahnelenmeye ve bu anlamda gösterişli olmaya yatkın bir operadır; antik mısır’da geçer, sanki tutankhamun mezarının görkemli hazineleri bütün antik mısır’ın görsel temsilcisiymiş gibi bolca altın yaldız kullanılır.
ve "aida"da bir de; zafer marşının eşlik ettiği savaştan zaferle dönme sahnesi vardır ki, bazı operalar bu sahnede fil bile çıkarırlar!
gösterişli oliyim derken kitschleşmek de pek mümkün! [keşke bilinçli yapılsa, ona da razı olacağız!] sanırım, fazla gösterişli olma çabasının bir diğer sonucu da uyduruklaşmak. herkes franco zeffirelli olamıyor ki; ne yaptığını bilerek yapmak, gösterişin, görkemin arkaplanını doğru tasarlamak her yiğidin harcı değil doğal olarak.

maalesef istanbul operası’nın “aida”sı gerek sahneleme gerekse de müzikal kalite anlamında kötü bir yapımdı. ankara operası’nın “aida”sının ise, istanbul yapımı kadar ağır laflar haketmese de, öyle başarısı abartılacak bir yapım olduğunu düşünmüyorum.
hadi, bu dekor ve bu sahneleme anlayışı aspendos’un antik atmosferine -bir şekilde- adapte olmuş olabilir, yabancı kaçmıyordur, ancak 21. yüzyılda harbiye açıkhava tiyatrosu’nda insan daha çağdaş bir yorum bekliyor.
hadi konvansiyonel yaklaştınız, o zaman da bari feyz aldığınız kültüre sonuna kadar sadık kalsaydınız! örneğin; mısır tapınaklarının iç mekanında devasa boyda tanrı heykelleri olmaz ki! mısır tapınağının içi, gittikçe küçülen ve loşlaşan mekanlardan oluşur ve en uçtaki en kutsal mekanda kutsalların kutsalı olarak tanımlanan tanrının küçük bir modeli olur sadece. tapınağının iç mekanında büyük boy heykel bulunan uygarlık, antik mısır değil antik yunandır.

“aida”nın bir diğer olmamışlığı, 4. perdenin son sahnesinin geçtiği mezar içi mekanının çok baştansavma tasarlanmış olması.
tamam, 12 sahne görevlisinin, bu devasa dekorları düzenledikleri için hemen 4. perdenin başında selama çıkıp, alkış istemelerine diyecek laf yok; sendikaları yok belki, ama gerek yönetim gerekse de seyirci tarafından onurlandırılıyorlar, daha ne isterler ki hayattan!
keşke görevlilerin gayretlerine değecek bir sahne tasarımı olsaymış “aida”nın.

bizim gittiğimiz akşamda solistler yabancıydı; radames’te genç tenor enrique ferrer fena değildi, amneris’teki konuk mezzo-soprano anna chubuchenko yerine keşke bir akşam önceki performansa çıkan sim tokyürek’i seyretseymişiz diye iç geçirdik, aida’da othalie graham ise nemli istanbul havası gözönüne alındığında oldukça doyurucuydu, özellikle son perdede.


"zaide" ise;
mozart'ın az bilinen bir operası, ben bu akşama kadar hiç bilmiyordum, ilk defa dinledim. "saraydan kız kaçırma"nın eskizi gibi; melodiler, karakterler, hikaye yapısı, almanca olması. mimar sinan terminolojisiyle söylersek "zaide" mozart'ın çıraklık, "saraydan kız kaçırma" ustalık eseri. [bu bağlamdaki kalfalık eserini bilemeyeceğim.]

topkapı sarayı'nın -geçen sene gereksiz kıyametlerin koparıldığı, sinirlerin gerildiği- görkemli bab-üs selam kapısının önünde, mütevazi boyutlarda bir sahne üzerinde aytaç manizade rejisiyle antalya operası'nın sahnelediği "zaide" prodüksiyonu çağdaş bir anlayışla postmodern olan, herhangi bir şekilde osmanlı olmaktan çok, ağırlıklı olarak selçuklu ve bolca "1001 gece masalları" havasındaydı. insan bunu da görünce, keşke konvansiyonel olsaymış diyor; ne tatminsiz bir varlığız di mi!

hadi, harbiye açıkhava'da mikrofon kullanmayı anlayabiliyorum da, sahne ile seyirci arasındaki uzaklığın makul bir seviyede tutulduğu "zaide"de mikrofonun neden tercih edildiği bence bir muamma. yazık, çünkü hepsi de yerli operacılarımızın genel olarak eliyüzü düzgün, dinlenebilir, büyük falsoları olmayan icraları mikrofon yüzünden sıcaklığından, doğallığından yitirdiler.

herşeye rağmen, geceleyin çok hoş ışıklandırılmış topkapı sarayı'nın sakin avlusunda olmak, yıldızların ve çınarların altında rengarenk bir gösteri izlemek keyifliydi...

15 Temmuz 2010 Perşembe

lanet olsun, biraz şefkat!!! [dikkat, bu yazı "çıplaklık" içermektedir, rahatsız olacaklara şimdiden çıkmaları önerilir!]




yukarıdaki fotoğraflar dave st-pierre'in "un peu de tendresse bordel de merde!" (lanet olsun, biraz şefkat!) adlı sahne yapıtının son sekansından; ellerinde birer büyük pet şişe suyu yavaş yavaş başlarından aşağıya ve bedenlerinin arkasından yere döktükten sonra, soyunup, çoçuklar gibi şen, karınlarının üzerinde kaydılar, yuvarlandılar ıslak zeminde. zamanla acıdı oyun, neşe sesleri acı seslerine dönüştü, yorgun düştüler, sakinlediler ve son fotoğrafta olduğu gibi herkes bir çift bulup, ıslak zemin üzerinde, anadan doğma halde birbirlerine fetus şeklinde sarılıp huzur içinde uyudular.
sadece biri, sabrina, tekti; önce yatanların arasında karın üstü kayıp dolaştı; ya bir partner arıyordu ya da çocuklarının huzur içinde olup olmadıklarını kontrol ediyordu, bilemedim. sonra, o da çekildi bir köşeye, kıvrılıp yattı, yalnız.
bu son sekans boyunca arvo pärt'in "spiegel im spiegel"i çaldı kesintisiz; sonlara doğru müziğin sesi yavaş yavaş kısıldı, ışıklar yavaş yavaş kapandı ve gösteri bitti.

çırılçıplak dansçıların çiftler halinde huzurlu yatışları bana pina bausch'un "masurca fogo"sunun son sahnesini hatırlattı; capo verde'li bau'nun "raquel" adlı yumuşak ritimli şarkısı eşliğinde kızlar ile erkekler çiftler halinde dans ederlerken yavaş yavaş üstlerini çıkarır, yarı çıplak dans etmeye devam ederler, sonra da sarmaş dolaş yere uzanırlar. aşk içinde ve huzurludurlar. sekans boyunca sahnenin bütününe projeksiyondan açan çiçeklerin hızlandırılmış görüntüleri yansıtılır.

her ne kadar dave st-pierre gösteri sonrasındaki söyleşide "sizin hakkınızda pina bausch'un pornografik oğlu tanımlaması yapılıyor ne düşünüyorsunuz" sorusunu garipseyip, biraz duraksadıktan sonra -hafif ironik ve alaycı bir tonda- pina bausch'u tanrı mertebesinde gördüğünü, ancak kendisini tanrının oğlu olarak düşünemediğini söylese de [bu sırada salondaki dansçılarından biri "jesusss!!!" diye bağırdı]; julidans'ta izlediğim iki yapıtından, "un peu de tendresse..." ve "libido"dan yola çıkarak, dave st-pierre'in pina bausch'un "oğlu" olmasa da ruh ikizi olduğunu düşünmeden edemiyorum.
kadın-erkek ilişkileri, yalnızlık, şefkat ve sevgi ihtiyacı, kırılganlık, acı temaları çok paralel, bunları ele alış şekli de.



sonra; "un peu de tendresse..."in sert mizaçlı, otoriter, hafif depresif ve alaycı [ingilizce "cynical" tabiri cuk oturuyor] siyah kıyafetli kadın karakteri sabrina [muhteşem enrica boucher] hal ve tavırları ile pina bausch'un kült figürlerinden mechthild grossmann'la o kadar özdeş ki, bu kadar olur!
başından kötü bir ilişki geçtiği için kızgın ve depresif, biraz femme-fatale sabrina, yunan tragedyalarının anlatıcısı gibi akşam boyunca seyircilerle bir başöğretmen edasında sert ve otoriter konuştu, seyredeceğimiz gösterinin kuralları konusunda iki dilde açıklamalar yaptı, sorunlu ilişkisinden bahsetti, belli aralıklarla ileriki dakikalarda seyredeceklerimiz hakkında bizi uyardı, tepki vermemizi bekledi, aklımızdan geçme olasılığı yüksek düşüncelerimizi, duygularımızı dillendirdi ["i smell your fearrrsss!!"], bizlerden sözlü bir tepki gelmese de hazırcevap haliyle sessizliklerimizle didişti; tırsmadık değil ama muhteşem komik ve eğlenceliydi!

[benden uyarması, bundan sonrakiler sizi daha fazla rahatsız edebilir. isteyen çıkmakta serbesttir!]



"un peu de tendresse..."in münih'teki dünya prömiyeri sırasında seyirciler arka arkaya kapıyı çarparak terk etmişler salonu, bazıları da kapının yanındaki dave st-pierre'e "bu yaptığınızı koreografi mi sanıyorsunuz, bu düpedüz pornografi! sapkınlık!" diye çıkışmışlar.
bu anektodu keyifli bir yüzle "benim de esas istediğim buydu işte! seyircilerin tepki vermesi" diyerek dave st-pierre anlattı söyleşi sırasında.
70'li yıllarda aynısının, hatta daha beterinin [saç çekmek, yüzüne tükürmek, sahneye yumurta atmak gibi] pina bausch'un başına geldiğini düşününce, iki sanatçı arasındaki benzerlikler artıyor!
[pina bausch vefat ettikten sonra wuppertal'e acaba yeni genç bir koreograf mı çağrılsa diye bile düşünülmüştü, almanların ünlü dans eleştirmeni jochen schmidt eski bausch dansçısı avustralyalı merly tankard'ı önermişti. bence birisi çağrılacaksa dave st-pierre biçilmiş kaftanmış! wuppertal'dekiler duymasın :) ]

pina bausch ile dave st-pierre arasındaki bence en büyük farklılık ise; eskisinden yenisine bausch'un hiç bir yapıtı seyirciyi kışkırtmaya yönelik değilken [sadece kendi doğru bildiği şeyi yapmaya çalıştığını, hiç bir zaman seyirciyi kışkırtmak gibi bir dürtüsünün olmadığını söyler bausch], st-pierre'in amacının açık bir şekilde seyirciyi kışkırtmak olması.
st-pierre dünyaya bausch'dan daha kızgın, daha öfkeli bakıyor gibi; sanki daha fazla bir yerleri acımış ve karşılığında, karşısındakileri en iyi bildiği yolla, sahneledikleriyle kışkırtmak, acıtmak, rahatsız etmek istiyor.


tabii, rahatsız etmeden önce kendini sevdirmesi, seyirciyi alıştırması, ısıtması lazım. peki bunu nasıl başarıyor? çok basit; seyirci ile sahne arasındaki "dördüncü duvar"ı yıkarak!
gösterinin ilk yirmi dakikasını sapasağlam ve salondan kaçmadan atlattığınız takdirde oyunu beğenmemeniz için hiçbir neden yok. bu ilk yirmi dakikada ne mi oluyor? seyirci kısmının ışıkları açılıyor ve, anadan doğma 9 erkek dansçı kafalarında sarı uzun saçlı peruklar ve seslerini inceltip çocuk/bebek sesi çıkartarak sahneden seyircilerin arasına atlıyorlar ve yaklaşık on dakika boyunca çırılçıplak halde koltukların arasında, üstünde dolaşıyorlar, seyircilerin kucaklarına oturuyorlar, yatıyorlar, mahrem yerlerini açıp gösteriyorlar, seyircileri yanaklarından öpüyorlar. balkondakileri de ihmal etmiyorlar, aynı muameleyi onlara da yapıyorlar; bütün tiyatro bir anda bir şenlik yerine dönüyor!

[son uyarı! bundan sonra görecekleriniz sizi rahatsız edebilir. isteyen çıkabilir]

tabii, bu sekansın öncülü var; daha seyirciler koltuklarına yerleşmeye çalışırlarken etraflarında bir gariplik olduğunu hissediyorlar. kendileri gibi gündelik giyinmiş bazı insanlar biraz abartarak birbirlerine uzaktan selam veriyor, yanlış koltukta oturduklarını fark edip sıraların üzerinden koltukların kollarına basa basa yer değiştiriyorlar, salonunun bariyerlerinin üzerine oturup kayıyorlar. bu sırada, çırılçıplak, sarı peruklu, bebek sesli bir erkek dansçı da, sahnenin en gerisine yerleştirilmiş sandalyelerden birine oturmuş bağırış çığırış salondaki seyircilerin ilgisi çekmeye, onlara merhaba demeye, şirinlik yapmaya çalışıyor.
sonra; salona dağılmış dansçıların hepsi yavaş yavaş sahneye çıkmak üzere yan kapılardan çıkıyorlar ve teker teker sahnedeki boş sandalyelere oturuyorlar: seyreden-seyredilen ilişkisini kırmak, sahnedekilerin de aslında seyircilerden bir farkı olmadığını, aynı dertleri, aynı ilişkileri-ilişkisizlikleri yaşadıklarını ve seyircilerin biraz sonra seyredeceklerinin de aslında kendilerini anlattığının altını çizen enfes bir açılış sekansı bu.



(fotoğraflar: emile zeizig, avignon 2009)
dave st-pierre dansçılarda virtüözite değil enerji aradığını söylüyor. koreografisi de enerji dolu; tabuları yıkan, bedensel ve fiziksel çekingenlik içermeyen saf ve kaba bir enerji bu!
"un peu de tendresse..."in bir çok dans sekansının öncesinde dansçılar dizlikler takıyorlar; kendilerini havaya fırtalıp bütün güçleriyle bacakları altlarına kıvrılmış zemine çakılıyorlar, ve bunu bir kere değil, defalarca yapıyorlar, taa ki yorgunluktan ölene kadar! taa ki seyircilerden biri "enough" veya "stop" diye bağırana kadar. [st-pierre'in dördüncü duvarı yıkma konusundaki başarısına bir örnek daha!]

dave st-pierre, dansçılarının yoruldukları zamanki hallerini de çok sevdiğini, bunun gösterinin bir parçası olduğunu, gösterinin "gerçek" olduğunu, "miş gibi yapma" olmadığını kanıtladığını söylüyor.
örneğin, erkeklerin tek elleri ile suratlarına defalarca tokat attıkları bir sahnenin ardından arkalarını döndüklerinde sendelemelerini, hızlı bir koreografik sekanstan sonra nefes nefese kalmalarını önemsediğini belirtiyor.

topluluğunun yapısı ve çalışma tarzı konusunda da ilginç açıklamalarda bulundu dave st-pierre söyleşi sırasında.
ekonomik olarak güçlü bir topluluk olmadıkları için dansçı sayısı her an değişiyormuş. bir yıl önceki avrupa turnesinden bu yıla kalan dansçı sayısı bir elin parmaklarını geçmiyormuş. bu nedenle ve aynı zamanda gösteri yapılan sahnenin büyüklüğüne de bağlı olarak aynı yapıt farklı sayıda (bazen 14, bazen 21 bazen de 17) dansçı ile sahnelebiliyormuş. ilginç!
[buraya kadar dayanabildiyseniz sorun yok demektir, seyretmeye devam edebilirsiniz! ama sakın güvende olduğunuzu zannetmeyin!]

yaratım süreci ise dave st-pierre'in yönetiminde, ancak doğaçlama ve dansçıların fikirlerine de açık ilerliyormuş. örneğin, "une pe de tendresse..."de siyahlı kadının, sevgilisinin getirdiği pastanın üstüne oturup orgazm olduğu bir sahne var; o sahne, dave st-pierre'in bir gün stüdyoya kekler, şişe şişe su ve beş erkek dansçı ile kapanıp doğaçlama yaptıkları bir seans sonrasında çıkmış.
zaten, provalar sırasında çalışılan sahneler, yapıtın son haline nicelik (solo ve duo çalışılan bir koreografi trio veya topluluğa uyarlanıyormuş) ve cinsiyet (erkek için düşünülen bir hareket kadınlara adapte ediliyormuş) değiştirerek yerleştiriliyormuş.

st-pierre'in önemsediği şeylerin başında, sadece dansçılarla değil tiyatro oyuncuları, sokaktaki insanlarla çalışmak da varmış ve topluluğunu ilk kuruduğu zamanki profil bu anlamda daha renkliymiş.
zamanla, kişi sayısı arttıkça, artık yeni, "amatör" kişilere gerek kalmamış; şu anda 35 kişilik bir dansçı grubu varmış st-pierre'in tezgahından geçmiş olan.

("la pornographie des ames" - afiş)

"un peu de tendresse bordel de merde!" (a little tenderness, for crying out loud!) üçlemenin ortadaki halkası; bir aşk ilişkisinde arada kalma, tereddüt etme, evet veya hayır diyememe üzerine acıtıcı, hatta hatta kanırtıcı bir çalışma.
üçlemenin ilk yapıtı "la pornographie des ames" (bare naked souls) ise, 3.5-4 yıllık bir ilişkiden sonra ayrılmış olmanın halet-i ruhiyesini anlatıyormuş. [çok merak ettim]
topluluğun şu sıralar üzerinde çalıştığı üçüncü halka ise, aşka düşmenin, koşulsuzca aşık olmanın ruh hallerini ele alacakmış.

("la pornographie des ames" - bir sahne. havadaki: dave st-pierre)

dave st-pierre'in seyirciyi selamlama sırasında, daha önce kimsede rastlamadığım, hoş bir ritüeli var. aynısını "libido"nun sonunda da yaptı.
alkışın belli bir noktasında seyircilere durmalarını rica edip, o gösteriye emeği geçenlere (festivalin ve gösterinin sahnelendiği tiyatronun görevlilerine, ışıkçılara, sahne teknisyenlerine, ışık tasarımcısına, müzik kurgusunu yapana) adlarını söyleyerek teşekkür ediyor ve ardından teker teker bütün dansçılarını yine adlarını söyleyerek seyirciye tanıtıyor. tam da, az önce seyrettiğimiz yapıtı tasarlayan bir sanatçıdan beklenecek duyarlılıkta, incelikte, insancıllıkta bir davranış diye düşünüyorsunuz...

compagnie dave st-pierre'in maalesef internet sitesi yok [mali olarak pek parlak değiller anladığım kadarıyla], dolayısıyla onları takip etmek hiç kolay değil. ancak, zaman zaman bildiğim festival ve kültür merkezlerinin programlarını kontrol ederek turneleri konusunda bilgiye ulaşabiliyorum. bu yüzden, bir daha ne zaman nerede bir dave st-pierre yapıtına denk gelirim bilemem, ama umarım onlarla tekrar karşılaşırım...

["un peu de tendresse..." için bir kaç tarih: toronto harbourfront center'da 2-5 şubat 2011, paris theatre de la ville'de 25-29 mayıs 2011]