30 Nisan 2012 Pazartesi

dîsko 5 no'lu / metîn / zenderlîoğlu


kendini "insan" olarak tanımlayan hiç kimsenin hoş göremeyeceği, "insan" olanın kınayacağı insanlıkdışı bir mekanı ve o mekanda yaşananları anlatıyor "dîsko 5 no'lu". mîrza metîn tarafından yazılmış, berfîn zenderlîoğlu tarafından yönetilen dest-ar tiyatro yapımı tek kişilik, bir saatlik oyunda mîrza metîn bir örümceği, bir sineği, bir fareyi, bir mahkumu ve bir gardiyanı canlandırıyor.  

konusu "aklın ve hayal gücünün sınırlarını zorlayan insanlık dışı bir vahşet" olunca, hele de o vahşetin gerçekleştiği "diyarbakır 5 no'lu cezaevi'nde ile ilgili yazılmış anı, araştırma, belgesel çalışması ve görüşmeler kaynak alınarak yazılmış" ise, bir oyun hiç bir tiyatral öge içermeden sadece metnin gücüyle bile seyirciyi etkisi altına almaya kadir olsa gerek. oysa, sözkonusu tiyatro ve sanat olunca; konu edilen "gerçeklik"in ötesine geçmek gerekir. davanızda ne kadar haklı da olsanız, derdiniz ne kadar gerçek de olsa, sözkonusu bir tiyatro yapıtıysa; gittikçe artan dozda işkence sahnelerini arka arkaya sunmanın ötesinde niteliklere ihtiyaç duyar.

"dîsko 5 no'lu" oyununun ilk 10 dakikası, yani örümcek ile sineğin mîrza metîn'de beden ve ses bulduğu sekans, bu sezon bir tiyatro sahnesinde tanık olduğum en etkileyici, en sarsıcı, en allakbullak edici zaman dilimiydi benim için.
o 10 dakika boyunca ben de diyarbakır 5 no'lu'daydım; o 10 dakika bana kokusunu, nemini, karanlığını, sesini "yaşattı" o mekanın; orada gerçekleşmiş olanlara dair sanki ordaymışcasına bir duygu uyandırdı içimde; ürpertti beni; korktum, ürktüm, sıkıştım, çaresiz hissettim kendimi.  
ancak sonraki 50 dakika bu duygu gittikçe uzaklaştı benden; oyun "pornografik" bir niteliğe büründü; "aklın ve hayal gücünün sınırlarını zorlayan insanlıkdışı vahşet" sahneleri dalga dalga, birinin etkisi yitmeden diğeri abanarak üzerime geldi; etkisi çoğalacağına sündü.  
ilk 10 dakikada sesi ve bedeniyle örümceğe ve sineğe dönüşme konusunda beni (ve sanırım seyreden herkesi) kendine hayran bırakan mîrza metîn'in oyunculuğu sonraki dakikalarda "gardiyan"ı gözleri sonuna kadar açarak, "mahkum"u sesi yumuşatarak canlandırma kolaycılığına sığındı.
o ilk 10 dakika, değil oyunun geri kalanında anlatılanlara, diyarbakır 5 no'lu cezaevinde yaşanmış olan vahşetlerin tümüne bedeldi; "işte tiyatro böyle bir şey", "işte sanatın gücü" dedirten bir 10 dakikadaydı.

29 Nisan 2012 Pazar

d'ansamble II



29 nisan dünya dans günü etkinlikleri kapsamında istanbul devlet balesi üç günlük bir program hazırlamış. cuma akşamı “d’ansamble II.” adı altında topluluğun genç balerin ve baletlerinin koreografileri sergilendi. açıklamasında “koreografi dalında umutları, hayalleri olanlara fırsat tanımayı amaç edinen bir gece” olarak tanımlanmış programda toplamda bir saat süren beş kısa metrajlı iş sergilendi.

işlerin geneli neo-klasik tarzdaydı. dansçı-koreografların formasyonlarından dolayı şaşırtıcı olmayan bir durumdu bu. toplam içinden iki iş tiyatralliğe göz kırpışları ve yaratıcı buluşları ile sıyrıldı: deniz özaydın’ın “arayış”ı ve ebru cansız atay’ın “sıradan”ı.

deniz özaydın’ın “arayış”ında bir erkeğin arayışını izledik; iki kadın ile ayrı ayrı duosunu ve sonunda tek başına kalışını; kararsızlığını, sıkışmışlığını.
dansın yanısıra abartılı olmayan mimik ve jestlerde de ifade bulan “arayış” keyifle izlettirdi kendini. aynı zamanda koreografiyi de yapan deniz özaydın’la birlikte deniz zirek ve melike manav dans ettiler.

ebru cansız atay’ın “sıradan”ı ise, adının tam zıddı nitelikte, hiçbir dakikası sıradan olmayan bir işti. ışığı, gölgeyi, mekanı kullanışı -nefes kesecek kadar- yaratıcıydı; bedenleri kullanışı ustacaydı. çok basit bir buluşla (ışıklı/fenerli gözlükler) karanlık sahnede bambaşka bir atmosfer yaratıldı; mekan her hareketle yeniden tanımlandı; ilüzyon büyüledi.
yapıtın bu kadar iyi olmasındaki etkenlerden biri de dansçılardı; iki mükemmel dansçıyı, iki deniz’i, deniz zirek ile deniz özaydın’ı sabaha kadar izleyebilirdik.
acaba üzerinde biraz çalışılsa, atmosferini ve etkisini kaybettirmeden yapıt geliştirilip, süresi biraz uzatılabilir mi. bu sayede “sıradan” istanbul devlet balesi’nin repertuarına alınıp, yabancı veya yerli başka üç işle birleştirilen bir akşamda değerlendirilebilir. böylece, bu etkileyici yapıt bir seferlik bir gösterimle yitip gitmemiş olur…

28 Nisan 2012 Cumartesi

madredeus istanbul'daydı!



madredeus perşembe akşamı 7 yıl aradan sonra ikinci kere istanbul'a, işsanat'a konuk oldu.
istanbul konseri, madredeus'un alameti farikası, yüzü ve aynı zamanda topluluktaki erkeklerin aşık olup birbirine düştükleri vokalisti, melek sesli teresa salgueiro ayrıldıktan, grup dağılıp tekrar toplandıktan sonra çıkardıkları "esséncia" albümünün turnesi kapsamında gerçekleşti.

yeni vokalist beatriz nunes'in sesi teresa'yı hiç aratmıyor; gözünüzü kapadınız mı teresa'yı dinliyor gibisiniz, açtığınızda ise teresa'nın duru ama mesafeli güzelliğine karşılık daha sempatik, güleryüzlü ve kanlı canlı bir endamın keyfini çıkarıyorsunuz. belki de beatriz hanım'ın sıcakkanlılığı hamile olduğundandır, kim bilir.
şurası kesin ki, madredeus'un beyni pedro ayres magalhães'in tahayyülündeki ses değişmemiş. bu yeni vokalist ve gruba yeni katılan müzisyenlerle değişen tek şey düzenlemeler.


doğrusu, istanbul'daki ilk konserlerinde gruba çok kızmıştım; ilk defa geldikleri bir şehirde hiç eski şarkılarından çalmayıp, sadece, daha yeni çıkmış, hiç birimizin tek bir melodisini bile bilmediği yeni albümlerinden söyleyip gitmişlerdi. bis parçası olarak bile eski güzel günlerden bir sedayı kulaklarımıza çok görmüşlerdi.
bu seferse sadece ve sadece eski albümlerden söylediler; "esséncia" konseri tam bir "madredeus best of"u idi. eh, beatriz'in sesi de teresa'yı aratmayınca; eskilerinden daha etkili, yaylı çalgıların muhabbetine daha ağırlık verilmiş yeni düzenlemelerle eski bildik ve sevdiğimiz madredeus şarkılarını dinlemek tam bir keyif oldu.

27 Nisan 2012 Cuma

kumbaracı 50 üçlemesi I : gerçek hayattan alınmıştır


geçen akşam kumbaracı50’de “gerçek hayattan alınmıştır”ı, ertesi -yani dün- akşam da “barzo ile konserve”yi izledim. bu oyunlar altıdan sonra tiyatro’nun kumbaracı50 üçlemesi’nin ilk iki ayağını oluşturuyor.
“gerçek hayattan alınmıştır” hakkında aşağıdaki metni “barzo ile konserve”yi izlemeden önce yazdığımı özellikle belirtmek isterim.



“gerçek hayattan alınmıştır” birbuçuk saat sürüyor; oyun ile gerçek, oyun alanı ile seyirci alanı, oyuncu ile seyirci arasındaki ayırımların bulanıklaştığı, sorgulandığı, ortaya serildiği “gerçek zamanlı” bir birbuçuk saat.
anne ile oğlunu oynayan iki oyuncunun yokuştan çıkarak nefes nefese vardıkları ve bir tiyatro mekanına dönüştürülme aşamasındaki “oyun alanı” gerçekten de bir yokuş üzerinde ve gerçekten de başka bir işlevden tiyatroya dönüştürülmüş bir yer.
emekliliğine az kalmış bir oyuncuyu canlandıran, gerçekten de mayıs sonunda yaş haddinden emekliye ayrıltılacak bir oyuncu.
seyirciler, “oyun alanı”nın sınırlarında konumlandırılmışlar; üç bir taraftan “oyun alanı”nı belirliyorlar. kulis yok, ışık-efekt-müzik kumanda masası yok, perde yok. her şey o anda, gerçek zamanda oyun alanının sınırları içinde “gerçek”leşiyor.
ışık ve müzik oyuncular tarafından kontrol ediliyor. tavandan sarkan ampüller, elde dolaştırılan uzun kablolu ampül, küçük fenerler, cep telefonunun ışığı, ışıldak, küçük cam fanuslar içinde mumlar: oyunun ışık kaynakları bunlar ve oyuncular tarafından yakılıp söndürülüyorlar.
oyunun ritmine ve duygusal-dramatik anlarına önemli bir katkısı olan müzik de yine oyuncular tarafından başlatılıp susturuluyor.
efektler de “gerçek”; bardak kırılıyor, tekmelenen teneke kutu müthiş bir gürültüyle yerde sürükleniyor, tabanca patlıyor, tokat şaplıyor.
seyrettiğimizin bir “oyun” olduğunu bize hatırlatacak/unutturmayacak bütün ihtimaller düşünülmüş; her şey gözümüzün önünde “gerçek”leşiyor. neredeyse; kan, kusmuk, cin-tonik ve zehrin de “gerçek” olmama ihtimalini sorgulamayacağız.

bizler seyirciyiz, ancak oyun alanında seyrettiğimiz iki kişi ne zaman bizlere oynuyorlar, ne zaman birbirlerine, ne zaman kendi aralarında ne zaman kendilerine karşı; belirsiz.
oyun içinde oyun içinde oyun. oyuncu oyun içinde oynadığı oyuna dair yorumlar yaparak hem kendini hem de bizi yabancılaştırıp uzaklaştırıyor oyundan.
bir katman da, oyun içinde oyunun oyuncular tarafından kameraya alınmasıyla oluşuyor. bizlerin tanıklığı yeterli görülmüyor; ilerisi için kanıt olması/kalması için kaydediliyor. [“barzo ile konserve”yi izleyince, bu kaydın gerçekten de “ilerisi” için yapılmış olduğunu görmek heyecanlandırdı beni!]

“gerçek hayattan alınmıştır” yönetmen arif akkaya’nın unutamadığım iki çalışması “iyi geceler anne” ve “bana bir picasso gerek” ile bir çok açıdan akraba; bu oyunlar aynı dili, tonu, atmosferi paylaşıyorlar. ikişer kişilik oyuncu kadrosu, akkaya’nın oyunculardan aldığı olağanüstü verim, mekan kullanımındaki yetkinlik ve bununla eş değerde etkili bir ışık kullanımı.
“gerçek hayattan alınmıştır”da akkaya sadece kumbaracı50’nin mekanını şimdiye kadar olmadığı kadar farklı kullanmasıyla değil, herhangi bir “boş mekan”ı ustaca ve yaratıcı şekilde kullanıyor olmasıyla da beni etkiledi.
“gerçek hayattan alınmıştır”da akkaya sadece ışık ve müzik kullanımında yarattığı tutarlılıkla değil, bunları oyunun “gerçekliğiyle”, içeriğiyle ve ritmiyle örtüştürmesiyle de beni etkiledi.
tamam, tomris incer benzersiz bir oyuncu, sertdemir ise iyi olmasına iyi oyuncu -bence oyunculuğundan ziyade yazarlığı ve yönetmenliği ile daha değerli olduğunu tirearası belirtmek isterim- ama ne kadar benzersiz ve iyi oyuncular olurlarsa olsunlar, yönetmen akkaya’nın “gerçek hayattan alınmıştır”da bu iki oyuncudan almayı başardığı verim beni etkiledi.
toparlarsam; “gerçek hayattan alınmıştır”ın tiyatro sanatına dair bütün biçimsel özelliklerine hayran kaldım, oyunun biçimsel ve kavramsal anlamda sahneye koyuluşunu müthiş bir zevkle izledim.

yiğit sertdemir tarafından yazılan metin strüktürel açıdan çok çok iyi. kabaca üç bölümden oluşuyor oyun. ilk bölüm anne ağırlıklı; oğul sessiz kalıyor, bakıyor, dinliyor; hep birlikte anneni anlattığı hikayeleri dinliyoruz... oğul’un yaptığı "hayati" bir açıklamayla ikinci bölüme geçiliyor; bu sefer oğul konuşuyor, koşuyor, paralıyor kendini; hareketli, öfkeli, duygulu. üçüncü bölümde ise anne ile oğul, oğulun yazdığı oyunu oynuyorlar; gerilim doruk noktasına ulaşıyor; geçmişe dair bütün sırlar peşpeşe ortaya dökülüyor.
sertdemir yeri geldiğinde kelimelerle oynayarak, özellikle yaşam-ölüm karşıtlığını vurgulayarak, yeri geldiğinde karakterlerini kah kinayeli kah hazırcevap kah okkalı konuşturarak seyretmesi insana büyük bir tatmin duygusu yaşatan bir metin kaleme almış.

ancak; içerik olarak bazı çekincelerim var.
bir anne-oğul ilişkisinin, ne kadar aykırı, farklı, özgün de olsa, böyle ol(a)mayacağını ve tanık olduğumuz birbuçuk saatin böyle sonlanamayacağını düşünüyorum.
erkek çocuklar annelerine hayrandırlar, öyle ki eşlerinde bile annelerini ararlar gibisinden çok bildik -ve genel olarak doğru- yorumlara ters düşüyor olması değil beni oyundaki ilişkide ve ilişkinin gelişiminde rahatsız eden.
oyundaki oğul o kadar ince, düşünceli, hassas çizilmiş ki, annesine bu kadar büyük bir kin besleyemez gibi geliyor bana. niye mi hassas? basit bir örnek: annesinin oturması için hazırladığı kalasın üzerine peçete sermeyi ihmal etmiyor; çünkü önceki bir sahnede anne çöp tenekesinin üzerine otururken titizlenmiş ve peçete sermiştir. en önemlisi; oğulun peçeteyi sererkenki jesti "annem öyle kibirlidir ki, kesinlikle kirli yerlere oturmaz" anlamı taşımıyordu; en azından ben öyle algıladım.
anne ne kadar bencil, sadece kendini düşünen ve sadece kendiyle varolan bir karakter olarak çizilmiş de olsa, belli ki oğul ona hayran; bu kadar hayran olduğu annesine, ne olursa olsun böyle bir sonu yaşatmaz. ona her zaman hikayeler anlatan annesinden ilham alarak hikayeler ve oyun yazmış olması ve beraber oynadıkları oyunu filme çekiyor olması annesine duyduğu hayranlıktan hep; ona rakip olmak için değil.
bir çocuğun annesine bu kadar (oyunun sonunu kastederek) büyük bir hınç biriktirmiş olabileceği inandırıcı gelmiyor bana.

annelerle çocukların hesaplaşması edebiyat-sanat tarihinde sıkça işlenmiş bir konu; hatırlamak için:
anneler ile genellikle kız çocukları hesaplaşır (klişe amerikan sinemasını bir kenara bırakırsak, bence bunun en güzel örneği ingmar bergman’ın “güz sonata”dır).
anneyle hesaplaşan kız çocuğu değilse eşcinsel çocuktur (bakınız: çok taze bir örnek xavier dolan’ın “annemi öldürdüm”).
erkek çocuklar ise babalarla hesaplaşırlar (malum: rakip olma hali) ve nice amerikan filminde oğulun babasını affetmesiyle hep beraber “katharsis”e ulaşırız.
kızlar da babalarıyla hesaplaşırlar ama enderdir; hesaplaşma varsa da çoğunlukla geçmişte ensest bir ilişki sözkonusudur da ondan.
erkek çocukların anneyle dertleri de genellikle ensest sularda gezinir (bakınız: bernardo bertolucci’nin ünlü “la luna”sı, yakın zamandan kötü bir örnek christopher honoré’nin “annem”i). gerçi “gerçek hayattan alınmıştır”da da tabancanın ağza sokulmasında cinsel bir ton var, ama başka da bir ipucu yok bu minvalde.
(hazır sinemadan gidiyorken; sıradışı bir anne-oğul ilişkisi çizen sokurov’un “anne ile oğlu”nu da unutmamak lazım.)

diyeceğim o ki, tabii ki anne-oğul arasında klişelerden uzak, az rastlanır bir ilişkinin kurgulanmış olması mümkündür, illa da bildik veya beklendik olmak zorunda değildir, ancak buradaki kurmaca inandırıcılık sınırlarını biraz zorluyor. karşılığında seyirci olarak değecek bir şey kazanıyor olsak, neden olmasın; ancak bence öyle bir kazanç da yok; insan ilişkileri konusunda zenginleşmiyoruz ya da anne-oğul ilişkisini tekrar düşünmemizi sağlayan doneler vermiyor bize oyun; kendi içinde olup bitiyor; dışarıya doğru, bize doğru yayılmıyor.



ertesi akşam “barzo ile konserve”yi izleyince; “gerçek hayattan alınmıştır”ın içeriğine dair yukarıda yazdığım her şey bana bir anda afaki gözüktü. çünkü -kendi çapımda- fark ettim ki; bu üçlemede içerikle ilgili bir kazanımdan çok, tiyatral öğelerin kullanımına dair bir denemeye girişilmiş. ve ayrıca; kumbaracı50 mekanının da bütün geçmişi, şimdisi, grisi, akustiği ve “kolonları”yla bu denemeye sağlam bir arkaplan oluşturması istenmiş. en azından; üçlemenin ilk iki oyununu seyrettikten sonra edindiğim izlenim bu yönde ve bu beni fazlasıyla tatmin etti.

“barzo ile konserve” hakkında yazmak için sabırsızlanıyorum...

26 Nisan 2012 Perşembe

tetikçi / celkan



“tetikçi” ikinci kat’ta bu sezon oynayan sert ve cesur oyunlardan biri. sert çünkü seyirciye ve dolayısıyla toplumumuza ayna tutuyor; bize bizi gösteriyor. cesur çünkü konu ettiği ortam hala devam ediyorken bunu yapıyor; sıcağı sıcağına, anlattığı ortam daha da koyulaşarak devam ediyorken; soğutmadan, üzerinden uzun yıllar geçmeden.
bariz bir şekilde hrant dink cinayetinin aktörlerini konu alıyor “tetikçi”. ancak, abdi ipekçi’yi, uğur mumcu’yu ve diğerlerini es geçmeden, unutmadan. “her seferinde aynı senaryo oynanıyor ve bu millet her seferinde aynı senaryoyu yutuyor” gibisinden bir replik... sahnenin arka duvarına iliştirilmiş gazetelerin birinden bize bakan abdi ipekçi fotoğrafı...

genç bir yazar olarak ebru nihan celkan aynı zamanda yönettiği bu oyunla, tanık olduğu dönemin/ortamın/ruhun fotoğrafını çekiyor. celkan bu ortamdan beslenen beş erkek portresi çiziyor; ibrahim, üzeyir, umut, cem ali... her birinin tonu farklı çizilmiş; baş koydukları yola inanç dereceleri, hiddet dereceleri, çıkarları, sosyal arkaplanları, gelecek hayalleri/kaygıları, eğitim altyapıları farklı, ama hepsinin geldiği/başladığı nokta az çok aynı; toplumun yoksul ve eğitimsiz kesimi.

oyunun kurgusu düz bir çizgide ilerlemiyor; hikayedeki ileri-geri gidişler ile polis sorgusu kısımları içiçe geçirilmiş. hikayenin gidişatındaki iki-üç-dört kişili sahneler ile polis sorgusundaki monologlar karşıtlık yaratılmış.
sorgu sayesinde tetikçinin annesi ve kız arkadaşının bakış açıları da oyuna katılarak fotoğrafın katmanları arttırılmış. ancak, anne ve kız arkadaşın bu anlamda büyük bir katkı sağladıkları söylenemez; onlar üzerinden öğrendiğimiz pek çok şeyi (tetikçinin ailesinin yoksulluğunu, tetikçinin hala misket oynadığını) oyunun gelişimi içinde diğer karakterlerden de duyuyoruz zaten.
anneden farklı olarak kız arkadaşı sorgu monologu dışında bir de son sahnede tetikçi ile son birlikte oldukları karşılaşmayı canlandırırken izliyoruz.

ikinci kat’taki çoğu yapım gibi, “tetikçi”nin de sahne tasarımı basit ve işlevsel. çok mekanlı hikaye tek mekana yerleştirilmiş farklı uzunluktaki banklar sayesinde anlatılıyor.
zemin bütünüyle gazete sayfalarıyla kaplanmış. ayrıca, arkadaki iki pencerenin arasına da üst üste gazeteler asılmış. zeminin bütünüyle yayılmış gazetelerle kaplanmış olması gibi keşke mekanın duvarları da bütünüyle gazetelerle kaplı olsaymış diye hayal ediyor insan.

sekiz kişilik oyuncu ekibi genel olarak başarılı. özellikle üçü öne çıkıyor; oyun boyunca hiç konuşmayan tetikçi umut yılmaz’da barış gönenen beden dilini ustaca konuştuyor, son sahnede sesini duyduğumuzda ise, başka oyunlardan aşina olduğumuz bu oyuncunun bambaşkalaşmış sesiyle ürperiyoruz. oyunun açılışında ilk sorgusu yapılan karakter varto’lu cem ali güney zeki göker bizi oyunun atmosferine sokan, devamında canlandırdığı karakterin bütün endişeleri, gelgitlerini bize hakkıyla yansıtan bir oyunculuk sergiliyor. “tetikçi”nin tartışmasız bir numarası ise; vurguları, duruşu, beden dili, gözleri ve gülüşüyle güçlü kalabilmek için her an tetikte olan karanlık karakter, azmettirici ibrahim’de özgürcan çevik.

buluTiyatro yapımı “tetikçi” “bebekten katil yaratan karanlığı” sorgulayan bir yapıt.
“tetikçi” sezonun izlenmesi gereken oyunlarından...

25 Nisan 2012 Çarşamba

farekapanı / christie

ak’la kara tiyatrosu kadıköy’de bu yıl perde açtı. sanırım daha önce sinema olan salonun fuayesi yerli ve yabancı tiyatro sanatçılarının fotoğraflarıyla ve tiyatro afişleriyle donatılmış; bu yeni topluluğun tiyatroya gönül verdiği belli.

ak’la kara’nın ilk sezon oyunlarından biri agatha christie’nin, londra’da aynı tiyatroda kesintisiz 60 yıldır perde açan “farekapanı”. yönetmenler burak karaman ile elif erdal oyunu klasik tarzda sahneye koymayı tercih etmişler.
salonun küçüklüğü ve seyirci-sahne ilişkisinin yakınlığı (sadece 8 koltuk sırası var) zaten bütünüyle tek mekanda, malikhanenin salonunda geçen oyunun oda tiyatrosu atmosferini kuvvetlendiriyor. sanki oyun oturma odanızda oynanıyor.

klasik sahneleme yabancı durmayan ölçülü ışık ve ses oyunları da amaca hizmet ediyorlar. özellikle; hemen ilk cinayet öncesi fener ışığının kullanımı gerilimi arttırmayı sağlarken, ikinci perdede şüphelilerin hepsi salondayken elektriklerin gitmesi aralarından hangisinin katil olduğunun bilinmezliğini karanlıkla ve yine fener ışığıyla vurgulanması açısından hem anlam kazanıyor hem de yine gerilim unsurunu çoğaltıyor.
böyle bir sahnelemenin en önemli ayağı oyuncular da üzerlerine düşeni hakkıyla yapıyorlar.
bir agatha christie romanı okumaktan ne kadar keyif alırsanız, bu yapımdan da aynı doygunlukla ayrılıyorsunuz.

londra’daki prodüksiyonda alkış sırasında oyunculardan biri seyircilere, oyunu çevrelerine tavsiye ederken katilin kim olduğunu açık etmemeleri konusunda ricada bulunur. aynı uygulamanın burada da yapılmasını bekledim. oyun öncesindeki dakika ve telefon anonslarında yaratıcı buluşlarla seyircinin sempatisi kazanılmışken, sonda yapılacak böyle bir rica da hiç yadırgatmazdı. kaldı ki oyunun sahnelenme geleneğinde olan bir özellik bu.

24 Nisan 2012 Salı

senfonik minyatür / scholz & de bana

uwe scholz'un "2. senfoni"si ile patrick de bana'nın "minyatür"ü, 2010-11 sezonundan beri istanbul devlet balesi tarafından "senfonik minyatür" adıyla aynı programda arka arkaya sahneleniyormuş. ben bu dans akşamını ancak geçtiğimiz hafta izleyebildim.



uwe scholz dans dünyasının ilginç ve tartışmalı koreograflarından biri. bazılarına göre dahi, bazılarına göreyse ruhsuz neoklasik işlere imza atan bir sanatçı.
scholz "soulscapes" adlı 1.5 saatlik belgeselde kendisini takip eden kameraya etrafta başka kimse yokken -tam tabirle- "bin bir türlü şaklabanlıklar" yapacak kadar rahat ve kendiyle barışık -mış gibi- duran, ancak aynı belgeselde tanık olduğumuz çoğu çalışma arkadaşının, dans eleştirmeninin ve dansçının yorumlarına göreyse yalnız ve huzursuz bir yaratıcı.
scholz’un bruckner “8”, mozart “the great mass”, stravinski “sacre 2” gibi gerek dansçı kadrosu gerekse sahne mekanı olarak devasa boyutlara ihtiyaç duyan işleri olduğu gibi, “sacre 1” gibi tek bir dansçı için tasarladığı -ama yine de “büyük boyutlu” (devasa bir sahneyi bütünüyle kaplayan bir tuvalet mekanında geçen)- yapıtları var.
kalabalık kadrolu görkemli işleri insanüstü bir matematik düzen içeriyor; geometrik, fazlaca tanımlı, duygudan ve ruhtan yoksun, bir noktadan sonra biteviye, hatta faşizan tondalar.
tek bir erkek dansçı için tasarladığı ve "bahar ayini"nin iki piyanolu versiyonunu kullandığı “sacre 1” ise had safhada duygu yüklü, ekspresyonist ve sarsıcı bir yorum içeriyor.


"2. senfoni"yi istanbul devlet balesi'nde, scholz'un “sacre 1” dahil olmak üzere uzun süre yapıtlarında başdansçılık yapmış olan giovanni di palma sahneye koymuş. dansçılarımız açısından büyük bir şans ve imkan, koreografın dünyasına çok yakın birisiyle yapıtı çalışmış, yapıta onunla hazırlanmış olmak ve bu imkandan sonuna kadar faydalanmış gözüküyorlar; bayağı iyiler; teknik ve artistik açıdan aksaksız ilerleyen temiz ve düzgün bir performans sunuyorlar.
yapıtın solist ayarında 2 çift ve koro görevi gören 10 çiftten oluşan strüktüründe, benim seyrettiğim akşamda iki çifti dans edenlerden hüma ersel - erhan güzel çifti deniz zirek - selim borak çiftinden daha sağlam ve -ellerin nerelere konacağı, kolların bacakların hangi açıyla açılacağı gibi- ayrıntılara önem veren bir performans sergilediler. duygudan yoksun bir uwe scholz yapıtını yorumlayanlardan da başka ne beklenebilir ki.

fulya sanat’ın sahnesine zar zor sığan “2. senfoni”nin süreyya’da nasıl sahnelenebildiğini merak ettim doğrusu. yapıt mekansal değerinden çok şey yitiriyordur kanımca.





nafas adlı kendi dans topluluğuyla istanbul’a konuk olduğunda tanıdık patrick de bana’yı. daha sonraları; mariza’nın konser turnesi kapsamında işsanat’ta seyrettik onu. ve son yıllarda yapıtlarını buradaki topluluklarla sahnelemek için sık sık istanbul’a konuk olur oldu patrick de bana.

özel olarak istanbul devlet balesi için tasarladığı “minyatür” müzik seçimi, koreografisi ve sahne kullanımıyla postmodern bir yapıt. ne teknik açıdan bir fevkaladeliği var, ne de artistik ve estetik açılardan kalıcı bir etki, bir tad bırakıyor damakta.
“minyatür” sahnenin bütün perdelerinin kaldırılıp, arka ve yan duvarlarına kadar açıldığı çıplak bir mekanda sahneleniyor. hatta yapıt başlarken spotların asılı olduğu ışık barlarından biri insan seviyesinde sahne üzerine indirilmiş durumda; daha sonra yukarı çekiliyor. bunun nedeni nedir; programda belirtildiği gibi doğu-batı alışverişiyle bunun ne alakası var, anlayamıyorsunuz.

aslında orta metrajlı sayılabilecek 40 dakikalık süresi, yapıtın herhangi bariz bir “derdi” olmadığından olsa gerek, oldukça uzunmuş ve bir türlü bitemiyormuş gibi bir algı yarattı bende. sanki uzadıkça da biteviyeleşti ve aynı nedensiz başlangıcı gibi nedensiz bir şekilde sonlandı.
“minyatür”ün, benim için “seyredilir” olmasını sağlayan, verdiğim zamana değdiren tek niteliği dansçılardan ebru atay, deniz zirek ve deniz özaydın’ın sahne prezansları ve kaliteleriydi.

23 Nisan 2012 Pazartesi

tanztheater wuppertal'den nisan haberleri

16 nisan pazartesi günü tanztheater wuppertal'in sanatsal yöneticileri (dominique mercy ve robert strum) ile idari sorumlusu (dirk hesse) bir basın toplantısı düzenleyerek 2012-13 sezonunu ve diğer gelişmeleri kamuoyuyla paylaşmışlar.

en heyecanlı, "bomba" haber, 2013-14 sezonunda topluluğun yeni bir koreografiyle seyirci karşısına çıkacak olması.
koreografın adı açıklanmamış, ancak görüşmelerin kabul aşamasına geldiği belirtilmiş.
bu yeni yapıtla birlikte topluluğun geleceği için önemli bir eşik aşılmış olacak.



tanztheater wuppertal ve dans camiası açısından 2013 yılı iki önemli yıldönümünü barındırıyor.
2013 stravinski'nin "le sacre du printemps" (bahar ayini)'nin ballet russes tarafından sahneleşinin 100. yılı ve pina bausch'un, o zamanki adıyla wuppertal balesi'nin başına gelişinin 40. yılı.
topluluk 2013 için çok sayıda "der frühlingsopfer" daveti almış ve yapıtın 100 yıl önce ilk sahnelendiği paris'teki théâtre des champs elysées ve moskova'da bolşoy tiyatrosu da olmak üzere tayvan, napoli ve göteburg'da "bahar ayini"ni sahneleyecek.

wuppertal balesi'nin wuppertal dans-tiyatrosu'na evrilmesinin 40. yılını kutlayacaklar mı; 2012-13 sezonunda bariz bir program öngörülmemiş; sanırım 2013'ün güzünde, pina bausch hayattayken iki yılda bir düzenlediği ve gerek kendi topluluğunun farklı yapıtları sahnelediği gerekse de dünyadan önemli toplulukların ve isimlerin davet edildiği ekim-kasım aylarına denk gelen festival tarihlerinde, bu yaz londra'da yapacaklarına benzer bir maratonla wuppertal-düsseldorf-essen seyircisinin karşısına çıkıp 40. yıllarını kutlayabilirler. sanırım her şey biraz da paraya bağlı.
bu arada; londra kültür olimpiyatı kapsamında 1 ay sürecek (londra'nın en prestijli iki sahnesinde, barbican ve sadler wells'de ikişer günlük aralarla) 10 yapıtlık gösteri programı pina bausch'un hayattayken organize ettiği son etkinlikmiş. bu açıdan da, londra gösterilerinin duygusal değeri yüksek. ayrıca; bu maraton topluluğun 80 kişi ve 45 tırla gittiği devasa bir organizasyon.

2012-13 sezonu bausch'un eski yapıtlarının yeniden çalışılıp sahnelenmesi açısından içinde bulunduğumuz sezon kadar verimli olmayacak. bu sezon "wiesenland", "kontakthof", "1980" ve "nur du" yapıtlarının yeniden sahneyüzüne çıkarılmaları gerçekleşmişti. 12-13 sezonunda sadece tek bir yapıt tekrar ele alınacak. programda nisan sonunda gözüken yapıtın adı belirtilmemiş olsa da, kulislerde 1984 tarihli  "auf dem gebirge hat man ein geschrei gehört" (dağlarda bir çığlık duyuldu) olacağı konuşuluyormuş.

21 Nisan 2012 Cumartesi

"sanat özgür ve özerk olmalı"




hem "sanat özgür ve özerk olmalı" deyip, hem de müdaheleyi "ibb’nin sağladığı fiziki ve maddi altyapı karşılığında karar mekanizmalarında olup sanatçılarla diyalog kurma arayışı" olarak tanımlayarak "normal" karşılamak nasıl bir mantık yürütmektir!

"sanat özgür ve özerk olmalı"nın "ama"sı, "ancak"ı olmaz ki! bir şey ya özgür ve özerktir, ya da değildir. hele de bu şey "sanat" ise, bu ikircikli durum iyice imkansızdır. özgür ve özerk olmayan şeye sanat denmez, onun adı başkadır!

ama; olan bitene neden şaşırılıyor ki! insan, beklemediği bir şeye şaşırır.
çok basit bir örnek: dört yıldır dünyanın en değerli şehirlerinden birinin en donanımlı sanat yapısına kilit vurulmuş durumda. 5n1k'nin son iki sorusuna verilecek cevaplar sadece akm, sadece şehir tiyatroları, sadece aksoy'un heykeli değil, bu ülkede son yıllarda yaşanan bütün olaylarda bugün gelinen noktayı pek güzel açıklığa kavuşturacaktır.
ve maalesef bu son şehir tiyatroları olayında, aslında hiç de tasvip etmediğimiz, köhneleşmiş ve fazlaca "geleneksel" bulduğumuz sahnelemelere imza atan bir kurumu savunmak zorunda kalıyoruz; daha da kötüleşmesin, seviyesi daha da düşmesin diye.
tiyatro sanatının öncelikle kendini sorgulamasını ve ileriye taşıyarak yenilemesini sağlayacak çağdaş yaklaşımlarla nasıl donatılabileceğini; ikinci olarak da seyircisini eğlendirmekten öte nasıl aktif bir şekilde düşünen, tartışan, sorgulayan, katılımcı bir seviyeye ulaştırabileceğini araştıracağımıza, tartışacağımıza; sanat, bürokratların iki dudakları arasına hapsolmasın, sanat politikaya alet olmasın diye çırpınıyoruz.

yıl: 2012.
bu ülke, dünya ile birlikte bir 20. yüzyıl yaşadı; ancak belli ki başka ülkelerin, toplumların yaşadıkları deneyimlerden ders almamışız. illa o kötü deneyimleri kendimizin de bir kere yaşayıp, üstesinden gelmemiz gerekiyor.
istvan szabo "mefisto"yu boşu boşuna mı çekti, arthur miller "cadı kazanı"nı durup duruken mi yazdı.

hani batarsın batarsın batarsın, ve hala batarsın ya. bir türlü de dibe ulaşamazsın.
umarım, en kısa zamanda dibe vururuz, çünkü anlaşılan ancak o vuruşun tepkisiyle yeniden yüzeye çıkabileceğiz...

renaud garcia-fons bu hafta istanbuldaydı

2000'lerin başında ben paris'li dostum burcu'nun konuğuyken haziran-temmuz aylarında parc floral parkında caz festivali düzenlenirdi, hala devam ediyor mu bilmiyorum. haftasonları, sadece parka giriş biletiyle, ki çok cüzi bir miktardı, göletin kenarına kurulu sahnede birbirinden kaliteli, dünyaca ünlü cazcıları dinlemiştik. hemen sahne önündeki sandalyeli seyirci kısmına oturmak için erken saatte gelip kuyruğa girmeye üşendiğimizden, göletin etrafındaki çimenlere yayılıp, bir taraftan müziğin keyfine varırken bir yandan da evde baget ekmek içine hazırladığımız sandviçlerimizi, bakkaldan aldığımız kırmızı şarap eşliğinde mideye indirmiştik.

işte böyle bir haziran haftasonunda dinledik ilk defa renaud garcia-fons’u. garcia-fons, esas grup öncesinde, solo olarak kontrabasıyla yaptığı doğaçlamalarla gönlüme girdi.
ertesi gün fnac’ta albümlerini ararken akerdoencu jean-louis matinier ile hazırladıkları “fuera” geçti elime; bir kere daha gönlümü fethetti. burcu'daki kalışım sırasında bıkmadan dinlediğimiz albümlerden biriydi.

doğruya doğru, garcia-fons’un “kalabalık” albümlerinden (“navigator”, “oriental bass”) hala pek haz etmiyorum. hem müzisyen kalabalığı, hem bir sürü farklı müzik tarzının füzyonu, hem de melodilerin fazlalığı anlamında bu albümler üstüme üstüme geliyor.
garcia-fons’un küçük gruplarla ve özellikle solo olan albümleri ise, tadlarından yenmiyor. örneğin kiko ruiz ve negrito trasante ile birlikte oluşturduğu üçlünün “arcoluz” albümü bir içim su. solo “légendes” ise dönüp dönüp tekrar dinlediğim, benim için bach’ın viyolonsel süitleri ayarında, hiç eksimeyecek bir kayıt.
garcia-fons’un derya türkan’ın “minstrel’s era” albümüne kattığı değer ise herhalde hiç bir şeyle ölçülmez. bu arada, derya türkan’ın garcia-fons ve uğur ışık’la çıkardığı bu albüm, müzikal açıdan ülkemizde yayınlanan en kaliteli çalışmalardan biri kanımca.




renaud garcia-fons bu hafta istanbul’daydı. önce salı günü crr’de “free jazz flamenco” adlı bir konserde piyanist dorantes ve kaval ustası theodosil spassov'a eşlik etti. ve ardından, dün akşam garajistanbul’da solo kontrabasıyla sahnedeydi.

salı günki konser için crr kitapçığında yukarıdaki isimler yazıyordu; isimlerin her birinin kalitesi dışında çalgı olarak piyano, kontrabas ve kaval ilginç bir üçlü oluşturacak gibiydi. ancak, konser salonunda dağıtılan broşüre dansçı olarak joaquin grilo eklenmişti. haydi bakalım, proje daha da ilginçleşti demeye kalmadan sahnede bir de ne görelim bir vurmalı çalgı seti. bitmedi, konser başladı, ilk flamenko bir kadın dansçı tarafından yapıldı, vokalde de ispanyol gırtlaklı bir şarkıcı vardı.
üç sanatçıyla başlayan konser maceramız, ikisi dansçı yedi sanatçıyla noktalanmış oldu. şarkıcının, kadın dansçının ve vurmalıçalgıcının isimlerini öğrenemedik, ama konser muhteşemdi.
flamenkodan küba ezgilerine, balkanlardan keltlere, kontrabas ve kavalın sololarından, projenin başlığındaki "free" ibaresinin hakkını sonuna kadar veren sınırları zorlayan flamenko koreografisine unutulmaz bir akşamdı.
ben keşif dolu, bilinmeyen sularda dolaşacak ama sakin ve atmosferik bir üçlü konseri beklerken, yine ilginç ve kategori dışı ama dinamik, ateşli ve dinamik bir konserle keyiflenmiş oldum.


garcia-fons dün akşam garajistanbul'daki solo performansında ise sadece yeni çıkan son albümünden parçalar çaldı.
aralarda yaptığı samimi açıklamalarıyla bizlere arjantin’den, fransa kıyılarına, endülüs’ten compostela’ya, iran’a, afrika’ya ve irlanda’ya yaptığı duygusal ve müzikal yolculuğun rotasını takip ettirdi.
iki bisten ilki rock tarzından ikincisi ise, kendi sunuşuyla, bizleri güzel rüyalar görmeye davet eden bir ninniydi.
garcia-fons "bayanlar baylar, iyi akşamlar" diyerek başladı, arada türkçe teşekkür etti, daha fazla türkçe öğrenme sözü verdi ve ikinci bis öncesinde, çok sevdiği esprisini yaparak bizlere veda etti.

arayı açmaması dileğimle...

19 Nisan 2012 Perşembe

"ters okyanus"un büyülü akıntısı

istiklal caddesi'nin marmara eteklerinde, gecekonduvari bir semtin ortasında, tek tük eski sivil mimari örneklerinin arasında, bir çıkmaz sokağın sonunda, demir atölyesinden dönüştürülmüş stüdyo'da çıplak ayaklar kumpanyası en yeni işleri "ters okyanus"u paylaşıyorlar seyirciyle.

kumpanya "ters okyanus"ta stüdyonun iki kata bölünmüş iç cephesini ve cephenin önündeki küçük alanı gösterinin gerçekleştiği sahne mekanı olarak kullanıyor. her kat ikiye bölünmüş; dört odacık var; alttaki birinin cephesi açık, diğeri kapılı , üstekilerin ikisi de pencereli. iki katı birbirine çelik döner bir merdiven bağlıyor. mekan bu haliyle, özellikle alain platel'in işlerinin "gerçekmiş gibi olan, ama bütünüyle sıfırdan tasarlanmış" setlerini andırıyor. burada ise; her şey doğal, nasılsa öyle, özel bir tasarım gerçekleştirmeden, olduğu gibi. zaten çıplak ayaklar "ters okyanus"u "ev gösterisi" olarak tanımlamışlar.
iki dansçı, mihran tomasyan ile duygu güngör yaklaşık 45 dakikalık yapıt boyunca bu doğal sahnenin etinden sütünden, en küçük parçasından, köşesinden bucağından, deliklerinden, kirişlerinden, kapısından pencerelerinden, basamaklarından, pervazlarından faydalanıyorlar.

"ters okyanus"ta, sona doğru seyircilerin alanı da, müthiş şairane bir şekilde işe dahil ediliyor; seyirciye kolay kolay deneyimleyemeyeceği müthiş etkileyici, "mekansal" bir atmosfer yaşatılıyor. ses te işin içine girince, etki katmerleniyor.
çukurcuma'nın kargacık burgacık sokaklarından geçip de ulaştığınız bu mekanda, ardı ardına gelen küçük büyülü anlar sonrasında "artık hiç bir şey beni şaşırtamaz" derken, hiç beklemeyeceğiniz nitelikte hayranlık uyandırıcı, mutluluktan iç hoplatan bir deneyim yaşıyorsunuz.
"ters okyanus" bütünüyle küçük (ve "büyük") ilüzyonlardan, hayretten ürperten anlardan ve şiirsel fikirlerden oluşuyor. birbirleriyle bağlantıları gevşek parçalar bunlar. bir nevi "rüya" gibi, gözler açık görülen; belki de "herkesin yüreğinin bir köşesinde her zaman gecenin üçü" olan saatte hep birlikte gördüğümüz...

18 Nisan 2012 Çarşamba

film festivali 31.bilanço

.kilimanjaro’nun karları les neiges du kilimandjaro robert guédiguian, 2011 fransa, ***** (10nsn)
.uğultulu tepeler wuthering heights andrea arnold, 2011 ingiltere, ****.5 (10nsn)
.sade bir hayat tao jie ann hui, 2011 çin, ****.5 (03nsn)
.sezar ölmeli cesare deve morire paolo & vittorio taviani, 2012 italya, ****.5 (15nsns)
.oslo, 31 ağustos oslo, august 31st joachim trier, 2011 norveç, **** (14nsn)
.barbara christian petzold, 2012 almanya, **** (14nsn)
.hatırlanınca var olan hikayeler historias que so existem quando lebradas julia murat, 2011 brezilya, **** (14nsn)
.faust alexander sokurov, 2011 rusya, **** (31mrt)
.güzellik skoonheid oliver hermanus, 2011 güney afrika, **** (06nsn)
.bok çukurundaki kadın ang babae sa septic tank marlon rivera, 2011 filipinler, ***.5 (10nsn)
.yukarıdaki çocuk l’enfant d’en haut ursula meier, 2011 isviçre, ***.5 (31mrt)
.kadınlar elles malgoska szumowska, 2011 fransa, ***.5 (04nsn)
.olduğun gibi gel hasta la vista geoffrey enthoven, 2011 hollanda, ***.5 (15nsn)
.yarı yolda halt auf freier strecke andreas dresen, 2011 almanya, ***.5 (02nsn)
.albert nobbs rodrigo garcia, 2011 irlanda, ***.5 (10nsn)
.sibirya monamur sibir monamur slava ross, 2011 rusya, ***.5 (15nsn)
.cinnet despair rainer w. fassbinder, 1978 almanya, ***.5 (04nsn)
.cesaret wymyk greg zglinski, 2011 polonya, *** (03nsn)
.michael markus schleinzer, 2011 avusturya, *** (02nsn)
.çingene cigan martin sulik, 2011 çek cumhuriyeti, *** (04nsn)
.kafa avcıları hodejegerne morten tyldum, 2011 norveç, *** (03nsn)
.roza wojciech smarzowski, 2011 polonya, *** (11nsn)
.şeytan adasının kralı kongen av bastoy marius holst, 2011 norveç, *** (03nsn)
.mavi kod code blue urszula antoniak, 2011 hollanda, *** (06nsn)
.kabuktaki çatlaklar die unsichtbare christian schwochow, 2011 almanya, *** (12nsn)
.bir dilek tuttum kiseki hirokazu kore-eda, 2011 japonya, *** (02nsn)
.akasyalar las acacias pablo giorgelli, 2011 arjantin, *** (01nsn)
.cut amir naderi, 2011 japonya, *** (11nsn)
.gecikme la demora rodrigo pla, 2012 uruguay, ** (11nsn)
.yurtsuzlar jooltak dongshi kim kyung-mook, 2011 güney kore, ** (04nsn)
.sıkıntılı hanımlar damsels in distress whit stillman, 2011 abd, *.5 (07nsn)
.kilisedeki gecekondu il villagio di cartone ermanno olmi, 2011 italya, * (02nsn)
.baskın serbuan maut gareth evans, 2012 endonezya, * (31mrt)
.alacakaranlığın portresi portret v sumer kakh angelina nikonova, 2011 rusya, * (12nsn)

15 Nisan 2012 Pazar

film festivali 31.4

festivalin son iki gününü, birbirinden kaliteli üçer filmle geçirdim. cuma sorulsa, "ehh, şöyle böyle!" diyeceğim festival son iki gününde beni pek bir memnun yolladı salonlardan, "keşke bitmeseydi" dedirterek.


festivali taviani kardeşlerin berlinale'den taze altın ayı ödüllü "sezar ölmeli" (cesare deve morire) filmiyle noktaladım. 81 yaşındaki taviani kardeşler sadece 76 dakika süren filmleriyle sanat ve gerçeklik üzerine sıkı bir beyin fırtınası yapıyorlar. direkt olarak gerilim veya hapishane filmlerinin izleğini takip etmeden, usul usul, hangi sahnelerin "gerçek", hangilerinin "tiyatro", hangilerinin "film" olduğu muğlaklaştırarak dertlerini bizlere aktarıyorlar.
keşke sondaki fazlaca mesaj kaygılı "kıssadan hisse" olmasaymış desem de, "sezar ölmeli" bütününde oldukça etkileyici bir film.
türkçe altyazısı üzerinde, vizyona girmesi yakındır.


christian petzold'un "barbara"sı da derdini sakin bir sinema diliyle anlatan filmlerden. petzold zaten öyle bir sinemacı; atraksiyonu yok. yine bir gerilim var, ama yine, usul usul, derinden derinden. bu arada da, müthiş karakter tahlilleri.
nina hoss "barbara"da içten içe döktürüyor.



slava ross'un "siberia monamour" (sibirya monamur)'u ile julia murat'ın "historias que so existem quando lembradas" (hatırlanınca var olan hikayeler)'i hikayelerinden ziyade sinematografileriyle öne çıkan filmlerdi.

ikisi de hikayelerin gelişim çizgisinde din olgusuna oldukça yer vermişlerdi. hele "sibirya monamur"da ağır bir sovyet eski rejim eleştirisi vardı ve onun yerine konulan saf inançtı; dedeye saldıran kurtların orak-çekiç heykelinin altından çıkması gibi zorlama bir sahne, filmin sonundaki "güneş ışığı" ile birleşince, kurtuluşun tanrı inancında olduğunun altı kalınca çizilmiş oldu. hikayenin geçtiği vahşi coğrafya düşünüldüğünde, tanrılı bir dinden ziyade doğaya inanç vurgulanmış olsaydı, sanki daha isabetli olurdu.
julia murat'nın filmiyse tablo gibi evinizin bir duvarına yansıtabileceğiniz ve seyretmekten bıkmayacağınız enfes görüntülere sahipti. hüzünlüydü ancak kasvetli değildi. yaşlılık, hafıza, alışkanlıklar ve ritüeller üzerine enfes bir güzellemeydi.


joachim trier'in "oslo, august 31st" (oslo, 31 ağustos)'u daha önce louis malle tarafından aynı adla sinemaya uyarlanan pierre drieu la rochelle'in "le feu follet" romanının serbest bir uyarlamasıydı.
petzold'un demir perde doğu almanya'sı, ross'un sibirya'daki monamour köyü veya murat'nın brezilya'da dağlar arasına sıkışmış köyü ne kadar hüzünlüyse, trier'in filminin protagonisti anders'in peşisıra dolaştığımız oslo da o kadar melankolikti.
cumartesi sabahı 11.00 seansında izlediğim film boğazıma bir yumruk gibi oturdu, istanbul'un yağmurlu havası da filmin atmosferini içimde devam ettirdi.


festivalin son haftasonunun eğlenceli filmiyse, "antidepresan" bölümünden hollanda yapımı "hasta la vista!" (olduğun gibi gel) idi. geoffrey enthoven'in filmi çok başarılı oyunculuklardan da kuvvet alarak, tipik bir yol filmi kurgusunda, hüzün ile neşeyi kaynaştıran bir dostluk ve büyüme hikayesi anlatıyordu. bu biri yarı kör, diğeri boyundan aşağı felçli ve sonuncusu tümorden dolayı tekerlekli sandalyeye mahkum üç kafadarın bakirliklerini bozma yolculuğunun hollywood versiyonunun çekilmesi yakındır.

14 Nisan 2012 Cumartesi

martha argerich ikinci kere istanbul'daydı!


istanbul'a gelme konusunda bazı sanatçılar için şeytanın bacağını kırdık mı, arkası çorap söküğü gibi geliyor.
yıllarca martha argerich'i bekledik; ilk olarak geçen sene geldi, dün akşam tekrar istanbul'da, albert long salonundaydı.
[yıllarca leonard cohen ne zaman gelecek geyiği döndü, iksv ıkındı sıkındı, "kendi imkanlarımızla getiriyoruz" dedi, iki sene önce fahiş fiyata cohen açıkhava'daydı. ve bu yaz tekrar istanbul'da.]

martha argerich 70. yaş kutlamalarına istanbul'u da kattı; dün akşam, 1970 doğumlu mauricio vallina ile iki piyanolu bir konser için boğaziçi'ndeydi; herhalde yılın konseriydi.
ikili enfes bir program hazırlamıştı: mozart-busoni fantezisi ile başlayıp ilk yarıyı rahmaninof'un "senfonik dansları" ile bitirdiler. fazntezi konser başlangıcı olarak mükemmel bir yapıttı; ısınma babında. "senfonik danslar" ise tek kelime ile büyüleyici, hipnotize ediciydi. keşke "bahar ayini" de olsaymış programda dedirtti.
ikinci yarı bu sefer schumann'ın andante ve çeşitlemeleri ile başladı, mozart'ın don giovanni'sinden liszt'in anımsadığı don juan ile devam etti, lutoslawski'nin paganini çeşitlemesi ile noktalandı.
dinmeyen alkışlara ikilinin verdiği ilk cevap beni boğaziçi sırtlarında uçurdu, yeni yeni tomurcuklanmaya başlamış erguvanların üzerinden geçirdi, boğaz'ın serin sularına bıraktı: piazzolla'nın "oblivion"u iki piyanoyla bu kadar mı su gibi hüzünlü olur diye duygulanırken, bir anda bir yaylı çalgı sesi eşlik etmeye başladı ikiliye; hoş bir sürprizle keyifimiz katmerlendi. meğer piyanistlere eşlik eden argerich'in kızı, viyolacı  lyda chen'miş.
argerich ile vallina bizleri kırmayıp, iki bis parçası daha çaldılar.

martha argerich konser sırasında notalarını çeviren gençle kısa görüş alışverişleri yapışıyla, selam için mauricio vallina'nın yanına gidişiyle, hali tavrıyla ne kadar içten olduğunu göstermenin yanısıra, yerlere kadar eğilerek verdiği selamla da gerçek bir sanatçının aslında ne kadar alçakgönüllü olabileceğinin enfes bir örneğini verdi.
argerich'in samimiyetiyle albert long salonu'nun sıcak ortamı özdeşleşti. umarım argerich en kısa zamanda tekrar istanbul'a, albert long salonu'na konuk olur.

11 Nisan 2012 Çarşamba

film festivali 31.3

üstüste vasat filmler izleyince insanın merak ettiği filmlerden bile soğuyası geliyor, güzel filmler izleyinceyse daha çok filme gidesi.
bir-iki biletimi yakarak festivale üç gün ara verdikten sonra, dün muhteşem bir geri dönüş yaşadım. seyrettiğim dört film de ortalamanın çok üstündelerdi, ikisi iyice öne çıktı: andrea arnold’un “uğultulu tepeler”i (wuthering heights) ve robert guediguian’ın “kilimanjaro’nun karları” (les neiges du kilimandjaro).


ermeni asıllı fransız yönetmen robert guediguian “kilimanjaro’nun karları”nda yine marsilya’dan sıcak insan ilişkileri anlatmaya devam ediyor. hikayesi bu sefer, biraz kieslowskivari tonlarda; vicdan, iyilik, intikam temaları ön planda. guediguian kendisinin kaleminden çıkma, tıkır tıkır işleyen muhteşem bir senaryo eşliğinde, doğal ve süssüz bir sinema diliyle, ortalama insanların hayatlarına, ailelerine, dertlerine ortak ediyor bizi.
hayatı komünist felsefe ışığında yaşayan karakterlerinin kendileriyle, inançlarıyla, yaşam şekilleriyle yumuşak bir tonda hesaplaşmasını sunuyor bize. her şeyden öte; pollyanacılık etmeden ve herhangi bir dine referans vermeden, dünyada hala iyiliğin ve sağduyunun kaldığına, varolduğuna inandırıyor bizi. ne garip; sona doğru mutluluktan göz yaşartıyor bile.

“kilimanjaro’nun karları”nda filme adını veren fransızca bir şarkı var, yine filmdeki karakterler tarafından acapella seslendirilen. bir de, ilginç bir seçim, ravel’in “bir faunun öğleden sonrası” filmde arasıra beliriyor ve belirli sahnelerin altını çiziyor.


daha önce ingiltere’nin altsınıfından kızların hikayelerini anlattığı etkileyici iki filmiyle yüreğimde yer etmiş olan arnold bu sefer, ilk duyduğumda garipsemedim değil, emily bronte’nin “uğultulu tepeler”inin yeni bir uyarlamasına imza atmış.
arnold “uğultulu tepeler”i doğayı ön plana çıkararak, bütün hikayeyi doğaya yedirerek, hayvansı ve ilkel içgüdülerle besleyerek anlatıyor. dolayısıyla, kolay kolay rastlanmayacak etkileyicilikte, tazelikte ve özgünlükte bir uyarlama çıkmış ortaya. yorkshire’ın peyzajı, bitki örtüsü, hayvanları, bakir doğası, sisi, çamuru, uğultusu, yağmur sesi, contre-lumiere güneşi filme nüfuz etmiş; doğa catherine ile heathcliff’in imkansız ancak mecburi aşklarının ayrılmaz bir parçası, sebebi olmuş, sonucuna dönüşmüş.
arnold ayrıca, zamanında lawrence olivier, timothy dalton, ralph finnes gibi aktörlerin canlandırdığı heathcliff rolünü de bir siyahiye emanet ederek de farklı okumalara zemin hazırlamış.

“uğultulu tepeler”de catherine’in söylediği geleneksel şarkılar dışında filmde hiç bir müzik kullanılmamış. doğanın sesleri filmin müziği kılınmış.

8 Nisan 2012 Pazar

onlar nerde, biz nerdeyiz

almanya'da son günlerde hararetli bir şekilde müze ve tiyatrolara devlet desteği tartışılıyor. "der kulturinfarkt" (kültür enfarktüsü) başlıklı bir kitap ortalığı karıştırmış. kitabın yazarları tiyatro ve müzelerin sayısının yarıya indirilmesini ve ağırlıklı olarak özel sektör tarafından finanse edilmelerini öneriyor.

tartışmaya bambaşka bir noktadan yaklaşanlardan biriyse daniel barenboim. barenboim diyor ki; sorun devletin kültür sanatı ne kadar desteklediği değil, devletin eğitim sistemi içinde müzik'e gerekli ağırlığı vermemesidir. ancak bu sayede tiyatro ve konser seyircisi artar ve destek sorun olmaktan çıkar.

ve barenboim ekliyor: müziğin görevi insanı gerçek hayattan uzaklaştırmak değil, varoluşunu anlamasına yardım etmektedir.

bizde sınıflara imamlar girmeye başlamışken, dünyanın başka bir yerinde sınıflara daha çok müzik öğretmeni girsin diye çaba sarfediliyor.

7 Nisan 2012 Cumartesi

film festivali 31.2


ortayaşlı, evli, birini yeni evlendirdiği diğeri evlenme yaşına yakın iki kız çocuklu, düzgün bir işi olan françois'nın hayat muhasebesi. pilot olmak istemiş, kereste fabrikatörü olmuş. karısı onu aldatıyor, o da karısını. yüzeyde heteroseksüel bir hayat sürüyor, ama aslında gizli bir eşcinsel. dünyanın eşcinsel hakları açısından en önde gelen ülkelerinden güney afrika'da yaşıyor, ama bırakın cinsel özgürlüğü, güya bu kadar eşitlikçi bir ülkede, yüzeyin hemen altında zenci ırkçılığı halen sürmekte.
françois bir gün bir güzel'e, eski bir arkadaşının üniversitede okuyan genç oğlu christian'a tutuluyor; kontrolünü yitiriyor ve durum hiç beklenmeyen noktaya kadar varıyor.

eşcinsel sinemanın ötesinde, günümüz insanının psikolojisine dair ağır ilerleyen bir film "güzellik" (skoonheid). film françois'yı takip ediyor; ya onu seyrediyoruz ya da onun seyrettiklerini. film kesinlikle taraf tutmuyor ama şöyle bir artısı var ki, françois'nın özellikle filmin kırılma noktasında yaptığı şey ne kadar kötü de olsa ve bu şeyi seyirci olarak tasvip etmemiz imkansız da olsa, françois'yı anlamamızı sağlıyor.
oliver hermanus'un yönettiği "güzellik" bu yılki festivalde, sıradışı bir protagonistin başından geçen sıradışı olayları sağlam ve tutarlı bir sinema diliyle anlatan ender iyi filmlerden biri.

5 Nisan 2012 Perşembe

film festivali 31.1

bir haftası dolmaya yakın festivalde seyrettiğim ve etkilendiğim tek film ann hui'nin "sade bir hayat"ı (tao jie) oldu. hong kong-çin yapımı film türkçe adı gibi sade ve duru bir sinema diliyle vefa, dostluk ve yaşlılığı anlatıyordu. hüzünlüydü biraz, biraz da iç burkuyordu, ama kesinlikle karamsar değildi; insancıl ve alçakgönüllü yaklaşımıyla güleryüzlü bir filmdi. kolaylıkla duygu sömürüsüne kayabilecek bir çok sahne, avrupalı yeni gerçekçilerin mesafeli soğukkanlılığına da prim vermeden, usta bir dengede akıp gitti.