festivali taviani kardeşlerin berlinale'den taze altın ayı ödüllü "sezar ölmeli" (cesare deve morire) filmiyle noktaladım. 81 yaşındaki taviani kardeşler sadece 76 dakika süren filmleriyle sanat ve gerçeklik üzerine sıkı bir beyin fırtınası yapıyorlar. direkt olarak gerilim veya hapishane filmlerinin izleğini takip etmeden, usul usul, hangi sahnelerin "gerçek", hangilerinin "tiyatro", hangilerinin "film" olduğu muğlaklaştırarak dertlerini bizlere aktarıyorlar.
keşke sondaki fazlaca mesaj kaygılı "kıssadan hisse" olmasaymış desem de, "sezar ölmeli" bütününde oldukça etkileyici bir film.
türkçe altyazısı üzerinde, vizyona girmesi yakındır.
christian petzold'un "barbara"sı da derdini sakin bir sinema diliyle anlatan filmlerden. petzold zaten öyle bir sinemacı; atraksiyonu yok. yine bir gerilim var, ama yine, usul usul, derinden derinden. bu arada da, müthiş karakter tahlilleri.
nina hoss "barbara"da içten içe döktürüyor.
slava ross'un "siberia monamour" (sibirya monamur)'u ile julia murat'ın "historias que so existem quando lembradas" (hatırlanınca var olan hikayeler)'i hikayelerinden ziyade sinematografileriyle öne çıkan filmlerdi.
ikisi de hikayelerin gelişim çizgisinde din olgusuna oldukça yer vermişlerdi. hele "sibirya monamur"da ağır bir sovyet eski rejim eleştirisi vardı ve onun yerine konulan saf inançtı; dedeye saldıran kurtların orak-çekiç heykelinin altından çıkması gibi zorlama bir sahne, filmin sonundaki "güneş ışığı" ile birleşince, kurtuluşun tanrı inancında olduğunun altı kalınca çizilmiş oldu. hikayenin geçtiği vahşi coğrafya düşünüldüğünde, tanrılı bir dinden ziyade doğaya inanç vurgulanmış olsaydı, sanki daha isabetli olurdu.
julia murat'nın filmiyse tablo gibi evinizin bir duvarına yansıtabileceğiniz ve seyretmekten bıkmayacağınız enfes görüntülere sahipti. hüzünlüydü ancak kasvetli değildi. yaşlılık, hafıza, alışkanlıklar ve ritüeller üzerine enfes bir güzellemeydi.
joachim trier'in "oslo, august 31st" (oslo, 31 ağustos)'u daha önce louis malle tarafından aynı adla sinemaya uyarlanan pierre drieu la rochelle'in "le feu follet" romanının serbest bir uyarlamasıydı.
petzold'un demir perde doğu almanya'sı, ross'un sibirya'daki monamour köyü veya murat'nın brezilya'da dağlar arasına sıkışmış köyü ne kadar hüzünlüyse, trier'in filminin protagonisti anders'in peşisıra dolaştığımız oslo da o kadar melankolikti.
cumartesi sabahı 11.00 seansında izlediğim film boğazıma bir yumruk gibi oturdu, istanbul'un yağmurlu havası da filmin atmosferini içimde devam ettirdi.
festivalin son haftasonunun eğlenceli filmiyse, "antidepresan" bölümünden hollanda yapımı "hasta la vista!" (olduğun gibi gel) idi. geoffrey enthoven'in filmi çok başarılı oyunculuklardan da kuvvet alarak, tipik bir yol filmi kurgusunda, hüzün ile neşeyi kaynaştıran bir dostluk ve büyüme hikayesi anlatıyordu. bu biri yarı kör, diğeri boyundan aşağı felçli ve sonuncusu tümorden dolayı tekerlekli sandalyeye mahkum üç kafadarın bakirliklerini bozma yolculuğunun hollywood versiyonunun çekilmesi yakındır.
merhaba,
YanıtlaSilsezar'ı her tarafından ışık sızan Lütfi Kırdar'da seyretmek acı oldu, hiç olmazsa bir 20 dakikasını yeniden izleyeceğim.
Barbara, Cesaret, Oslo bir türlü olmadı, göremedim. bir arkadaş Roza'yı da çok beğenmiş. Listeni merakla bekliyorum.
Diğer film festivalcikleri olmayıp bu senede iki kez olsun isterdim.