istanbul'da mart ayı, nedense, konserlerin zirve yaptığı bir aydır. bu mart'ta da aynı akşamlarda şehrin 2-3 mekanında birden gerçekleşen müzik etkinlikleri arasında seçim yapmak zorunda kalarak dolu dolu bir ay geçirdim.
en çok hayıflandığım, opus amadeus oda müziği festivali'nin hiçbir konserine gidememiş olmak. umarım yeterince ilgi görmüştür ve ileri yıllarda devamı gelir.
ayın ilk haftalarındaki konser izlenimlerimi daha önce yazmıştım; mart'ın son 10 günü ise çok yoğundu.
cuma akşamı şehrimize dördüncü defa teşrif eden martyn jacques ve ekibi tiger lillies salon iksv'deki "best of" konserlerinde formundaydılar; iflah olmaz hayranları da.
şişe ve cam bardak sesini engellemek için grubun isteğiyle mekan içinde içki satışı yapılmadıysa da, istanbul'un nadide müzikseverleri tiger lillies sahnedeyken bol bol sohbet ederek gürültüyü eksik etmedi salon'dan.
cumartesi akşamı crr'de tarihi bir konser vardı. mekana ve mekanın senfoni orkestrasına adını veren cemal reşit rey'in "başlayış" adlı eserinin bestelenişinden 77 yıl sonra dünya prömiyeri gerçekleştirildi, "özyurt kantatı" adlı eseri ise ilk seslendirilişinden 65 yıl sonra yeniden günyüzüne çıktı.
yalçın tura ve aydın karlıbel'in uğraşları sayesinde hayata geri döndürülen bu iki yapıt karlıbel'in şefliğinde kalabalık bir dinleyici topluluğuna sunuldu. programda ayrıca cemal reşit rey'in piyano eşlikli orkestra süiti "enstantaneler" ve marşları çalındı.
"başlayış" biraz bahar ayini havasındaydı, "özyurt kantatı" ise bende biraz hayal kırıklığı yarattı.
"özyurt"ta ilk seslendirilişinde soprano partisini leyla gencer'in söylemiş olduğu öğrenmek hoşuma gitti.
hafta içinde ferit tüzün'ün yücel erten rejisiyle istanbul devlet operası'nda sahnelenen "midas'ın kulakları" için kadıköy süreyya operasındaydım. mart başında borusan filarmoni konser versiyonunu seslendirmişti, mehldau ile çakıştığı için kaçırmıştım. keşke onu dinleyebilmiş olsaydım diye hayıflandım, çünkü; her ne kadar yücel erten bir söyleşide olabildiğince sade ve basit bir şekilde sahneye koydum demiş olsa da, süreyya operası'nın kısıtlı imkanlarında fazlaca zorlanmış sahne tasarımı ve abartılı mizansenlerle müziğe yoğunlaşmak pek mümkün olmadı.
hele, iki de bir en arkadaki beyaz perdenin çok yavaş bir hızda indirilip kaldırılması sahne geçişleri arasındaki süreyi uzatarak ritmi sekteye uğrattı. illa da şart mıydı o pullu pullu yarım ay'ı orada görmek. solistlerin de çok başarılı olduklarını söyleyemeyeceğim.
daha önce altan erbulak, müjdat gezen, köksal engür gibi sanatçıların canlandırdıkları berber rolünde bir operacıyı izlemek ise tam bir hayal kırıklığıydı.
nefes nefese yetiştiğim, bobby mcferrin'in sesini çalgı olarak kullandığı konser işsanat'ı dolduranları fazlasıyla memnun etti.
iki saate yaklaşan konserin bence en acıklı tarafı, mcferrin'in seyirciler arasından sahneye onunla müzik yapsınlar diye çağırdığı kişilerin hangi şarkıyı/melodiyi söylemek istediklerini bilmeden sahneye çıkmalarıydı. hepsi mcferrin'a dönüp "siz ne isterseniz" dediler, zavallı mcferrin da, böyle kendini karşısındakine tamamıyla teslim etmiş bireyler karşısında, şakaya vurarak şaşkınlığını gizlemedi. tamam, heyecanlanmış olabilirler ama adamcağız sizi şarkı söyleyesiniz diye sahneye davet ediyor, siz de depar atıp sahneye diğerlerinden önce yetişmek için canınızı dişinize takıyorsunuz, sonra da ne söyleyeceğinizi bilemiyorsunuz. neyse... iki saate yaklaşan konser bir ara genç yetenekler programına dönme tehlikesi yaşadı; meğer aramızda ne çok hevesli varmış a capella müzik konusunda.
"birdland" ve "somewhere over the rainbow" bence akşamın doruk noktalarıydı.
perşembe akşamı borusan filarmoni'nin avusturya akşamlarından bir diğeri yaşandı. orkestra, avusturya kıvrak şef goetzel ve avusturyalı damadımız martin grubinger eşliğinde ilk yarıda avner dorman'ın "frozen in time" adlı yapıtını seslendirdi. oldukça etkileyiciydi.
grubinger iki kısa bis parçası verdi. ilki, kendi deyişiyle "müzik değil, spor" olarak tanımladığı tam bir yetenek gösterisiydi; zamanlama, hakimiyet, hız had safhadaydı; inanılmazdı. ikincisi ise, 3 haftadır turnede olduğu için ülke hasreti çektiğini ve dinlemek için sabırsızlandığı ikinci yarıdaki mahler "titan"a hazırlık-prolog niyetine olmasını dilediği, çalgı olarak sadece ksilofonun kullanıldığı müthiş etkileyici, atmosferik, transandantal bir yapıttı. bunun da çalınabilme derecesi oldukça zordu.
goetzel elinden geleni yaptı mı, bu yapıt için yeterli prova vakitleri sağlandı mı bilemem, ancak özellikle bakır üflemelilerin durmadan detone oldukları "titan" yorumunu, mahler'in eserlerini istanbul'da ender dinleme imkanı bulduğumuz için sineye çekmek zorunda kaldık.
31 Mart 2012 Cumartesi
şehirde mart konserleri 2
Etiketler:
aydın karlıbel,
bobby mcferrin,
borusan istanbul filarmoni orkestrası,
cemal reşit rey,
ferit tüzün,
gustav mahler,
martin grubinger,
müzik,
opera,
sacha goetzel,
tiger lillies,
yücel erten
28 Mart 2012 Çarşamba
“bu vücutların içinde ne işimiz var?”
antonio tabucchi vefat etmiş.
tabucchi, kitaplarında yarattığı dünyalarda kaybolmayı sevdiğim bir yazardı.
ilk, iletişim yayınları baskısı “hindistan’a gece müziği”nde kaybolmuştum, 1994’te.
uzun süre alain corneau’nun o güzelim novelladan yaptığı film uyarlamasının, “nocturne indien”in peşine düşmüş, 2002’de sinema-tarih buluşması’nda izleyebilmiştim.
tabucchi, hepsi birbirinden kısa kitaplarında, “requiem”de, “ufuk çizgisi”nde, her seferinde geniş atmosferler yaratmayı, hikayelerin kapasitesini fersah fersah aşan dünyalar kurmayı başarmıştır.
tabucchi kolay okunur, zor sindirilir.
tabucchi vesilesiyle dolaylı yoldan tanıdığım dulce pontes portekizli sesler arasında hala favorimdir. belki tabucchi tanıştırdığından olmalı, pontes’i kendi jenerasyonundan kimselere değişmem; ne misia’ya ne mariza’ya.
“dolaylı yoldan” dedim ya; tabucchi’nin “pereira iddia ediyor” romanından uyarlanan ve başrolünde marcello’nun (mastroianni) oynadığı filmdeki morricone imzalı şarkıya takılmıştım. filmin bitiş jeneriğinde, takıldığım adı yakaladım: dulce pontes. barcelona’ya ilk gidişimde corte ingles’in müzik kısmında harıl harıl pontes cdleri aranmış ve o muhteşem iki disklik konser albümünü bulmuştum.
tabucchi bir çok başka kapılar da açtı bana. portekiz’i, lizbon’u, fado’yu, pessoa’yı daha çok sevmemi sağladı. alain tanner’in bruno ganz’lı lizbon filmi “beyaz kentte”ye bile tabucchi referansıyla ulaştım.
portekiz, fado hüzündür. tabucchi de hüzün yüklüdür. tabucchi’nin bana hatırlattıkları da nostaljik, hüzün dolu anılar… uzun zaman önce kapanmış afa yayınları mesela.
afa’nın beyoğlu’ndaki kitap dükkanın sıcak atmosferinde kitaplar arasında avare avare dolanmak, sahibi ve eşini kasanın arkasında, kapıda, kapı önündeki masada görmek; ve hatta, afa’nın organize ettiği ve sanırım havanın sıcaklığından dolayı sokakta yapılan antonio tabucchi imza günü.
tabucchi’nin ölüm haberi bir dostumu, onunla yıllardır hiç eksiltmeden sürdürdüğümüz dostluğumuzu, paylaştıklarımızı, anılarımızı da hatırlattı bana tekrar. o zamanlar birbirimize tabucchi kitapları vermiştik, madredeus dinlemiştik, yanılmıyorsam tabucchi imza gününe de beraber gitmiştik.
sevgili nuraycığım, ortak yazarımız vefat etmiş; onun toprağı bol olsun, bizim başımız sağ olsun. "hindistan’a gece müziği"nde tren istasyonunda bekleyen adama jainist rahibin sorduğu soruya adamın verdiği cevabı hatırlıyor musun:
“belki içlerinde yolculuk ediyoruzdur…”
Etiketler:
antonio tabucchi,
dulce pontes,
edebiyat,
fado,
müzik,
portekiz,
sinema
27 Mart 2012 Salı
istanbul film festivali listem
kesinlikle izlemek istediklerim:
.son yıllarda biraz formdan düşmüş olsalar da, ”kaos”tan beri hepimizin kalbini fethetmiş olan taviani kardeşler’in berlinale’den ödüllü tiyatro-hapishane filmi “sezar ölmeli”
.ilk iki filmine hayran kaldığım genç kadın yönetmen andrea arnold’un “uğultulu tepeler”i
.“tehlikeli ilişkiler”den beri takipte olduğum glenn close’un “albert nobbs”u
.“marius ve jeannette” ile yıllar once bir gündüz seansında beni ve bütün emek sinemasını gülmekten öldüren robert guediguian’ın yeni filmi “kilimanjaro’nun karları”
.festival sayesinde “koşucu”dan beri filmografisini takip edebildiğim iran asıllı amerikalı yönetmen amir naderi’nin yeni filmi “cut”
.günlük hayatın içinde gizli durumları yumuşak ve doğal sinemasıyla ortaya seren japon yönetmen hirokazu kore-eda’dan “bir dilek tuttum”
.italyan usta ermanno olmi’den “kilisedeki gecekondu”
.rus usta alexander sokurov’dan “faust”
.almanya’nın yıldız yönetmenleri andreas dresen’den “yarı yolda”, christian petzold’dan “barbara”
.yıllardır yeni filminin yolunu gözlediğim martin sulik’ten “çingene”
.benzersiz oyuncu juliette binoche’dan “kadınlar”
.iki sene önce hayata küsmüş iki karakterin kırık aşk hikayesini enfes görüntüler eşliğinde anlattığı ilk filmi “özel hayatlar”a hayran kaldığım urszula antoniak’tan benzer bir hikaye daha: “mavi kod”
.koreograf wim vandekeybus’tan “monkey sandwich”
.iki sene önce “yuva” ile ilginç bir hikaye anlatmış olan ursula meier’den “yukarıdaki çocuk”
.rainer werner fassbinder’den nabokov uyarlaması “cinnet”
kesinlikle merak ettiklerim:
.rodrigo pla “gecikme”
.christian schwochow “kabuktaki çatlaklar”
.joachim trier “oslo, 31 ağustos”
.wojciech smarzowski “roza”
.maiwenn “polis”
.morten tyldum “kafa avcıları”
.marius holst “şeytan adasının kralı”
.jan hrebejk “masumiyet”
.ann hui “sade bir hayat”
.bouli lanners “devler”
.slava ross “sibirya, monamur”
.pablo giorgelli “akasyalar”
.karl markovics “nefes”
.julia murat “varolunca hatırlanan hikayeler”
.angelinka nikonova “alacakaranlığın portresi”
.markus schleinzer “michael”
.marlon rivera “bok çukurundaki kadın”
.joao canijo “kendi kanım”
.greg zglinski “cesaret”
.gareth evans “baskın”
.garip “köpekdişi”nin yönetmeni yorgos lanthimos’tan “alpler”
.edward norton’lu etkileyici “american x”in yönetmeni tony kaye’den “kopma”
.whit stillman “sıkıntılı hanımlar”
.kim kyung-mook “yurtsuzlar”
.oliver hermanus “güzellik”
25 Mart 2012 Pazar
istanbul tiyatro festivali'nin şaka gibi programı
yazmıyim, bana ne, zaten ekonomik kriz var, ülkede bir sürü olumsuzlukla boğuşuluyor, bunun lafı mı olur dedim durdum kendime ama dayanamadım:
istanbul kültür ve sanat vakfı iki yılda bir düzenlediği tiyatro festivalinin programını bu hafta içinde açıkladı. listeye ilk baktığımda şaka zannettim.
iksv gibi "prestijli" bir kurum, 40. yılında, istanbul gibi "dünyanın başkentlerinden biri" bir şehirde, iki yılda bir düzenlediği bir festivalde yabancı topluluk sayısı 6.
hayır, yanlış saymadım; tam tamına 6.
iksv öyle üst düzey altı topluluğu (veya altı yapımı) davet etmiş olsaydı, sesim çıkmazdı. ama bu altı topluluktan sahne sanatları açısından gerçekten dişe dokunur, çığır açar, üzerinde konuşulur olanı kaç tane ki!
son yıllarda avrupa tiyatro ödüllerini alan tiyatrocuları gözümüzün önünden geçirsek, kaçı şimdiye kadar istanbul'a davet edildi?
son yıllarda avrupa'da ve dünya'da yenilikçi tarzları ve söylemleriyle tiyatro sahnelerini sallayan, seyirciyi sarsan kaç tiyatro adamını festivalde izleyebildik şimdiye kadar?
bu dünya şehrinin konservatuar öğrencileri, sahne sanatları ile uğraşanları, sahne sanatlarına gönül vermiş seyircileri kendilerini nasıl eğitecekler, görüşlerini nasıl açacaklar, nasıl beslenip bilgilenecekler dünyada olup bitenler hakkında?
bundan sonra yabancı tiyatro seyretmek için adana'ya, antalya'ya veya trabzon'a, hatta bursa'nın nilüfer ilçesine gitmek gerekecek. oralarda iki senede bir değil, her sene düzenlenen uluslararası festivallerde birbirinden kaliteli yabancı topluluklar perde açıyorlar. örneğin; iki sene önce berliner ensemble antalya'daydı.
hem de devlet tiyatrolarının bilet fiyatına!
herhalde iksv'ye çok pahalı geliyor istanbul'da tiyatro festivali düzenlemek, hatta yük bile geliyor olabilir; yöneticileri tiyatro festivaline sırtlarındaki kambur olarak bakıyor bile olabilirler.
iki yılda bire düşürdüler, kimsenin sesi çıkmadı [akm 4 yıldır kapalı kimin sesi çıktı ki, buna çıksın!], üstüne bir de, komik sayıda yabancı topluluk konuk ediyorlar. bizi de, bize reva gördüklerini izlemeye mecbur bırakıyorlar.
efendim, şehirde doğru dürüst sahne yokmuş. evet yok! bu gidişle de olmayacak!
ama; 25 günlük bir festivalde 2 gün teknik için, 2 gün de oyun için ayrılarak bir topluluğa 4 gün verilse, sadece 6 yabancı topluluğu muhsin ertuğrul'da konuk edebilirlerdi. fulya sanat'a girebilecek prodüksiyona sahip 3-4 yabancı kaliteli dans topluluğu da eminim hiç zorlanmadan bulunurdu. garajistanbul'dan da aynı verim alınabilirdi. mimar sinan'ın bomonti sahnesi neden devreye sokulmadı!
iki yılda bir düzenlenen bir festivalde kesinlikle en az 10-15 tane yabancı topluluk yer almalıydı.
23 mart'ta avignon'un ön programı açıklandı; hadi orası avignon, tiyatro'nun kabesi, onu saymayalım. 29 mart perşembe günü de atina festivali'nin ön programı açıklanacak. bakın görün, ekonomik krizdeki yunanistan'da nasıl festival düzenleniyor; hem de her yıl!
istanbul'da sezon içinde yabancı dans veya tiyatro topluluklarını seyretme imkanımız olsa neyse, ama o da yok ki!
istanbul festivalinden tiyatro ayrılmamışken, kültür ateşelikleri özellikle de british council gezici tiyatro topluluklarını finanse ederken, pamukbank her sene bir büyük dans topluluğu getirirken, garajistanbul ilk yıllarında, talimhane açılmaya çalıştığı ilk 3 ayda, işsanat üç sene öncesine kadar sezonda 3-4 tane, crr de beş-altı sene öncesine kadar nisan'daki dans festivalinde ve ayrıca sezon içine serpiştirilmiş şekilde yabancı dans ve tiyatro topluluklarını ağırlıyorlardı. bunların hiçbiri kalmadı.
festival parçalara ayrıldı sonra da iki yılda bire çevrildi, british council bu işlerden elini eteğini çekti, pamukbank halkbank oldu, garajistanbul müziğe döndü, talimhane kapandı, işsanat sezonda bir tane dans topluluğu getirir oldu, crr'nin yeni yönetimlerinin ise danstan anladıkları sadece üç şey: rus balesi, flamenko ve tango.
hadi idans biraz dans alanındaki boşluğu kapatır gibi oldu, ama istanbul'da, herhangi bir dünya başkentinde (hatta herhangi bir avrupa kasabasında) olduğu gibi sezon içinde düzenli şekilde yabancı tiyatro topluluğu seyretme imkanımız yok!
eh o zaman, geriye bu şehrin tiyatro meraklılarının penceresini dünyaya açacağı tek bir etkinlik kalıyor, o da iksv'nin tiyatro festivali. onlar da bize çelmeyi takmış durumda.
24 Mart 2012 Cumartesi
"Thrace. So close, so far away. The Muslim world"
"Thrace. So close,so far away. The Muslim world" iki yunan kadın gazeteci-fotoğrafçının, pepi loulakaki ile elena moschidi'nin 2010 yılında yunanistan'da yunanca yayınladıkları bir kitap. şimdi bu kitabın ingilizce-türkçe baskısını yapmak istiyorlar. bir internet sitesi kurmuşlar, para toplamaya çalışıyorlar; her keseye uygun bağış imkanı mevcut.
23 Mart 2012 Cuma
şehirde mart konserleri
çoğu dünya çapında ünlü müzisyen istanbul’a çok ender gelirken veya hiç gelmezken, bazıları da neredeyse sezon aksatmadan uğruyorlar şehrimize. Bunlardan ikisini konuk ettik geçtiğimiz günlerde. brad mehldau işsanat’aydı, gidon kremer crr’de.
mehldau yıllar yıllar once akm büyük salonda yaklaşık 400 kişiye verdiği konserden beridir şehrimizi hiç ihmal etmedi. biz de onu sevdik; artık istanbul’da kapalı gişe çalıyor. mehldau’nun işsanat’ta üçlüsüyle verdiği konser, dinleyici olarak hazzın doruklarına taşıdı beni. belki fazla heyecanlanmadım, uçurumun kenarına gelip içim hop etmedi, sürpriz bir tepe çıkmadı vadilerin arasında; belki fazla güvenli patikalardan tırmandık; ama bildik ve kanıksanmış değildi mehldau’nun triosuyla yaptığı müzik. bis’ten önceki son parçada mehldau’nun yaptığı solo uzun zaman belleğimden silinmeyecek güzellikteydi.
caz için iltifat mıdır bilmiyorum; ben o niyetle kullanacağım: brad mehldau trio’nun konseri üst kalitede “klasik” bir konserdi.
gidon kremer’e kremerata baltica eşlik ediyordu. kremer’in toplulukla birlikte çaldığı giya kancheli’nin “chiaroscuro”su bir nevi, Istanbul müzik festivali öncesi, bir fragman gibiydi. malum, festivalde kremer’in de bizzat konuk olacağı konserin programı kancheli’nin dünya prömiyeri de içeren yapıtlarından oluşuyor.
giya kancheli şehrimizde maalesef sık sık dinleme zevkine varamadığımız bir çağdaş besteci. hele de kremer ve orkestrası gibi yetkin müzisyenlerden, kancheli’nin bizzat kremer’e ithaf ettiği “chiaroscuro” bence konserin doruk noktasıydı.
programdaki bütün yapıtlar 20. yüzyılın ikinci yarısından seçilmişti. bu açıdan da konser şehrimizde az tanık olduğumuz bir nitelikteydi. weinberg, richard strauss, nino rota ve akşamı noktalayan iki benzersiz piazzolla yorumu.
kremer ve kremerata iki hüzünlü bis vererek cevap verdiler crr’yi tıkabasa doldurmuş seyircimizin cömert alkışlarına. konser bittiğinde herkes memnundu.
şehirde son günlerin en heyecan verici konserlerinden biriyse derya türkan’ın yanına tapping gitar ustası enver izmaylov’u, perküsyon sihirbazı jarrod cagwin’i ve kontrabasçı eric van der westen’i alarak çıktığı müzikal yolculuktu. maalesef seyirci ilgisinin pek yoğun olmadığı konser, müzikal açıdan oldukça yoğundu, ilginçti, yaratıcıydı. bu konserin doruk noktasıysa derya türkan’ın bestesi “lament” idi. acaba bu dörtlü yakınlardan album çıkarırlar mı; ne iyi olur…
21 Mart 2012 Çarşamba
wiesenland / bausch / tanztheater wuppertal
"ah, muhtaç olduğumuzda
kimden medet umabiliriz?
ne meleklerden ne insanlardan
ve marifetli hayvanlar bile fark ettiler ki
hiç de rahat değiliz biz
şu yorumlanmış dünyamızda."
- rainer maria rilke, "duino ağıtları" birinci ağıt
...
yosun tutmuş, yer yer bitkiler fırlamış devasa bir duvar; ince ince sular damlamakta üzerinden; bütün bir birinci perde boyunca şıpır şıpır seslerini duyacağız o suların. oyun broşüründeki fotoğrafları hatırlayacağız: bir termal havuzun içinde satranç oynayan insanlar; bir duvarı şelale fotoğrafıyla kaplı oturma odası.
su, macarların hayatının vazgeçilmez bir parçası. su, pina bausch’un budapeşte’den esinlenen yapıtı “wiesenland” (çayır)’ın vazgeçilmez bir parçası. öyle ki, bausch su öğesini bir önceki “masurco fogo” veya bir sonraki “agua”daki gibi “oyun-cak” olarak kullanmıyor, herşeyiyle yapıtına yediriyor, nüfuz ettiriyor. bausch’un 1999’da tasarladığı, roma ilhamlı “o dido”da su buharı başroldeyken, 2000 tarihli “wiesenland”da suyun kendisi ön planda; bütün ıslaklığıyla.
ilk sahne: yosun duvarın kenarından, elinde kahvaltı tepsisiyle bir kadın çıkar, gülümseyerek sahnenin önüne yaklaşır; özenlidir; tepside beyaz porselen takımlarda bir dilim pasta, fincan, içinde çiçek küçük bir vazo vardır ve bir mum yanar.
yarı yolda yandan bir adam çıkar, elinde yüksek ağızlı teneke bir leğen ve bir kova suyla. kadın durur, tepsiyi yere bırakır, leğenin içine girer, adam kadının başından aşağı bir kova suyu yavaş yavaş boşaltır ve gider. kadın, sırılsıklam olmuş elbisesini düzeltir, ıslaklığın bedenini göstermesinden utanmadan leğenden çıkar, tepsiyi alır ve sahnenin en önüne gelip gülümseyerek seyircilere uzatır; mimikleriyle “buyrun” der gibi, “aaa, istemiyor musunuz” gibi, “ama neden” dercesine rica eder, tekrar tekrar.
o sırada başka bir kadın elinde kocaman bir merdiven sahneye girer, etrafına bakınır, sağdaki portal ağzına dayadığı merdivene tırmanır; tırmanırken kedi gibi kıvrılır, cilve yapar gibi başını eğerr, bedenini büker. en üst basamağa kadar bu jestlerle çıkar ve iner.
hemen açılıştaki bu iki sahne yapıtta ele alınacak temaları özetliyor gibi. bir kol; sevmek, yanıp tutuşmak, sevilmek, sevilmeyi istemek, flört etmek üzerinden gidiyor… diğer kol; uçmak, havalanmak, kaçmak, kurtulmak, özgürleşmek, arınmak üzerinden… üç olgu bu temalara sahnede arkaplan sağlıyor/oluşturuyor: su, sigara ve uyku.
...
“wiesenland” bir uyku diyarı; rüyaları, karabasanları, sayıklamalarıyla… ıslak, sırılsıklam bir uyku bu. belki cinsel dürtülerin söndürüldüğü, belki tatmin edildiği; tatmin edilemeyenlerin başka şeylerle telafi edildiği…
bu uykuyu kabuslar basmış durumda; bedenleri belden yere bükülü, elleri yere değerek büyük daireler çizen, hızlı hızlı hareket eden (sanki karafatmalar gibi) yaratıklar… herkesin yukarıda tek bir noktaya odaklanarak bakması; sanki olağanüstü bir gökyüzü olayını izler gibi (acaba 2000’de güneş tutulması mı olmuştu)… yatağında “kurtarın beni” diye sayıklayarak bir o yana bir bu yana hızla kafasını çeviren kadının yanaklarının iki yanında yatan erkeklerin dudaklarıyla birleşmesi…
karabasanlardan kurtulmanın yolu belki uçmak havalarda; kaçmak bu diyardan, özgürleşmeye çalışmaktır.
ikişer gruplu erkeklerin kolları ve bacakları dört bir yana açılmış, sırtüstü havaya kaldırdıkları erkek ve kadınlar… iki erkek bir kadını iki yanından tutarak havalandırır ve sahne boyunca dalga şeklinde aşağı yukarı götürerek havada taşır… dört erkek bir erkeği kollarından ve bacaklarından gererek havaya atar ve yere ayaküstü inmesini sağlar; dört erkek bir kadının üstüne çıktığı sandalyenin bacaklarından tutarak kaldırır, kadın yükselir… iki erkek bir sandalyede oturmakta olan kadını sandalyeyle birlikte havaya kaldırır ve yüksekten üçüncü bir erkeğin kucağına bırakır… sandalyeleri üstüste koyarak gittikçe daha yüksek bir kule inşa etmeye çalışan ama bir noktada risk almaktan vazgeçip, kurduğu gibi teker teker sandalyeleri kaldıran erkek…
...
pina bausch’un bütün yapıtlarına sinmiş hüzünden payını almış olmasına rağmen, bütün karabasanlarına rağmen, “wiesenland” bir yandan da şimdiye kadar izlediğim en muhabbetli pina bausch yapıtı.
"muhabbet” derken çoşkuyu kastetmiyorum; “muhabbet”ten keyif ve neşeyi anlıyorum. dansçıların hem birbirleriyle hem seyirciyle keyiflendikleri, cilveleştikleri, diyaloga girdikleri, paylaştıkları; dansçıların birbirlerini “dinledikleri”…
pina bausch’un, ilk aklıma gelen yapıtlarından istanbul’da izlediğimiz “masurca fogo”da, brezilya esinli “agua”da, “vollmond”da su oyunlarıyla yaratılan çoşkulu atmosferler veya “nefes”in bir sahnesinde dansçıların keyifli bir parti ortamını canlandırdıkları sahneler yok değil, ancak “wiesenland”da öyle bir ziyafet sahnesi var ki; eşliğindeki müziğin etkisiyle de olsa gerek, insanın içi neşe doluyor, dolup taşıyor. sanki güneşli bir yaz gününden kalma, hatırası hiç unutulmayan, her daim gülümseyerek hatırlanan keyif dolu, paylaşım dolu, neşe dolu bir arkadaş toplantısından enstantanelere tanık oluyoruz…
...
bausch’un alamet-i farikası olan seyirciyle kurulan ilişki “wiesenland”da had safhada. mimikleriyle seyirciye yanındakiyle evli mi olduğunu, kaç çocuğu olduğunu, kız mı erkek mi olduklarını soran kadın… seyircilere “sevdiğiniz biri var mı?” “o da sizi seviyor mu?” diye sorular yönelten kadın… seyirci koltuklarının arasında, üstünde sevişen, öpüşen kadın ile erkek… seyircilere sosis, ekmek, pide, kraker, cips paketleri atan erkek ve kadınlar… seyirciye kırmızı rujlu dudaklarıyla öpücük kondurduğu mektubu hediye eden kadın… sahnenin en önüne gelip seyircilerle işaret diliyle iletişim kuran kadın ve erkekler…
...
"wiesenland”ın tek çıkış noktası budapeşte değil. paris theatre de la ville kurumu da yapıtın ortak yapımcısı. fransız etkisi pes perdeden de olsa hissediliyor.
dansçılardan clementine deluy ikinci perdede, fransız köyleriyle ilgili iki anektod anlatıyor. daha da ilginci; birinci perdenin en “simply lovely” bölümlerinden birinde bütün kadın dansçıların vals ritmiyle (ama vals adımlarını kullanmadan) sahnede büyük daireler çizerek yarı koşar halde ilerlerken fonda cezayirli ünlü şarkıcı lili boniche’in vals ritmindeki “alger alger” (cezayir, cezayir) adlı şarkısının çalması. hınzırlığın böylesi! politik, kültürel, toplumsal; her türlü okumaya açık!
vals ritimli “alger alger”in bana pina bausch’a dair fark ettirdiği şey ise; 1982 tarihli “walzer” (valsler) adlı bir yapıtı da olan bausch’un vals merakı.
bausch geçen yıl izlediğim 1985 tarihli “two cigarettes in the dark”ta da ravel’in “la valse”ini dahiyane bir koreografiyle kullanmıştı. acaba bausch vals’i, batı (avrupa) toplumu eleştirisi olarak mı kullanıyor… valsin insanın içine mutluluk veren, yumuşak, sevimli ritminin çağımızın sevgisiz, yalnız, acımasız toplumunun gerçekleriyle bağdaşmıyor olması mı acaba, bausch’u tekrar tekrar valslere götüren…
...
"wiesenland” çok kalabalık bir yapıt; 19 kişilik. “wiesenland” topluluğun en eski üyelerinden karizmatik jan minarik’in rol aldığı son pina bausch yapıtı. şimdilerde onun rolünü andrey berezin canlandırıyor.
kendine has, acıtıcı bir ironisi olan “durum”ların yaratıcısı minarik’i (berezin’i) “wiesenland”da kadın satıcısı, çingene mafyası olarak, sigarası elinde bir kontrabas kutusuna dayanmış etrafı seyrederken, koluna takmış süslü bir hanımı boş bir market arabasını sürerken görmek mümkün; yapıtın sonunda, çayırın üzerinde ahşaptan bir kayık iskeleti inşa eden de o.
orijinal kasttaki dominique mercy de bu yapıttaki yerini yenilerden pablo aran gimeno’ya devretmiş. mercy başka yapıtlarda sahneye çıkarken bundan çekilmesini, haziran’daki londra maratonuna bağlamak doğru olur sanırım. 60’larındaki mercy original kastında olduğu her yapıtta dans etse, ne topluluğun artistik direktörlüğünü yapabilir, ne de iki gün arayla ikişer kere sahnelecek 10 ayrı yapıttan “sağ çıkabilir”.
kanımca, her pina bausch yapıtında dansçılardan biri, diğerlerinden biraz daha öne çıkmakta. “wiesenland”ın “protagonisti” aida vainieri.
topluluğun orta kıdemdeki (en az 20 yıllık) dansçılarından olmasına rağmen daha önce seyrettiğim herhangi bir bausch yapıtında vainieri’yi bu kadar bariz bir şekilde fark etmemiştim. “wiesenland”da vainieri göz dolduran, ruhu okşayan yumuşak dans solosu dışında, tiyatral durumlarla da oldukça ön plandaydı; sigara tutkusu, kıyafet tutkusu, kürk tutkusu, eşya tutkusu, femme fatale ile komik kadın arasında gidip gelen (mechthild grossmann ile nazareth panadero karışımı) son derece dozunda mimik ve jestleri, espri kabiliyeti ve bir sürü farklı durumda isteksizce fernando (suels)’in oyuncağı haline gelmesiyle yapıt boyunca seyirciyi etkisi altına aldı.
iki erkek dansçının vainieri’nin gür ve kıvırcık saçlarının arasına üfledikleri sigara dumanlarından sonra, vainieri’nin saçları tüterek dans ettiği solosu “wiesenland”ın en büyülü sahnelerinden biriydi.
2.5 saati aşan süresiyle uzun sayılabilecek “wiesenland”da tek bir topluluk koreografisi (veya unison) yoktu; ikişerli erkek dansçıların erkek ve kadın dansçıları havaya kaldırmalarını koreografi saymazsak.
ilk dans sekansı, rainer behr’in solosu, yapıtın 20-25 dakikalarında gerçekleşti. özellikle ikinci perde, birbirine zincirlenen sololarla dans ağırlıklıydı.
ikinci perdenin yaklaşık ortalarına denk gelen damiano ottavia bigi’nin solosu bambaşka bir kalitedeydi; seyirci de bigi’nin hakkını verdi ve benim izlediğim iki akşamda da solo bitiminde bigi’yi alkışladı. bigi’nin rüzgarıyla, onunkini takip eden bir-iki kuvvetli solo daha seyirciden alkış aldı.
birinci perdeyi ve yapıtı sonlandıran topluluğun çiftler halinde canlandırdıkları durum, ilginçliği ile iki yapılışında da seyircinin ilgisini çekti. kadınlar yerde yatarak içtikleri sigaraların dumanlarını erkeklerin yukarıdan akıttığı sulara üflediler (veya: sularda söndürdüler). durumun eğlenceli ve komik yönü bir yana; sigaranın en düz okumayla cinsel isteği/birleşmeyi temsil ettiği hatırlandığında, dumanının suda söndürülmesi/suya üflenmesi anlamlıydı.
...
"wiesenland”ın etkileyici ögelerinden biri sahne tasarımıydı.
sahnenin en gerisinde yosundan devasa bir duvar olarak yükselen yüzey, birinci perdenin sonuna doğru, iki yandan giren teknisyenlerin marifetiyle sahne seviyesinden yaklaşık 1.5 metre kadar yüksekte, yatay bir çayıra dönüştü.
bir yüzeyin duvardan zemine dönüşmesinin ilüzyonu bir yana, bu değişiklik hareket mekanını yeniden tanımlama anlamında da ilginç bir denemeydi. en geride kalarak sahnenin bütününü hareket mekanı olarak tanımlayan bir yüzey, ikinci perdede hareket mekanını sadece sahnenin ön tarafıyla (ilk perdedekinin yarısıyla) sınırladı. birinci perdede sahnenin bütün boşluğunu kullanarak yapılan bazı dans haretekleri, ikinci perdede tekrarlanırken bu sefer sıkışmış alanda yeni anlamlara evrildiler. ayrıca, ilk perdede düz sahne üzerinde yapılan bazı durumlar, bu sefer çayır üzerinde tekrarlandı; bağlamları üzerinden yeniden tanımlanır oldu.
...
dünyada wuppertal dışında budapeşte, tokyo ve iki farklı yılda paris’te sahnelenen “wiesenland” 6 haziran - 9 temmuz tarihleri arasında ikişer gün arayla barbican ve sadler wells’te gövde gösterisine çıkacak tanztheater wuppertal’in 10 yapıtlık pina bausch maratonunun kapanış gösterisi olacak.
19 Mart 2012 Pazartesi
cam yapraklar / yanetki
erkek kardeşleri konu alan oyunlarla sezona devam eden yanetki martin mcdonagh'ın "vahşi batı"sından sonra philip ridley’in “cam yapraklar”ını sahneliyor.
yanetki, 0.2 ile dirsek temasını sürdürerek "cam yaprakları"ın rejisini sami berat marçalı'ya emanet etmiş.
ridley “cam yapraklar”da yine masallar ile gerçekler, gerçek zannedilenler ile kabuslar arasında yolunu kaybetmiş, büyüdükleri halde çocukluk zamanlarının her daim peşlerinden kovaladığı protagonistleri getiriyor karşımıza.
...
ışık aydınlatır, karanlığı önler. karanlık, kabusların ve hayaletlerin hüküm sürdüğü bölgedir. karanlık aynı zamanda bir kaçış alanıdır; orada görünmez olunduğu gibi görmez de olunur.
herkes kendi bakış açısıyla yorumlar geçmişi; bazılarımız karanlıkta bırakır hatırlamak istemediği yaşanmışlıklarını, başkalarımız ise inadına üzerine gider, ışık tutar, çözmeye, hesaplaşamaya çalışır onlarla. herkesin kendine has bir ışığı vardır; geçmişine ve gerçeklerine dair etrafındakilere ve kendisine göstermek istediği kadarını aydınlatır.
geçmişe ışık tutmanın, yaşananları aydınlatmanın dereceleri vardır; aynı, ışığın kuvvetinin değişebilirliği gibi. mum ışığının ulaştığı uzaklık ile, tepeden beyaz soğuk ve çıplak ışığın ortaya çıkardıkları, görünür kıldıkları farklıdır. ışık çeşit çeşittir; az, çok, yumuşak, sert, gözü alan, gözü okşayan, göze giren... çevre, gerçekler ve geçmiş farklı ışık kalitelerinde farklı aydınlanır, farklı görünür, farklı görülür.
“cam yapraklar”da ışık masası neredeyse hiç kullanılmıyor. ışıkları hep oyuncular yakıyor ve söndürüyorlar; dolayısıyla sahne geçişlerini, kesintileri, parçaları onlar belirliyor; canlandırdıkları protagonistlerin zedelenmiş belleklerinin ne kadarını göstermek istediklerine, anıların onlar tarafından nasıl ve ne kadar hatırlamak istendiğine bağlı olarak.
oyun alanında kritik noktalara yerleştirilmiş çeşitli ışık kaynakları var: farklı boyutlarda sıcak renkli yumuşak ışıklı yerden aydınlatmalar... mumlar... ve tepedeki tek bir beyaz sert ışık kaynağı. oyuncular tarafından yönetilen bütün bu ışık kaynakları arasız 110 dakikalık oyunun her bir sahnesinin atmosferini (sadece mekansal olarak değil, protagonistlerin psikolojik ve ruhsal atmosferini de) belirliyor, oluşturuyor, kuruyor.
oyunun özgün halinde ışıklara dair bu mizansenlerin olup olmadığını bilmiyorum; olduğunu sanmıyorum. yönetmen sami berat marçalı'nın mizanseni bu şekilde kurduğunu zannediyorum. ve doğrusu çok da iyi ettiğini düşünüyorum.
...
marçalı’yı oyuncu rejisi anlamında da kutlamak lazım; şimdiye kadar seyrettiğim bütün oyunlarında, yönettiği her oyuncudan, canlandırdığı protagonistin doğalını ortaya çıkarmasını sağlama konusunda çok başarılı. "cam yapraklar"da da faik ergin abi steven'ı içerden oynarken, ulaş tuna astepe kardeş barry'i daha dışavurumcu canlandırıyor.
abi steven’da faik ergin baştan sona sahnede. oyun bir anlamda onun içsel yolculuğu; geçmişe dair hatırladıkları, şimdiki zamanda hesaplaşmaları. faik ergin doğal, iyi bir oyun çıkarıyor.
küçük kardeş barry’de ulaş tuna astepe’yse ergin’den sahne çalıyor; canlandırdığı rolün bütün olanaklarını sonuna kadar kullanıyor ama dozunda bırakıyor, abartmıyor; aşırı büyük oynamıyor.
kadın protagonistler (anne’de şerif sezer, debie’de melike güner ve adı oyunda durmadan geçen ama hiç görmediğimiz debie’nin kızkardeşi chloe) ise ikincil rollerde üstlerine düşeni yapıyorlar; ancak maalesef, oyuna artı bir değer kat-a-madan.
...
philip ridley “cam yapraklar” ile aile kurumuna dair, dört kişi arasında gelişen, gerçeklerin masallarla beslendiği, düğümün sona saklandığı ama tek bir “gerçek” ile de kısıtlanmayan, yoruma açık olay kurgusuyla başarılı bir oyun yazmış.
sami berat marçalı ise ridley’in oyununun özünü mükemmel bir şekilde -ve oldukça da basit bir fikirle- tiyatral olarak ortaya çıkaran reji çalışması ile, kanımca ridley’den daha başarılı bir iş ortaya koyuyor. tebrikler…
18 Mart 2012 Pazar
monnier istanbul'daydı
mathilde monnier mart'ın ilk haftasında iki akşam üstüste istanbul’da borusan müzik evi’ndeydi. “les signes extérieurs”ün borusan’a konuk olmasını sağlayan etken sanırım yapıtın canlı çağdaş müzik eşliğiyle sergileniyor olmasıydı. aslında eşliğin ötesinde; “les signes extérieurs” mathilde monnier ve iki dansçısının ünlü çağdaş besteci louis sclavis ve iki müzisyenle ortaklaşa ürettikleri bir yapıt. özünde, müzik ile hareketin etkileşiminden doğan, araştırmacı, avant-garde bir iş.
ben 9 mart’taki ikinci akşamı izledim. ilk 15 dakika yapıta ısınamadım; dansçıların orkestra şefi benzeri hareketleri ilgimi canlı tut-a-madı. ancak ondan sonraki bölümde, dansın ağırlık kazanmasıyla birlikte, hele de müzisyen ve dansçıların mekanı aktif bir şekilde kullanmalarının etkisiyle de olsa gerek, dış belirtilerin şifresi çözülür gibi oldu benim için.
gerçi monnier, sclavis ve ekipleri öyle borusan müzik evi’ne dağılıp, mekana nüfuz etmediler (zaten konsept de bu değildi), ancak performans alanı olarak belirlenmiş yeri çok ustaca, hiç bir cm2sini heba etmeden kullandılar. müzik ve hareketlerin soyutluğundaki denge, oran, karşıtlıklar, aynılıklar, sivrilikler aynı yetkinlikle performans alanının kullanımına da taşındı/yansıdı.
yapıt boyunca dansçı ve müzisyenlerin bir saniye bile gözlerini ayırmadıkları, ama biz seyircilerin göremediği ekranlarda neyin gösterildiğini merak ettim. broşürde belgesel, film, dizi, televizyon yayınları ve politik söylev görüntülerinden yola çıkıldığı yazılıydı; ekranlarda orijnal görüntü kliplerinin oynadığını ve dansçıların bunları o anda ve doğaçlamayla taklit ettiklerini düşündüm. sonradan, üst katta ayakta izleyen arkadaşlardan öğrendiğime göre, ekranlarda sahnedeki dansçıların daha önce kaydedilmiş görüntüleri varmış. doğrusu; bunu öğrenmek beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. dansçıların orijinal görüntüleri anında seyrederek doğaçlama yapmış olmalarını tercih ederdim.
tahmin ettiğimiz kadarıyla yaratıcı süreç şöyle işlemiş: monnier ve ekibi film ve medya görüntülerinden esinlendikleri hareketleri süzgeçten geçirip, ayıklayıp ve soyutlayarak tekrar kaydetmişler. gösteri sırasında da kendi görüntülerini taklit etmişler.
monnier ilk 1999’da gelmişti istanbul’a; tiyatro festivali kapsamında “o yerlerden” adlı yapıtıyla. bir sonraki gelişi 10 yıl almıştı; 2009’daki idans’ta la ribot ile eğlenceli burlesk “gustavia”yı sunmuşlardı bize.
bu sefer monnier’e arayı fazla açtırmamamız ne güzel oldu. umarım bu tempoyu koruruz…
Etiketler:
borusan müzik evi,
dans,
mathilde monnier,
müzik
17 Mart 2012 Cumartesi
"vahşi zevkler"den
“Kasaplardan biri hayvan kesiminin nasıl gerçekleştiğini anlattı ve bu işlemin yapıldığı yeri gösterdi. Onu pek iyi anlayamadım ve hayvan kesimi hakkında yanlış ama korkunç bir düşünceye kapıldım; çoğu zaman olduğu gibi gerçeğin, hayal gücümün yarattığından daha az bir etki yaratacağı duygusuna kapıldım, bunda yanılmışım.
Bir dahaki sefere mezbahaya vaktinde geldim; Pentekost Bayramından önceki cuma günüydü, sıcak bir haziran günü; keskin tutkal, kan kokusu ilk ziyaretimden daha yoğundu, tam iş zamanıydı, küçük toprak avlu hayvanlarla doluydu, hayvanların bir kısmı da kesim salonuna bitişik hangarda bulunuyordu.
…
Kesim salonuna girdim ve kapının kenarında durdum; bunun nedeni, içerinin, hayvanların yerini değiştirmeleri yüzünden oldukça sıkışık olması, ayrıca yukarıdan damlayan kanın oradaki bütün kasapların üzerine sıçramasıydı. İçeriye girmiş olsaydım, her yanım kan içinde kalacaktı.
O sırada hayvanı çengele asıyorlardı, bir başkasını rayın üzerinden kaydırıyorlardı, bir üçüncüsü ise, kesilmiş bir sığırdı. Beyaz ayakları havaya dikilmiş yerde yatıyordu, kasap ise derisini yüzmekle meşguldü. Girdiğim kapının tam karşısındaki kapıdan iki adam, oldukça besili kızıl bir sığırı sürükleyerek içeri sokuyordu. Kapıyı geçer geçmez, kasaplardan biri uzun saplı baltasıyla hayvanın boynuna vurdu. ……”
Bir dahaki sefere mezbahaya vaktinde geldim; Pentekost Bayramından önceki cuma günüydü, sıcak bir haziran günü; keskin tutkal, kan kokusu ilk ziyaretimden daha yoğundu, tam iş zamanıydı, küçük toprak avlu hayvanlarla doluydu, hayvanların bir kısmı da kesim salonuna bitişik hangarda bulunuyordu.
…
Kesim salonuna girdim ve kapının kenarında durdum; bunun nedeni, içerinin, hayvanların yerini değiştirmeleri yüzünden oldukça sıkışık olması, ayrıca yukarıdan damlayan kanın oradaki bütün kasapların üzerine sıçramasıydı. İçeriye girmiş olsaydım, her yanım kan içinde kalacaktı.
O sırada hayvanı çengele asıyorlardı, bir başkasını rayın üzerinden kaydırıyorlardı, bir üçüncüsü ise, kesilmiş bir sığırdı. Beyaz ayakları havaya dikilmiş yerde yatıyordu, kasap ise derisini yüzmekle meşguldü. Girdiğim kapının tam karşısındaki kapıdan iki adam, oldukça besili kızıl bir sığırı sürükleyerek içeri sokuyordu. Kapıyı geçer geçmez, kasaplardan biri uzun saplı baltasıyla hayvanın boynuna vurdu. ……”
- lev nikolayeviç tolstoy
"vahşi zevkler" kitabının içindeki “ilk basamak (et yiyiciler)” adlı makaleden
çev.: dominik pamir, kaos yayınları
çev.: dominik pamir, kaos yayınları
15 Mart 2012 Perşembe
wuppertal, wiesenland, waldfrieden / metin
yağmur ince ince çiselerken vardım wuppertal-barmen operası’na. şehri iki yanından saran vadiye gri bulutlar çökmüştü; fırtına yoktu, şiddetli bir yağmur da; ama etraf sisli, puslu, buğuluydu; gri, gıpgriydi.
koltuğuma oturdum; sahne karanlık, boştu; en arkada belli belirsiz bir karaltı, bir yüzey seçiliyordu.
salonun ışıkları söndü, sahnede önce o yüzey aydınlandı. sahnenin en gerisinde, portal hizasının çok yukarısına kadar yükselen, neredeyse sonunun gözükmediği devasa bir yeşil duvardı bu. bir kayalık; girintileri çıkıntıları olan; üzeri bütünüyle yosun tutmuş, yer yer bitkiler fırlamış; üzerinden ince ince sular akıyor; şıpır şıpır sesi geliyor.
bu şıpır şıpır su sesi bütün birinci perdeye eşlik edecek.
ne zaman 75 dakika geçti, dansçılardan biri “es ist pause” (ara) dedi, sahnenin yanlarına teknisyenler girdiler, arkadaki yeşil duvara halatlar taktılar; önde dansçılar gösteriye devam ederken, devasa yeşil duvar yerden hafifçe havalandı, iki yandan halatlarla öne doğru çekilip alt arka köşesi zemine oturtuldu ve yavaş yavaş ön tarafı öne çekilirken arka tarafı aşağıya indirildi. yaklaşık on dakika sonra birinci perde “gerçekten” bittiğinde, düşey yeşil duvar artık yatay yeşil bir zemindi.
ertesi sabah waldfriedhof’taydım. malum ziyaretimi yaparken, mezarın etrafındaki taşların üzerindeki yosunlar dikkatimi çekti. dün akşam sahnede hüküm süren yeşil yüzeye ne kadar benzediklerini düşündüm. “tesadüfün bu kadarı” geçti içimden.
mezarlıktan çıkıp, bu sefer şehrin diğer yamacındaki waldfrieden heykel parkı’na gittim. wuppertal’a daha önce defalarca gelmiş olmama rağmen, “pina” filmi sayesinde haberdar olduğum bir yerdi burası. hani filmde cam fanus gibi bir mekanın içinde geçen iki sahne vardır; birinde kırmızılı bir kadın bir erkeğe dolanır durmadan, diğerinde kabus gören bir erkek sonunda başka bir erkeğin kollarına atar kendini; işte o iki sahnenin çekildiği ultra modern cam pavyondan, art nouveau tarzındaki villa herberts’den ve ağırlıklı olarak tony cragg’in büyük boyutlu heykellerinin sergilendiği ormanlık bir alandan oluşan bir park burası.
parkta dolaştıkça; duvarlarda, ağaçların gövdelerinde, yürüme yollarının kılcal çatlaklarında, parke taşlarının üzerinde yosunlaşmış yeşil tabakayı farkettim hayretle.
pina bausch’un “wiesenland”ı adeta bütün bir gün bana eşlik etti, şehirde mihmandarım oldu.
o günün akşamında barmen operası’nda “wiesenland”ı ikinci kere seyretmeye oturduğumda, yapıtı bir akşam önce seyretmiş olmamın getirdiği aşinalığın ötesinde, günboyu peşimi bırakmayan yosun yeşili örtünün etkisiyle olsa gerek, hiç yabancılık çekmedim; sanki şehrin doğalı, şehrin doğası bütün gün beni takip edip, peşimden opera binasına sızmış, sahneyi işgal etmişti. “edebiyat" bir yana; “wiesenland”ı wuppertal’de mart ayında izlemenin keyfi bir başkaydı; katmerliydi...
peki, “wiesenland” nasıldı? o izlenimlerim de bir sonraki yazıya…
koltuğuma oturdum; sahne karanlık, boştu; en arkada belli belirsiz bir karaltı, bir yüzey seçiliyordu.
salonun ışıkları söndü, sahnede önce o yüzey aydınlandı. sahnenin en gerisinde, portal hizasının çok yukarısına kadar yükselen, neredeyse sonunun gözükmediği devasa bir yeşil duvardı bu. bir kayalık; girintileri çıkıntıları olan; üzeri bütünüyle yosun tutmuş, yer yer bitkiler fırlamış; üzerinden ince ince sular akıyor; şıpır şıpır sesi geliyor.
bu şıpır şıpır su sesi bütün birinci perdeye eşlik edecek.
ne zaman 75 dakika geçti, dansçılardan biri “es ist pause” (ara) dedi, sahnenin yanlarına teknisyenler girdiler, arkadaki yeşil duvara halatlar taktılar; önde dansçılar gösteriye devam ederken, devasa yeşil duvar yerden hafifçe havalandı, iki yandan halatlarla öne doğru çekilip alt arka köşesi zemine oturtuldu ve yavaş yavaş ön tarafı öne çekilirken arka tarafı aşağıya indirildi. yaklaşık on dakika sonra birinci perde “gerçekten” bittiğinde, düşey yeşil duvar artık yatay yeşil bir zemindi.
ertesi sabah waldfriedhof’taydım. malum ziyaretimi yaparken, mezarın etrafındaki taşların üzerindeki yosunlar dikkatimi çekti. dün akşam sahnede hüküm süren yeşil yüzeye ne kadar benzediklerini düşündüm. “tesadüfün bu kadarı” geçti içimden.
mezarlıktan çıkıp, bu sefer şehrin diğer yamacındaki waldfrieden heykel parkı’na gittim. wuppertal’a daha önce defalarca gelmiş olmama rağmen, “pina” filmi sayesinde haberdar olduğum bir yerdi burası. hani filmde cam fanus gibi bir mekanın içinde geçen iki sahne vardır; birinde kırmızılı bir kadın bir erkeğe dolanır durmadan, diğerinde kabus gören bir erkek sonunda başka bir erkeğin kollarına atar kendini; işte o iki sahnenin çekildiği ultra modern cam pavyondan, art nouveau tarzındaki villa herberts’den ve ağırlıklı olarak tony cragg’in büyük boyutlu heykellerinin sergilendiği ormanlık bir alandan oluşan bir park burası.
parkta dolaştıkça; duvarlarda, ağaçların gövdelerinde, yürüme yollarının kılcal çatlaklarında, parke taşlarının üzerinde yosunlaşmış yeşil tabakayı farkettim hayretle.
pina bausch’un “wiesenland”ı adeta bütün bir gün bana eşlik etti, şehirde mihmandarım oldu.
o günün akşamında barmen operası’nda “wiesenland”ı ikinci kere seyretmeye oturduğumda, yapıtı bir akşam önce seyretmiş olmamın getirdiği aşinalığın ötesinde, günboyu peşimi bırakmayan yosun yeşili örtünün etkisiyle olsa gerek, hiç yabancılık çekmedim; sanki şehrin doğalı, şehrin doğası bütün gün beni takip edip, peşimden opera binasına sızmış, sahneyi işgal etmişti. “edebiyat" bir yana; “wiesenland”ı wuppertal’de mart ayında izlemenin keyfi bir başkaydı; katmerliydi...
peki, “wiesenland” nasıldı? o izlenimlerim de bir sonraki yazıya…
12 Mart 2012 Pazartesi
9 Mart 2012 Cuma
tanztheater wuppertal'den mart haberleri
pina bausch'un oğlu salomon bausch, eşi nataly walter ile birlikte, annesi adına kurduğu vakfın sağlam adımlarla ilerlemesini sağlıyor. vakfın şu aşamada en önemli hedefi, ileride herkes, evet çocuk, araştırmacı, dansçı, meraklı herkes tarafından ulaşılabilir dijital bir arşivin hazırlanması.
onbinlerce fotoğraf, reji defteri, afiş, gazete küpürü, dekor çizimi, kostüm, 75000 adet video kaset ve daha pek çok şey dijital hale getirilecek ve kataloglanacakmış.
...
salomon bausch'un belirttiğine göre; yıllardır sahnelenmeyen yapıtların topluluğun repertuarına tekrar kazandırılması için yapılan çalışmalarda video kayıtları dansçıların "hatırlama egzersiz"ini gerçekleştirmeleri için hayati önem taşıyormuş. geçen yıl "two cigarettes in the dark", bu yıl ise nisan'da "1980" mayıs'ta "nur du" yıllar sonra tekrar repertuara alınıyorlar.
salomon bausch'un vurguladığı üzere, arşiv oluşturmanın önemi kadar yapıtların sahnede canlı olarak yaşamaları da çok önemli. bu açıdan, topluluğun 2011'de dünya çapında her zamankinden çok gösteri sergilemiş olması ve 2012 haziranında londra'da ikişer gün arayla sahnelecek 10 ayrı yapıt, bausch'un mirasının canlı tutulması anlamında umut vaad ediyor.
topluluğun sanatsal danışmanlarından ve dansçılarından dominique mercy ise bir söyleşide, yeni bir koreografi sahnelemeyi düşündüklerini ama bunun için daha erken olduğunu belirtmiş.
şimdiye kadar 1970'lerden 120 videokaset kurtarılmış, marion cito imzalı 650 kostüm kaydedilmiş, "rolf borzik ve pina bausch dans tiyatrosu" adlı bir sergi hazırlanmış ve yıllar sonra geçen mayıs ayında tekrar sahnelenen "two cigarettes in the dark"ın provaları kayda alınmış.
geçtiğimiz günlerde vakıf "7x7x7" adlı bir projeyi de gerçekleştirmiş; 7 dakika boyunca tanztheater wuppertal'in 7 dansçısı 7 seyirciyle soru-cevap seansı yapmışlar.
...
bausch'un ölümünün hemen ardından düsseldorf kentinin müze adası hombroich idaresi talip olmuştu bausch arşivine. sağlığında görüşmeler yapıldığı, bausch'un kendisinin de düsseldorf'a sıcak baktığı söyleniyordu. vakıfta son karar, arşivin wuppertal'de kalacağı yönünde alınmış.
"pina lädt ein. ein archiv als zukunftswerkstatt" (pina davet ediyor. geleceğe dönük atölye çalışması olarak bir arşiv) adlı projeye alman devleti, ren bölgesi idaresi ve wuppertal dr. werner jackstaedt vakfı 2013 yılına kadar kullanılmak üzere 1.35 milyon avro bağışlamışlar.
...
wuppertal'de oscar gecesi, "pina"nın bir kaç sahnesinin de çekildiği kapalı yüzme havuzu binasında bir parti düzenlenmiş. tanztheater wupppertal'in dansçıları ve 600 kadar izleyici oscar törenini canlı seyretmişler.
"pina" filminin oscar alamaması biraz hayal kırıklığı yaratmış olsa da, dansçılar "aday olabilmek bile bir başarıdır" diyerek, "biz bildiğimiz işi, dans etmeyi, iyi yapmaya devam edeceğiz" mesajı vermişler.
8 Mart 2012 Perşembe
tehlikeli oyunlar / seyyar sahne
bir oyuncu tek bir nefes süresinde en fazla kaç karaktere ses verebilir?
...
yakın zamanda bir arkadaşım laf arasında “uzun zamandır izlediğim en iyi oyun” demişti seyyar sahne’in “tehlikeli oyunlar”ı için. haksız değilmiş; bence de son zamanların en nefeskesici oyunu.
sahnede bir oyuncu. çıplak ayaklı, yırtık kazaklı, dizi çıkmış pantalonlu, saçı sakalı birbirine karışmış tek bir oyuncu.
ve iki de salıncak; yanyana, biri önde diğeri arkada, biri yerden normal yükseklikte diğeri ondan biraz daha yüksekte.
ilk bölümü 80 ikincisi 50 dakika süren, tek oyunculu, iki salıncaklı, müziksiz, sabit ışıklı; kağıt üzerinde “yoksul” gözüken “tehlikeli oyunlar”, başladığı ilk andan itibaren avucunun içine aldı beni ve bir an bile sıkmadan geçirttiği yaklaşık 2.5 saat sonrasında “hiç bitmese keşke” dedirterek salıverdi.
bu kadar etkileyici olmasındaki en büyük pay sahibi o tek oyuncu: erdem şenocak. ikinci etkense oyuna kaynaklık eden metnin oğuz atay’a ait olması. ve tabii ki, oyunun diğer yaratıcıları: yönetmen celal mordeniz ve metni düzenleyen-reji danışmanı oğuz arıcı. şenocak’ın oynayan dışında, metni düzenleyenlerden biri olduğunu da belirtmek gerekir.
...
"...Kaygımız oyuncunun ve oyun karakterinin aynı anda sahnede görülebileceği bir form bulmaktı. Oyuncunun kendini sahnede teşhir etmediği aynı zamanda rolün arkasına saklanmadan kendisini seyirciye açtığı bir form… Bu bir süredir arayışında olduğumuz bir şey. Kulis kullanmamak, bölüm aralarındaki su içmeler ve oyunculuktaki rahatlık ve hafiflik bu forma hizmet ediyor..."
“seyyar sahne”cilerden erdem şenocak bir röportajda artaud, grotowski, barba etkisinden bahsediyor.
bu ustaların yanısıra, “tehlikeli oyunlar” bana, bu ustalarla aynı çizgide ürünler veren başka bir ustanın, peter brook’un, son yıllardaki projelerinde iyice rafineleştirdiği oyuncu odaklı sadeliği hatırlattı.
şenocak’ın salıncağa başüstü asılarak, durduraksız konuştuğu sahnede ise, beckett’in sadece bir ağız tarafından oynanan “not i” oyununun etkisini yakaladım.
salıncaklar 130 dakika boyunca neler olmadı. meğer ne marifetmiş seyyar sahnecilerinki; iki salıncaktan koca bir dünya, fantazisi geniş bir rüya yarattılar.
...
"...Romanın uzunluğu, bir kere bu işe girişmeye karar verdikten sonra bizim için güçlük yaratmadı. “Bu oyun mutlaka çıkacak” ya da “şu tarihe yetişecek” kaygısı taşımadığımız için bunalım dönemleri yaşamadık. Rahat rahat, uzun uzun prova yaptık. Ayrıca romanın her sayfası bir tiyatrocu açısından iştah kabartıcı. Biz de prova sürecinin ortalarına kadar romanı ikişer saatten iki oyun halinde oynarız diye düşünüyorduk. Sonrasında senin de seyrettiğin bu 130 dakikalık versiyon üzerinde karar kıldık. Sahnelemede tıkandığımız yerde ise sahne tasarımında kullandığımız salıncaklar imdadımıza yetişti. Fikir oyunun yönetmeni Celal Mordeniz’le buluşmalarımızın birinde Celal’den çıkmıştı. Salıncakların, üzerinde birtakım tehlikeli oyunlar oynanabilecek şeyler olduğunu söyledi. Şimdi dönüp baktığımda salıncakların özellikle Hikmet’in ele gelmeyen, kaygan zihin dünyasının havasını yakalamamızda çok yardımcı olduklarını görüyorum..."
“tehlikeli oyunlar”, hikmet benol’un yere yatmış halde, rüya görürkenki sayıklamalarıyla başlıyor, ortalarda bir yerde erdem şenocak hikmet’i yine gözleri kapalı olarak oynayarak rüya halinin devamlılığını vurguluyor ve oyun 130 dakika sonra hikmet yine yerde yaratken, yeniden rüya halindeki sayıklamalarıyla ve son sözü “düşünüyorum” ile noktalanıyor. [oyunun içinde “cogito”su kullanılmadan atıfta bulunulan ünlü “düşünüyorum öyleyse varım” (cogito ergo sum) tamamlanmış oluyor.]
“tehlikeli oyunlar” bütünüyle uzun bir rüyadan oluşuyor belki; belki de kesintisiz bir bilinç akışından. hikmet’in hayatına giren onlarca karakter, mekan, olay serbest bir kurguyla konu ediliyor. türkçe edebiyatın benzersiz yazarlarından atay’ın 500 sayfalık “tehlikeli oyunlar” romanı seyyar sahne tarafından özü, atmosferi, dili korunarak sahneye taşınmış.
...
"...Onun dışında tüm oyunu Hikmet’in kafasında geçen bir dizi görüntü, bir sayıklamalar bütünü olarak düşündük. Tek kişilik bir oyun olması da bu dramaturginin bir parçası. Örneğin farklı karakterlerin uzamdaki yerlerini sabitlemedik. Hüsamettin Albay bir an solda, hemen sonra sağda belirebiliyor. Çünkü Hikmet’in kafasında gezinen bir albayla karşı karşıyayız..."
sahnede tek bir oyuncu var, ama o tek oyuncunun bedeninde onlarca can. elleri, ayakları, ayak parmakları, ağzı, gözleri, sesinin tonları, vurgularının şiddeti, nefesinin ritmi; hepsi birbirinden bağımsız olarak canlanıp bir sürü karakterlere bürünüyor. erdem şenocak öyle böyle değil, muazzam bir oyunculuk gösterisi sergiliyor.
bu oyun sayesinde çok net bir şekilde farkına vardım ki, tiyatro denen şey aslında bu! boş bir mekan, çok basit bir aksesuar, tek bir oyuncu ve sıkı bir metin. bu kadar az. bu kadar yalın. bu kadar “basit”.
alıntılar: "seyyar sahne ve erdem şenocak", röportajı yapan: gülay çıtak, www.tiyatrom.com, 01.01.2010.
Etiketler:
celal mordeniz,
erdem şenocak,
oğuz atay,
seyyar sahne,
tiyatro
6 Mart 2012 Salı
başka sesler / 6dansonratiyatro & ilyas odman
[yabancı bir arkadaşımla tanışma aşamamızda bayağı bir sorun yaşamıştık. ben yabancı dilde türkçe konuşur gibi emir kiplerini kullanıyordum. o hiç alışık değildi kendisine "emir verilmesine", yadırgıyordu. ne zaman biraz türkçe öğrenmeye başladı, kulağı aşinalaştı, beni arkadaşlarımla türkçe konuşurken takip etmeye başladı, bizlerin "emir niyeti" gütmeden emir kipini kullandığımıza kani oldu.
arkadaşlar arasında konuşurken tabii ki niyetimiz emir vermek değil, ancak dilimize -belki de tarihimizin baskın askeri mirasıyla- sinmiş olan emir kipini günlük samimi konuşmalarımızda fark etmeden, doğal bir şekilde kullanıyoruz. bir nevi "sıradan militarizm".]
...
6dansonratiyatro projesi "gece hikayeleri" serisinin birinci ayağı "başka sesler" bir ilyas odman tasarımı. ilyas odman dışındaki performansçılar gülhan kadim ve ipek taşdan. eylül akıncı projeye dramaturjik destek vermiş. ismail sağır ışığı tasarlamış.
"başka sesler"in çıkış noktası, türkçenin gündelik konuşma diline sinmiş emir kipleri sanki.
birileri başka birilerine, hem de arkadaş oldukları birilerine emir vermeye, komut vermeye başlarlarsa ne olur. hayat gündelik ve biraz da sıkıcı akışında giderken, görünürde eşit olan arkadaşlar arası basit bir diyalog, günlük konuşma dilimizde saklı kodlarla ast-üst ilişkisini su yüzüne çıkarırsa bunun sonu neye varır.
bir masa etrafında oturmuş ve seyretmekte olduğumuz gösteriyi tasarlamaya çalışan üç arkadaşın belli hareketlerinin-konuşmalarının-duruşlarının tekrarından oluşan ve günlük hayatın sıkıcılığını ve biteviyeliğini yansıtan ilk bölümün ardından gelen kırılma noktası, içlerinden birinin diğer ikisine "yapma!" demesiyle gerçekleşir.
diğeri ayağını sinirli sinirli yere vuruyordur sadece. üçüncüsü ise parmaklarıyla masayı tırmıklıyordur. halbuki, sıkılmış olan sadece o "sinirli" ikisi değil, her üçüdür. ama işte, birinci kişi zaten duruma baştan beri biraz daha hakimdir; çay ister kız getirir, sigara ister erkek verir, çakmak ister erkek çıkarır ve birinci kişi sonunda emir kipiyle baskısını cisimleştirir. zaten kız ile erkek gri-beyaz kıyafetlidir, emir veren kırmızı. [pardon! insan seyrettiğine anlam yüklemeden edemiyor...]
emir-komuta zinciriyle gittikçe sarmallanan şiddet döngüsü, yapıtın sonuna doğru keskin bir viraj daha alır ve roller altüst olmuş olarak "başka sesler" noktalanır.
...
geçtiğimiz aralık ayında hayatımda ilk defa bir sahne gösterisini, prömiyer yapmadan önceki seyircili provada izleme şansıma ermiştim. "başka sesler" o provadan sonraki geri bildirimlerle, eminim başka etkenlerle ve zamanla bayağı bir değişmiş.
benim açımdan çok öğretici oldu böyle bir deneyim; bir yapıtın yaratım sürecine tanıklık etmiş oldum.
geçtiğimiz haftasonu son halini izlediğim "bazı sesler"den, seyircili provadaki versiyonunda çok bariz şekilde verilen referansların neredeyse hepsi çıkarılmış, iş bayağı bir değişmiş. hatta, o provada kişisel olarak çok beğendiğim ve beni çok etkileyen bir sahne de hiç bir kırıntısı bile kalmayacak şekilde kaldırılmış. [ne üzüldüm, bir bilseniz!]
yıllar önce bir hocamın "tasarımına aşık olma!" ve son zamanlarda bir arkadaşımın "malzememize aşık olmayacağız" öğütleri çınladı kulağımda.
odman da elindeki -biraz fazlaca betimleyici ve ağdalı- malzemeden göz kırpmadan azaltmayı, atmayı, vazgeçmeyi, ayıklamayı başarmış. ve bu sayede yapıt daha soyut, odaklı, net ve temiz hale gelmiş.
"başka sesler" bu coğrafyaya dair anlatılması zor bir ruh halini, bir durumu, bir atmosferi özgün ve başarılı bir şekilde sahneye taşıyor.
5 Mart 2012 Pazartesi
haz makamı / 6dansonratiyatro & candan seda balaban
iki katlı yamuk yumuk bir evin her katında iki daire. her dairede birer kadın. sepet sarkıtıp zemindeki haz bakkaldan alışveriş eden dört kadın.
evin ve kadınların bir yıllık hikayesi; çiçekler açarken, leylekler göç ederken, yaz yağmurları yağarken, leylekler dönerken, lodos eserken, güz yaprakları düşerken, kar tanecikleri havada uçuşurkenki bir yılın her dolunay vaktinde hazzın doruklarını keşfe çıkan dört kadın.
ay; dişiliğin sembolü. dolunay; kadınlığın vakti, hazzın zamanı.
her dolunayda, dile gelmeyecek buluşlarla hazzı yakalayamaya çalışan dört kadının hikayesi "haz makamı", altıdansonratiyatro'nun kumbaracı50'deki "gece hikayeleri" projesinin ikinci ayağı.
"gece hikayeleri" cuma ve cumartesi geceleri onbir'de, tam da oyun saati gibi, sıradışı, alışkanlıkdışı gösterilerden oluşuyor.
"haz makamı" masa kuklası, el kuklası, animasyon ve mapping tekniklerinin başarıyla harmanlandığı bir gösteri. proje tasarımı candan seda balaban, gülhan kadim ve seda yürük'e, kukla-dekor-aksesuar tasarımları "surname 2010"dan unutamadığım candan seda balaban'a ait.
balaban'ın kukla ve mekan tasarımları çok özgün (bir tek; ağırlık kaldıran siyah saçlı karakter biraz tim burton tasarımlarını andırıyordu).
oyun 50 dakika kadar sürüyor; sadece bir-iki sahnesinde geçişler biraz uzuyor, oyunun temposu düşüyor.
"haz makamı"nda ne baş ne yan karakter, ne de kukla oynatıcıları erkek. bizleri (yani erkekleri), seyirci olarak içeri aldıklarına şükür. çünkü oyun, biraz kadınlar matinesi kıvamında, kadınlara özgü, yaramaz ve hınzır bir ton barındırıyor.
hem oyun karakterlerinin fantezileri açısından hem de seyirciye yaşatılan eğlenceli ve keyifli dakikalar açısından "haz makamı" kentteki en yaratıcı oyunlardan biri. oyun bu haliyle, gösteri saatine de cuk oturuyor; bir zamanlar televizyonlardaki kırmızı noktalı filmler saati misali. boşuna +16 sınırıyla sahnelenmiyor.
4 Mart 2012 Pazar
1924 / murnau / der letzte mann
meğer david fincher'in mekanda hiç bir engel tanımadan dolaşan, katlar arasında, pencerelerin içinden dolaşan kamera hareketlerinin kökeni 1920'lerin başına kadar gidiyormuş. bu işin babası da f. w. murnau'ymuş; o güne kadar daha çok statik kalan kamerayı hareket ettirerek sinemaya dinamizm katan yönetmen. murnau'nun "der letzte mann" (son adam) adlı filminin sonunda tek bir plan sekans var ki, üzerinden neredeyse 90 yıl geçmiş olmasına rağmen hala teknik olarak çok etkileyici.
meğer, 20'lerin ikinci yarısından itibaren ilk filmlerini çekecek olan eisenstein'ın hızlı kurguyu öne çıkartan anlatım dili daha ortada yokken murnau'nun kamera hareketleri duyguları, düşünceleri seyirciye iletmek için yeterince yetkinmiş. öyle ki, murnau "der letzte mann"'da ara yazılar bile kullanmamış; tam bir sessiz-sözsüz film.
"der letzte mann"daki yakın çekimler (özellikle yaşlı kadın çekimleri) ise eisentein'ın "potemkin zırhlısı"nın ünlü merdiven sahnesindeki yakın çekimlere çok benziyor; aynı dışavurumcu ifade.
"der letzte mann" içerik olarak gogol'un "palto"sunu andırıyor; üniformaya yüklenen önem, insanların üniformalar/kıyafetler üzerinden varoluşlarına anlam katmaları.
filmin konusu kısaca; otelin yaşlı doorman'i (kapıcısı) görevinden alınır ve tuvalet görevlisi yapılır. yaşadığı mahallede üniforması sayesinde önemsenen yaşlı adam, elinden alınan üniformasını geceleri otelden çıkarken aşırır ve mahalleye üniformalı girip çıkmaya devam eder. taa ki..
emil jannings yaşlı adamda harikalar yaratıyor. müthiş bir makyaj, saçın taranma şekli ve özellikle de yüzüne eklenen sakal ve bıyık jannings döktürüyor. sean penn, edward norton, gary oldman gibi oyuncular, canlandırdıkları karaktere nüfuz etme konusunda saçın ne kadar önemli bir faktör olduğunu emil jannings'ten öğrenmiş olmalılar..
filmin otel önünde geçen dış mekan sahnelerinin gerçek sokaklarda çekilmediği anlaşılıyor. derinlik hissini kuvvetlendirmek için çok gerilere sadece gölgeleri gözüken hareketli oyuncak arabalar ve insan silüetleri yerleştirilmiş.
günümüzün seyircisi sadece ön planda olan olaylara değil de, etrafa da dikkatlice bakıyorsa, bunları fark etmesi çok normal; eminim bu filmi zamanında seyirciler müthiş bir gerçeklik hissiyle izlediler. kaldı ki bu görsel efektlerin el emeği göz nuru hali ve (muhtemelen kukla ve gölge tiyatrosu tekniklerinden esinlenilerek) mekanik olarak çözülmüş olması hayranlık verici. "der letzte mann" bu niteliğiyle, büyük ihtimalle michel gondry'ye ilham veren filmlerden biri olmalı.
3 Mart 2012 Cumartesi
rüyalar ve yaratıcılık üzerine...
"rüyalar büyük rol oynar. eskiden kararlı bir şekilde rüyalarımla çalışırdım, bugün artık daha az. belki çocuklarım olmadan önce daha yoğun olarak rüya gördüğüm içindir. uyku ritmin biraz altüst oldu. ama yine de hala, çalışırken denediğim, deneylediğim rüyalarım var. bu her zaman işlemeyebiliyor, ama insanı bambaşka yerlere götürüyor. insanın içerisinde taşıdığı ve bir rüyayla ortaya çıkan belli ruh halleri benim için önemli. uyku da benim için had safhada önemli. gecelerin sağladığı bu yenilenmeye, bu uzaklaşmaya ihtiyaç duyuyorum; bu, kendimi bütünüyle koyvermemi, serbest bırakmamı sağlayan bir safha. uyku bir anlamda benim uyuşturucum; içinde kendimi bütünüyle herşeyden ayrılmış hissediyorum."
"rüyalar kavrayamadığımız bir seviyedeler, ve dans benim için rüyalarla çok yakın bir akrabalığa sahip. insanın bir şeyi rasyonel olarak kavrayamadığındaki, ne olduğunu kesin olarak söyleyemediğindeki enerjiyi seviyorum; ve onu ifade edecek kelimeleri bulamamasını. öyle rüyalar vardır ki, zihninizdedir ve onların kesin olarak çok temel bir şey hakkında olduğunu bilirsiniz ama açıklayamazsınız. bence yeni bir yapıtın ortaya çıkma aşaması tam da böyle bir şeydir. onu çoktandır içinizde taşıyorsunuzdur, ve artık ona sadece doğru bir şekilde ulaşmaya çalışıyorsunuzdur. gerçeküstücüler ve dadaistler benim için her zaman çok önemli olmuşlardır, çünkü çalışma şekillerinin temelinde bu tarz bir sınırsız özgürlük yatar. luis bunuel'de katmanlar öylesine birbirlerinin içindedirler ki, insan neyin ne olduğunu tam olarak bilemez. olay zihnin içinde mi olmaktadır, yoksa gerçek midir? bunu çok seviyorum, çünkü ben de hayatı tam da böyle hissediyorum. o benim zihnim, benim algım, ve diğer herkesinkinden çok farklı. paralel dünyalarda, farklı gerçekliklerde yaşıyoruz. soru, insanın kendini bu kafa karıştıran, şaşırtan çetrefilliğin içinde özgür bırakmaya ne kadar hazır olduğudur. eğer insan bilinçdışına yaklaşmayı başarabilirse, o zaman bu durum yaratıcı bir güç kaynağına dönüşür. işte o noktada insan kendini sezilerine bırakabilmelidir; nereye evrileceğine dair fikri olmalıdır ama o dünyada sürüklenmeyi de göze almalıdır. aslında temelde ben de yapıtlarımı böyle geliştiriyorum. analiz etmek, bir kavramı takip etmek - ama insan önce yüzebilmelidir."
- sasha waltz
nahaufnahme sasha waltz. gespraeche mit michaela schlagenwerth
alexander verlag berlin, 2008
nahaufnahme sasha waltz. gespraeche mit michaela schlagenwerth
alexander verlag berlin, 2008
!f 11, bilanço
.eldfjall (volkan) runar runarsson, izlanda-2011, ****.5 (23şbt)
.weekend (haftasonu) andrew haigh, ingiltere-2011, ****.5 (17şbt)
.take shelter (sığınak) jeff nichols, abd-2011, **** (01mrt)
.keep the lights on (ışık kalsın) ira sachs, abd-2012, **** (26şbt)
.avant que j’oublie (unutmadan önce) jacques nolot, fransa-2007, ***.5 (21şbt)
.off beat(aksak ritim) jan gassman, isviçre-2011, *** (26şbt)
.my brother the devil (şeytan kardeşim) sally el hosaini, ingiltere-2012, *** (24şbt)
.sette opere di misericordia (merhametin yedi biçimi) gianluca de seiro & massimiliano de seiro, italya-2011, ** (24şbt)
.Nyman with a movie camera (film kameralı nyman) michael nyman, ingiltere-2010, * (22şbt)
2 Mart 2012 Cuma
şiddet üçlemesi 1 - ayna / tiyatro +
ufuk tan altunkaya oyun alanı – seyir alanı, oyuncu – seyirci ilişkilerini kurcalamaya devam ediyor. bu bağlamda tiyatro artı’nın yeni oyunlarından “şiddet üçlemesi 1 – ayna” altunkaya’nın tek seyircili rejisi “üç kişi”nin devamı niteliğinde. içerik olarak da iki oyun kuzenler. seyirci “üç kişi”de bir cinayetin katil zanlısı, tanığı ve maktulüyle arka arkaya ve teketek karşı karşıya geliyordu. son sözü alan maktul, diğer dünyadan gelip seyirciye öldürülüş hikayesini kendi bakış açısıyla anlatıyordu. “şiddet üçlemesi 1- ayna”da ise bu sefer hunharca öldürülmüş kadınlar ölüler diyarından dünyamıza geri gelip seyirciye neden, nasıl ve kim(ler) tarafından öldürüldüklerinin hikayesini anlatıyorlar.
tam sayamadım, ama sanırım hikayesi olan 12 kız çocuk/gençkız/kadın var. seyirci sayısı da 12 ile sınırlı tutulmuş çünkü oyun alanında siyah kumaşla yerden tavana kadar sınırlandırılmış 12 silindir kabin var. her seyirci bir kabine girip oturuyor, 12 oyuncu sırayla kabinleri dolaşıp hikayelerini anlatıyorlar. bu noktada, maalesef şöyle bir saptama yapmam gerekecek: oyuncular “oynamak”tan çok, “anlatıyorlar”; onlar birer anlatıcı. bizler de “seyretmekten” çok, “dinliyoruz”; dinleyiciyiz. başka bir deyişle; bu oyunda oyuncular ve seyirciler yerine anlatıcılar ve dinleyiciler var. bu durum hedeflenen bir şey mi, emin değilim; çünkü oyunculardan bazıları “oynamaya” çalışıyorlar, ancak çok azı bu işi hakkıyla başarıyor. burada da esas sorun sanırım metinden kaynaklanıyor. her bir oyuncunun maksimum 3-4 dakikası var; dolayısıyla canlandırdıkları kahramanların başlarından geçenleri ancak genel hatlarıyla, kaba çizgilerle aktarabiliyorlar, derinlemesine bir hikaye yok hiçbirinde. hikayeler, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde hemen büyük başlığın altındaki kısa açıklama kadar yüzeysel kalıyor. başka bir benzetmeyle; seyircinin beklentisini tatmin etmek ve dikkatini kaybetmemesini sağlamak için bir filmde gittikçe artan sayıda ve sıklıkta şiddet, bomba, öldürme sahnesi kullanmak gibi.
halbuki 12 tane yüzeysel anlatılan hikaye yerine, olayın kahramanlarının psikolojisine de eğilen, daha etraflıca, derin ve detaylı anlatılacak 6 hikaye daha etkili olabilirdi. böylece, hikaye bombardımanına tutulan seyircinin anlatılanı/şiddeti kanıksaması engellenirdi.
temeldeki eleştirim bir yana; sahnelemenin en canalıcı ve etkileyici özelliği, kabininizde tek başınıza oturmuş karşınızdakinin size anlattığı kişisel hikayeyi dinlerken, bir yandan da mekanın genelinde diğer anlatıcıların seslerini işitiyor olmanız. bu çokluk hissi; anlatılan hikayelerin toplumumuzda münferit olaylar olmadığının, aksine, bu olayların sıkça karşımıza çıkma yaygınlığının altını “tiyatral anlamda” çizmesi bakımından çok başarılıydı ve tüyler ürperticiydi.
oyun bittiğinde seyircilerin çıktığı kabinlere bu sefer oyuncuların girmesi ise bir kısırdöngüyü işaret etmesi anlamında oldukça karamsardı. altunkaya, seyircileri 42 dakika boyunca şiddet dolu 12 hikayeye maruz bırakarak yaratmayı hedeflediği etkinin çok daha fazlasını bence sondaki bu çok basit reji kararıyla sağlamış oldu; kursağımda bir yumruk, elmadağ’a çıkan yokuş çok zor geldi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)