30 Aralık 2009 Çarşamba

seyirciyi gıdıklıyan değil, çimdikliyen oyun!

a.paul weber - das leichentuch

george grosz - kain oder hitler in der hölle

felix nussbaum - triumph des todes

otto dix - selbstbildnis als mars


arnold böcklin - der krieg


max beckmann - die nacht

josef scharl - triumphzug

"konuşun! neden susuyorsunuz?... ... ... ... hiç kimse cevap vermiyor mu!"

çoğunluğun çoğunlukla "hayır" yerine "evet" dediği... iskelet gibi sıska cebrail'in arka arkaya gelen savaşlardaki sayısız ölülerle tıkınmaktan şişmanladığı hatta midesinin altüst olduğu... tanrı'nın kan gözyaşları döktüğü... bir çağda geçiyor "kapıların dışında"; ikinci dünya savaşı sonrasında yazılmış ama tam da günümüzü anlatıyor, sanki günümüzde geçiyor!

yazarının "hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir seyircinin görmek istemeyeceği oyun" olarak nitelediği "kapıların dışında"yı 6dansonra tiyatro grubu sahneliyor, neyse ki seyircisi de var. ama daha da olmalı! çünkü bu vakitler savaş'ı konuşarak savaş'a hayır demenin tam zamanı.

"kapıların dışında" 6dansonra tiyatro tarafından, yeni mekanları kumbaracı50'ye göre yeniden düzenlenerek sahneleniyor.
özenle hazırlanmış dekor (gamze kuş), kostüm (nihal kaplangı), kukla ve maskeler (candan seda balaban), fuayede çalan "lili marleen" şarkısı, karabasan kesifliğinde ışık tasarımı (mahmut özdemir) ve boşluğu ustaca kullanan reji (yiğit sertdemir) sayesinde askerden dönmüş beckmann'ın ölüm ile kalım arasındaki mücadelesine tanık oluyoruz.

oyunda binbaşı ile cebrail'i (maskeden tanınmıyor olsa da) aynı oyuncunun canlandırması "anlamlı" olmuş! benzer bir örtüşme, kabare müdürü ile tanrı aynı kişiye oynatılarak da yaratılmış.
beckmann'ı canlandıran yiğit sertdemir başta olmak üzere bütün oyuncu kadrosu başarılı.

yeni yıla girmeye hazırlandığımız bu "neşeli, ışıklı, eğlenceli" günlerde seyirciye ayna tutan, seyirciyi karanlıkta, soğukta, kapının dışında bırakan cesaretli rejisiyle görülmeye değil yaşanmaya değer bir oyun "kapıların dışında".
ocak ayında da kumbaracı50'de.

MÜJDE! SİDİ LARBİ CHERKAOUİ NİHAYET İSTANBUL'DA!


İNANILIR GİBİ DEĞİL, AMA GERÇEK!

SİDİ LARBİ CHERKAOUİ'NİN, ŞAOLİN RAHİPLERİ VE HEYKELTRAŞ ANTONY GORMLEY İLE BİRLİKTE HAZIRLADIĞI "SUTRA" ADLI GÖSTERİ, İKİ YILDIR DÜNYAYI DOLAŞIYOR
VE NİHAYET,
02-03 HAZİRAN 2010 TARİHLERİNDE İSTANBUL'A UĞRUYOR!

27 Aralık 2009 Pazar

bir kere daha andık...


ülkemizde ve dünyada kültür-sanat alanında önemli kayıplar yaşadığımız 2009 yılı biterken, 12 yıl önce aramızdan zamansız ayrılan bir sanatçımızı, zehra yıldız’ı andık dün akşam.

bu sefer mekan ne akm’nin büyük salonu ne süreyya operası’ydı, ne de solistlere büyük bir orkestra eşlik ediyordu. boğaziçi üniversitesi’nin albert long salonu’nda sanki birimizin büyükçe salonunda toplanmıştık, bizbize gibiydik.
küçük bir topluluktuk; ne yazık ki salon ağzına kadar dolu değildi, insanlar kapıda bilet için yarışmıyorlardı. ne gam, vefalı bir topluluktuk; süha yıldız’ın dediği gibi “ne karda ne kışta ne sağanak yağmurda zehra’yı yalnız bırakmayan” seyircileri, hayranlarıydık bizler…
albert long salonu’nun ahşap sıcaklığındaki samimi ortamında, piyano eşliğinde aryalar dinledik hep beraber; sahnenin bir köşesinde zehra yıldız o aydınlık gülümsemesiyle bizleri izledi. biz de mütemediyen ona baktık, doyamadık..



anma gecesi yine zehra yıldız’ın görüntüleriyle başladı; yılda bir kez de olsa aynı görüntüleri izlemekten bıkmayan insanlardık ve her defasında gözlerimiz yaşarıyordu, yine öyle oldu; hele de istanbul’da sahneye çıktığı en son rolü tosca’ya bürünüp ”vissi d’arte” aryasını söylediğinde, ardından son çığlığını atıp kendini sant’angelo kalesinin burcundan tiber nehrine bıraktığında…

zehra yıldız istanbul’daki “tosca” prömiyerinden hemen sonra, temsiller için almanya’ya gitti ve geri dönmedi… istanbul’daki hayranları onu sahnede en son bu operada izlediler.



zehra yıldız’ın ölümünün birinci yıldönümünde evin ilyasoğlu imzasıyla bir kitap çıkmıştı. kitaba bir de cd eşlik ediyordu; maalesef hayattayken hiçbir kaydı olamayan zehra hanım’ın konser, televiyon ve radyo kayıtlarından derlenmiş, elimizdeki yegane albümü.
12 yıl olmuş, fuayede hala o ilk baskı satılıyordu; tükenmemişti, ikinci, üçüncü baskısı yapılmamıştı… ne demeli…



dün akşam altı genç operacı, piyano’da rayna popova eşliğinde ağırlığı fransız repertuarından derlenmiş bir program sundular.
muhteşem mezzo sopranomuz sim tokyürek’i daha önceki anma gecelerinden hatırlıyordum, yine benzersizdi. “carmen” veya “il travatore” yerine daha az bilenen aryalar söyledi. akşam, tokyürek’in yorumladığı gounod’nun sapho operasından melankolik “o ma lyre immortelle” aryası ile sonlandı.
lirik soprano simge büyükedes, koloratur soprano zerrin karslı ve tenor arda doğan özellikle ikinci yarıdaki başarılı yorumlarıyla alkışlandılar.
akşamın ilginç tarafı, az rastlanan bir sesten, kontrtenor’dan iki icracının olmasıydı; sanırım cenk karaferya iyi bir akşamında değildi, ama kaan buldular haendel ve mozart aryalarında çok iyiydi. karaferya ve buldular, ikinci bölümü açan, purcell’in “sound the trumpet” düetinde o kadar etkileyiciydiler ki, akşamın sonunda bis olarak -topluca seslendirilebilecek bir arya yerine- bu düet tekrarlandı.



yağmurlu geceye çıkmadan önce, bir yıl sonra tekrar buluşmak üzere vedalaştım zehra yıldız’la…

büyük bir aksilik olmazsa benzer bir döngüyü yaşayacağım; yılboyu zaman zaman albümündeki aryalar eşlik edecek bana, ve önümüzdeki aralık ayında bir akşam tekrar buluşacağım sevenleriyle, zehra hanım’ı anmak için…

26 Aralık 2009 Cumartesi

muhasebe

son zamanlarda blogumun içeriği konusunda aklıma takılan bir şeye, bağlamı biraz farklı da olsa, bu sabah bir gazete yazısında denk geldim:

"Her tarafına kirlilik, yapış yapış
balçık bulaşmış bir ortamda
güven, umut mümkün mü? Ahlâk
ve adalet en basit haliyle sukuta
erdi. Fırtına dindiğinde teknemiz
nerede olacak bilen yok? Bu iç
sıkıcı pokerde son el gelmek
bilmiyor...

İşte hal bu iken şu konser, bu kitap,
öteki sergi deyip yazmak mümkün.
Lâkin gereksiz."


bu çalkantılı dönemde ben, herşeye rağmen (ve belki de, bütün bu olumsuzluklardan kaçmak, sakınmak için -ki mümkün mü emin değilim-) bu "gereksiz" şeyi yapmaya devam edeceğim sanırım, ancak böyle ayakta/hayatta kalmayı becerebilirim gibi geliyor...

24 Aralık 2009 Perşembe

bir kayıp daha...


yıldız sertel, zeki ökten, ali taygun... bugün de cüneyt gökçer'in vefat haberi geldi.
2009, çıkmaya yakın, kültür-sanat ortamımızı bayağı çoraklaştırdı; önemli kayıplar...

cüneyt gökçer'i, istanbullu bir sanatsever olarak, yakından takip ettiğimi söyleyemem; zaten cüneyt bey'in anlı şanlı, ihtişamlı devlet tiyatroları dönemine yetişemedim, yetişsem de üretiminin çoğunu ankara'da yaptığı için takip etmem de imkansızdı. ancak, bir pazar günü öğle saatinde trt 1'de siyah-beyaz yayınlanan "kral lear"ini hatırlıyorum cüneyt gökçer'in.
sanırım "kral lear"i ilk seyredişimdi. klasik bir yorumdu. çağdaş sahneleme tekniklerinden habersiz bir çocuk olarak bu klasik yorumdan fazlasıyla etkilenmiştim. [çok daha sonra, şehir tiyatroları yapımı, ışıl kasapoğlu'nun yönettiği bir "kral lear" izlemiştim ki, işte esas, kendi çapımda, tiyatroya bakışımı değiştiren oyun bu olmuştu. dekoru, kostümleri, ışığı, müziği, lear'da erol keskin'i, cordelia/soytarı'da tilbe saran'ıyla bu "kral lear" zamanında birkaç kere izlediğim ve hala da bazı sahnelerini unutamadığım, kişisel tiyatro tarihimin köşetaşlarından biridir.]

cüneyt gökçer'i ayrıca "damdaki kemancı"nın tevye'si olarak da sevgiyle hatırlarım.
sadece cumartesi akşamı ve pazar öğlenleri devlet tiyatroları'na tahsis edilen akm'nin büyük salonu'nda tıklık tıklım, biletleri çıkar çıkmaz biten bir yapım olarak hatırlıyorum "damdaki kemancı"yı.
sahne derinliğini (ve döner sahnesini) cömertçe kullanan rejisiyle, bizde az rastlandığı üzere, müziklerinin icrası, dansları ve oyuncuların teatral ve müzikal kabiliyetleri ile eli yüzü düzgün bir müzikal yapımdı. [ya da ben, o zamanki birikimime göre, böyle hatırlarım; anılarımda böyle yer etmiştir.]

tabii, cüneyt gökçer'i esas eşi ayten gökçer'i yönettiği oyunlarla hatırlarım: "yedi kocalı hürmüz"ü istanbul yapımı olduğu için izlemiştim. "kim korkar hain kurttan" ve en son 1998'deki "ustalar sınıfı" ise ankara devlet tiyatrosu'nun istanbul'a turneye getirdiği oyunlardan yakalayabildiklerimdi. ayten gökçer'in yıldızlaştığı oyunlardır bunlar.

yanılmıyorsam cüneyt gökçer opera rejisi de yapardı. biz de tiyatro yönetmenlerinin pek bulaşmadığı (veya bulaştırılmadığı), yurtdışında ise çok sıkça rastlanan bir durumdur bu. hatta tiyatrocuların operaya taze kan aşıladığı bile iddia edilebilir.

türkiye'nin çeşitli sahnelerinin tozlarına karışmış bir sürü cüneyt gökçer anısı vardır; dile gelseler kimbilir neler anlatırlardı bizlere...

23 Aralık 2009 Çarşamba

napoli'den bir kadın

sesi puslu, hafif çatlak, yüz hatları sert, alımlı bir kadın lina sastri. italyan, napolili.
napolitenler söyledi bize; “o sole mio”yu, "core'ngrato”yu, şimdiye kadar duymadığım duyarlılıkta, dinlemediğim bir tempoda, yavaş, sindirerek söyledi, yoğunluğunu hissettirerek…

başka şarkılar da söyledi; hızlı, neşeli şarkılar... hüzünlü ağıtlar... anonim napolitenler... bestesini kendisinin yaptığı şarkılar... benzersiz italyan oyuncu anna magnani’nin en çok sevdiği şarkıyı söyledi, toto’nun bestelediği bir şarkıyı söyledi, sözlerini hatırlayacağından emin olmayarak ama hiç de teklemeden bir ispanyolca şarkı söyledi…
arada aşka geldi, bizlere italyanca seslendi, sonra bütün samimiyetiyle kırık bir ingilizceyle, biz italyanca bilmezken, o da göz baş yararak ingilizce konuşurken birbirimizi anlamamızın zorluğundan bahsetti, bizden türkçe “teşekkür”ü öğrendi, hemen şarkısına kattı…
kendine has, yumuşak hareketlerle dans etti... efkarlandı, ahhh'lar çekti, küçük çığlıklar attı...

sahnede tek bir sandalye vardı, üstünde dantel kırmızı bir şal. bazen sandalyenin ucuna ilişki, ama çoğunlukla ayakta söyledi şarkılarını, sahnede dolaşarak... bacakları açık ve hafif kırık, eli belinde, omuzlarını hafif öne doğru hareket ettirerek...
italya’nın güneyinden akdenizli bir kadın, lina sastri.

20 Aralık 2009 Pazar

21.yüzyılın sineması start aldı: "avatar"


"avatar" muhteşem bir film! pandora adlı dünyanın tasarımı o kadar güzel ki, filmde ağladım. evet, ağladım; öyle "duygu yüklü" olan sahnelerde değil, basit sıradan, pandora'daki yaşamı gösteren sahnelerde, çünkü yaratılan dünya o kadar insancıl, o kadar büyüleyici, o kadar güzeldi ki!

bana göre; sanat (sanatın her türü, ister edebiyat olsun, ister tiyatro isterse sinema) iyi yapılırsa iki şeyi çok iyi anlatır: 1- insana dair duyguları, 2- hayalgücü geniş dünyaları. "avatar" bunlardan ikincisini çok iyi, çok ustaca yapan bir film.
hikayesi fazlaca tanıdık, müzikleri fazlaca titanicvari, oyunculuğu çok parlak olmayabilir ancak teknolojik olarak bakıldığında, bana kalırsa, 21. yüzyılın sineması "avatar" ile başladı.
filmde "inanılmaz" bir dünya yaratılmış, ama sanki james cameron gitmiş filmi amazonlarda çekmiş kadar "gerçek"; pandora'nın hiç bir sırıtan tarafı yok. bir de; o kadar özenli, o kadar üzerinde düşünülmüş ve o kadar güzel ki, hayran olmamak mümkün değil.

tabii; yeşil'i, ağaçları, suyu (türkuaz rengini) çok seven biri olarak pandora'ya çarpılmam kaçınılmazdı.
ayrıca film, amerika birleşik devletleri'nin ırak'ı işgal etmesinin alegorisini ve eleştirisini, taşları o kadar yerli yerine oturtarak yapıyor ki, james cameron'a helal olsun! ekolojik duyarlılık da cabası!
gişeye oynayan amerikan yapımı fantastik bir film ancak bu kadar hayalgücünü zorlayıp, güncelin nabzını bu kadar isabetli tutabilir.
kopenhag'da günlerdir toplanıp da, elle tutulur hiç bir karar alamayan devlet başkanlarına bu filmi izletmek lazımdı!

robert wilson'dan gerçeküstü bir düş daha: şekspir'in soneleri


(13 aralık 2009, pazar 17.00, theater am schiffbauerdamm - berlin)











sone no.43
apaçık görüyorum gözlerimi yumunca.
bütün gün gördüklerim taşımaz hiçbir değer,
ama düşlerde hep sen varsın uyku boyunca;
göz karanlıkla ışır, karanlıkları deler.
başka bütün gölgeler, gölgende ışık bulur;
bedeninin gölgesi, mutluluğu gösterir
ışıl ışıl gündüze saçarak daha çok nur,
senin gölgen nasıl da kör gözlere fer verir.
gözlerim kutlu olur seni seyrettikçe ben,
canlı gün aydınlanır sendeki ışıklarda,
en karanlık gecede belirsiz güzel gölgen
derin uykuda sönmüş gözlere can katar da.
seni görmeyince benim her günüm gece;
geceler gündüz olur düş seni gösterince.

louis aragon’un, robert wilson’ın tiyatrosu hakkında dediği gibi; “bu tiyatro sürrealist rüyanın gerçekleşmiş halidir.” heiner müller de “özgürlüğün makinası” olarak tanımlar wilson’ın tiyatrosunu.
bu sözlerden sonra, herhangi bir robert wilson yapıtı için daha ne söylenebilir; olsa olsa kuru birkaç laf, bir iki bilgilendirme cümlesi.
yine de, seyretme şansına erdiğim robert wilson'un “shakespeares sonette”si hakkında, kendimce bir iki söz söylemeye çalışacağım.

wilson 154 soneden 23’ünü kullanarak sahnede serbestçe kendi dünyasını kuruyor. bu dünyada shakespeare var, I. ve II. elizabeth’ler var, oğlanlar (“fair boy”) ve hanımlar (“dark lady”), ayrıca bir soytarı, bir eros, bir rakip, bir genç ozan… ve sahnede gerçekleşenlere dışardan bakan [brecht’e göz kırpış mı?] bir travesti, "georgette".
gösteride kendisi olan, gerçek olan ve cinsiyetiyle de “kendisi olan” tek kişi kadınlaşmış erkek georgette. diğer karakterlerin hepsi, tam da 43. sonede shakespeare’in gece ile gündüzü tersyüz ederek birbirinin içine geçirmesi gibi, wilson tarafından altüst edilmiş; kadınları erkek oyuncular canlandırıyor, erkekleri kadın oyuncular.
kim erkek, kim kadın, ne zaman gece ne zaman gündüz belli değil; shakespeare’in bu soneleri bir kadına mı yoksa bir erkeğe mi yazdığının hala tartışıldığı düşünüldüğünde bu altüst etme, belirsizlik hali daha da anlam kazanıyor. tabii işin en eğlenceli kısmı, sahne üzerindeki en keyifli, matrak ve "gerçek" kişinin ne kadın ne erkek olması; bir travesti georgette dee.

43 numaralı sone, wilson’ın sahne yapıtının çıkış noktası olmuş gibi geldi bana. zaten, oyunun hemen başında, birbirini takip eden üç sahnede birer kere tekrarlanıyor bu sone; iki kere, ilki soytarı, ikincisi shakespeare tarafından, şiir olarak okunuyor, üçüncüsünde bestelenmiş şekliyle söyleniyor.
43 numaralı sonenin içerdiği karşıtlık ve denge, yapıtın bütün sistemini de kurmuş:
-ilk bölümün siyah kostümlerinin yerini ikinci yarıda beyaz kostümler alıyor,
-iki bölüm de 7 sahneden oluşuyor; bu sahneler ayna misali birbirlerini yansıtıyorlar, simetrik bir şekilde birbirlerini tamamlıyorlar.

bir robert wilson hayranı ve wilson’un yapıtlarını olabildiğince takip etmiş biri olarak [zamanında istanbul tiyatro festivali’ne yılaşırı bir wilson yapımı gelirdi, ve üç yıldır ne zaman berlin’e gitsem, berliner ensemble’da bir robert wilson rejisine denk geldim], “shakespeares sonette”nin her sahnesine vakıf olduğumu iddia edemeyeceğim.
ama, kabul etmek lazım ki, bir şeyin cazibesine kapılmak için, onu illa da bütünüyle anlamanız, herşeyiyle idrak etmeniz gerekmiyor. bunun en güzel örneği de “shakespeares sonette”; çok basit: ağzınız açık, kapılıp gidiyorsunuz...

(inge keller, shakespeare)

(jürgen holtz, elizabeth I ve II)

(ruth glöss, soytarı)

(giorgios tsivanoglou, eros)

berliner ensemble topluluğu belli ki, 98’den beri aralıklı olarak kendileriyle çalışan robert wilson’ın tarzına iyice alışmış; büyük keyif alarak oynuyorlar.

shakespeare’ı 86 yaşındaki efsanevi oyuncu inge keller canlandırıyor, soytarı'da ruth glöss ve elizabeth’lerde jürg holtz berliner ensemble’ın yaşlanmayan emektarları olarak sahnede gençlere taş çıkartıyorlar.
gençlerden ise; “dark lady”lerden birini ve aynı zamanda “havva”yı oynayan christopher nell tek kelime ile muhteşem, eros’ta, bedenini de çok iyi kullanan giorgios tsivanoglou müthiş sevimli, rakip’de [wilson’un 2007’de yine berliner ensemble’da sahneye koyduğu “die dreidroschenoper” (üç kuruşluk opera)’da polly’nin annesi celia peachum’da harikalar yaratan] traute hoess çetrefil bir karakterde yine muhteşem.


[sone no. 66; christopher nell (havva), jürgen holtz (elizabeth I), inge keller (shakespeare)]

geçmişte philip glass, tom waits, lou reed gibi aykırı müzisyenlerle çalışmış olan wilson’ın bu seferki ortağı amerikalı “fıttırık” mizaçlı, sıtma görmemiş sesli şarkıcı/besteci rufus wainwright. iki sene önce aya irini’de solo piyano bir konser vermişti; şarkılarından çok, aralarda yaptığı yorumları kalmış aklımda; mesela, boğaz köprümüzü oldukça “gay” bulmuş ve bizi tebrik etmişti.
wainwright hard-rock’dan, ballad’a, çingene ezgilerinden kabareye, rap’e uzanan çeşitlilikte müzik tarzları kullanmış soneleri bestelerken. tek düze bir müzik paletindense, bu her telden çalan şarkılar wilson’ın hayalgücü yüksek, gerçeküstü dünyasına yakışmış. özellikle 20., 66. ve 154. soneler için bestelenenler öne çıkıyor.

belirtmeden geçemeyeceğim; hayran olduğum bir şey de, bu yapıt için hazırlanmış oyun kitapçığıydı. berliner ensemble’ın oyun broşürlerinde alışıldık olduğu üzere yapıtla ilgili (yapıtın geçtiği döneme, yazara ilişkin) metin içermeyen bu kitapçıkta, her bir sahnenin robert wilson tarafından yapılmış eskizi ile o sahnede kullanılan sonenin ingilizcesi eşleştirilmiş, almancası hemen bir arka sayfaya yerleştirilmiş. bu kitapçık, tam da sahne yapıtının kendisi gibi, görsel bir şölen.

bu gösteri ile ilgili; kişisel olarak beni en çok etkileyen şey ise; yıllar önce shakespeare’in sonelerini okuduğumda işaretlediğim bir-iki soneden birinin [43. sonenin] bu sahne yapıtında önemli bir yeri olması; hatta, bariz bir şekilde yapıtın tasarımına ana fikrini vermesi.


17 Aralık 2009 Perşembe

saray ozanları'dan müzik ziyafeti



geçtiğimiz cumartesi sabahı gün ağırırken berlin’e doğru yola çıkmadan önce, cuma gecesi, yılın en mükemmel konserlerinden birine tanık oldum cemal reşit rey konser salonu’nda.
bu sezon, eski yıllara nazaran konser salonlarının yolunu daha az tutar olsam da bu konserin “yılın konseri” olduğu konusunda iddiacıyım.
uzun zamandır da bekliyordum bu konserin gerçekleşmesini; albümü 2006 yılında çıkmıştı ve çıkalı beri dönüp dönüp tekrar dinlediğim, doyamadığım, hayran olduğum bir albümdü. konser de albüme yakıştı, unutulmayacak bir dinleti oldu.

“minstrel’s era” adlı, sadece ingilizce başlığı olan albümün yaratıcısı kemençe ustası derya türkan. ona viyolonselde uğur ışık, kontrabasta benzersiz katalan usta renaud garcia-fons eşlik ediyorlar.

albüm ve konser, 17. yüzyılda dimitri kantemir ve ali ufki’nin derlediği notalarla günümüze kalmış osmanlı ezgilerinin günümüz anlayışıyla yorumlanmasından oluşuyor. düzenlemeleri türkan, ışık ve garcia-fons birlikte yapmışlar.
ilk bakışta kolay kolay yanyana getirmeyi düşünmeyeceğiniz üç çalgının sesleri birbirilerine o kadar yakışmış ki, o kadar damıtılmış, saf bir yorum ki icra edilen, dinleyici olarak size düşen huşu içinde müziğin içine girmek sadece.
bir klasik oda müziği konseri, veya bir caz dörtlüsü dinliyor gibisiniz; o kadar çağdaş, o kadar kadim, o kadar klasik ki!
ve o kadar etkileyici ki, konser ortamının yersiz hışırtılarını, gürültülerini, fısıldaşmalarını bile duymaz, hepsinin üzerine çıkar oluyorsunuz; müzik sizi alıp başka bir dünyaya götürüyor.

derya türkan ve uğur ışık, uzaktan da olsa çalışmalarını/albümlerini takip ettiğim iki genç usta, ancak albüm çıktığı zaman beni asıl meraklandıran katalan kontrabasçı renaud garcia-fons’un varlığıydı.
solo, caz üçlüsüyle, akordeonlu ikilisiyle veya akdeniz coğrafyasından kalabalık bir müzisyen grubuyla yaptığı birbirinden farklı albümlerin istinasız hepsine hayran olduğum garcia-fons’u, bir gün türkiyeli bir sanatçının albümüne katkı yapmış görmek hem çok mutlu etmişti beni, hem de umutlandırmıştı. öyle de oldu; yukarda anlattığım üzere mükemmel ötesi bir albüm “minstrel’s era”.
konser de aynı mükemmelliyetteydi, hatta daha fazlasıydı, çünkü canlı icranın getirdiği anlık doğaçlamalarla, küçük detaylarla farklı yerlere giden yorumlarla zenginleşti müzik.

türkan, ışık ve garcia-fons o akşam, albümdeki parçalar dışında, bir-iki yeni düzenleme daha sundular; umarım bunlar yeni bir albüm çalışmasının habercisidir.

16 Aralık 2009 Çarşamba

masumiyetin yitirilişi


sahne bütün derinliği ile önümüzde. dekor: kuru, kara, çıplak bir sokak zemini, yerde iki mazgal, bir yanda derinliğine geriye doğru giden kaldırım. sahnenin en gerisinde, sağa dayalı orkestra.

geride, hemen orkestranın önünde toplaşan sokak kadınları; kadın dansçıların aralarında travestileşmiş erkek dansçılar, bütün topluluk birarada; rengarenk ince tünikler, şeffaf kombinezonlar, dantelli sütyen-kilotlar giymiş, peruklu, grotesk makyajlı bir grup sokak kadını; enerjik, neşeli ve cezbedici. ama aynı zamanda perişan, hüzünlü ve çökük.
aralarında atışıyorlar, en öndeki kızıl saçlısı seyircilere laf atıyor, sataşıyor.
dizlerden bacaklarını iki yana bükerek açmış şekilde bedenini omuzlardan öne doğru kırıyor, kolları bedeninin önünde iki yanda, elleri havada hayali bir şeyleri kavrar gibi açık, parmakları kasılmış; ilk hareketi yapıyor: bir kol aşağı, diğeri yukarı giderken açık, kasılı ellerini iki yana oynatıyor; bir şeyi arzular gibi, şehvetli bir şeyi, azgınca, aynı zamanda talepkar, neredeyse taciz eder gibi!
bütün grup onu taklit ederek sahnenin en gerisinden en öne doğru gelirken, müzik başlıyor…

pina bausch’un tasarladığı brecht/weill akşamı “die sieben todsünden” (yedi ölümcül günah)’ın “fürchte dich nicht” (korkma sakın) adlı ikinci bölümü böyle başlıyor.
bu sahne hafızama kazınıyor, hiç çıkmıyor; çok güçlü!

(fotoğraf: ulli weiss)

die sieben todsünden”, pina bausch’un bibliyografisinde bir akşamı bütünüyle dolduran dördüncü yapıtı, 1976 tarihli.
bundan önce üç uzun, üç kısa yapıtı var.
bundan önce “dans tiyatrosu” diye bir şey yok; “die sieben todsünden” dansçıların şarkı söylediği, oyunculuk yaptığı, operacıların dans ettiği, “dans tiyatrosu” adlı gösteri türünün ilk örneği; çığır açıcı.

die sieben todsünden” keskin, vurucu, allakbullak edici ve irkiltici!
pina bausch’un erkek egemen topluma ve kadının bu toplum düzeninde metalaştırılmasına getirdiği eleştiri dozu yüksek ve “damardan”; gizlisi saklısı yok, bütün çıplaklığıyla açık ve net, giderek rahatsız edici!
pina bausch’un 90’lı yıllarla birlikte yapıtlarına hakim olan yumuşaklıktan, hafiflikten eser yok; sert, karanlık ve umutsuz bir dünya sahnedeki!

brecht/weill ikilisinin 1933’te tasarladıkları, ilk defa paris’te george balanchine koreografisiyle sahnelenen tiyatro-dans-opera karması “die siebe todsünden”, unutulmaya yüz tutmuşken, ilk sahneleşinden 46 yıl sonra pina bausch tarafından tekrar gündeme getirilir ve, pina bausch’un “die sieben todsünden”i aradan geçen 33 yılda, konuyu ele alış şekli, getirdiği yorum ve yenilikçi biçemiyle tazeliğinden bir nebze kaybetmeden hala sahnede, dipdiri!

akşamın “fürchte dich nicht” (korkma sakın) adlı ikinci bölümü ise, brecht/weill ikilisinin “die dreigroschenoper”, “happy end”, “das berliner requiem”, “aufstieg und fall der stadt mahagonny” ve “kleinen dreigroschenmusik” adlı yapıtlarından pina bausch’un biraraya getirdiği müziklerle oluşturduğu bir kolaj; ilk bölümün devamı, habercisi, tamamlayıcısı.


(fotoğraf: marteen vanden abeele)
"die sieben todsünden" (yedi ölümcül günah), lousiana'da bir ev alabilmek için para kazanmak zorunda olan anna'nın kaçınılmaz kaderini anlatır.
iki anna vardır; kızkardeşler anna I ve anna II.
yapıtın bir yerinde anna I’in dediği gibi, aslında onlar tek ve aynı kişidirler; anna’nın iki yüzü vardır; masum, güzel ve çocuk olan ile akıllı ve yetişkin olan. anna I’i bir operacı canlandırır, anna II’yi bir dansçı.
anna II, yüzünde çocukluğun masumiyetiyle sokağa tebeşirle güneş çizmiş, yüzüne vurdurulan spot (güneş) ışığı altında gülümserken, çocukluktan kadınlığa geçer; hem de bedenini satmak zorunda kalarak!
ilk değiştirdiği, üzerindeki yazlık elbisesi ve ayakkabısı olur; saçlarını tarar, etek-bluz giyer, bluzunun dekoltesini açar; bunları anna II’ye yapan anna I’dir.
(fotoğraf: laszlo szito)
şehirden şehre yolculuk eder(ler), yedi şehir dolaşır(lar).
erkeklerle ilk teması, ilk gittiği şehirde bir erkeğin onun fotoğraflarını çekmesiyle başlar; anna II başta utangaçtır, rahatsız olur ama sonra beğenilmek hoşuna gider. ancak erkeğin amacı başkadır; anna II acı gerçekle tanışmakta gecikmez.
ardından gittiği her şehirde, para kazanmanın kaçınılmaz tek yolu bedenini satmaktır. öyle ki, satın almadan önce mahrem yerleri de dahil olmak üzere bedeninin her bir parçasının ölçülerini alır erkekler.
anna II başta isteksizdir, ancak toplum ona başka çare bırakmaz; başına gelen toplu bir tecavüz, toplumsal bir ırza geçmedir.
sahnede bütün çıplaklığı, acısı ve rahatsız ediciliğiyle bu tecavüzleri izletir bize pina bausch. yedi günah toplanmış tek bir günahta birleşmiştir: şehvet!

günah keçisi anna II’dir, günahı işleyen ise toplumdur!
anna I dahil olmak üzere kadınların hepsi siyah dar, uzun yakalı dopiyesler içinde, suratlarında 20’li yılların ekspresyonist alman sinemasından esinlenilmiş gibi duran gergin mimikler ve kesik hareketlerle anna II’ye kuralları, sınırları, sıkıştırılmışlığı, kaçınılmazlığı dayatırlar.
erkekler ise siyah takım elbiseleri içinde, saçları kırlaştırılmış, yüzlerine kırışıklıklar eklenmiş, göbeklendirilmiş, kelli-felli olarak statünün cisimleşmiş halleridirler; talepkar, istediğini zorla da olsa eninde sonunda elde eden, acımasız ve bencil.
kadını tek bir şekilde görürler: arzu nesnesi cinsel obje.
kadınlar da zamanla –ve belki de çaresizlikten– kendilerini cinsel obje olarak pazarlamaktan rahatsızlık duymamaya başlarlar; sırtlarındaki pahabiçilmez kürkleri yere serip, üzerlerinde birbirleriyle dalaşırlar, detone seslerle şarkılarını söylerler, tıslarlar; kızgın dişi kediler gibi.

ailesi için louisiana’da almayı amaçladığı evin eşyaları, anna II şehirden şehre, kucaktan kucağa dolaştıkça sahneye yerleştirilir; halılar serilir, büfeler, ayaklı lambalar, koltuklar getirilir getirilmesine de, anna II bitkindir, çökmüştür, ağlıyordur… sahne kararır…

"fürchte dich nicht" (korkma sakın)’da da kadının içine düştüğü döngü, kaçınılmaz kader ve ardından gelen son tekrarlanır.
masum kız çocuğu, aynada kendini keşfeder, büyür, olgunlaşır, masum hayaller kurarak bir erkekle tanışır, erkek ona durmadan “korkma sakın” şarkısını söylemektedir, kız bir zaman sonra korkmaya başlar, direnir ama sonunda erkeğin ağına düşmekten kurtulamaz.
ara ara tekrarlanan “fürchte dich nicht” şarkısının melodisi ve erkeğin ağzından söyleniş şekli, bana, alfred hitchcook’un gerilimi nasıl kurguladığını hatırlattı; filmlerinde genellikle basit bir müzik teması vardır, seyirciye tehlikenin nereden geleceği söylenmiştir, gizli değildir, ancak tehlikenin kendisi perdede gösterilmez, tehlikeyi imgeleyen tema ısrarla tekrarlanır.

masum kız, 25 bölümlük “fürchte dich nicht”in sonunda sokak kadınları kervanına katılmış, onların ortasında, onlarla beraber dans eder olmuştur…
böyle anlatıldığında eskimiş [hatta arabesk] gibi duran [60’lı-70’li yılların türk filmlerini, fassbinder melodramlarını hatırlatan] bu konu, günümüzde dünyanın bir çok yerinde hala yaşanmaktadır.
pina bausch’un düşmüş karakterinin farkı, bu maceradan zayıflayarak değil, tam tersine kızgın, başı dik ve kendinden emin çıkmış olmasıdır.

gösterinin kostümleri mükemmel; pina bausch'un yapıtlarında kostümler her zaman önemlidir ancak kostümleri bu kadar etkileyici ve yorumu/anlatımı bu kadar destekleyici bir şekilde kullandığı başka bir yapıtı var mıdır!
pina bausch’un o dönemdeki hayat arkadaşı sahne ve kostüm tasarımcısı rolf borzik’in, akşamın ilk bölümünde, erkeklerin siyah takımlarıyla ve kadınların siyah dar dopiyesleriyle altını çizdiği totaliter rejimleri anımsatan baskıcı, kuracı, tek tip, tek renk toplum yapısının tam zıddına rengarenk kombinezonları, dantelli sütyenleri, kürkleri, şeffaf ten rengi erotik tünikleri ile sokak kadınlarının şehvetli, kural tanımaz dünyasını yerleştirir.

ilk bölümdeki bazı sahnelerde kadın dansçılar, erkek takım elbiseleri içinde erkek kalabalığını kuvvetlendirirken, akşamın ikinci bölümde bu sefer erkekler kadın kıyafetleri, perukları ve makyajları içinde travestileştirilirler.
bu iki zıt kutup arasında ilk bölümde anna II, ikinci bölümde masum kız çocuğu savrulup dururlar. ikisinin sonu da mutlu bitmez; ağlasalar da zayıf düşmemişlerdir; hayat onları törpülemiş, kuvvetlendirmiştir.

gösteride elbiseler kadar objeler de büyük rol oynar, adeta konuşur gibi pina bausch’un yorumuna vurgu yaparlar.
"ayakkabı", "eldiven" ve "yastık" hükmetme, taciz etme, ergenliğe geçme, masumiyeti yitirme, zorlama, bekaret imgeleri olarak gösterinin iki bölümünün de vazgeçilmez objeleridir.

die sieben todsünden”in ilk iki akşamında anna II’yi josephine anne endicott canlandırmış; endicott 59 yaşında ve bu rolü 1976’daki prömiyerden beri oynuyor. benim seyrettiğim son iki akşamda ise, daha genç bir dansçı, julie shanahan anna II’yi oynadı; aydınlık, umut dolu, masum anna’dan hayal kırıklığına uğramış, üzgün, bitkin ama sertleşmiş anna’ya kademe kademe geçişi çok başarılıydı.
fürchte dich nicht”in masum kız çocuğu ise, minyon bedeni ve kırılgan fizyonomisi ile ditta miranda jasjfi idi. jasjfi, aynı pina bausch’un “der frühlingsopfer” (bahar ayini)’nin kurban bakiresi gibi, bu rolde de harikalar yaratıyor, bütün bedeni ve mimikleriyle karakteri adeta yaşıyor.

gösterinin can alıcı performanslarından biri mechthild grossmann’a aitti. grossmann, aynı endicott gibi, 33 yıl önceki prömiyerden beri bu brecht/weill akşamında oynuyor, şarkı söylüyor, dans ediyor. “fürchte dich nicht” bölümünde boğuk sesi, aykırı duruşu, ironik gülüşüyle ve şimdiye kadar böylesini dinlemediğim bir “surabaya johnny” yorumu ile benzersizdi.

anna I’de annette jahns ve “fürchte dich nicht”deki çeşitli performanslarıyla melissa madden gray gösterinin müzik cephesinin artılarıydı.
annette jahns, hayatta ayakta kalabilmek için oyunun kurallarının farkında olan anna I’e soğuk, mesafeli ve duygusuz yorumuyla vurgu yaptı.
melissa madden gray ise brecht/weill ikilisinin tanınmış melodilerini tok ve gür sesi, dozunda mimikleri ve kıvrak dans kabiliyeti ile yorumlayarak başarılı bir müzikal/kabare sanatçısı olduğunu kanıtladı.


pina bausch belki de brecht’in tiyatro anlayışıyla bağlantı kurulabilecek sahneleme dair fikirlerle donatmıştı yapıtını.
orkestra sahne üzerine yerleştirilmiş, çukurda saklanmamıştı. şarkıları söyleyenlerin el mikrofonları boyunlarına asılıydı.
anna ıı’nin kazandığı paralarla alınan eşyaları sahneye gösteri sırasında sahne görevlileri taşıyordu, gizlenmeden, saklanmadan.
bu fikirlerin en vurucusu, "die sieben todsünden"de hemen sahnenin önünde sol tarafa yerleştirilmiş spottu. birkaç basamakla çıkılan küçük bir platformdan kontrol edilen bu spotu, oyunun başında anna ı anna ıı’yi aydınlatmak için kullandı. ilk beş dakikadan sonra onun yerini alan bir görevli bu spotun ışığıyla oyun boyunca anna ıı’yi takip etmeye devam etti.

pina bausch’un revü, kabare, tap dansı gibi 30’ların revaçtaki eğlencelik gösteri sanatlarından ödünç alarak dönüştürdüğü, özellikle kol ve kalça hareketlerine ve ayakları sert bir şekilde yere vurmaya ağırlık veren koreografisi çok etkileyiciydi; şarkı sözleri ve konuşma metni hiç olmamış olsaydı da, koreografi bütün duyguları, gerilimleri, baskıları, arzuyu ve şehveti mükemmel bir şekilde anlatıyordu.

(fotoğraf: oliver look)
akşamın doruk noktalarından biri “fürchte dich nicht” bölümünde siyah dantelli, şeffaf, şifon gece kulübü dansçısı kostümleriyle kadın-erkek bütün topluluğun, “üç kuruşluk opera”nın ünlü “lied von der unzulänglichkeit menschlichen strebens” şarkısını a capella söyleyerek sahnenin en gerisinden en öne doğru geldikleri sahneydi; şarkının sözleri parçalanmış, sert ve keskin hareketlerle eşleştirilmiş, şarkının içeriği kuvvetlendirilmiş ve insani arzuların geçiciliği ironik/alaycı bir tona büründürülmüştü.

die sieben todsünden” ve “fürchte dich nicht” pina bausch’un bütün diğer yapıtları gibi zamanın eskitemediği, ilk sahnelendiği günki kadar canalıcı, vurucu, etkileyici eserler olduklarını, berlin’de haus der berliner festspiele’yi dört akşam tıklım tıklım dolduran seyircinin çoşkulu alkışlarıyla kanıtladılar.



[ne yazık ki, salonda ve selamda pina bausch yoktu. onun yerine, tanztheater wuppertal’in yeni sanatsal yöneticisi, başından beri pina bausch’la birlikte olan dominique mercy vardı; mercy abii ki selama çıkmadı.
arada fuayeden hızlıca sahne arkasına geçti. pina bausch’un uzun yıllardır dansçısı/kostümcüsü olan marion cito ve sahne tasarımcısı peter pabst da dominique mercy ile birlikteydi.

bu kadar yıldır elimden geldiğince takip etmeye çalıştığım pina bausch yapıtlarından birini ilk defa birinci sıradan izledim.
dans gösterilerinin ideal sırası genellikle 8 ile 10 arasıdır, ancak bu deneyim bana bir pina bausch yapıtını en ön sıradan seyremenin keyfinin başka olduğunu gösterdi. hele de, berliner festspiele tiyatrosu’nun eğimi oldukça az tutulmuş anfisinde uzun boylu almanlar arasında kaybolma riskiniz yüksekken; zaten ilk gece aynen bu durumdaydım!
ilk sırada, bir de ortadaysanız dansçılar adeta gözünüzüz içine bakarak oynuyorlar; sahneden salona geçen elektrik muhteşem oluyor. elinizi uzatsanız dokunacağınız mesafede böyle olağanüstü varlıklar sanatlarını icra ederken, seyirci olarak müthiş bir çoşkuyla dolmamak içten bile değildi.
ancak, başka bir taraftan da, hüzünlü bir deneyimdi benim için; pina bausch’un dansçıları sanki yaşlanmışlardı. hoş, onları ilk defa bu kadar yakından izledim; büyük ihtimalle ben hassastım; dansçılarının yüzlerinde ve bedenlerinde pina bausch’un ani vefatının izlerini bulmayı seçiyordu gözlerim; kaldı ki, gösteri icabı ilk yarıda erkeklerin özellikle yüzleri kırıştırılmış saçları kırlaştırılmış, ikinci yarıda bütün dansçıların suratları grotesk makyajla kaplanmışken yaşlı, bitkin ve düşmüş gözükmemeleri imkansızdı.

33 yıl önce tasarlanmış bu muhteşem yapıtı seyrettikten sonra, çoştum, çoğaldım, kabıma sığamadım, ancak çok da hüzünlendim; bu olağanüstü yapıtları veren biricik insan artık yaşamıyor ve artık yeni pina bausch yapıtları olmayacak.

kuzey ren vestfalya eyaleti kültür yöneticisi ve wuppertal belediye başkanı, pina bausch’un ölümünün hemen ardından mirasını koruyacağız demeçleri vermişlerdi ancak geçtiğimiz günlerde, geçen yıl 1.8 milyon avro açık veren belediye bütçesini doğrultabilmek için 2012’den itibaren wuppertal’deki –pina bausch’un topluluğunun da sahneye çıktığı- iki büyük opera/tiyatro binasından birinin kapanacağı haberi geldi.
[ekonomik kriz berlin’de dört yerleşik orkestradan ikisinin birleşmesini, üç operanın ise ikiye indirilmesini gündeme getirdi. malum, geçen hafta da paris’teki büyük müzelerin çalışanları ekonomik kriz önlemleri çerçevesinde alınan kararları protesto etmek için grevdeydiler; müzeler kapalıydı]

bu zor zamanlarda pina bausch yaşıyor olsa, bütün ağırlığını, ikna edici gücünü ve vazgeçmeyen kararlılığını ortaya koyarak topluluğu için her türlü zorluğu gögüslemeye hazır olurdu, ancak onun yokluğunda ve dansçılarının azımsanmayacak bir kısmı yaş olarak bir dansçının verimli döneminin çok üzerindeyken, pina bausch’un hayattayken hazırladığı iki yıllık program sonrasında topluluğun geleceğinden şüphe etmeye başladım.]

14 Aralık 2009 Pazartesi

"ich bin ein berliner!"







sevgili dostum k. haftasonu kaçamağımı öğrenince "du bist ein berliner" demişti, evet gerçekten de ben berlin'i seviyorum.

üç büyük arasında hangisini tercih edersin deseler; londra mı, paris mi, berlin mi, cevabım berlin olur.
ilkinde zaten hala kraliyet mevcut, ikincisinde ise anlı şanlı saltanat günlerinin izlerini kentte ve kurumlarını kent sakinlerinde görmek mümkün. londra ve paris, zamanının sömürge imparatorluklarının başkentleri; kibirleri hala baki.
berlin ise, bence, -herşeyin ötesinde- insancıl bir kent. yakın tarihindeki soykırımdan arınabilmek (ve belki de günah çıkartmak) için insan haklarını, eşitliği, sosyal devleti yüceltmiş bir kent. insanları sevecen, saygılı, güleryüzlü, yardımsever ve konuşkan. sokakları yemyeşil (sonbaharda sarı), herkes için ulaşılabilir, sakin ve temiz. ve tabii ki sanat ile dopdolu.

berlin'de sayısız özel tiyatronun yanısıra beş tane tiyatro tarihinin köşetaşı tiyatro kurumu var: berliner ensemble, schaubühne, volksbühne, maxim gorki theater, deutsches theater. üç operası var: staatsoper unter den linden, deutsche oper, komische oper. dört senfoni orkestrası ki bunlardan biri dünyanın en iyisi: berliner philharmoniker.
avangarde gösterilerin mekkesi hebbel theater, sıradışı gösterilerin mekanı sophiensaele, sacha waltz'ın mekanı radialsystem, revü ve konserlerin vazgeçilmez mekanları admiralpalast ve friedrichpalast... saymakla bitmez!
berlin sahneleri, paris'e nazaran dünya'ya daha kapalı, ancak ne gam; sahne sanatları deyince alman rejisörler 20.yüzyıl boyunca bu sanatı şekillendiren başlıca aktörlerden biri olmuşlar, dolayısıyla berlin'de sadece alman rejisörleri izlemek bile yeterince doyurucu.

bunları düşünürken, bir kere daha yolum berlin'e düştü geçtiğimiz haftasonu; kendime bir tiyatro ziyafeti çektim: bausch x 2, 1 wilson, 1 gotscheff, 1 castorf.
başlıca amacım spielzeit europa'ya konuk olan tanztheater wuppertal pina bausch'un 1976 yılı başyapıtı, brecht/weill gecesi projesi, "die sieben todsünden" (yedi ölümcül günah)'ı seyretmekti. sevdiğim sanatçılardan aynı eseri iki kere seyretme alışkanlığımı bozmayıp, cumartesi ve pazar akşamları için birer bileti yedi ay önce satın almıştım [o zaman daha pina bausch hayattaydı].
geçen ay, berlin'in yerleşik tiyatro kurumlarının aralık programı kesinleşince "yedi ölümcül günah"a; müthiş bir şans eseri -seyretmeyi çok arzuladığım- robert wilson ile rufus wainwright'ın berliner ensemble ile sahneledikleri "shakespeares sonette" ve berlin'in bohem tiyatrosu volksbühne am rosa luxemburg platz'da dimiter gotscheff'den "prometheus" ve frank castorf'dan "medea" eklendi.

2009'un ekiminde kapılarını açan, david chipperfield'in 10 yılda küllerinden yeniden canlandırdığı "neues museum" ise haftasonu kaçamağımı mesleki açıdan zenginleştiren, ufkumu açan, nefesimi kesen (ve kendi ülkemdeki uygulamaları düşününce umutsuzluğa iten) bir deneyimdi.

bütün izlenimlerimi zaman buldukça teker teker buraya taşımak istiyorum. bu prolog olsun...

9 Aralık 2009 Çarşamba

serbest atışla düşünmek ve fütursuzca gülmek için!

altıdan sonra tiyatro’nun 2005 yılında ödüller almış “o.b.e.b.” adlı oyunu bu hafta kumbaracı50’de sahneleniyor.
“o.b.e.b. (ortak bölenlerin en büyüğü)” afişindeki “mizah” ibaresinin hakkını tam anlamıyla veren, zaman zaman seyircinin [örneğin benim] gülmekten katıldığı[m] bir eğlencelik.



sadece türkiye’de değil, dünyada da genel olarak, seyircinin en çok güldüğü şeylerin başında küfür gelir. bir de tabii ki belatı esprileri. ayrıca slapstick de her türlü insanı rahatlıkla güldürebilecek bir komedi türüdür. “o.b.e.b”de bunların hiçbiri yok.
“o.b.e.b.” komedilerin en zoru olan durum komedisi üzerinden seyircisini kahkahaya boğuyor.



oyunun yazarı yiğit sertdemir, durum komedisi formülünü çok ustaca tekrarlıyor: ilk perdede “protagonistleri” birer birer tanıtıyor, ikinci perdede hepsini birarada, birbirleriyle çarpıştırıyor.
ilk perde de oldukça eğlenceli ancak esas doruk noktası bütünüyle ikinci perde.
ilk perdede tekil olarak kullanılan çeşitli psiko drama tekniklerini yiğit sertdemir ikinci perdede bütün “protagonistlerin” dahil olduğu oyunlara dönüştürüyor. sertdemir bu sayede; ilk perdede ustaca attığı ilmiklerle ikinci perdeyi muhteşem bir şekilde örüyor.



oyunun biçimsel kurgusunun çok yaratıcı olduğu bir yönü var; ilk perdeye hakim olan “geçmişi gözden geçirme” fikri bağlamında dinlenen bant kaydının “canlanması”; işitsel bir medyanın görsel bir medyaya dönüşmesi… işitsel kaydın görsel imge ile senkronizasyonu… nasıl bant kaydı ileri geri oynatılıp, hızlıca ileri sarılabiliyorsa, oyunun ilk perdesinin zamansal anlatımının da çizgisel değil, parçalı olması; haftanın günlerinde ileri geri hareket ediyor olmak...
dolayısıyla ilk perdede bir yap-bozun parçalarını biraraya getirir gibi kurgulanmış oyunda, resmin bütünü ancak ikinci perdede anlaşılıyor.
oyunun başından itibaren canlı tutulan gizem ve merak ise, oyunun sonuna kadar taşınıyor; hatta bazı unsurlar sonda da çok fazla açık edilmeyip seyircinin yorumuna/hayalgücüne/idrak kabiliyetine bırakılıyor.



oyunun protagonistleri, toplumun kadın kesiminden çıkartılmış dört tip: bir aydın, bir lider, bir devrimci, bir sanatçı.
bu dört tip, bir erkek “sözde psikolog” ve erkek “sözde sağır” yardımcının uğraşlarıyla birbirlerinin tiplerine dönüştürülüyorlar.

neden böyle bir dönüştürme yapılıyor, bu dönüştürmeyi yöneten 0.b.e.b. adlı kadın sesi (tomris incer) kim, amacı ne, oyun neden 70’lerde geçiyor, ilk perdede duyulan bomba seslerinin amacı ne.
70’lerde böyle bir dönüştürme olayı yaşandı mı [yoksa böyle teker teker değil de, toplum olarak hepbirlikte başka bir topluma mı dönüştürüldük!!!]; oyunun broşüründe yazdığı gibi bunların hepsi bir komplo teorisinden mi esinleniyor, yoksa oyunun kendisi bir komplo teorisi mi!
oyunun afişindeki red kit (psikolog olmalı), köpek (yardımcısı), dantonlar (dört kadın) ve at (o.b.e.b. adlı kadın sesi) neyi temsil ediyorlar!

bütün bu bilinmezliklerle yiğit sertdemir’in amaçladığı ne? sadece mizah mı?
amaç sadece seyirciyi ölesiye güldürmek olsaydı; bol bol küfür ve belaltı esprileri yeterdi.
amaç sadece seyirciyi ölesiye güldürmek olsaydı; oyundaki “protagonistlerin” ad ve soyadlarının başharflerinin tersine çevrilmiş halleri, hepimizin “yakından” tanıdığı insanlar olmazdı!

belli ki “o.b.e.b.”de sadece güldürmek hedeflenmemiş; aynı, yiğit sertdemir’in diğer oyunlarında, “444”de, “öldün, duydun mu”da, “bekleme odası”nda olduğu gibi “o.b.e.b”nin de bir alt metni, bir karşı duruşu, isabetli –ve acı– tespitleri ve topluma/gidişata getirdiği ciddi eleştiriler var.



bizzat psikoloğu oynayan yiğit sertdemir ve sağır yardımcıda erkan kortan da iyiler, ancak bu oyunun yıldızları dört kadın oyuncusu: seda özen yürük, aslı can kortan, gülhan kadim ve ebru gözdaşoğlu.
dört kadın “protagonist” arasında özellikle aslı can kortan bir başka iyi; ne yapıyor, nasıl beceriyor bilmiyorum, diğerlerinden öne çıkıyor; insan ister istemez onu daha fazla seyrediyor.




ister gülün ister gülmeyin, ister mizah olsun, in-yer-face olsun ya da bir trajedi; keyifli bir tiyatro deneyimi için iki şey yeterli: sıkı bir metin ve müthiş oyunculuklar. bu ikisi oldu mu, nerede, hangi şartlarda sahnelenirse sahnelensin, isterse müziği, dekoru, efekti dört dörtlük olmasın; fark etmez!
gerçi “o.b.e.b.”nin düzgün bir sahnesi, basit ama oldukça işlevsel ve “hileli” sahne tasarımı, kaliteli efektleri yok değil, ancak esas iki şeyi var: sıkı bir metni ve müthiş oyunculukları.

7 Aralık 2009 Pazartesi

"barbracığım" yeni bir cd çıkarmış!

[evet, herkesin, sadece önadıyla hitap ettiği sanatçıları vardır. onlar, seveni/hayranı tarafından bir tanrı/tanrıça olarak algılanmaktan öte, aileden biri olarak görülecek kadar yakındırlar.]

dün akşamdan beri çevirip çevirip onu dinliyorum, dinliyorum, doyamıyorum: "love is the answer", iki cd; aynı şarkılar birinde orkestra diğerinde caz dörtlüsü eşliğinde.
bu yeni kayıt ve iki cd'lik deluxe edisyonu amerika'da eylül sonunda çıkmıştı zaten, bizim semalara gelmesini bekliyordum sabırsızlıkla, çok geç kalmadı neyse ki. [her 31 aralık günü kendime yeni, heyecanverici bir müzik albümü hediye etme geleneğim için biçilmez kaftandı bu albüm ama dayanadım; eylül sonundan bugüne dayandım, bir 25 gün daha dayanamazdım!]

bazıları tarafından yaptığı müzik 60'larda kalmış [aynı kişiler muhtemelen barbra'nın 60'larda yaptığı müziği de devrimci/özgün/yenilikçi bulmadıklarından küçümsüyorlardır], fazlaca "burjuva" olarak algılanan [ve belki de öyle olan], başkaları tarafından da parayla olan ilişkisi, müzik ile olanını aştığı, samimi olmadığı düşünülen sanatçılardan biridir barbra streisand.
evet, tırnakları olağandışı bir şekilde uzundur, adından bir "a"yı silmiştir, eşcinsel oğlu için bir zamanlar "köpek de olsa o benim oğlum" gibi garip laflar etmiştir...

ancak herşeye rağmen barbra streisand benim için öncelikle; kendisiyle ve etrafıyla rahatça dalgasını geçebilen, hayatı hafife alıyor gibi gözüken [ama aslında en küçük detayı bile delicesine düşünen], müthiş bir cazibesi olan [evet cazibe! barbra streisand "cazibe" kelimesinin cisimleşmiş hallerinden biridir! tam da "funny girl"deki unutulmaz sahnede, kürkler içinde aynaya bakıp kendi kendine "hello gorgeous!" dediği gibi] gösterişli bir sanatçıdır. çok yönlüdür: oyuncudur, şarkıcıdır, yönetmendir, senaristtir, söz yazarı ve bestecidir; bazılarını çok iyi yapar, bazılarında ortalamadır.

barbra streisand matraktır! en ciddi filminde bile [örneğin, benzersiz "yentl"da], en hüzünlü sahnenin ardından bir jest yapar, bir ağız büker, gülümsersiniz [ben gülümserim]. barbra streisand'da şeytan tüyü vardır; benim için onu sevmemek imkansızdır.

evet, barbra streisand kendini satmasını çok iyi bilir!
[toprağı bol olsun, hayatımın önemli insanlarından biri, erken bu dünyadan ayrılmış apartman komşumuz, çok sevdiğim ve saydığım onnik amcamla en çok tartıştığımız konulardan biriydi barbra streisand.
onnik amca, yıllardır bir kaç ayını amerika'da kızkardeşinin yanında geçirdiği için barbra streisand'ı amerikan medyasından da izlerdi/bilirdi ve; barbra'nın çernobil sonrasında kendi evinin bahçesinde yardım amaçlı düzenlediği konserde, uzun zamandır konser vermemeyi (20 yıldır canlı olarak seyirci karşısına çıkmıyordu) ve çernobil'e yardımı bahane ederek bilet fiyatını 5000 dolar tutarak bir anlamda "bakın ben 5000 dolarlık sanatçıyım"a getirmesine ve konser sırasında şaka yollu da olsa, söylediği her bir notanın kaç dolara denk geldiğini belirtiyor olmasına çok sinirlenir, "bu kadının allahı para" derdi.
ama ben, iflah olmaz ve -o zamanlar dünyadan haberi olmayan- saf bir hayran olarak, "helal olsun!" derdim.]

trt'nin konseri banttan yayınladığı akşamı hala hatırlarım; geç saatti, sanırım pazar akşamıydı, barbra şarkı aralarında espriler yapıyor, hepsi birer standart olmuş birbirinden ünlü şarkılarını arka arkaya söylüyordu; "yentl"dan, "funny girl"den, "west side story"den...
boğazlı beyaz bir kazak vardı üzerinde, beyaz pantolon. şeffaf bir sandalyeye oturuyor, "papa, can you hear me"yi nelson mandela, olof palme'ye adıyor, aynı "yentl"da olduğu gibi bir mum eşliğinde şarkıyı söylüyor, sonra bee gees'den barry gibb ile -hala inanamadığım etkileyicilikte- düet yapıyor, konuşur gibi rahat şarkı söylüyordu. bu kadını sahnede seyretmek unutulmayacak bir deneyim olmalıydı!

en büyük ve gerçekleşmesi imkansız -gibi görünen- hayalim barbra'yı canlı seyretmekti. çünkü, konser fobisi vardı, az konser veriyordu, onlar da amerika ve kanada'da oluyordu.
üç sene önce bir bahar akşamı, paris'ten hayat-boyu-dostum burcu aradı, "barbra paris'e konsere geliyor, hadi sen de gel!" diyerek inanılmaz müjdeyi verdi.
[üniversitenin ilk aylarında burcu'yla arkadaşlığımızın başlamasının üç nedeni vardır: zuhal olcay'ın o zamanlar çıkan ilk albümü, "fiddler on the roof"u zero mostel mi daha iyi yorumlar yoksa topol mu, veee barbra streisand hayranlığı. hepsi de ne kadar "süfli" şeyler değil mi :)]

evet, inanılır gibi değildi, barbra bir sene önceki amerika konserlerinden sonra, avrupa'da bir kaç şehri kapsayan sınırlı bir turne yapmaya karar vermişti ve duraklarından biri paris'ti.

bir heyecanla biletleri alma işini ben hallettim; tahmin ettiğim üzere bilet fiyatları fahişti!
500 avroluk biletleri alamayacağımız belliydi de, bercy stadyumunun en üst sıralarından da izlemek istemiyorduk barbra'yı. dünya gözüyle göreceksek bari çıplak gözle görebilseydik!



sahneye göre yan çaprazda konumlanan dördüncü kategori biletlerde karar kıldık. şanslıydık, biletler çok pahalı olduğundan, paris öncesindeki nice konseri iptal olmuş, paris'te de bercy'i tıklım tıklım dolduracak bilet satılamadığından, konser akşamı bizi üçüncü kategoriye oturttular; inanılmazdı, barbra'yı çıplak gözle görmenin ötesinde, yandan da olsa bayağı iyi ve yakın bir konumdan izledik.

konser mükemmeldi; hayatımda ilk ve son defa bir konserde şarkılara yüksek sesle eşlik ettim; değil mi ki yıllarca evde barbra'yla "somewhere"i, "people"ı, "papa, can you hear me"yi, "the way we were"ü söylemiştim, değil mi ki sevgili dostum kayahan abi ile yarışma çizerkenki vazgeçilmez alışkanlığımız "one voice"u koyup bet seslerimizle barbra'yı bastırmaya çalışmaktı, konserde antremanlıydım. işin hoş tarafı, sadece burcu ve ben değil, etrafımızdaki herkes şarkılara eşlik ediyordu;
26 haziran 2007'de paris-bercy'de hepimiz birer barbra'ydık!

bana göre, 1986 yılında çernobil yardım amacıyla gerçekleştirdiği "one voice" konseri barbra'nın kariyerinde bir doruk noktasıdır; o konser ve öncesinde çıkardığı her bir albümü, söylediği her bir şarkıyı defalarca bıkmadan dinleyebilirim de, ondan sonra yaptıklarına, çıkardığı albümlere, las vegas-miami konserlerine falan kefil olamam; maalesef biraz bayıktırlar [bazılarımız barbra'nın bütün diskografsini "bayık" bulur].

son albümü "love is the answer" ise bambaşka; romantik caz standartlarının vazgeçilmez kadın şarkıcısı diana krall'un önermesiyle barbra bu albümde standartları yorumluyor; hem de ne yorum!
"love is the answer" tam da, barbra'nın 50'lilerin sonu 60'ların başındaki ilk döneminde çıkardığı birbirinden benzersiz, sıkı albümler tadında sağlam bir çalışma; hiçbir zaman eskimeyecek, bıkmadan tekrar tekrar dinlenecek, eminim!
ben şarkıların orkestralı versiyonundan ziyade caz dörtlüsü ile olanını beğendim. bazı şarkılarda barbra'nın sesi hafifçe çatlıyor gerçi; hoş oluyor aslında, caz havasını kuvvetlendiriyor.
şarkıların hepsi birbirinden güzel, ancak yine de favoriler diğerlerinin arasından sıyrılıyor: jacques brel klasiği "ne me quitte pas", "spring can really hang you up the most", "smoke gets in your eyes", bossa nova tarzında "gentle rain".

"love is the answer"benim nezdimde her an diana krall'un enfes albümü "the look of love"ı sollayabilir.
aynı "the look of love" gibi "love is the answer" da insanı, gün geceye dönerken, evin kısılmış ışıklarının loşluğunda, rahat bir koltuğa gömülmüş olarak sakin samimi bir sohbete davet ediyor...