30 Temmuz 2012 Pazartesi

1938 / leni riefenstahl / olympia




olympia” 1936 yılındaki berlin olimpiyat oyunlarını belgeleyen bir film. iki bölümden oluşuyor: 115 dakikalık “fest der völker” (milletlerin şenliği) ve 89 dakikalık “fest der schönheit” (güzelliğin şenliği).
170 kişilik ekip, aynı anda gerçekleşen farklı sporları kaydeden 30 kamera grubu, 400.000 metre film. leni riefenstahl bu devasa projenin filmin yönetmeni, senaristi, montajcısı ve yapımcısı.
olympia” spor belgeselciliğinin temellerini atmakla kalmayıp, bu dalda çıtayı hala aşılamayan bir seviyeye taşımış bir film. 1938 venedik film festivali’nde en iyi yabancı film ve aynı yıl paris altın madalyası gibi ödülleri kazanmasının yansıra, riefenstahl 1948’de olimpiyat komitesi tarafından olimpik altın madalya ile ödüllendirilmiş.



birinci bölüm atletizm oyunlarına, ikinci bölüm diğer bütün spor dallarına ayrılmış. iki bölümün başında birer kısa prolog var.
ilkinin başlangıcı berlin oyunlarını antik yunan’a bağlıyor: prolog, bulutların üzerinde tanrıları tasvir eden bir rölyef görüntüsü ile başlıyor, kamera yeryüzüne inip atina akropolünde parthenon tapınağı ve etrafında gezindikten ve antik yunan heykellerinin görüntülerinin ardından disk atan bir erkek heykelinin hareketlenmesiyle birlikte antik dönem kıyafetli sporcuların görüntüleri tapınak rahibelerinin danslarına, bu görüntüler de yanan bir ateşe bağlanıyor. olimpiyat ateşinin yine antik dönem kıyafetli sporcular tarafından bir meşale ile alınmasıyla, kamera harita üzerinde yunanistan’dan almanya’ya doğru yönlenirken, arada geçilen ülkelerin başkentleri animasyon görüntülerle canlandırılıyor. [meşalenin olympos dağından o yıl oyunların yapılacağı şehre taşınma geleneği ilk defa berlin olimpiyatıyla başlamış] berlin’e gelinmesiyle birlikte havadan stadyum görünüşleri açılış törenine bağlanıyor..



ikinci filmin başlangıcı ise, saf ve derin bir alman romantizmi etkisinde: doğa belgeseliymiş gibi yakın plan börtü böcek görüntüleriyle başlayıp, sabahın erken saatinde bir dere kenarında ağaçların arasından süzülen güneş ışıklarının altında antreman yapan çıplak erkeklerle devam ediyor. [almanların çırılçıplak spor yapma tutkusu meşhurdur] bu sporcu erkekler grubu önce hep birlikte suya giriyorlar, ardından saunada ter atıyorlar, birbirlerine masaj yapıyorlar. ve film bu “idealize edilmiş” görüntülerden sporcuların antremanlarına oradan da yarışmalara bağlanıyor.



“milletlerin şenliği” adlı birinci bölüm sadece atletizm oyunlarına ayrılmış. riefenstahl almanlar dışında özellikle japon, ingiliz, amerikalı, italyan, isveç ve macar sporculara odaklanmış; tıklım tıklım dolu olimpiyat stadyumunda her oyunun final aşamalarını öne çıkartarak gerek sporcuların gerekse seyircilerin tepkilerini yakalayarak yarışma, başarı, heyecan ve sevinç öğelerini yansıtmış.
özellikle japon sporcular bayağı bir hedefe kitlenmiş gözüküyorlar, çok ciddiler.. jesse owens rahat, mutlu ve masum.. alman sporcular ise stresli; nasıl olmasınlar, “führer”lerinin önünde yarışıyorlar..

bu filmin çekiminden üç yıl sonra dünyaya onarılmaz kayıplar verdirecek hitler de arada sırada tribünlerde oyunları izlerken, yanındakilerle konuşurken görüntülenmiş; zaman zaman gülümsese de, pek rahat değil gibi; durmadan dizini ovalıyor. riefenstahl’in dediğine gore hitler olimpiyat oyunlarıyla hiç ilgilenmemiş, hatta stadyuma gelip oyun izlemek onun için külfetmiş; alman sporcuların kazanacakları garanti olan yarışları izlemeye gelmişmiş..
filmin alttan alta nazi propagandası içerdiğine şüphe yok. filmde yer verilen bol bol nazi selamı ve “sempatik” hitler görüntülerinin yanısıra, nazi almanyası’nın dünyaya kendini kanıtlama ve gövde gösterisi imkanı bu film.
800 metre koşu öncesinde filmin dış sesinin “iki siyahi koşucu beyaz ırkın en güçlü sporcularına karşı yarışacak” demesi ise tüyleri diken diken etmiyor değil.



riefenstahl’in 400.000 metrelik malzemeden iki yılda kurgulayarak oluşturduğu 3.5 saati aşan “olympia” bütün spor dallarından görüntüler içeriyor. özellikle atletizm dallarının final görüntüleri oyunların heyecanını filme aktarıyor.
riefenstahl bazı disiplinlerin çekiminde ise sinemasal yeteneğini, sanatını konuşturmuş. cirit atma, sırıkla atlama, aletli jimnastik, kürek, yat, maraton, eskrim, yüzme ve filmi sonlandıran havuza atlama sahneleri farklı açılardan çekimler ve kurgu sayesinde sinemasal açıdan yaratıcı fikirler içeriyor.
cirit atma’da müzik ile ciritlerin havada uçup yere saplanması arasında bir koşutluk yaratmış. sırıkla atlama’da kamera açısı sporcuların gökyüzü önünde silüet olarak kalmalarını ve bu sayede hareketin çok net okunmasını sağlamış. riefenstahl saha içinde bazı yerlere kameralar için çukur kazdırmak istediği için olimpiyat yetkililerini ikna konusunda oldukça çaba sarfetmiş. çukurlara izin verilmiş ancak, koşu yarışmaları için sporcuları koşma hızında takip edecek düzeneğe, elemelerde kullanılmış olmasına rağmen, finallerde izin çıkmamış.




maraton ve eskrim’de ağırlıklı olarak sporcuların gölgeleri kullanılmış. maraton’da bir sporcunun bedenine yerleştirilmiş ve aşağıya yani ayaklara doğru bakan kamera sayesinde alışılmamış bir açıdan koşan ayakları ve gölgelerini izliyoruz.
riefenstahl ve ekibi sporcuların yakın çekimlerini antremanlar sırasında çekmişler ve bu görüntüler nihai filmde final görüntüleriyle birlikte montajlanmış; bu sayede, bir spor belgeselinin ötesinde, sporcuların ifadelerine de yer veren, neredeyse kurmaca bir filmin yarattığı heyecan sağlanmış olmuş.
film, havada uçan kuşlar misali tramplenden atlayan yüksek atlama sporcularının müzik ile de ustaca birleşen muhteşem görüntüleriyle sonlanıyor..

… 



leni riefenstahl sinema dünyasının en olağandışı “kişilik”lerinden biri; 1902 yılında doğmuş, bütün bir 20.yy boyunca yaşamış; kariyerine dansçı olarak başlamış, ayağı sakatlanınca sinema oyuncusu olmuş, gerçek mekanlarda ve zor koşullarda çekilen alman dağ filmleriyle önce oyuncu sonra da yönetmen olarak isim yapmış; ardından hitler’in propaganda filmi “triumph des willens” (iradenin zaferi)’ni yöneterek almanya’da kazandığı prestiji, 1936 berlin olimpiyat oyunlarını belgelediği 3.5 saatlik filmi “olympia” ile dünya çapına taşımış; başını kuma gömmüş bir devekuşu gibi, bütün ikinci dünya savaşı sırasında almanya’nın dağlık bölgelerinde “tiefland” adlı bir opera filmini çekmekle uğraşmış; savaş sonrasındaki mahkemede nazi sempatizanlığı hükmü giymiş; almanya’da hep tartışma konusu olmuş; 1962’den itibaren 15 yıl boyunca sudan’ın nuba yerli kabileleriyle yaşamış, onları fotoğraflamış, hayatlarını belgeleniş; 70 yaşında dalgıçlığa merak salıp su altı fotoğrafçılığına başlamış; “tiefland”dan sonra ancak 2002 yılında tekrar sinema dönüp, 101 yaşındaki ölümünden bir yıl önce, bizzat su altında kameramanlık ve yönetmenlik yaparak “korallengaerten, impressionen unter wasser” (mercan bahçeleri, su altından izlenimler) belgeselini çekmiş; filmlerinin hepsinin montajını kendisi yapmış; francis ford coppola’nın, mick jagger’ın hayran oldukları bir kadın.



riefenstahl hakkında, 90 yaşındayken yapılmış, en az onun filmleri kadar devasa, 197 dakikalık muhteşem bir belgesel var: yönetmenliğini ray müller’in yaptığı “die macht der bilder” (imgelerin kudreti).
1992 tarihli belgeselde riefenstahl tiptop bir anneanne gibi pembe pardesüsü, yapılı sarı saçları, renkli gözlükleriyle hayatının bütün duraklarında gezdiriyor seyirciyi.
ray müller ara ara, riefenstahl’den habersiz el kamerasıyla çekilen, kamera arkası görüntülerini kullanmış; 90’lık bir kadının, hele hele de kalabalık ekipleri yönetmiş, yüzbinleri filme almış bir kadının, yeri geldiğinde ray müller’e mizansen, konum ve ışık konusunda yaptığı çıkışmalara, sinirlenmesine, hatta küfretmesine tanık olmak hem çok eğlenceli hem de riefenstahl’in diğer yüzünü göstermesi açısından ilginç.

hiç bir anı sıkmayan, hiç bir sahnesi sarkmayan belgeselin en canalıcı bölümleri ray müller’in riefenstahl’e nazilerle ilgili yönelttiği soruları ve riefenstahl’in cevaplarını içeriyor.
hiç bir zaman nazi partisine üye olmadığını, politikaya bulaşmadığını, hiç bir antisemitik beyanının olmadığını, kendisine yöneltilen en ciddi eleştiri olan propaganda filmini politik bir bakış açısıyla değil, sanatsal anlamda ele aldığını söylemesine rağmen;
bir sanatçı olarak nasıl “hiç bir zaman politik olmadığını” söyleyebildiğini [bırakın sanat, hayatın kendisi politik değil midir!];
nasıl sonuna kadar hitler’e inandığını;
nasıl olup da kristallnacht, entartete kunst sergisi, yahudilere yapılanlar ve bir sürü başka şeyin ona hitler ve nazi rejimi hakkındaki çıplak gerçekleri “farkına” vardıramadığı konularında tatmin olamıyorsunuz. ve üzülüyorsunuz; çünkü bu kadar istisnai bir kadın, bu kadar olağandışı bir sanatçı nasıl olur da, apaçık faşist bir rejimin farkına varmaz, bir psikopatın peşinden gider.
ve ister istemez, kendi ülkenizin “evet ama yetmez”ci sanatçılarını düşünüyorsunuz…

27 Temmuz 2012 Cuma

"kinyas ve kayra"dan




"Ayaklarımı yalatmaya başladığımda okyanusa, üstümdekileri çoktan çıkarmıştım. Suya girmekse fazlasıyla kolay oldu. Eski bir dost gibi uzun uzun kucakladı beni. Ölçüsüz hareketleriyle istemeden zarar veren iri kıyım bir dost gibi savurdu köpüklerinin arasına. Birkaç yudum aldım eşsiz sudan. Genzim yandı. Ama şimdiye kadar on binlerce insanı boğmuş dalgalardan bir tanesini yiyip bitirdiğimi düşününce kendimi iyi hissettim. Benim dışımda görüş mesafemin içinde kimse yoktu…
Sudan çıkıp kuma sırtüstü yattım. Masmavi bir gökyüzü. Gözlerimi kıstım önce, bakamadım. Vazgeçtim görmekten. Indirdim gözkapaklarımı. Karanlık ama gecelerdeki gibi değil. Gündüzün aydınlığı sıkışmıştı gözkapaklarım ile gözlerimin arasına. Yalnızdım. Ve bir hayvan kadar huzurluydum…"


- Hakan Günday
Doğan Kitap

20 Temmuz 2012 Cuma

devasa ormanın derinliklerindeki ruhlar: nur du / pina bausch







(kolajlar "nur du"nun program broşüründen alınmıştır. 
fotoğraflardaki suratlar tanztheater wuppertal dansçılarına aittir.)



genel bir değerlendirmeyle bütün yapıtları rüyalar, anılar, ilişkiler, yalnızlık ve cinsellik üzerine olan pina bausch'un, besleneceği en verimli topraklardan biri amerika, özellikle de batı amerika-los angeles-hollywood olsa gerek.
adı, ünlü the platters grubunun "only you" şarkısının almanca çevirisi olan "nur du" (sadece sen), tam da oradan, amerika'nın batısından esinlenen bir yapıt; tanztheater wuppertal ile los angeles kaliforniya üniversitesi, arizona devlet üniversitesi, berkeley kaliforniya üniversitesi, austin teksas üniversitesi, darlene neel presentations, rena shagan associates, inc. ve the music center inc. kurumlarının ortak yapımı. 1996 tarihli.

sahne tasarımının devasalığı yüzünden şimdiye kadar sadece; 1996'da wuppertal'de ve ortak yapımcı kurumların şehirlerinde, 1997 paris'te ve 2002'de napoli'de sahnelenebilmiş.
topluluk "nur du"yu son sahnelenişinden 10 yıl sonra bu sezon, yaratım süreci kadrosunun üçte biri değişen kastıyla tekrar çalıştı; önce mayıs 2012'de wuppertal'de, sonra haziran'da londra'da sahneledi.

ara dahil 190 dakikalık süresiyle pina bausch'un en uzun yapıtlarından biri olan "nur du", londra temsilleri sonrasında ingiliz eleştirmenlerden en çok, bir çok başka bausch yapıtı hakkında yazdıkları gibi, "yeniden kurgulanmalı, kısaltılmalı" yorumunu aldı. ancak, başka bir ingiliz eleştirmen judith mackrell'in de dikkat çektiği üzere; bausch'un yapıtlarının deneyimlenmesi seyirci ile sahnedekilerin beraber ve ortaklaşa zaman geçiriyor olmalarıyla yakından ilişkili; her yapıt bir yolculuk ve her yolculuğa dansçılarla birlikte çıkılıyor..

topluluk, mayıs ayındaki wuppertal gösterilerinde ise çoşkuyla alkışlandı; 5-6 defa selama çıkarıldı. pina bausch'u ve 2009'daki ani kaybının ardından adeta öksüz kalan tanztheater wuppertal'i sahiplenen ruhr bölgesi sanatseverleri, her zamanki desteklerini çoşkulu bir şekilde gösterdiler.

...

(fotoğraf: maarten vanden abeele)

"nur du" bir ormanın içinde geçiyor. alman (orta avrupa) kültürünün vazgeçilmez öğelerinden/kavramlarından biri olan "urwald" (kadim/ilk orman) mitolojinin ve masalların diyarıdır. mekan olarak orman, kalbi yeni zamanların masallar, rüyalar, harikalar diyarı hollywood olan batı amerika'dan esinlenen bir sahne yapıtı için biçilmiş kaftan.
kadimliğinden midir, amerika'nın her şeyi ekstra büyük ölçeğinden midir, yoksa çoğu ormanın yok edildiği dünyamızda çevreci bir bilinçle midir bilinmez, "nur du"nun sahnesini kaplayan sekiz redwood ağacı devasa büyüklükte tasarlanmışlar; her birinin çapı 3.5-4 metre kadar; sadece başlangıçları ve gövdelerinin alt kısmı gözüküyor; o kadar büyükler ki, herhangi bir dal bile görünür seviyede değil. dansçılar, ya harikalar diyarı'nın şurupla küçülmüş alis'i gibiler, ya da güliver'i esir alan cüceler...
"urwald" kadim olduğu için, baltanın da girmediği ormandır aynı zamanda. "nur du"nun ormanında ise devasa ağaçlarından biri kesilmiş, bir diğerinin gövdesinde bir balta yarığı var. demek oluyor ki, pina bausch'un ormanına balta girmiş; insan eli değmiş. hem de devasa bir balta, insan ölçeğinden çok büyük bir balta, bir devin kullanabileceği bir balta, çünkü ağaçtaki yarık yerden 3-4 metre yükseklikte ve içine bir insan girebilecek büyüklükte..




yapıt boyunca ağaçların kovukları, dip kıvrımlarının arası mekanlaşıyor, dansçılar tarafından kullanılıyor; balta yarığının içinde bir adam yaşıyor, yatıp sigara tüttürüyor (jan minarik'in yarattığı bu karakteri yeni kastta michael strecker canlandırıyor); ağaçaların gövdelerine merdiven niyetine ahşaptan kalaslar saplanıp tırmanılıyor; aralarında dans ediliyor, kaybolunuyor; kovalamaca oynanıyor; en arkadakine, siyah kanatlar takmış bir dansçı (yine jan minarik/michael strecker) tırmanıyor ve yukarıda görünmez oluyor, bir zaman sonra aynı dansçı tekrar aşağıdan yukarıya tırmanıyor...
ara ara, yukarıdan kurumuş yapraklar dökülüyor tek tük; dansçılar üzerlerinde hareket ettikçe ince ince hışırdıyor yapraklar..
ışık her değiştiğinde sahne mekanını bambaşka kılıyor; başlangıçta uzun bir süre sahnenin gerisindeki ağaç gövdeleri geçit vermez tek bir bariyer gibi algılanıyorlar; sanki ağaçlar yok da bir duvar var arkada.. bir an geliyor, ağaçların üç boyutluluğunu, silindirik geometrisini ortaya çıkaran ışıklarla ağaçlar mekanda konum kazanıyorlar; hatta sahneyi mekanlaştırıyorlar.. başka bir an geliyor, sağdaki kesik ağaç gövdesinin üzerinden ve arkadan tek bir ışık kaynağı aydınlatıyor sahneyi; sanki ay ışığı; gizemli, tekinsiz, gerilimli bir atmosfer yaratıyor..

"nur du"190 dakikasının her saniyesi dolu, her sahnesi keyifli bir seyir sunuyor; en azından benim için. "nur du" tiyatral durumlar dışında enfes dans sekansları da içeriyor. hem sololar (özellikle rainer behr, julie shanahan ve eddie martinez'inkiler) hem de topluluk dansları etkileyici koreografiler içeriyor.


regina advento'nun elinde bir sandalye sahnenin en önüne gelip, sandalyeye oturup, kollarını iki yana açarak eğilip elbisesinin uzun eteklerinden tutup kaldırarak üstüste attığı bacaklarını gösterdiği ve güler bir yüzde o pozisyonda uzun bir süre seyircileri seyretmesiyle başlıyor. bir çok farklı şekilde okunabilecek enfes bir gestus bu.
hemen sonraki sahnede julie shanahan bir gece kıyafet içinde, "i'm totally naked" demesiyle devam ediyor. shanahan ekliyor: "biliyor musunuz, aslında sizler de bütün o kıyafetlerinizin altında bütünüyle çıplaksınız!" çıplak olmayı da yine bir sürü farklı şekilde okumak mümkün; cinselliğe gönderme yaptığı gibi, korunmasız olmak, saf ve temiz olmak gibi anlamlara da çekilebilir..  

(fotoğraf: jochen viehoff)


(fotoğraf: bettina stöss)

(fotoğraf: bettina stöss)

direkt olarak hollywood'a ve amerika'ya referans veren sahneler, evrensel yorumlara da kapalı değiller:
rainer behr'in dört erkek dansçı yardımıyla ağaç gövdelerinin üzerinde örümcek adam gibi dolaşması...
dominique mercy'nin kadife bir kadın gece kıyafeti içinde, arkada kendi görüntüsünün canlı olarak yansıtıldığı büyük perde önünde sanki bir oscar gecesi davetlisi gibi konuşup hareket ettiği sahne...
nayoung kim'in başının yıldız şeklini alacak şekilde saçlarının dört yöne doğru çekilmesi..
helena pikon'un uzanıp eteğinin altından saman çıkarması...
deforme olan vücut parçaları: rainer behr'in kafasına geçirdiği şeffaf plastik torbaya su döktüğünde yüzünün aldığı şekil, fabien proville ile regina advento'nun göğüslerinin plastik kaplarla şişirilmesi..
michael strecker'in helena pikon'un vücudunu bronz rengine boyaması..
dominique mercy yürürken bir yandan da tek bir ısırık aldığı sandviçleri arkasına atıyor, onu kucağında çöp kutusu ile takip eden eddie martinez, tek ısırıklı sandviçleri kutuyla yakalayıp yiyor, sonra mercy durup etrafa bakarak: "görebildiğiniz kadar uzak her şey bana ait, evet bana ait" diyor..
michael strecker iki elindeki mikrofonları ağırlık niyetine kullanıp, kaslarını geliştiriyor..
fernando suels basketbol topunun üzerinde bütün bedeniyle kayıp, en sonunda topu başının altına getirip yastık yapıyor..

genellikle seyirciyle tatlı tatlı flört eden, seyirciye kahveler, muzlar sunan, onları öpen, öpücükler yollayan dansçılar "nur du"da pek bir hırçın ve haşinler; seyirciyle de sadist bir şekilde flört ediyorlar bu sefer:
julie stanzak torbadan çıkarıp çıkarıp "çok da lezzetli, hmmm" diyerek yerken bir yandan da seyircilere doğru uzatması ve "alın lütfen" demesi, ancak ne zaman bir seyirci elini uzatsa, hemen geri çekip vermemesi..
sahnenin önüne su döküp, üzerine basarak ön sıralarda oturan seyirciyi ıslatmak..
dominique mercy torbasından kağıtlardan evler çıkarıp, sonra onları suyla ıslatarak yıkıp buruşturuyor..
fabien prioville kağıttan bir ev maketini ateşe veriyor..

her zamanki gibi rüyalar, rüya atmosferi de yapıtın önemli bir öğesi:
nazareth panadero ve ruth amarante rüyalarından bahsediyorlar..
julie ann stanzak iyice loşlaştırılmış ve video projeksiyonla ağaçların üzerine deniz dibi görüntüsünün yansıtıldığı sahnede dans ederken, sağ taraftan havada süzülür şekilde devasa bir balina sahneye giriyor, yavaş yavaş sahnenin ortasna kadar geliyor, stanzak dans ederken, ellerini uzatıp balinaya dokunuyor..

(fotoğraf: bettina stöss)

(fotoğraf: bettina stöss)

(fotoğraf: bettina stöss)

"nur du", her yapıtında rüya aleminin sonsuz derinliklerine yolculuk eden pina bausch'un bu sefer rotasını dünyadaki en büyük rüya endüstrisinden geçirdiği etkileyici bir yapıt.
tabii ki, bausch'un bütün yapıtları gibi "nur du" da farklı okumalara açık; her seyirci kendi birikimiyle farklı algılayacak, farklı okuyacaktır. ancak seyirci faktörünün ötesinde, jung'un da belirttiği gibi "bir sanat eserinin, onu yaratan kişinin aklındaki nedenlerle ilişkisi, ancak toprak ile onun üzerinde yeşeren bitki arasındaki ilişki kadardır, ne daha az ne daha fazla."
dolayısıyla bir magnum opus olarak "nur du", yaratıcısı pina bausch'un niyetlerinin ve sınırlarının ötesinde anlamlara ve yorumlara sonuna kadar açık bir sanat yapıtı olarak çok değerli...  

18 Temmuz 2012 Çarşamba

sezonun konseri



şehirde konserler devam edecek, bense bu akşam sezonu kapattım; hem de ne muhteşem bir final ile!
istanbul'da en son 16 yıl önce, harbiye açıkhava tiyatrosu'nda konuğumuz olan dünyanın en sıkı caz üçlülerinden jarrett - peacock - de johnette bu akşam haliç kongre merkezi'ndeydi.

3000 kişilik salon tıklım tıklım değildi, nasıl olsun; fiyatlar 100 ile 350 lira arasındaydı. biletlerin pahalılığı bir yana, 60 liralık öğrenci bileti bulamayan jarrett hayranları neredeyse iki katı fiyattaki bir sonraki kademeden bilet alamadılar. neticede; kolaylıkla kapalı gişe olabilecek bir konserde boş koltuklar tek tük değildi.

herhalde bu sezonun -ve hatta yakın geçmiş ve geleceğin- en disiplinli seyirci topluluğuydu bu akşamki. yine de, durmadan yapılan fotoğraf çekmeyin, cep telefonlarınızı kapatın uyarılarına rağmen en ön sıradaki "densiz" seyircimiz cep telefonuyla fotoğraf çekmeye kalkınca, önce jack de johnette sonra da keith jarrett dayanamayıp, -böyle bir durumun olma olasılığı düşünülerek daha önceden sahnenin yan kısmına yerleştirilmiş- mikrofona gidip uyarıda bulundular. fotoğraf çekilmemesinin ötesinde, çok önemli bir ders verdiler: kulaklarınıza güvenin, müziği kulaklarınızla dinleyin dediler.

öyle de mükemmel bir müzik yapıyorlardı ki, resmen içimiz yıkandı.
birer saatlik iki bölüm halinde, ve bir tanecik bisi de bizden esirgemeyerek eski yeni, repertuarlarında yer alan farklı tarzlardaki parçalara yer verdikleri, retrospektif bir konserdi.
konser baştan sona olağanüstü idi, ancak ilk parçanın etkisi bence bambaşkaydı; özellikle de açılış parçası olması dolayısıyla. üçlünün altı disklik efsanevi "keith jarrett trio at the blue note - the complete recordings" albümündeki "desert sun" ve "muezzin" ayarında, sarmal meditatif temposu ve minimal oryantal ezgisiyle yaklaşık 10 dakikalık bu açılış parçası sanırım beni olduğu kadar salondaki herkesi ilk saniyeden itibaren hipnotize etmeyi başardı. ilk parçanın rüzgarıyla sonrası çorap söküğü gibi geldi. bu kadar mükemmel çalan bir üçlüden farklısı da beklenemezdi.



konser sonunda, 60 ile 70 yaş arasındaki bu üç müzisyen bir de öyle bir selam verdiler ki; öksürük, haksırık, tıksırık istemez, kaprisli ve huysuz diye tanımlanmalarının, seyirciyi adeta hizaya getirmelerinin arkasında yatan, bütünüyle müziğe adanmış hayatlarının aşkın anlamını fark etmemek imkansızdı. üçü yanyana gelip, elleri yere değecek kadar eğilerek, vücutlarının bütünüyle selam verdiler; bizlere olduğu kadar, adeta çaldıkları müziğe selamdı bu; aynı zamanda da saygı!

iksv aynı saygıyı ve kadirşinaslığı caz festivalindeki iki konserde göstermeyi ihmal etmedi. 12 temmuzdaki lars danielsson quartet konseri öncesinde yapılan duyuruyla, konser kültür-sanat dünyasının yeni kaybettiği işsanat direktörü meriç soylu'nun anısına ithaf edildi.
bu akşam da haliç kongre merkezi'nin fuayesinde, çok yeni kaybettiğimiz bestecimiz ilhan mimaroğlu anısına fotoğrafı ve etrafında beyaz çiçeklerle bir köşe hazırlanmıştı..

17 Temmuz 2012 Salı

1919-1924 / josef fenneker / marmorhaus afişleri
































marmorhaus 1912'de berlin kurfürstendamm'da inşa edilmiş ve yakın zamana kadar kullanılmış bir sinema. cephesinin bütünüyle mermer kaplı olmasından dolayı bu adı almış.
döneminin en prestijli sinema salonlarından biriymiş. 
yukarıdaki birinden mükemmel afişlerin tasarımcısı ise, weimar cunhuriyeti'nin en önemli ekspresyonist sanatçılarından josef fenneker (1895-1956).