“olympia” 1936 yılındaki berlin olimpiyat oyunlarını belgeleyen bir film. iki bölümden oluşuyor: 115 dakikalık “fest der völker” (milletlerin şenliği) ve 89 dakikalık “fest der schönheit” (güzelliğin şenliği).
170 kişilik ekip, aynı anda gerçekleşen farklı sporları kaydeden 30 kamera grubu, 400.000 metre film. leni riefenstahl bu devasa projenin filmin yönetmeni, senaristi, montajcısı ve yapımcısı.
“olympia” spor belgeselciliğinin temellerini atmakla kalmayıp, bu dalda çıtayı hala aşılamayan bir seviyeye taşımış bir film. 1938 venedik film festivali’nde en iyi yabancı film ve aynı yıl paris altın madalyası gibi ödülleri kazanmasının yansıra, riefenstahl 1948’de olimpiyat komitesi tarafından olimpik altın madalya ile ödüllendirilmiş.
birinci bölüm atletizm oyunlarına, ikinci bölüm diğer bütün spor dallarına ayrılmış. iki bölümün başında birer kısa prolog var.
ilkinin başlangıcı berlin oyunlarını antik yunan’a bağlıyor: prolog, bulutların üzerinde tanrıları tasvir eden bir rölyef görüntüsü ile başlıyor, kamera yeryüzüne inip atina akropolünde parthenon tapınağı ve etrafında gezindikten ve antik yunan heykellerinin görüntülerinin ardından disk atan bir erkek heykelinin hareketlenmesiyle birlikte antik dönem kıyafetli sporcuların görüntüleri tapınak rahibelerinin danslarına, bu görüntüler de yanan bir ateşe bağlanıyor. olimpiyat ateşinin yine antik dönem kıyafetli sporcular tarafından bir meşale ile alınmasıyla, kamera harita üzerinde yunanistan’dan almanya’ya doğru yönlenirken, arada geçilen ülkelerin başkentleri animasyon görüntülerle canlandırılıyor. [meşalenin olympos dağından o yıl oyunların yapılacağı şehre taşınma geleneği ilk defa berlin olimpiyatıyla başlamış] berlin’e gelinmesiyle birlikte havadan stadyum görünüşleri açılış törenine bağlanıyor..
ikinci filmin başlangıcı ise, saf ve derin bir alman romantizmi etkisinde: doğa belgeseliymiş gibi yakın plan börtü böcek görüntüleriyle başlayıp, sabahın erken saatinde bir dere kenarında ağaçların arasından süzülen güneş ışıklarının altında antreman yapan çıplak erkeklerle devam ediyor. [almanların çırılçıplak spor yapma tutkusu meşhurdur] bu sporcu erkekler grubu önce hep birlikte suya giriyorlar, ardından saunada ter atıyorlar, birbirlerine masaj yapıyorlar. ve film bu “idealize edilmiş” görüntülerden sporcuların antremanlarına oradan da yarışmalara bağlanıyor.
“milletlerin şenliği” adlı birinci bölüm sadece atletizm oyunlarına ayrılmış. riefenstahl almanlar dışında özellikle japon, ingiliz, amerikalı, italyan, isveç ve macar sporculara odaklanmış; tıklım tıklım dolu olimpiyat stadyumunda her oyunun final aşamalarını öne çıkartarak gerek sporcuların gerekse seyircilerin tepkilerini yakalayarak yarışma, başarı, heyecan ve sevinç öğelerini yansıtmış.
özellikle japon sporcular bayağı bir hedefe kitlenmiş gözüküyorlar, çok ciddiler.. jesse owens rahat, mutlu ve masum.. alman sporcular ise stresli; nasıl olmasınlar, “führer”lerinin önünde yarışıyorlar..
bu filmin çekiminden üç yıl sonra dünyaya onarılmaz kayıplar verdirecek hitler de arada sırada tribünlerde oyunları izlerken, yanındakilerle konuşurken görüntülenmiş; zaman zaman gülümsese de, pek rahat değil gibi; durmadan dizini ovalıyor. riefenstahl’in dediğine gore hitler olimpiyat oyunlarıyla hiç ilgilenmemiş, hatta stadyuma gelip oyun izlemek onun için külfetmiş; alman sporcuların kazanacakları garanti olan yarışları izlemeye gelmişmiş..
filmin alttan alta nazi propagandası içerdiğine şüphe yok. filmde yer verilen bol bol nazi selamı ve “sempatik” hitler görüntülerinin yanısıra, nazi almanyası’nın dünyaya kendini kanıtlama ve gövde gösterisi imkanı bu film.
800 metre koşu öncesinde filmin dış sesinin “iki siyahi koşucu beyaz ırkın en güçlü sporcularına karşı yarışacak” demesi ise tüyleri diken diken etmiyor değil.
riefenstahl’in 400.000 metrelik malzemeden iki yılda kurgulayarak oluşturduğu 3.5 saati aşan “olympia” bütün spor dallarından görüntüler içeriyor. özellikle atletizm dallarının final görüntüleri oyunların heyecanını filme aktarıyor.
riefenstahl bazı disiplinlerin çekiminde ise sinemasal yeteneğini, sanatını konuşturmuş. cirit atma, sırıkla atlama, aletli jimnastik, kürek, yat, maraton, eskrim, yüzme ve filmi sonlandıran havuza atlama sahneleri farklı açılardan çekimler ve kurgu sayesinde sinemasal açıdan yaratıcı fikirler içeriyor.
cirit atma’da müzik ile ciritlerin havada uçup yere saplanması arasında bir koşutluk yaratmış. sırıkla atlama’da kamera açısı sporcuların gökyüzü önünde silüet olarak kalmalarını ve bu sayede hareketin çok net okunmasını sağlamış. riefenstahl saha içinde bazı yerlere kameralar için çukur kazdırmak istediği için olimpiyat yetkililerini ikna konusunda oldukça çaba sarfetmiş. çukurlara izin verilmiş ancak, koşu yarışmaları için sporcuları koşma hızında takip edecek düzeneğe, elemelerde kullanılmış olmasına rağmen, finallerde izin çıkmamış.
maraton ve eskrim’de ağırlıklı olarak sporcuların gölgeleri kullanılmış. maraton’da bir sporcunun bedenine yerleştirilmiş ve aşağıya yani ayaklara doğru bakan kamera sayesinde alışılmamış bir açıdan koşan ayakları ve gölgelerini izliyoruz.
riefenstahl ve ekibi sporcuların yakın çekimlerini antremanlar sırasında çekmişler ve bu görüntüler nihai filmde final görüntüleriyle birlikte montajlanmış; bu sayede, bir spor belgeselinin ötesinde, sporcuların ifadelerine de yer veren, neredeyse kurmaca bir filmin yarattığı heyecan sağlanmış olmuş.
film, havada uçan kuşlar misali tramplenden atlayan yüksek atlama sporcularının müzik ile de ustaca birleşen muhteşem görüntüleriyle sonlanıyor..
…
leni riefenstahl sinema dünyasının en olağandışı “kişilik”lerinden biri; 1902 yılında doğmuş, bütün bir 20.yy boyunca yaşamış; kariyerine dansçı olarak başlamış, ayağı sakatlanınca sinema oyuncusu olmuş, gerçek mekanlarda ve zor koşullarda çekilen alman dağ filmleriyle önce oyuncu sonra da yönetmen olarak isim yapmış; ardından hitler’in propaganda filmi “triumph des willens” (iradenin zaferi)’ni yöneterek almanya’da kazandığı prestiji, 1936 berlin olimpiyat oyunlarını belgelediği 3.5 saatlik filmi “olympia” ile dünya çapına taşımış; başını kuma gömmüş bir devekuşu gibi, bütün ikinci dünya savaşı sırasında almanya’nın dağlık bölgelerinde “tiefland” adlı bir opera filmini çekmekle uğraşmış; savaş sonrasındaki mahkemede nazi sempatizanlığı hükmü giymiş; almanya’da hep tartışma konusu olmuş; 1962’den itibaren 15 yıl boyunca sudan’ın nuba yerli kabileleriyle yaşamış, onları fotoğraflamış, hayatlarını belgeleniş; 70 yaşında dalgıçlığa merak salıp su altı fotoğrafçılığına başlamış; “tiefland”dan sonra ancak 2002 yılında tekrar sinema dönüp, 101 yaşındaki ölümünden bir yıl önce, bizzat su altında kameramanlık ve yönetmenlik yaparak “korallengaerten, impressionen unter wasser” (mercan bahçeleri, su altından izlenimler) belgeselini çekmiş; filmlerinin hepsinin montajını kendisi yapmış; francis ford coppola’nın, mick jagger’ın hayran oldukları bir kadın.
riefenstahl hakkında, 90 yaşındayken yapılmış, en az onun filmleri kadar devasa, 197 dakikalık muhteşem bir belgesel var: yönetmenliğini ray müller’in yaptığı “die macht der bilder” (imgelerin kudreti).
1992 tarihli belgeselde riefenstahl tiptop bir anneanne gibi pembe pardesüsü, yapılı sarı saçları, renkli gözlükleriyle hayatının bütün duraklarında gezdiriyor seyirciyi.
ray müller ara ara, riefenstahl’den habersiz el kamerasıyla çekilen, kamera arkası görüntülerini kullanmış; 90’lık bir kadının, hele hele de kalabalık ekipleri yönetmiş, yüzbinleri filme almış bir kadının, yeri geldiğinde ray müller’e mizansen, konum ve ışık konusunda yaptığı çıkışmalara, sinirlenmesine, hatta küfretmesine tanık olmak hem çok eğlenceli hem de riefenstahl’in diğer yüzünü göstermesi açısından ilginç.
hiç bir anı sıkmayan, hiç bir sahnesi sarkmayan belgeselin en canalıcı bölümleri ray müller’in riefenstahl’e nazilerle ilgili yönelttiği soruları ve riefenstahl’in cevaplarını içeriyor.
hiç bir zaman nazi partisine üye olmadığını, politikaya bulaşmadığını, hiç bir antisemitik beyanının olmadığını, kendisine yöneltilen en ciddi eleştiri olan propaganda filmini politik bir bakış açısıyla değil, sanatsal anlamda ele aldığını söylemesine rağmen;
bir sanatçı olarak nasıl “hiç bir zaman politik olmadığını” söyleyebildiğini [bırakın sanat, hayatın kendisi politik değil midir!];
nasıl sonuna kadar hitler’e inandığını;
nasıl olup da kristallnacht, entartete kunst sergisi, yahudilere yapılanlar ve bir sürü başka şeyin ona hitler ve nazi rejimi hakkındaki çıplak gerçekleri “farkına” vardıramadığı konularında tatmin olamıyorsunuz. ve üzülüyorsunuz; çünkü bu kadar istisnai bir kadın, bu kadar olağandışı bir sanatçı nasıl olur da, apaçık faşist bir rejimin farkına varmaz, bir psikopatın peşinden gider.
ve ister istemez, kendi ülkenizin “evet ama yetmez”ci sanatçılarını düşünüyorsunuz…