9 Mart 2011 Çarşamba

keşke bütün aylar böyle olsa!


mart, istanbul’da soğukla beraber klasik müzik sezonunun da doruğa ulaştığı ay oldu, oluyor, olacak.

borusan filarmoni orkestrası mart’a denk getirdiği iki konserde istanbul’da az rastladığımız yapıtları seslendiriyor. verdi’nin “messa da requiem”ini 3 mart’ta yorumladılar, 17 mart’ta ahmed adnan saygun’un “eski üslupta kantat”ını ve bruckner’in 7. senfonisini çalacaklar; requiem’i sacha goetzel yönetti, saygun ile bruckner’de gürer aykal podyumda olacak.

viyana singverein korosunun üyeleriyle güçlendirilmiş ankara devlet çoksesli korosu ve borusan filarmoni requiem’in mahşer gününü tasvir eden “dies irea” bölümünde, ve bu temanın yapıt içerisindeki diğer iki tekrarında yeri göğü inlettiler; gür, güçlü ve etkileyiciydiler. orkestra içindeki trompetler dışında ikişerli trompet gruplarının iki yandaki balkonlara yerleştirilmesiyle müzik bizi sardı, iyice atmoferin içine çekildik; sanki topluca hieronymus bosch’un cehennem tasvirlerinden birine ışınlandık.

istanbul’da uzun zamandır bu kadar kusursuz ve etkili bir orkestra – koro birlikteliğine tanık olmamıştım. hatta, özellikle “dies irea” bölümü, evdeki claudio abbado & scala orkestrası kaydının operatik etkisini yakaladı.
sadece “dies irea”nın gürlüğünde değil, yapıtın neredeyse “sessiz” söylenen girişi “requiem & kyrie”, ortasındaki lirik “lacrimosa” ve, sopranonun ilahi bir yorumla söylediği ve koronun yine neredeyse sessizce sonlandırdığı “libera me” son bölümlerinde de topluluk genel olarak çok çok iyiydi. [tek kusur, tam da bu “sessiz” kısımlarda çoğalan seyircilerin öksürük korosuydu!]

siyahi soprano michéle crider partisini ezberden söyleyerek herkesin takdirini kazanmasının yanı sıra, bence sesi, yorumu ve duruşuyla da göz doldurdu, kulaklarımızın pasını sildi. aynı şekilde mezzo soprano anna lapkovskaja da beğeni topladı. tenor marius brenciu’nun sesi bana biraz fazla tiz geldi [malum “tenor” işte, başka ne olabilirdi dediğinizi duyar gibiyim]; o kadar ki, “quid sum miser” bölümünde neredeyse “carmina burana”nın ünlü kızartılmış kuğunun şarkısı “olim lacus colueram”daki kontrtenor sesini duyar gibi oldum! bas burak bilgili ise bütün bilgeliği ve yetkinliğiyle akşamın artılarının başına yazıldı.

sacha goetzel’den [fazlaca “gösterişli” bulduğum tarzı nedeniyle] pek haz etmesem de, hakkını yemiyim: verdi’nin requiem’inde hem orkestra ve korodan çok iyi sonuç aldı hem de yapıtı bütün derinliğiyle, karanlığı ve ışığıyla yorumladı.



yönetim değişikliğiyle birlikte klasik müzik konserlerinin sayısı ve kalitesi düşen cemal reşit rey konser salonu’nda bu ay iki oda müziği konseri var dikkat çekiyor. ilki 13 mart’ta “ustalar ve yıldızlar” başlığıyla sunuluyor; programda her zaman duyulamayacak brahms’ın “klarinetli beşli”si, en son argerich ve arkadaşları’ndan dinlediğimiz schumann’ın “piyanolu beşli”si ve yine ender çalınan bir yapıt prokofiyev’in “klarinet, piyano ve yaylılar dörtlüsü için yahudi temaları üzerine üvertür” var.
ayın sonuna doğru, 27 mart’taysa philharmonia quartet berlin schubert, schulhof ve brahms’tan dörtlüler çalacaklar.




işsanat’ta mart, küçük bir yıldızlar festivali gibi: yo-yo ma, joshua bell, steven isserlis, vadim repin, thomas quasthoff, academy of st. martin in the fields…

7-8 mart’ta, joshua bell ile steven isserlis işsanat’ta iki akşam üst üste academy of st. martin in the fields orkestrası ve şef ian brown eşliğinde çok ilginç ve heyecan verici bir projeye imza attılar.

heyecan verici olan; çok solistli olmalarından dolayı konser salonlarında ender çalınan iki konçertonun programda olması: brahms’ın ikili konçertosu ilk akşamın demir leblebisi, beethoven’ın üçlüsü ikinci akşamınkiydi.
ilginç olansa; her iki akşamda çalınan diğer yapıtlarda bell ile isserlis’in hem birer orkestra üyesi gibi görev almaları hem de bu yapıtların şefliğini yapmalarıydı.

isserlis ilk akşam haydn’ın 13. senfonisi’ni yönetti, adagio cantabile’deki viyolonsel soloyu enfes güzellikte yorumladı, ikinci akşamsa aynı romantik, yumuşak yaklaşımla bu sefer çaykovski’nin 7 dakikalık şaheseri andante cantabile’sini çaldı.

joshua bell ise ilk akşam beethoven’ın 4. senfonisi’ni yönettiği gibi aynı zamanda birinci keman görevini de üstlendi. bell 3. ile 5. arasına sıkışmış gibi duran 4. senfoni’ye dinamik, taze ve enerjik bir yorum getirdi; genellikle “hor görülen” 4.’nün hakkını teslim etti!
ikinci akşamsa isserlis’in kaldığı yerden devam edip çaykovski’nin “floransa anıları”nı yine birinci keman ve şeflik görevlerini üstlenerek çaldı. bu yapıtın da ağır bölümü “adagio cantabile e con moto” insanı uçuracak güzellikte yorumlandı; şımarıklık edip, viyolonsel soloyu yine isserlis çalsaydı keşke diye düşünmedim değil, ancak keman soloyu çalan bell ile birinci viyolonsel stephen orton adeta kumrular gibi muhabbet etmeye başlayınca hemen siliverdim bu düşünceyi aklımdan.

ilk akşamki mükemmele yakın brahms keman-viyolonsel konçertosu’ndan sonra, ikinci akşamki beethoven keman-viyolonsel-piyano konçertosu (piyano’da topluluğun şefi ian brown vardı) biraz arızalı başladı; joshua bell hemen başta feci detone bir cümle kurdu, bell’in suratı ekşidi, isserlis ile bakıştılar. neyse ki devamı kazasız belasız geldi; hatta ikinci bölüm largo’dan itibaren -yine bir akşam önceki “kayıt kalitesinde”- mükemmel -ama sanki yeterince heyecanı ve buluşu olmayan- bir yorumla akşamı tamamladılar.

istanbul’a ilk defa 10 yıl önce festival kapsamında gelen [yanılıyorsam “adsız bey” düzeltir nasıl olsa] joshua bell kentimizin müdavimlerinden oldu, sayısız kere [matematiğim hiçbir zaman pekiyi olmadığı için sayı vermemeyi tercih ediyorum, nasıl olsa “adsız bey” çetele tutmuştur] konuğumuz oldu. en son geçen yılki işsanat konserinin benzersizliği hala dillerde [ben maalesef izleyemedim]; bu yılki sıradışı projesiyle de istanbullu hayranlarını fazlasıyla memnun etti. kendisini en kısa zamanda tekrar bekliyoruz…



perşembe günki yo-yo ma konserinin biletleri çıktığının ertesi günü tükenmiş olsa da, sanırım hala vadim repin & nikolai lugansky ve thomas quasthoff & camerata salzburg konserlerine bilet var.
özellikle; quasthoff’un, ustası olduğu mozart yorumlarını kaçırmamak lazım; öyle böyle değil, “tek defalık” bir deneyim olacak; hatta “argerich ve arkadaşları’nınkinden sonraki yılın konseri” olmaya aday! benden söylemesi.

kentimizde keşke bütün aylar böyle olsa…

1 yorum:

  1. cidden matematiğiniz kötüymüş. ben 20 yıl önce 1991'de izlemişim. muhtemelen sizde izlemişsinizdir klasik benim favorim dersiniz her zaman. aslında mimarların matematikleri iyi olmalı. hoş sizin çeteleler, hesaplar, kitaplar değil mimarlar matematikçiler, istatistikçiler arasında da yok. nedense siz matematiğinize çamur atmayı seçmişsiniz. demek ki o yıllardaki öncelikler farklıymış. yoksa joshua o yıllarda da joshua'ydı.

    YanıtlaSil