30 Temmuz 2013 Salı

polonya'da tiyatro 07: jeżyce hikayeleri - miasto kobiet


polonya'da seyrettiğim oyunlardan birini daha burada paylaşıp, izlenimlerimi kişisel tarihime not düşmek istiyorum..

türkiye'den bir örnekle karşılaştırırsam: eskişehir'in nüfusunun (yaklaşık 750.000) üçte ikisine sahip poznan'da üç tane ödenekli tiyatro var; ödenekleri sırasıyla kültür bakanlığı, bölge idaresi ve belediyeden karşılanıyor. ayrıca özel sektörden de destek alıyorlar.
bunlardan ikisi (teatr nowy ve teatr polski) tarihleri boyunca polonya tiyatrosunun en önemli yönetmenlerine ev sahipliği yapmışlar. örneğin; teatr nowy 90'ların başında sarah kane'in oyunlarının polonya'da ilk oynandığı kurum. son yılların "star" yönetmenlerinden warlikowski de bu kurumda sahneye koyduğu oyunlarla adından söz ettirmiş. kurumun eski genel sanat yönetmenlerinden biri, bizlerin de istanbul ve adana tiyatro festivalleri sayesinde çok iyi tanıdığımız, oyunlarıyla üç kere istanbul'a konuk olmuş usta leh tiyatro adamlarından biri olan janusz wisniewski.

teatr nowy'nin repertuarına ve seyirci profiline bakınca aslında bizim istanbul şehir tiyatrolarına oldukça benziyor. biçim olarak sahnelemeler öyle çok avantgarde, yenilikçi değil, hatta geleneksel çerçeveden pek çıkmadıkları bile söylenebilir, ancak içerik sözkonusu olunca din, iktidar, cinsellik ve toplumsal eleştiri temaları ağır basıyor ve sahneden özellikle çıplaklık cesurca sergileniyor.

seyirci profilinde ise her kesimden her yaştan insanı görmek mümkün; ve oyunları genellikle beğendikleri de, dinmeyen alkışlardan belli oluyor.
ayrıca, oyunlara bilet bulmak kolay değil, çoğu kapalı gişe oynuyor; bilet fiyatlarının da 35-55 zloti (23-38 ytl.) arasında değiştiğini (yani türkiye şartlarında düşünürsek bir ödenekli tiyatro topluluğu için hiç de ucuz olmadığını; hatta polonya şartlarında da tiyatronun "ucuz" bir eğlence sayılmayacağını) belirtmek gerekir.

bu kadar başarılı, bulunduğu şehirle bağları kuvvetli, seyirci sıkıntısı çekmeyen bir ödenekli tiyatro topluluğu geldiği nokta ile yetinmeyip; binasının bulunduğu mahalle ile ilişkisini daha da güçlendirmek istemesi takdire şayan. işte esas bahsetmek istediğim oyun da bununla ilgili.

projenin yönetmeni marcin wierzchowski ve polonya’nın en önemli tiyatro eleştirmenlerinden olan oyunun dramaturgu roman pawlowski projede görev alan oyuncuları tiyatro binasının bulunduğu jeżyce mahallesine yolluyorlar ve oradaki insanlarla sohbet etmelerini; farklı buldukları, bir "hikayesi" olduğuna inandıkları kişilerle röportajlar yapmalarını istiyorlar. bu bir çeşit belgesel tiyatro projesi.

yapılan röportajlar deşifre ediliyor ve yönetmen ile dramaturg başbaşa verip bu metinleri, hiç bir kelime eklemeksizin ama zaman zaman eksilterek ve kesip biçerek kurguluyorlar.
oyuncuların getirdikleri "kişi hikayeleri"ne, dramaturgun mahalleye dair yaptığı tarihsel, kültürel, sosyal araştırmalar da ekleniyor; her bölüme hayvanlar aleminde de bir tür dahil ediliyor ve dört bölümden oluşan bir proje çıkıyor; bölümler 2012-13 sezonu boyunca teker teker prömiyer yapıyorlar. 30 haziranda benim izlediğim son bölüm "miasto kobiet" (dişi şehir), bir gün önce prömiyer yapmıştı.

ona geçmeden önce diğerlerinden kısaca bahsetmek isterim. "buntownicy" (asiler) isimli birinci bölüm poznan'da özellike jeżyce mahallesiyle ünlenmiş anarşist hareketin temsilcilerini, hip-hop yıldızlarını ve poznan alman işgali altındayken hayvanat bahçesinden kaçıp jeżyce sokaklarında gezen özgürlüğüne düşkün fili; "lokatorzy" (kiracılar) isimli ikinci bölüm kentsel dönüşüm politikası üzerinden öğrencileri ve yaşlı emeklileri ve bir güney amerika kuş türü olan tukan'ı; "gracze" (oyuncular) isimli üçüncü bölümse kent sokaklarını bir oyun mekanı olarak kullanan kumarbazları, bahisçileri ve bağımlıları, hayvan olarak da fareleri ele almış.







fotoğraflar: bartłomiej sowa


projenin son halkası “miasto kobiet” jeżyce mahallesinin kadın sakinlerini ve kedilerini anlatıyordu. arasız iki saatlik oyunda üç kadın oyuncu toplamda 15 ayrı kişiliği canlandırdılar. sonlara doğru sahneye çıkan dördüncü kadın oyuncunun canlandırdığı tek kişiyle birlikte mahallenin toplamda 16 dişisinin hikayesi hayat buldu sahne üzerinde.

bu projenin bütün oyunlarının sahnelendiği kurumun en küçük kapasiteli (85 kişilik), deneme sahnesi niteliğinde ve L şeklindeki üçüncü salonunda oyun alanı köşeye yerleştirilmiş, seyirciler iki taraftaki platformlara oturtulmuşlardı. sahne tasarımı küçük eşya değişiklikleri dışında dört oyunda da aynıymış.
“miasto kobiet” biçimsel anlamda baskın bir yönetmen damgasından ziyade, içerik olarak sosyolojik ve toplumsal tarafı ağır basan ve seyircileri daha ilk anlardan itibaren avuçlarının içine alan abartısız ve samimi bir yapımdı.

polonya'da seyrettiğim diğer bütün leh oyunlarında ingilizce üstyazı vardı, sadece bu oyunda yoktu. ama doğrusu, herhangi bir çeviriye hiç ihtiyaç duymadım. tek bir kelimesini anlamama rağmen, özellikle dört mükemmel oyuncunun (agnieszka różańska, irena dudzińska, dorota abbe, edyta lukaszewska) performansı ve seyirciyle kurdukları muhteşem diyalog beni hiç sıkılmadan iki saat koltuğumda oturttu.

 jeżyce mahallesinden bir sokak; arkada bütün dünya kentlerini istila etmiş ruhsuz "kentsel dönüşüm projeleri"nden biri yükselmiş durumda; önde ise yüzyıl öncesinde inşa edilmiş binalarda balkonlu, sardunyalı yaşam can çekişmekte..

jeżyce mahallesinin pazaryeri

önümüzdeki sezon bu dört oyunun, mahallenin büyük pazar meydanında kurulacak açık hava sahnelerinde eşzamanlı/ardzamanlı bir kurguyla sahnelenmesi düşünülüyormuş.

28 Temmuz 2013 Pazar

ayla teyze ve "tajo'nun aşıkları"

 
çocukluğumun önemli figürlerinden ikisi ayla teyze ile zenop amca idi. çok yakın arkadaş olan ayla teyze ile zenop amca bir kaç yabancı dil bilirlerdi. sanatın her alanında kendi beğenilerini oluşturmuş, hayata açık ve farklı bakabilmeyi içselleştirmiş, geniş kültürlü iki dünya insanıydılar.

çocukluğumda ayla teyze'nin kurtuluş’taki iki katlı ahşap aile evine annemle az misafir olmamışızdır; aynı yaşlarda olduğum kızı natali’nin yaşgünlerini kutlardık, natali’nin bebekleriyle oynardık..
o evin biraz loş giriş katındaki büyük merdiven holündeki yemek masasında ilk defa yediğim “farklı” mantıyı unutamam; anneannemin yaptığı pabuç büyüklüğündeki üçgen mantıdan çok farklıydı ama en az onun kadar lezzetliydi. sonradan annemin üzerinde uyguladığım ısrarlı baskıyla bizim evde de küçük, bohça şeklinde kapatılmış, fırınlanmış ve et suyuyla çeşnilendirilmiş “ayla teyze’nin annesinin yaptığı gibi mant"ı yapılır olmuştu.
bu arada; çocukluk anılarımda ayla teyzelerin evinden aklımda kalan bir sürü şeyden ikisi, farklı büyüklükteki kum saatleri ve duvardaki paul klee reprodüksiyonudur.


çocukluktan çok sonraları, uzun aradan sonra tekrar ailecek görüşmeye başladığımız dönemde, sanırım 2000'lerin başında, bir sohbet sırasında fadodan konuşurken ayla teyze özlem ve hayranlık dolu bir vurguyla bir fransız filminden bahsetmişti: “les amantes du tage”.
70’li yıllarda zenop amca ile sinematek’in sıkı takipçileri olduklarını bilirdim. bu filmi de sinematek’de izlemiş ayla teyze. filmde amalia rodriguez’in alfama’nın bir fado barında söylediği şarkıların ve kumsalda yüzleri açıkdenize dönük, siyahlar içinde çömelmiş kadınların görüntüsünün onu ne kadar etkilediğinden bahsetmişti. bir de; filmde trevor howard’ın oynadığını söylemişti.



bir amalia rodriguez hayranı ve fado sever olarak ve ayla teyze'nin zevkine ve beğenisine koşulsuz güvenimle, yıllardır o filmin peşindeydim. fransa’da yakın zamanda dvdsinin çıktığını geçen sene fark ettim ve dvdyi vakit geçirmeden edindim.
film fransızca ve maalesef dvd’nin ingilizce altyazısı yok. yine de filmi büyük bir merakla izledim; ayla teyze referansı dışında, yönetmenin gerilim ve entrika sinemasının fransız ustası henri verneuil olması dolayısıyla.

joseph kessel’in romanından uyarlanmış, 1955 tarihli “les amantes du tage” hüzünlü, gerilimli ve imkansız bir aşk hikayesi anlatıyor. böyle bir hikaye için lizbon’un mekanları ve fadonun melodileri biçilmiş kaftan! zaten film gerçek mekanlarda; alfama’nın sokaklarında, lizbon’un rıhtımlarında ve nazarre’ın kumsallarında çekilmiş.






verneuil’ün gerilimi ve melankoliyi harman eden güçlü mizansenine rağmen film bir başyapıt değil, ama unutulmayacak karelere sahip.
tabii bunlar arasında amalia rodriguez’in fado söylediği sahneler ve esas, ayla teyzeyi de etkilemiş olan, sahilde çekilmiş kayıkların ve siyahlar içinde çömelmiş bekleyen kadınların sahnesi oldukça etkileyici.
bunun dışında; hemen filmin başındaki kıskançlık cinayetinin aynadan yansıyan görüntü üzerinden kurgulanması, resepsiyon bankosunda deforme olan dedektifin suratı, lizbon’da bir erkekler hamamında ve filmin sonunda rıhtımda-gemide geçen sekanslar tam bir mizansen harikası.
kısacası; film peşinden koşmaya değer..


"les amantes du tage" bahanesiyle fark ettiğim iki şeyi de paylaşmak isterim.

meğer; ilk defa 1997’de richard gere’ın oynadığı “primal fear” adlı filmin içinde dinlediğim ve çarpıldığım; sonrasında dedektiflik yaparak dulce pontes tarafından söylendiğini öğrendiğim ve 1998'de barselona’ya ilk gidişimde fellik fellik albümünü arayıp bulduğum ve o dönemde uzun bir süre dönüp dönüp tekrar dinlediğim, bir türlü kopamadığım “canção do mar” adlı muhteşem fado ilk defa bu filmde “solidão” ismiyle ve amalia rodriguez’nin sesiyle dünyaya gelmiş..

meğer; bütün filmografisini bilmesem de, 80’li yılların video furyasında jean gabin’li, alain delon’lu, jean-paul belmondo’lu bir iki filmini ve anthony quinn’le çektiği filmleri seyrettiğim henri verneuil 1920 tekirdağ doğumlu bir ermeniymiş; verneuil, arkamızda bıraktığımız yüzyılda bu toprakları terk etmeye zorladığımız büyük zenginliğimizin parçalarından biriymiş..


yazımı amalia rodriguez'in sesiyle bitiriyorum; filmden "barco negro" şarkısını söylediği sahne:

26 Temmuz 2013 Cuma

yazlık sinemam / her akşam 22:00'de


.les amantes du tage, henri verneuil
.the man who knew too much (1956), alfred hitchcock
.the 39 steps, alfred hitchcock
.the lady vanishes, alfred hitchcock
.sunrise, f.w. murnau
.city girl, f.w. murnau
.faust, f.w. murnau
.haxan, benjamin christensen
.shadows of forgotten ancestors, sergei paradjanov
.aşık kerib, sergei paradjanov
.the legend of the surami fortress, sergei paradjanov
.les aventures extraordinaires d'adèle blanc-sec, luc besson
.margot at the wedding, noah baumbach
.urbanized, gary hustwit

25 Temmuz 2013 Perşembe

tatil kitaplarım / 1.tur


 


.üstad ile margarita, mihail bulgakov
.bir uzun mesafe festivalcisinin anıları - sinema günleri'nden istanbul film festivali'ne, hülya uçansu
.perde arkasından - devlet tiyatrosu gerçeği, can gürzap
.sokak kedisi bob, james bowen
.gider ayak günaha girmekten korkanlar, ülya cenani draz
.hikayem paramparça, emrah serbes
.sinemam ve ben, türkan şoray
.umut mekanları, david harvey

19 Temmuz 2013 Cuma

"do the people in this town know how to love?" / kabaret warszawki, krzysztof warlikowski

sahneye bir adam gelir, bir çocukluk anısını anlatır: "kız gibi dans etme" demiştir bir kız arkadaşı, o ise "kız gibi değil kendim gibi dans ediyorum, olduğum gibi" diye cevap vermiştir. dedesi ise ona ginger’ın nerede diye sormuştur bir keresinde. çok sonraları, büyüyünce dedesinin ne demek istediğini anlamıştır adam; nihayet ginger'ını bulmuştur. 
o ana kadar sol profilinden gördüğümüz bıyıklı adam 180 derece döner bize sağ profilini gösterir: yüzünün sağ tarafı bir kadın gibi makyajlıdır.
adamın bir yanı fred bir yanı ginger’dır..



avignon festivali'nde bu akşam kryzsztof warlikowski'nin "kabaret warszawski" adlı son yapımı sahnelenmeye başlıyor. oyun, festivalin son 10 yıldır artistik direktörleri olan hortense archambault ile vincent baudriller bu görevden ayrılmadan önce festivale kazandırdıkları 600 kişilik çağdaş gösteri sanatları merkezi La FabricA'da gerçekleşecek. binanın mimari maria gdlewska da, warlikowski gibi leh.

"kabaret warszawski" beş saatlik bir oyun. iki bölümden oluşuyor. ilk bölüm iki saat, daha sonra yarım saat ara veriliyor ve ikinci bölüm 2.5 saat sürüyor.
ilk bölüm mayıs ayında varşova'da topluluğun mekanı nowy teatr'da sahnelendi. iki bölüm birlikte ilk defa gdynia'daki açıkhava müzik festivali open'er kapsamında gösterildi. topluluk bu gösterileri garip bir şekilde "polonya prömiyeri" olarak adlandırdı, ama aslında "dünya prömiyeri" idi, çünkü oyun ilk defa bütün haliyle open'er'de seyirci karşısına çıkmış oldu.

"kabaret warszawski" varşova kabaresi demek, ancak oyunun geçtiği yerlerin varşova ile direkt bir alakası yok. ilk bölüm berlin'de, ikinci bölüm new york'ta geçiyor. iki bölüm zaman olarak da farklılar: ilk bölüm ikinci dünya savaşı'nın hemen öncesinde, ikinci bölüm dünya ticaret merkezi saldırısının öncesi ve sonrasında.
warlikowski zaman ve mekanı aşarak; cinsellik, tabular, ırkçılık, özgürlük ve sanat üzerinden yeni çağın varşovası'ndaki -ve bence dünyanın herhangi bir metropolündeki- atmosferi, ortamı resmediyor sahnede.






ilk bölüm john van druten'in "i am a camera" adlı oyunundan uyarlanmış. çoğumuzun bildiği ünlü "cabaret" müzikalinin de teksti olan oyun, yine çoğumuzun bildiği gibi aslında christopher isherwood'un "goodbye to berlin" adlı romanından uyarlama.
warlikowski'nin druten'in oyununu kullanmasının nedeni, "cabaret"nin yayın hakkı sahiplerinin müzikalin hiç bir şekilde değiştirilmesine izin vermiyor oluşuymuş. tahmin edileceği üzere warlikowski "kabare"yi oldukça sivridilli, keskin gözlem içeren ve lafını sakınmayan bir hale çevirmiş.
"cabaret"nin müzikleri yerineyse, örneğin başka bir amerikan müzikalinden, "sweet charity"den ünlü "hey big spender" şarkısı gibi, "my funny valentine" gibi standartlar, ve ayrıca gainsbourg'dan cohen'e arıza şarkılar kullanılmış.

başroldeki clifford karakterinin -isherwood'un romanının otobiyografik öğeler taşıması dolayısıyla meraklısının zaten bildiği, ancak "cabaret" müzikalinde üstü örtülmüş olan- biseksüelliği; cliff ile sally'nin -"cabaret"de de bir nazi'ye dönüşen ernst karakterinin serbest bir yorumu olan- zengin aristokrat alman ernst'in "kapatma"ları olma girişimleri; ernst'in annesinin wagner hayranlığıyla belirginleşen faşizm; sally'nin cliff'i terk ettikten sonra kelli felli kabare müdürü ile birlikte olmaya başlaması ve müdürün zaman içinde görsel olarak hitler'e dönüşmesi; ve en sonunda sally'nin oscar ödülleri benzeri bir törenle kadın oyuncu ödülü alması gibi sahneler warlikowski'nin "kabare"sinin faşizmin izini neredeyse günümüze ve amerika'ya kadar sürdüğü benzersiz ve sıkı bir dramaturjinin nefeskesici ipuçları..

"kabaret warszawski"nin ikinci bölümü bu sefer bambaşka bir ortama götürüyor bizi; ilk bölümde faşizmin izlerini sürerken, ikinci bölümde cinsellik ve tabular üzerinden günümüz metropol insanının tatminsiz, iktidarsız ve sevgisiz ilişkilerine odaklanıyoruz. tabii ki iki bölüm de özgürlük ve bütün bu temaların sanat ile olan ilişkisini sorgulamaktan geri kalmıyor. örneğin, ilk bölümde karakterlerin tartıştığı wagner ve müziği, ikinci bölümde 9/11 saldırılarının radiohead müziği eşliğinde sergilenmesi.
sahne tasarımı iki bölümde de aynı, çünkü aslında uyarlanan iki yapıtın da kalbinde kabare-kulüp mekanları var: ilk bölümde bütün olaylar sally'nin çalıştığı kabarenin etrafında dönerken, ikinci bölümün uyarlandığı filme adını veren mekan, cinsel özgürlüğün keşfedildiği ve kazanıldığı gizli yeraltı kulübü "shortbus".
"kabare" zaten bütünüyle gizli saklı duyguların, yasak fikirlerin özgürce ortaya döküldüğü, tabuların özgürce yaşandığı, sıkı bir refah toplumu, burjuvazi, konformizm eleştirisi yapılan bir gösteri mekanı değil midir..






ikinci bölüm john cameron mitchell'in 2006 tarihli "shortbus" adlı filminden uyarlanmış. mitchell'i en iyi, transeksüel bir punk rock şarkıcısının hikayesi anlattığı muhteşem, hiperaktif, zıpır ilk filmi "hedwig and the angry inch"ten ve çocuğunu kaybeden ailenin ağırbaşlı psikolojik draması nicole kidman'lı "rabbit hole"den hatırlıyordum, ama "shortbus" hiç bir şey ifade etmiyordu benim için. youtube'da filmi bulunca nedenini anladım; pornoya yaklaşan cesur ve cüretkar sahneleri ve bütün rahatlığıyla eşcinselliği konu alan bu film sadece bizim buralarda değil, dünyanın genelinde öyle pek bir genel dağıtım şansı bulamadı herhalde. tavsiye ederim youtube'dan bütününü sansürsüz izleyebilirsiniz.

ve tabii oyundan sonra, filmi merakla arayıp bulup izleyince, bir kere daha warlikowski'nin ne kadar inanılmaz ve büyük bir tiyatro adamı, sahne büyücüsü, duygu yaratıcısı olduğuna kanaat getirdim.
mitchell'in filmi her ne kadar merkezine aldığı cesur eşcinsellik teması ve görüntülerin cüretkarlığıyla prim toplasa da, film son tahlilde hiç inandırıcı olmayan, herkesin sonunda mutlu mesut olduğu bir amerikan filmi havasından farklı bir seviyeye ulaşamıyordu. belki, "cinsel özgürlüğü kazanma" uğruna böylesine abartılı bir heyecanla umut pompalayan bir son kabul edilebilir, bilemiyorum.






warlikowski'nin "shortbus"ı ise had safhada şiirsel ama sapına kadar da gerçekçi; büyülü olduğu kadar melankolik; parıltısıyla göz aldığından daha fazla yürek burkan; cilveli ve haşin bir uyarlama.

örneğin; warlikowski hikayenin akışını radikal bir şekilde kesintiye uğratıp, yaklaşık yarım saat süren bir sekansta, kasttan sadece iki dansçının koreografisi, arka arkaya radiohead'in "kid a" albümünden müzikler ve sahneyi kaplayan yoğun duman eşliğinde ikiz kulelere yapılan terorist saldırının duygusunu yaşattı bize.
ardından dansçılardan biri sahnenin ortasındaki kırmızı kadife kaplı tabuta girdi ve tepeden durmamacasına parıltılı kağıtlar yağmaya başladı; sanki, o 9/11 görsellerinden hatırladığımız havada uçuşan kağıt parçalarının başkalaşmış halleriydiler o parıltılar.
o sırada yan taraftaki upuzun koltukta oturan oyunun diğer karakterlerinin hepsi -gerçek- joint tüttürmekte başlamışlardı bile (oyuncular sahnede birbirlerine "ister misin" diye seslenerek joint'ı elden ele uzatırlarken seyircilerden birinin elini kaldırıp "buraya da" demesi oyuna ayrı bir katman eklemedi değil).
ardından hep beraber, tabutta üstü bütünüyle parıltı kaplanmış bedenin cenazesini düzenlediler. tabutu hep birlikte kaldırıp sahnenin en gerisine gidip, hızlanarak biz seyircilere doğru taşıdılar defalarca; nihilizm ile çoşku arasında bir yerlerde asılıydık o anda hepimiz!




ve herhalde beş saatlik bir oyun bu kadar şiirsel, dingin, içli ve melankolik bir sekansla; seyirciyi "düşürmeden", umutsuzluğa sevk etmeden, seyircinin içine oturtmadan; ancak yine de, iyice kabarmış yoğun duygularla ağlatmaktan da geri kalmayan bir sahne ile bitirilebilirdi; ancak warlikowski gibi bir usta bu bıçak sırtı dengeyi, ince dozu ayarlayabilirdi.
ikinci bölüm sırasında tanıdığımız karakterler geniş ve derin sahnenin her bir noktasına dağılmışlari hepsi kendi mekanlarını yaratmışlardır bulundukları noktalarda. hiç biri özgürleşememiş, bazıları ölmüş, bazıları yitmiştir. ve sahneyi çevreleyen duvarlardan ikisine yansıtılan rüyamsı bir deniz içi (belki de göl içi, durgun bir su altı, herşeyin gömülü olduğu, akıntısı olmayan) görüntüsü bütün bu karakterleri başka bir dünyada bir araya getirdi, birleştirdi. o dünya maalesef yaşadığımız bu dünya değildi.. 

sadece van duren'in oyunundan ve mitchell'in filminden değil ingmar bergman, tony kushner, nietzsche, patti smith, justin vivian bond, jonathan littell ve john maxwell coetzee'nin metinlerinden de yararlanan ve bunlarla zenginleştirilerek katmanları çoğaltılan (ve burada ancak çok azını aktarabildiğim) "kabaret warszawki" hakkındaki izlenimlerimi burada noktalarken sizleri oyunun fragmanı ile başbaşa bırakıyorum:




17 Temmuz 2013 Çarşamba

görsel şölen











tiyatro deyince sadece oyunlar değil; onların etrafındaki ikincil öğeler de pek bir özenli yurtdışında. işte bir örnek: brecht'in tiyatrosu berliner ensemble'ın aylık programlarının kapakları. 
her biri birbirinden güzel; her biri kendi içinde hoş bir tasarım; hem o ayki oyunlara hem de ayın kendisine dair..
2012 ağustos'undan 2013 temmuz'una geçen sezonun kapakları tam bir görsel şölen!

16 Temmuz 2013 Salı

TEB oyun yaz 2013 / 18. sayı



Şiirsiz Bir Tiyatro Düşünülemez Özdemir Nutku
Türkiye'de Tiyatro Eleştirisi Metin Boran
Orhan Kemal'in Tiyatrosu Yaşar İlksavaş 
Özgürlüğün Bedeli Beki Haleva 
Dansta Modernizmi Başlatan Yapıt: Bahar Âyini Kerem Özel 
Ortaçağ Dekorlu, Kadın Eksenli bir kara komedi: Sessizlik Üstün Akmen 
Belgesel Tiyatro ve Sivas '93 Zehra İpşiroğlu-Genco Erkal 
Altıdan Sonra Tiyatro Ve Dönüşken Tiyatroları: "Kumbaracı 50" Hasan Kuruyazıcı 
Kostüm Üzerine Düşünceler Canan Göknil

DOSYA: Yeni Dönem Oyun Yazarlığı
Yeni Dönem Oyun Yazarlığı Selen Korad Birkiye 
Her Zaman 'Sanat' Olmaya Mahkum Edilmiş Bir Yarı-Tanrı Behiç Ak 
Düşmeden Çamura Bulanmadan Düz Yıla Çıkılmıyor Ayşe Bayramoğlu 
Oyun Yazarlığı Teşvik Bekler Civan Canova 
Dünya Tiyatrosuna Uzanan Bir Dili Araştırmanın Zamanı Yeşim Özsoy Gülan 
Tiyatrolar Yeni Oyun Yazarlarını Sahiplenmeli Sami Berat Marçalı  
''Oyun, Belirsiz Bir Zaman ve Belirsiz Bir Mekanda Geçmektedir.'' Cihan Sağlam 
Sabırla ve Özenle Büyütülmesi Gereken Bir Ergen Yiğit Sertdemir 
Nasıl Anlatıldığı Kadar Ne Anlatıldığı da Önemlidir Özen Yula 

ANMA: Metin Serezli Göksel Kortay / Haldun Dormen 
Büyük Dil Kardeşliğimiz Nalân Özübek 
Dünya Tiyatro Günü Bildirileri
Tiyatro Ödülleri

11 Temmuz 2013 Perşembe

polonya'da 05



poznan polonya'nın nüfus olarak dördüncü, refah seviyesi olarak ikinci şehri.
nüfusu 550.000 kişi. şehirde ağırlıklı olarak üniversite öğrencileri yaşıyor; dolayısıyla genç bir nüfusa sahip.
berlin'e sadece iki saat uzaklıkta olması poznan'ın gerek ticari gerekse kültürel bağlantılarının kuvvetli olmasını sağlıyor.

şehrin hemen yanıbaşındaki malta gölü'nden adını alan malta festivali 1991 yılından beri düzenleniyor. önceleri göl kenarındaki rekreasyon alanlarında ve şehrin sokaklarında açıkhava, büyük boyutlu kukla ve sirk gösterileri ile başlayan ve adı "uluslararası tiyatro festivali malta" olan etkinlik üç yıl kadar önce köklü bir değişim geçirmiş. "malta festivali poznan" adını alan etkinlik sadece tiyatro gösterilerine değil konserlere, çağdaş sanat sergilerine ve dans gösterilerine evsahipliği yapmaya başlamış.


festival ofisi 
(bütün eşyalar geri dönüştürülmüş malzemeden)

festivali düzenleyen vakıf belediyeden, bulunduğu bölge idaresinden ve kültür bakanlığından büyük mali yardım sağladığı gibi, sponsor firmaların da büyük desteğini almakta.
[gel de şimdi iksv'yi düşünmeden etme! sadece işadamlarından kurulu, belediye veya devlet desteği minimumda bir işletme. o yüzden de poznanlılar needcompany'i veya meg stuart'ı 15 zloti'ye (10 tl.) izleyebiliyorlar, iksv'nin tiyatro festivali'nde yabancı toplulukların biletleri fahiş fiyatlarda oluyor. herhalde iksv'yi de belediye veya devlet hakkıyla desteklese, onlar da bir ticari işletmeden ziyade gerçek bir vakıf gibi çalışabilirlerdi. hoş, biletlerden vergi kesilmiyor olması bile aslında az buz bir şey değil.]

malta festivali üç yıldır, her yıl belirlenen bir tema altında ve bir çağdaş sanatçının ortak artistik direktörlüğünde gerçekleşiyor. bu yılki sanatçı romeo castellucci, tema ise "oh man, oh machine".
tabii program sadece bu temaya uygun etkinliklerden oluşmuyor. malta festivali bayağı kapsamlı bir programa sahip: tema dışında, konser etkinliklerinin toplandığı "man-music-machine" adlı bir bölüm (ki bu bölümde atoms for peace gibi, kraftwerk gibi sıradışı müzik grupları var), "malta sahnesi" adı altında meg stuart, jan lauwers, castellucci gibi uluslararası sanatçıların yanısıra çoğunluğu poznan'lı tiyatro topluluklarından oluşan bir bölüm, art stations vakfı tarafından finanse edilen ve ulusal-uluslararası çağdaş koreografileri sunan "stary browar malta'da yeni dans" bölümü (ki bu seneki programda türkiye'den begüm erciyas da vardı), çağdaş sanat sergilerinden oluşan görsel sanatlar bölümü ve bence festivalin en canalıcı bölümü: "generator malta".









"generator malta" şehrin tam ortasındaki büyük ama ölçeksiz olmayan wolnosci (özgürlük) meydan'ındaki etkinliklere verilen ad.
burada, sabahın mahmur saatlerinden gecenin iyice içlerine kadar süren, 7'den 70'e poznanlıları seyirci olarak bırakmayıp bizzat katılımcıya dönüştüren bir sürü etkinlik: yoga, tai chi, yaşlılar için çağdaş dans, çocuklar için atölyeler, tango kursları, benim ilk defa rastladığım sessiz disko (gecenin 1'i, herkesin kulağında kulaklıklar tepinmekte), toplantılar, söyleşiler..
ayrıca; geçici mimari düzenlemeyle ve yeniden kazandırılmış malzemelerle tasarlanmış mekanlar: hamaklar, bahçeler, çocuklar için oyun alanları..
ayrıca; ekolojik ürünler satan dükkanlar, el yapımı tasarım ürünler satan akademi öğrencileri, bedava klasik, pop, rock, caz konserleri ve sinema gösterimleri..
yeme-içme mekanında her iki günde bir değişen aşçılarla yerel mutfağın çağdaş yorumları..

bu sene üç günlüğüne deneyimleme şansını yakaladığım malta festivali'nin bence en önemli özelliği içinden geçmekte olduğumuz 21. yüzyılı yani şimdi'yi, an'ı yakalamaya çalışıyor olması.