31 Ocak 2009 Cumartesi

grotesk bir başyapıt: yiğit sertdemir'in "leonce ile lena"sı

nihayet istanbul'da, şehir tiyatroları'nda her şeyiyle ve hakkıyla "işte tiyatro" dedirten ender bir oyunla karşılaştım.
[neredeyse gitmeyecektim; bir arkadaş "sen berliner ensemble'da robert wilson'dan seyretmedin mi leonce ile lena'yı, ne yapacaksın yerlisini" diyerek vazgeçirmeye çalışmıştı bir akşam önce. iyi ki kanmamışım!]

istanbul'da her an karşımıza çıkmıyor bu kadar "gesamtkunstwerk" bir oyun!
bu oyun için özel olarak tasarlanmış enfes objeleriyle, maskeleriyle, dekoruyla (gamze kuş), makyajlarıyla, kostümleriyle ["kırmızı pazartesi"yi affettim nihal kaplangı, bu oyunda müthiş yaratıcısın!], yine bu oyun için özel olarak bestelenmiş anonslarıyla, müziğiyle (selim can yalçın), ışığıyla [istanbul'da sadece kemal yiğitcan'ın veya cem yılmazer'in olmadığını ispatlayan mahmut özdemir, çok çok iyi] ve oyuncularıyla tek defalık bir bütün "leonce ile lena".
zaten rejisörü yiğit sertdemir de program broşüründeki kısa yazısının başında demiyor mu ki: "ne reji ,ne oyunculuk, ne tasarımlar öne çıkmıştır. her şey dengeli ve aynı oranda var olmuştur sahnede. bize sorarsanız, olması gerektiği gibi.."
gerçekten de öyle: "olması gerektiği gibi!" bu topraklardaki çoğu tiyatroda pek rastlanmadığı gibi!

"leonce ile lena" çok keyifli, eğlenceli, enerjik, yaratıcı ve zeki buluşlarla çeşnilendirilmiş, her sahnesi düşünülmüş, tasarlanmış mükemmel bir grotesk tiyatro örneği.
derseniz ki büchner'i grotesk yorumlamanın neresi yeni/yenilikçi diye, haklısınız. robert wilson'un rejisi de groteskti, bir kaç yıl önce yine şehir tiyatrolarında robert ciulli rejisiyle sahnelenen "danton'un ölümü" de. [hoş, ciulli'nin hangi rejisi grotesk değil!] ya da; ayşenil şamlıoğlu'nun semaverkumpanya'da sahneye koyduğu serbest max frisch uyarlaması "süleyman ve öbürsüler" de müthiş bir grotesklik barındırıyordu. [laf arasında, muhteşemdi, hala unutabilmiş değilim!]
peki, tamam "leonce ile lena" yeni değil ama baş koyduğu tarza sonuna kadar sadık ve samimi! hem de herşeyiyle! oyuncusuyla, dekoruyla, müziğiyle... oyuncuların mime göz kırpan jestleri, mimikleriyle... hatta, oyun öncesi ve arasındaki "oyunun başlamasına..." anonslarıyla bile tarzına sonuna sadık!

"leonce ile lena" mucizesinde, daha kalabalıkmış hissi veren dokuz oyuncunun da etkisi büyük [robert wilson rejisinde 26 oyuncu ve 6 müzisyen görev alıyordu]: hepsi mükemmel, ancak valerio'da şeytan tüylü mert turak'a, lena'da özge özder'e ve ilerlemiş yaşına rağmen inanılmaz bir şekilde genç oynayan dadı tomris incer'e vurgu yapmazsam haksızlık etmiş olurum. erhan abir'i de hiç bu kadar çok sevmemiştim.

her ne kadar yiğit sertdemir "bu bir ekip oyunudur" dese de, bu ekibi biraraya getirip onlardan bu verimi alabilmesi nedeniyle "leonce ile lena"nın esas onun becerisinin ve yaratıcılığının ürünü olduğunu düşünüyorum.
yiğit sertdemir’i takibe aldım!

30 Ocak 2009 Cuma

"pandora'nın kutusu" kapanmadan

"sonbahar"ı gördüğümden beri ayaklarım sinemaya geri geri gidiyordu; her yeni film "sonbahar"ın bende bıraktığı tadı bozacak, azaltacak, unutturacak diye korkarak... bu yüzden "süt"ü bile kaçırdım ama yine de tahmin ettiğim gibi vasat filmler seyretmekten kurtulamadım.
neyse ki, pek de uzun bir zaman geçmeden ruhumdaki "sonbahar" tadını tazeleyen yeni bir filme denk geldim: yeşim ustaoğlu'nun "pandora'nın kutusu".

"yitirilen idealler ve sinsice yerini alan konformizm; gerçeklikten kopmalar, ön yargılar, böylece her an çatırdamaya hazır iki yüzlü aile anlayışı, ve bunun yarattığı bunalımlar, kaçışlar, nihilizm, sınıfsal farklılıklar, iğreti ilişkiler, iletişimsizlik, suçluluk, korkular, yapayalnızlık, kısaca insana dair her şey pandora’nın kutusu’nda saklı."
- yeşim ustaoğlu

bir bilgi, bir tavsiye:
bilgi: filmin isim babası özcan alper'miş, "sonbahar"ın yönetmeni.
tavsiye: altyazı'nın ocak sayısında yeşim ustaoğlu'yla yapılmış bir söyleşi var, enfes!

dans derslerinde paylaşılan hayatlar

(fotoğraf: muammer yanmaz, "40 ayna" projesinden)

[yaşgünüm dolayısıyla kendime "myth"i hediye edince, aile efradını unutmak olmazdı. onlara da yaşgünüm akşamı "6 haftada 6 dans dersi" adlı oyunu hediye ettim. velhasıl, 7'den 70'e nevra serezli hayranı olan bizler (maalesef ailemizde ne 7 ne de 70'inde fert var) dün akşam cümbür cemaat profilo'nun yolunu tuttuk.]

tipik bir hikaye kurgusudur: farklı sosyal çevrelerden aykırı kişilikler beraber geçirdikleri mecburi zaman zarfında önce birbirlerini reddederler, sonra dost olurlar, birbirlerini değiştirirler, değişirler... örneğine amerikan sinemasında çok rastlanmıştır.
"6 haftada 6 dans dersi" benzer bir formülden gidiyor: genç bir gay dans öğretmeni ile 72 yaşında dul bir rahip eşinin dostluğu.
formül bildik ama kurgu ustaca! hikaye hoş sürprizler barındırıyor [bunlardan bazılarını yukardaki tek cümlelik özette söylemek zorunda kaldım, özür dilerim], seyircinin ilgi ve merakını ayakta tutan virajları iyi alıyor ve seyirciyi iki saat boyunca sıkmadan hem eğlendiriyor hem de düşündürüyor. tabii oyunun başarısında en büyük rol, birbirlerine enfes paslar atan ve o pasları karşılayan iki usta oyuncu: nevra serezli ve cihan ünal.

nevra serezli uzun zamandır tiyatro yapmıyordu, iyi ki geri döndü.
nedense ülkemizde oyuncular belli bir yaştan sonra sahneden çekilirler. gülriz sururi'yi, engin cezzar'ı, erol günaydın'ı en son ne zaman sahnede seyrettiniz? yıldız kenter ile genco erkal ise ender istisnalardır. yurtdışında ise judi dench, vanessa redgrave, peter o'toole gibi asırlık sanatçılar hala west end sahnelerinde boy gösterirler.
merak edip araştırdım; nevra serezli 1944 doğumluymuş. yani öyle yaşlı falan değil henüz, ama nedense son yıllarda tiyatrodan uzak kaldı. (gazetedeki haberde 6 senedir sahneye çıkmadığı yazıyordu. ben onu en son 1991'de "çılgın sonbahar"da seyrettiğimi hatırlıyorum)
dün akşam kondisyonu ve sesi yerindeydi. hele de bu oyunda ciddi bir şekilde dans ettiği ve kesilmediği de düşünülürse çok çok iyi durumda!
her şey bir yana, nevra serezli sahne aurası [böyle bir tabir yoksa da ben yaratmış oldum şimdi] olan eski toprak oyunculardandır ["eski toprak" benzetmem, nevra serezli'nin ilk sahneye çıkışının 1965 yılında olmasından, yani 44 senelik tecrübesinden dolayı]; hemen ilk dakikalarda rolüne inandırır seyirciyi ve alır götürür beraberinde...
umarım bundan sonra bizleri mahrum etmez kendisinden.

cihan ünal ise gecenin esas parlayan yıldızıydı bana göre.
onun gibi tiyatro geçmişinde ciddi veya komik ama mutlaka yakışıklı jön rolleri ve 4.murat, aktör kean gibi ihtişamlı karakterlerle tanınmış, özdeşleşmiş bir oyuncu için "hafif" eşcinsel dans öğretmeni rolü gerçek bir meydan okuma sayılır.
cihan ünal aşırıya, abartıya kaçmayan jestleriyle [ki gay rolü oynayan sanatçılar için en kolayı abartmaktır genellikle], dengeli, nüansları gözeten incelikli oyunuyla çok zor bir işin altından kalktı; gerçekten iyi, usta bir oyuncu olduğunu bir kere daha ispatladı.

oyunun başka bir ilginç tarafı ise; avant-garde, underground veya in-yer-face akımına dahil olan oyunları saymazsak, ortalama/sıradan tiyatro seyircisi belki de ilk defa içinde bu kadar derin çizilmiş, iç dünyası, ilişkileri anormal olmadan, karikatürleştirilmeden verilen eşcinsel bir karakterle karşılaştı. ve cihan ünal'ın usta oyunculuğu sayesinde o eşcinsel karakteri yadırgamadı, hatta onun dertlerine ortak oldu.

seyircinin oyunda ortak olmaya can attığı esas şey ise danslardı!
altı ay boyunca aldıkları dersler bir yana, belli ki iki oyuncunun da dansa doğal yeteneği varmış.
gerek cihan ünal gerekse -ama özellikle de- nevra serezli oyunun dans bölümlerinden aldıkları keyfi seyirciye de aktarmayı bildiler; hem de müthiş bir enerjiyle!
en azından şu kadarını söyliyim; benim ailemin orta yaşlı hanımları oyun çıkışı yerlerinde duramıyorlardı...

29 Ocak 2009 Perşembe

kaçırılmış fırsatlar, varan iki

herkesin olacağını bildiği fakat hiçbir şey yapmadığı/yapamadığı/yapmak istemediği/yapmamayı tercih ettiği bir cinayet ve bu cinayete neden olan evlenen kızın bakire çıkmama durumu.

2009 yılının türkiye’sinde “kırmızı pazartesi”nin oyunlaştırılarak sahnelendiğini öğrendiğinizde ne düşünürsünüz? bu ülkenin vazgeçilmez gündemlerinden bir-ikisine dokunacak ve hatta dahil olacak demektir değil mi! yoksa neden “kırmızı pazartesi”? neden şimdi?

oyun öncesi elinize geçen broşürde romanı oyunlaştıran ve sahneye koyan kişinin hrant dink’ten ve töre cinayetlerinden bahsettiğini okuduğunuzda ise doğru oyuna geldiğinize eminsinizdir artık. iki sayfalık söyleşide rejisör ülkenin ruhsal, toplumsal, sosyal iklimine dair o kadar isabetli tespitler ve yorumlar yapmaktadır ki!
ancak ve maalesef yanılmışsınızdır. rejisör macit koper’in ne samimiyetinden ne de dünya görüşünden kuşkunuz vardır ama iki saat boyunca sahnede gerçekleşenler idealize ettiğiniz şeyler olmaktan uzaktır! bu durum ancak macit koper’in basiretinin bağlanmış olmasıyla açıklanabilir, başka bir şeyle değil!

özenle hazırlanmış ama gerçeküstü bir dekorda (barış dinçel), gerçekçi ama özensiz kıyafetlerle (nihal kaplangı), “hable con ella”nın film müziklerinden piazzolla tangolarına satie’den bach’ın partitalarına uzanan bir müzik seçimiyle (maalesef ne hangi müziklerin kullanıldığı ne de müzik seçimini kimin yaptığı belirtilmiş), her türlü oyun tarzının birbirine karıştırıldığı fazlasıyla eklektik bir sahne olayı var karşımızda.
artık izlerken aklınıza ne hrant dink gelir, ne de töre cinayetleri! olayın en basit örgüsüne kaptırır gidersiniz kendinizi; o da, yukarda kısaca betimleme çalıştığım hengamede kaptırabilirseniz!

bir yerde anlatıcı bize dönüp “herkesin bildiği ama engellemek için bir şey yapmadığı başka bir cinayet biliyor musunuz” diye sorar. başka bir yerde de cinayete kurban gidecek kişi için üstüne basa basa “erkek güvercin” benzetmesi yapılır. hrant dink hassasiyeti "bu mudur"?
töre cinayetleri eleştirisi ise; cinayeti işleyen kardeşlerden birinin nişanlısına söyletilen “namusunu korumayana erkek demem ben” gibilerinden bir replikte asılı kalır.

sonlara doğru bir de papaz figürü çıkarılır sahneye, tuz biber eker her şeye. olay güney amerika’da geçmiyor mudur? bu, bizans’tan fırlamış ortodoks papazın burada ne işi vardır. bir de üstüne üstlük, neden “kırıtarak” yorumlanmaktadır!

şehir tiyatroları bu sezon, “maskeliler”den sonra bir kere daha hedefi ıskaladı. halbuki doğru yere nişan alınmıştı!
oyun seçimleri 10 puan, rejiler 2.

28 Ocak 2009 Çarşamba

alfred brendel ve diğer "küçük" şeyler!

alfred brendel'i canlı olarak konserde dinleme/izleme olanağımız maalesef artık kalmadı. hayır, alfred brendel vefat etmedi, geçtiğimiz ay viyana'da 80 yaşında verdiği bir konserle sahne hayatına veda etti.

türkiye'de yaşayanlar olarak bizlerin onu bu topraklarda seyretme şansımız zaten hiç olmadı, çünkü kendisini bilinçli olarak bizden mahrum etti.
bildiğim kadarıyla alfred brendel'in buralara gelmemesinin nedeni 1915'te osmanlı ermenilerinin maruz kaldıkları olaylar. politik/toplumsal/insani bir nedenden dolayı bir ülkeye sanatını icra etmek üzere gitmeyecek kadar tavır alan ender sanatçılardan biri olsa gerek kendisi.
ilginçtir ki oğlu cellist adrian brendel defalarca istanbul'a geldi, akbank oda orkestrası ile konserler verdi.

müziğe dair farkındalığımın arttığı son 30 yılda istanbul'da, bırakın astor piazzolla, miles davis, pierre boulez, manos hadjidakis, barbara hendricks, katia ricciarelli, hilliard ensemble, izthak perlman, narciso yepes, ravi shankar, keith jarrett gibi başka branşlardaki müzisyenleri sırf piyanistler kategorisinden sviatoslav richter (cemal reşit rey konser salonunun parlak döneminde üstüste 2 akşam), alicia de larrocha, lazar berman, michael ponti, mitsuko uchida, murray peraiha, alexis weissenberg, ivo pogorelich (ünlendiği yıllarda 2 kere), labeque kardeşler, györgy sandor ve emanuel ax gibi efsaneleri canlı izleme şansımız oldu.
alfred brendel'i bir kenara koyarsak -ki bir kenara koymak mı doğru, onun hassasiyetine ortak olmak mı?-, listede eksik kalan isimlerin başında "eski topraklardan" martha argerich geliyor olsa gerek. yenilerden lang lang.

acaba argerich'in de brendel gibi bir gerekçesi mi var bu topraklara ayak basmamak için? aslında iki sene önce crr konser salonu'nun genel sanat yönetmenliğini devralan yalçın çetinkaya verdiği ilk röportajlardan birinde en büyük hayalinin argerich'i getirmek olduğunu açıklamıştı. hatta crr'nin o sezon programında mayıs ayında bir argerich konseri gözüküyordu. sonra nedense gerçekleşmedi.
şimdiyse bırakın argerich'i talep etmeyi, crr'de herhangi bir sanatçı konser verebilecek mi, o bile belirsiz! peki bizler bir şey yaptık mı bu konuda? hoş, bizler derken kaç kişiden bahsediyorum acaba?

yıllar önce sevin okyay, caz festivalinde açıkhava'daki gerçek bir caz konserine gelen seyirci sayısından yola çıkarak istanbul'daki gerçek caz dinleyici sayısını yanılmıyorsam 600 olarak açıklamıştı.
ben de şimdi, yıldız veya popüler klasik müzikçilerin konserlerini bir kenara koyarak ve "damardan" bir klasik müzik konserinin (mesela natalia gutman'ınkiler olabilir) işsanat, crr veya albert long'daki seyirci sayısından ilham alarak istanbul'daki gerçek klasik müzik seyircisinin 200, bilemedim 300 olduğunu iddia ediyorum.
bunların -açık etmemi af buyursunlar- yarısının 60 yaş üzeri olduklarını hesaba katarsak geriye en fazla 150 kişi kalıyor bir şeyler, mesela bir eylem yapabilecek.

hadi organize olup yaptık diyelim, 12 milyona "hizmet veren" istanbul BÜYÜKşehir belediyesi bu 150 kişilik protestoya kulak verir mi sizce! zaten seyirci ortalaması bu rakkamlarda dolaştığı için değil mi, bir aydır kapalı, ikinci ayın akıbeti belirsiz, üçünsününki ise seçimden dolayı zaten sallantıda olan crr konusunda belediye'nin kılını kıpırdattığı yok!

bırakalım ağırbaşlı, çevresine saygılı ve eylem yapamayacak kadar görgülü 150 gerçek klasik müzik seyircimizi, sanat dünyamızda veya basınımızda bu konuda sesini çıkaran oldu mu! ben iki kişi dışında (ersin antep-cumhuriyet ve serhan bali-radikal) birilerine rastlamadım.

neden hala sessizsiz!...

27 Ocak 2009 Salı

araf'taki efsaneler: "myth"






23-24 ocak akşamlarında antwerp’te, sidi larbi cherkaoui’nin “myth” adlı gösterisini seyrettim. hem yaklaşan yaşgünüm için kendime verdiğim bir hediyeydi bu kaçamak, hem de 2008-2009 sezonunda “sidi larbi’nin izinde avrupa kentlerinde” olarak adlandırdığım yolculuğumun düsseldorf-“apocrifu” ve berlin-“sutra”dan sonraki üçüncü durağıydı. [antwerp-“myth” durağında bana paris’te yaşayan hayat-boyu-dostum burcu ve mükemmel eşi alexis de eşlik ettiler; antwerpen’de geçirdiğim zamanı benzersiz kıldılar.]
sidi larbi’nin peşine bu kadar takılınca, beni tanıyanlar “pina’nın pabucu dama mı atıldı” diye içlerinden geçiriyor olabilirler. kesinlikle değil. kaldı ki beni ikisine de hayran eden o kadar çok ortak özellikleri var ki; başta ikisinin de bütün yapıtlarına sinmiş koyu hüzün olmak üzere. ama sanki sidi larbi daha da derinimde bir yerlere dokunuyor.


myth” sidi larbi cherkaoui’nin, doğduğu/yaşadığı antwerp’in şehir tiyatrosu olarak tanımlanabilecek toneelhuis’in bünyesine katıldığı 2007 yılında sahneye koyduğu ilk yapıt.
yedi yıl boyunca alain platel’in les ballets c. de la b. topluluğuyla çalışmış ve burada -“myth”in dahil olduğu inanç üçlemesinin ilki- “foi”yi sahnelemiş olan sidi larbi cherkaoui, 2010 yılının nisan ayında brüksel'de sahne ışıklarına çıkaracağı “babel” ile üçlemeyi tamamlayacak.

myth”i nasıl anlatmalı bilemiyorum; sözler yetersiz kalıyor sanki. yine de deneyeceğim!
sidi larbi cherkaoui’den şimdiye kadar seyrettiğim yapıtlar ya az karakterliydi (“d’avant” : sidi larbi & 3 dansçı arkadaşı, “zero degrees” : sidi larbi & akram khan, “apocrifu” : sidi larbi & 2 dansçı arkadaşı) ya da -içeriği yoğun olsa da- hareket/dans örgüsü basitti, saflaştırılmıştı (“sutra” : sidi larbi & 16 şaolin keşişi).
myth” bambaşka bir dokuya, atmosfere sahip; çok kompleks, karmaşık bir yapısı var, zira kurgusu da öyle. arasız süren 105 dakika boyunca sahnenin her bir m2’sinde bir şeyler olmakta; insan nereyi, kimi, neyi seyredeceğini şaşırıyor. seyircilerin bazıları bir şeylere gülerken, sizin baktığınız yerde gerçekleşenler hiç de komik değil halbuki. bir şeyleri kaçırıyorum hissine kolayca kapılabiliyorsunuz.
ilk akşam oturduğum yerin kapsayıcı görüş açısı sayesinde her şeyi –ama özellikle de teatral kurguyu- takip etmeye gayret ettim, ikinci akşam ise sadece koreografiye/danslara odaklandım. [genel olarak adet edindiğim, sevdiğim sanatçıların yapıtlarını iki kere izleme tercihim hiç bu kadar isabetli olmamıştı.]
toneelhuis’in internet sitesindeki oyun açıklamasında “myth”in kompozisyon tekniği hieronymus bosch ve pieter bruegel’in tablolarıyla kıyaslanmış. doğrusu haksız değiller. hele de bu ortaçağ ressamlarının flaman oldukları ve bruegel’in tablolarının sadece büyük şehirlerde değil antwerpen’deki birkaç müzede de sergilendiği göz önüne alındığında. [sidi larbi’nin bir ilkokul veya lise gezisinde bu müzelerdeki eserlerle karşılaşmış olma olsalığının çok yüksek olduğunu düşünüyorum. hatta antwerp’deki kraliyet güzel sanatlar müzesi’ni gezerken rastladığım bir rené magritte tablosunun “sutra”nın bilinçaltı esinlerinden biri olduğunu da iddia edebilirim. ilerde fırsat olur, sidi larbi ile röportaj yapabilirsem sormaya hazırlandığım birkaç sorudan biri bu bağlantının ihtimali olacak.]

myth” bir kütüphanede geçiyor; ama ne kütüphane! nasıl bir sahne tasarımıdır bu! sidi larbi cherkaoui’nin wim van de cappelle ile birlikte tasarladığı dekor, dekor değil de, oyuncu, dansçı ve müzisyenlerin kendi evleri kadar köşe bucağını iyi bildikleri bir dünya sanki. bir sürü de detayla yüklü: kayan kitaplıklar, perdeler, açılan duvar kapakları, kendi ekseni etrafında dönen havalandırma mazgalları, kaybolan raflar, düştükçe yerine aynısı gelen kitaplar…
sahne tasarımının başka bir özelliği yukarda bahsettiğim parçalarından hiçbirinin elektronik olarak yönetilmemesi, tersine mekanik olarak çalışması; yani pür zanaat ürünü, el işçiliği harikası bir dekor ile karşı karşıyayız!
kütüphanenin bir de devasa iki kanatlı kapısı var. yapıtın başından itibaren açılması beklenen, içerdekilerin dışarı çıkmak istedikleri ama bir türlü kimsenin kımıldatmayı beceremediği. taa ki yapıtın sonunda, elindeki iki upuzun sopayı omuzunda ve sırtında farklı düzenlemelerle biraraya getirerek haç figürünün soyutlamasını yapan dansçının (bir hacı mı, mesih mi, yoksa beklenen godot mu bu sembol yüklü figür) kapıyı açıp içeri girmesine kadar.


neden kütüphane; mitlerin kaynaklarını ancak orada bulabileceğimiz için mi?
insanlığın inanç sisteminin kökenini oluşturan mitlerin izlerini sürmek için kütüphane kadar biçilmiş kaftan başka bir mekan olabilir mi! hele de zeminde amiens katedralindeki labirent döşeliyken*, kütüphanenin raflarında ciltler dolusu kitaplar kadar “vanitas”** sembolü hayvan ve insan kuru kafaları dururken, hele de bir köşede sandalyede oturan iskelet baştan sona bütün olaylara tanıklık ederken…
ayrıca; 4 alt bölüme ayrılan gösterinin her bölümü dante’den da vinci’ye, henry miller’dan çin atasözlerine uzanan bir yelpazede hayatın aydınlık ve karanlık taraflarına dair alıntılarla başlıklandırılmış. [bu başlıklar orijinal dillerinde ve ardından flamanca olarak devasa kapının lentosuna yansıtılıyor. henry miller ve lord lytton’unkileri ingilizcelerinden anlamak mümkün oldu, ancak çin atasözüyle dante ve da vinci alıntılarına oyun sırasında yabancı kaldık. bu yazıyı hazırlarken yaptığım araştırma sayesinde çin atasözünün almancasına ulaşabildim: “beklemeyi göze alana, zaman kapılarını açar.”]

sonradan programı okuyunca bu kütüphanenin aslında araf olduğunu öğreniyoruz. istanbul’a dönüp de üçlemenin ilk parçası “foi”yi tekrar kayıttan izleyince, “foi”deki korugan/sığınağın dünyayı temsil ettiğini fark ediyorum. hatta, “foi”nin başında ölmüş olan, ve eser boyunca neden ölmüş oldukları bize anlatılan insanların, aslında “myth”in kütüphanemsi arafında bekleyenlerin ta kendisi olduklarını idrak ediyorum. “foi”deki dünya’da krem renkli kıyafetleriyle dolaşan melekler/cinler, “myth”teki araf’ta siyah kostümlü gölgelere dönüşüyorlar. bu, hem dramaturjik hem de koreografik açıdan dahiyane bir fikir.
dramaturjik açıdan öyle, çünkü gölgeler sayesinde insanoğlunun/insankızının halet-i ruhiyesini daha iyi anlatma şansı buluyor sidi larbi; insanın ortama, yere, duruma göre değişen ruh halini etrafını saran iyi ve kötü cinlerle betimleyebiliyor.
koreografik açıdan ise; her eserinde bedenin zemin ile kurduğu ilişkiyi sorgulayan, sadece ayaklar üzerinde değil, bedenin bütün parçaları üzerinde de durulabileceğini ve bedenin zemin ile temasının koreografa farklı bir hareket düzeni tasarlama imkanı vereceğini düşünen sidi larbi için yürüyen, kızan, sıçrayan, hapşıran insanların zemine akseden gölgelerini dansçılara oynatması mükemmel bir buluş.

perde kalktığında, sahnenin sadece insanların bulunduğu çeperi aydınlıkken, ortada kalan karanlıktaki alana kütüphanenin raflarından, aralıklardan, mazgallardan, kapaklardan sürünerek sızan siyah kostümlü cinleri görünce insanın aklına ilk gelen hayao miyazaki’nin “spirited away/ruhların kaçısı” filminin atmosferi oluyor. [internet sayfasındaki oyun açıklamasında osamu tekuza’nın mangalarından bahsedilmiş.]
ilerleyen sahnelerde, ortalık efsanelerle desteklenen garip yaratıklar galerisine dönüşünce (uzun siyah saçlı ve salkım saçak tüyleriyle "kemiksiz" kötü ruh, geniş beyaz eteği paylaşan sarışın yapışık ikizler, dev boyutlardaki beyaz etekli kadın, yeraltının bekçisi üç başlı köpek, ejderhayı öldüren aziz george, vampirler, gargoylar,…), miyazaki filmlerinin ihtiva ettiği ilginç karakterler atmosferi de kuvvetleniyor kanımca. [sidi larbi’ye sormak istediğim sorulardan bir diğeri.]

üçlemenin ilk halkası “foi”, “myth” ile karşılaştıralamayacak (hatta sidi larbi’nin yapıtı olamayacak) kadar sert, keskin ve çıplak. belli ki o dönemki ortağı/akıl hocası alain platel’in bayağı bir etkisi olmuş “foi” üzerinde. aslında, “myth”in de öyle çok masum olduğu söylenemez.
bana göre sidi larbi’nin en önemli meziyeti çok ağır ve zor konuları çok hafif, basit, yumuşak bir dille anlatabilmesi olsa da “myth”te öyle bir sahne var ki, iki akşamda da seyirciden ilk anda bariz olumsuz tepki aldı; down sendromlu iki oyuncudan biri, abartılı jestlerle öne çıkan drag quenn tarafından “aptalsın, çünkü…”, “çirkinsin, çünkü…, “annen de o kadar çirkindi ki…” gibi uzun bir monolog ile hakarete uğradı. her bir cümlede seyirciden gittikçe artan “bu kadar da olmaz” anlamında tepkiler yükseldi. [bu iki down sendromlu oyuncuyla uzun zamandır birlikte çalışan, hatta sadece zihinsel engelli oyunculardan oluşan theater stap için, 2002 yılından beri sahnelenen “ook” adlı oyunu hazırlayan sidi larbi’den, onları bu kadar açıkça aşağılayan bir reji beklenemezdi.] zaten hemen ilerleyen sahnede drag quenn’in bu sefer ayna karşısına geçip kendi çocukluğuna, anne ile babasıyla olan ilişkisine ve giderek te kendine dair sarf ettiği sözler, kızgınlığının özellikle o down sendromlu oyuncuya yöneltilmediği (ama bu sayede seyirci üzerindeki etkisinin arttırıldığı – başka bir dahiyane buluş!), asıl anlatılmak istenenin kişinin çocukluğunda yaşadıklarından kaynaklanan nefretin varabileceği noktayı göstermek olduğu anlaşıldı.
eserin sonunda gelen mesihin ondan şefkat, anlayış, kucak bekleyen herkese istediğini vermiş ve bütün cemaati sonuna kadar açtığı kollarıyla sararak yavaş yavaş kapının dışına çıkarmış olmasına rağmen (bu sahnenin koreografisi mükemmeldi), bir tek travesti ne şefkat ne de kurtarılmak istedi ve kapı kapandıktan sonra mesih ile birlikte arafta geriye bir tek o kaldı. ve bir de, perde kapanmadan hemen önce fark edilen mesihin gittikçe uzayan gölgesi.
ışıklar sönerken bir sürü başka soru işaretinin yanısıra “gölgesi olduğuna göre nasıl bir mesihti ki bu” sorusuyla da başbaşa kalıyor seyirci; hatta, başa çıkmak zorunda kalıyor!
bakalım bu huzursuz insanlar, ruhlar, cinler ve gölgeler “babel”de neye dönüşecekler, nereye düşecekler; cennete mi cehenneme mi?


myth”in kadrosu 21 kişiden oluşuyordu: 5 oyuncu, 9 dansçı ve 7 müzisyen.
tipik bir sidi larbi yapıtında olduğu gibi yeri geliyor müzisyenler dans ediyor, yeri geliyor dansçılar şarkı söylüyorlardı.
oyuncu ve dansçıların hepsi birbirinden iyiydi. yine de dansçılardan, sidi larbi ile uzun yıllardır birlikte çalışan damien jalet (sesini de çok etkileyici bir şekilde kullanan bu dansçı sidi larbi’yi ortaçağ müzikleriyle tanıştıran kişi aynı zamanda) ve siyah saçaklı “kemiksiz” yaratıkta christine leboutte, oyunculardan ise, drag quenn darryl e. woods ve kızıl saçlı fettan kadın ulrika kinn svensson muhteşemdiler.
neredeyse her gösterisinde ortaçağ müziklerine yer veren, bu müziklerin icrasında uzmanlaşmış gruplarla (capilla flamenca, a filetta, sarband ensemble) çalışan sidi larbi’nin bu seferki çalışma arkadaşları ünlü italyan araştırmacı ve şarkıcı patrizia bovi ve topluluğu micrologus’tu. müziğin çok önemli yer tuttuğu her sidi larbi eseri gibi "myth"te de müzisyenler kusursuzdular.

2007 haziranında antwerp’teki çağdaş de singel binasında prömiyer yapmış olan “myth”in yolculuğu, 1.5 yıl boyunca almanya’dan kanada’ya ingiltere’den fransa’ya dünyanın belli başlı sahnelerine uğradıktan sonra geçtiğimiz haftasonu yine antwerp’te, ama bu sefer, bütün ahşap sahne sistemi ve görkemli seyirci salonuyla 1830 yılından günümüze kalmış olan muhteşem tiyatro binası bourla’da gerçekleşen üç gösteri ile son buldu.
foi” ve “myth”i kaçıranlar için tek temenni “babel” çıktıktan sonra üçlemenin tamamının birbirini takip eden akşamlarda sahnelenmesi olur herhalde. umalım…


* ortaçağda inşa edilen fransız katedrallerinin zeminine, kudüs’e veya compostela’ya gidemeyenler için tinsel hac yolculuğu vazifesi gören labirentler döşemek bir gelenekti.
** latincede “hiçlik” anlamına gelen vanitas, ölümün kaçınılmazlığı, dünyevi başarı ve hazların geçiciliğini vurgulayan ve özellikle flaman ressamlar tarafından 16. yüzyılda geliştirilmiş bir natürmont türüdür.

cherkaoui on cherkaoui

"If I have to label myself, I would rather go in the direction of religion. I increasingly want to say, ‘I create religious dance’. The idea of religion is actually ‘joining together’. Joining an audience to what happens on stage, in a sort of ritual. I want to think of a performance in terms of a ritual where people come together to stage something that may be a reflection of reality, perhaps a reflection of the future, or the past. That’s the way I see it, much more than something concerning my ego. Whether that has anything to do with any higher value there may be... It is regrettable that the word ‘religion’ is so often misunderstood. In that respect, what is so good about dance, compared to drawing and things like that, is that it is a social art. You have to talk to or dance with someone all the time. And it is not always a language question. You communicate through your body and words. Dance has a tremendous social aspect."

19 Ocak 2009 Pazartesi

"bir bulut geçiyordu senin gözlerinden"

bu güzel toprakların kendi değerlerini hunharca yok etmesiyle bize yaşattığı utançlardan ikisi bugün üstüste denk geldi: hrant dink'i kaybetmemizin ikinci yıldönümünde metin altıok'u şiirleri ile andık.

küçük bir taşra kasabasının tenha meydanı; yanda asırlık bir çınar, ortada sekizgen bir havuz, içinde küçük bir fıskiye, azar azar şırıldamakta, "dünya". arkada cumbalarıyla bir sokak, meydana çıkan, tek tük pencerelerden ışık sızıyor, "yalnızlık". etrafta plastik masalar, üzerlerinde kare desenli kırmızı örtüler, ince belli çay bardakları ve plastik sandalyeler, beyaz, "sevda".
arkada bir podyum üzerinde bir yaylı çalgılar dörlüsü; boğaziçi quartet. önde sandalyelerde oturan üç tiyatrocu; metin belgin, hakan gerçek ve benzersiz tilbe saran.

metin altıok'un şiirleri okundu.

şiirden anlamayan/şiirin keyfine varmayı bilemeyen/şiir okumayı beceremeyen ben bile çok keyif aldım bu akşamdan.
her biri buruk, kırık, hüzünlü birer öykü anlatan enfes şiirler, öykülerin farkına varmamızı sağlayan üç mükemmel tiyatrocu, öykülerin arkaplanını hazırlayan schubert'in kırılgan müziği.
her şey çok ince düşünülmüş, çok hoş kotarılmıştı. birkiye kardeşlere teşekkürler!

işsanat'ta bir sonraki şiir akşamı 9 şubat'ta: "aşklar var unutulmamak için"

18 Ocak 2009 Pazar

istanbul'da bir kabare ve bir dava

bir garajistanbul projesi: "istanbul'da bir dava" ve bir tiyatro pera oyunu: "rahat yaşamaya övgü! (brecht kabare)". haftasonu bu iki oyunu tesadüfen üstüste izlemem, ister istemez aralarında paralellikler kurmama neden oldu. ne de olsa birinin başlığında "kabare" terimi vardı diğeri için yönetmeni "şarkılı, danslı, eğlenceli bir gösteri" tanımlamasında bulunmuştu. biri sapına kadar kabare olmayı başarmıştı, diğeri ise ne yazık ki ne yeterince eğlenceli, danslı ve renkli olabilmiş ne de yine yönetmenin kendi sözleriyle "kafka'da aslında varolan kara mizahı" hakkıyla kullanabilmişti.

kerem kurdoğlu - naz erayda ikilisinden "fayton soruşturması", "haritadan naklen yayın" gibi yaratıcılık ve zeka bakımından benzersiz kalitede oyunlar seyretmiş biri olarak "istanbul'da bir dava"nın bunların çok altında bir yerlerde durduğunu görmek üzdü beni.
kerem kurdoğlu'nun yazdığı enfes diyaloglar ve pırıltılı kurgulama yeteneği, naz erayda'nın "fayton souşturması", "canlanan mekan" ve "kim o?" gösterilerindeki mekanı kullanmak ve dönüştürmekteki yaratıcılığı neredeydi! sahne tasarımının temelini oluşturan "hareket eden platformlar" fikri çok çiğnenmedi mi; hele de bu fikrin bu topraklarda uygulandığı en görkemli ve kullanıldığı oyunun içeriğiyle örtüşen en uygun örneğinin mustafa avkıran'ın "geyikler lanetler" rejisi olduğu düşünülürse.
şarkıların çok önemli bir yer tuttuğu oyunda (müzik: imre hadi) canlı çalan küçük bir orkestranın bile olmaması çok yadırgadıcıydı. bir başka gariplik ise, oyunun el ilanındaki afişte oyuncularla birlikte, hem de en önde kerem kurdoğlu'nun kendisini görmek oldu. ne zamandan beri bir oyunun rejisörü bu kadar "meta" haline geldi, hele de rejisörün kendisi el ilanına eşlik eden bir sayfalık metinde "sahnede göreceğiniz parlak mizansen fikirlerinin çoğu oyuncuların kendisine aittir" derken. aslında böyle kendi kaleminden çıkma uzunca bir metni yayımlamak ta rejisörün egosu konusunda fikir vermiyor değil! (bu aşamada küçük bir gözlemimi aktarmak istiyorum: gerek ilerde bahsedeceğim tiyatro pera'nın oyun broşürlerinde gerekse yurtdışında seyrettiğim oyunlara eşlik eden kitapçıklarda hiç bu kadar uzun rejisör yazısı, hatta çoğu zaman hiç rejisör yazısı görmediğimi, daha çok oyunun alt yapısını kuran metinlerin yayımlandığını belirtmenin yerinde olacağını düşünüyorum. ayrıca tiyatro pera'yı, ülkemizde hazırlanan en titiz, en detaylı ve en ucuz oyun kitapçıklarından dolayı kutlamak isterim.)


"istanbul'da bir dava"nın yarattığı hayalkırıklığına karşılık ertesi akşam nesrin kazankaya bir kere daha hayran etti beni kendisine. yıllardır o elverişsiz mekandaki her yeni oyunla harikalar yaratan tiyatro pera/nesrin kazankaya bir kere daha mekanı çok ustaca kullanmak, ve aslında "tekrar tanımlamak" konusundaki becerisini gösterdi. belki de, basık tavanlı mevcut mekan kendisine en uygun tiyatro şeklini nihayet bulmuştu: kabareyi.
renkli ampüller ve rengarenk ışık kullanımı (aynı rengarenk ışık tasarımını kerem kurdoğlu'nun "ışıkla boyama" tabiriyle "istanbul'da bir dava" için de yapmış olan yüksel aymaz), müzik (ahmet kara - ezgi kasapoğlu), kostümler (nilüfer moayeri), thonet sandalyeler, kırmızı kadife perde (dekor: vecdi sayar); bu öğelerin hepsi kabare mekanını yaratmakta çok başarılıydı. ancak bana kalırsa tek bir şey eksikti atmosferde: kesif bir sigara dumanı.
mutlaka "kesif" olması da gerekmezdi, yeter ki başak mete'nin bazı sahnelerde ağzında tuttuğu puro ve sigaralar gerçekten yakılmış olsaydı da mekana zarif bir sigara dumanı yayılsaydı. oyun öncesi, arası ve sonrasında fuayede brecht-weill kayıtları çalınan ute lemper'in istanbul'daki ilk konserinde ses tiyatrosu sahnesinde uzun ağızlıkla bir sigara tüttürüşü vardı ki ve bunu şovunun bir parçası haline getirişi, hala gözlerimin önündedir. (hazır lafı açılmışken, ute lemper'in önümüzdeki aylarda şehrimizi bir kere daha şereflendireceğini meraklılarına haber vermiş olıyim.)


"rahat yaşamaya övgü"ye dönersek; nesrin kazankaya tarafından brecht'in üç sahne yapıtından ve yazılarından kolajlarla oluşturulmuş ve yönetilmiş bir kabare.
yaklaşık 2.5 saat süren gösteride ilk yarı "schweyk ikinci dünya savaşı" ve "arturo ui'nin önlenebilir yükselişi" oyunlarıyla, ikinci yarı ise tümüyle "üç kuruşluk opera" ile kurulmuş. oyunun ana temasını oluşturan (aynı zamanda 2009 eylül'ünde açılacak 11. istanbul bienali'nin de ana teması olan) "insan neyle yaşar?" sorusunun/şarkısının cevabını arama/verme konusunda ilk iki oyundan yapılan alıntılar ne kadar isabetliyse, ikinci yarıdaki "sıkıştırılmış" "üç kuruşluk opera" versiyonu o kadar gereksizce uzatılmıştı bana kalırsa. ya ana tema brecht'in başka sahne yapıtlarından alıntılarla daha da pekiştirilebilirdi ya da, bu kadar başarılı bir ekiple göz kırpmadan "üç kuruşluk opera"nın bütünü sahnelenebilirdi.

başarılı ekip demişken: hem genel olarak oyuncular hem de orkestra çok iyiydi. 5 kişilik orkestrada ezgi kasapoğlu hem piyanodaydı hem kabaretist olarak bazı şarkıları seslendirdi, hem de gösterinin vokal yönetmeniydi. bazı eleştirmenleri rahatsız ettiği gibi beni rahatsız etmedi soprano yorumu, "rahat, rahat" keyifini çıkardım.
oyunculardan özellikle levent öktem mükemmeldi; oyun boyunca sırasıyla schweyk, ui, peachum ve brown oldu, her birini tanımlayan farklı bir ses tonu yaratmıştı, üstüne üstlük bir de ikinci yarıda kabaretist olarak ezgi kasapoğlu'na şarkılarda eşlik etti. okuduğum diğer eleştirilerdeki aynı cümleyi yazmak zorundayım: "levent öktem hem etkileyici bir brecht yorumcusu hem de başarılı bir müzikal oyuncusu".
gösteri boyunca farklı rollerde karşımıza çıkan başak mete ve aynı zamanda dans düzenini hazırlayan erdinç anaz çok başarılıydılar; karakterlerini, hep bir-iki nüans katarak kanlı-canlı hale getirdiler, kabarenin içerdiği grotesk mizahı yakaladılar.
maalesef, oyun boyunca hem küçük/kısa karakter rollerini hem de ikinci yarıda sustalı mack'i oynayan volkan aktan ne sesini ne de bedenini kullanmakta yeterince iyi değildi. polly'de linda çandır da ne ünlü şarkısında ne de oyunculuk anlamında doyurucuydu.


toparlarsam; yer yer orkestra üyelerinin de oyuna dahil edildiği, enstrümanların ustaca ses efekti olarak ta kullanıldığı, az ama öz akrobatik hareketlerle, toplu danslarla ve özellikle de thonet sandalyelerin kullanıldığı koreografiyle kabare havasının yaratıldığı, ama herşeyden öte oyunculuk gücünün en üstte tutulduğu başarılı bir kabare "rahat yaşamaya övgü".
sezonun tartışmasız en iyi oyunlarından biri!

14 Ocak 2009 Çarşamba

alain platel, merhamet et!




alain platel, çağdaş dansın “l’enfant terrible”larından, haşarı çocuklarından, biri.
son yıllarda adından çok söz ettiren sanatçı, les ballets c. de la b. adlı topluluğunu belçika’nın gent şehrinde 1986 yılında kurmuş. asıl mesleği psiko-pedagoji ve uzun yıllar bedensel özürlü çocuklarla çalışmış. ne koreografi ne de reji eğitimi almış. yolu dansla kesiştiğinde ise eğitimini aldığı ve uzun yıllar üzerinde çalıştığı disiplinden esinlenerek oluşturduğu hareketlerle çağdaş dansın çehresini değiştirmiş, sınırlarını genişletmiş.

alain platel 2004 yılında, mozart aryalarıyla süslediği “wolf”ta sahneyi sokak köpekleriyle doldurduğunda paris ulusal operası’nda çılgın alkışlarla yuhalamalar birbirine karışmış, alain platel de bunların arasından sıyrılarak tiyatro dünyasının gündemine oturmuştu. sadece köpekler değildi provokatif olan; sakin bir mozart melodisi eşliğinde orji yapan eşcinsel dansçılar, israil bayrağının yerlerde sürünmesi, bir barış bayrağı ile birlikte yakılan amerikan bayrağı (bayraklarla ilgili sahneler dördüncü gösteriden sonra iptal edilmiş. neyse ki yapıtın televizyon kaydında duruyorlar), mickey mouse maskesinin erkek cinsel organı olarak kullanılması gibi sahneler de yeterince kışkırtıcılar.

alain platel’in işleri agresif, sert, rahatsız edici. estetize edilmemiş, “güzel”leştirilmemiş ve “çıplak”! çapakları alınmamış ahşap bir heykele, kaba montajı yapılmış 70’lerden kalma bir filme benziyorlar. bu özellikleriyle pina bausch’un ilk dönem yapıtlarının dünyasına yakınlar.
wuppertal’deki ilk yıllarında seyircilerin suratına tükürmesi, saçını çekmesi gibi protestolarına maruz kalan pina bausch’un “ben inandığım şeyleri yapıyordum, onlar sadece klasik baleyi biliyorlardı, tarzıma alışık değillerdi, bu yüzden de onlara ters geliyordu, yoksa seyirciyi kışkırtmak gibi bir niyetim yoktu” şeklindeki masumane savunmasına karşılık alain platel’in yaklaşımının seyirciyi özellikle kışkırtmaya ve rahatsız etmeye yönelik olduğunu düşünüyorum. huzur ve huşu içinde rahatça koltuğa gömülerek seyredilebilecek işlere imza atmıyor alain platel.
wolf”ta hırçın, öfkeli ve umarsız karakterlerin kayboldukları kaosun içerisinde bir ara, “cafe müller”deki -bizzat pina bausch’un kendisinin dans ettiği- durmadan duvarlara çarpan, ince askılı beyaz gecelikli uyurgezer kadının bir replikasını görmek ilk anda şaşırtsada insanı, biraz düşününce alain platel’in referansını nereden aldığının somut bir göstergesi olarak açıklayıcı oluyor.


pitié!” alain platel’in şimdilik en son işi. johann sebastian bach’ın aziz matta pasyonu’dan serbestçe esinlenilerek hazırlanmış. alain platel’in bir önceki projesi monteverdi esinli “vsprs”de onunla birlikte çalışmış olan besteci fabrizio cassol bu sefer de müzikleri hazırlamış. yedi kişilik orkestranın (“aka moon”) çaldığı müzikleri fabrizio cassol, pasyondan oldukça serbest bir şekilde esinlenerek hazırlanmış; buzuki, akordeon, saksofon partileri bach’ı çağımıza taşıdığı gibi, orkestradaki magic malik adlı sanatçının ezan benzeri vokal yorumları da bach’ı doğuya yaklaştırıyor. bu anlamda, dahi piyanist/besteci uri caine’in mozart, mahler gibi bestecilerin eserlerini yorumlayarak hazırladığı çalışmalara benzetilebilir fabrizio cassol’un müzikleri.
hem müzik hem de tema olarak ekseriyetle “erbarme mich!” (merhamet et!) adlı pasyonun en tanınmış aryası çevresinde dolanan, zaten ismini de o aryadan alan “pitié!” acı, acıma, acıyı paylaşma, acıtma, acıtarak sevme, “ölesiye sevme” üzerine yoğunlaşıyor.
alain platel bütün bu temaları “deri”yi eksen alarak anlatıyor. deri sayesinde öteki olanı fark edebildiğimizi ve kendimizi onun yerine koyabildiğimizi düşünüyor. acı ve deri deyince kaçınılmaz olarak akla gelen “yara”, “yaralama”, “yarık” gibi öğeler de yapıtın omurgasını oluşturmakta yardımcı elemanlar olarak kullanılmış.
belki eserin ruhunu/atmosferini en iyi anlatan sahne, sadece iç çamaşırları olan bir erkek ile bir kadın dansçının birbirlerinin derilerini çekmeleri, çekiştirmeleri, birbirlerini derilerinden tutarak kaldırmaları, derileriyle sevmeleri.

ana tema “merhamet” olunca michelangelo’nun pieta’sından da esinlenilmiş doğal olarak. koreografiye usulca yerleştirilmiş değişik pieta yorumlarını/pozisyonlarını keşfetmek mümkün. ancak zannedilmesin ki koreografinin kendisi uslu ve sakin. tam tersine, iki saat boyunca dur durak bilmeyen bir tempoda hem seyirciyi hem de dansçıları tüketen bir gösteri “pitié!”. her anlamda zor ve yıpratıcı bir yapıt. vahşi ve dinamik!
vsprs”de dansçılarına kaynak olarak histeri ve histeriye tutulmuş insanların filmlerini gösteren alain platel “pitié!”de ise uzun süre yaptığı esas mesleğinin nesnesi olan bedensel özürlü çocukların hareketlerinden esinlenmiş. hareketler aslında bedensel özürlü çocuklardan öte zihinsel özürlü hastaların, hatta akıl hastalarının davranış şekillerini andırıyor; bu anlamda, koreografinin ana hatlarını her yöne kontrolsüzce savrulan el kol hareketleri ve durmaksızın değişen ağız ve yüz mimikleri oluşturuyor.

alain platel’in, başı sonu belli bir hikaye üzerinden ilerlemeyen dramaturjisi, bach’ın pasyonunda hiç bahsi geçmeyen bir acıyı merkeze alıyor: oğlunu kaybeden annenin acısı. bu acı üç karakter üzerine kurulmuş: hepsi birer şancı tarafından canlandırılan meryem, isa ve kızkardeşi. üç şancıya 10 kişilik dans topluluğu eşlik ediyor. alain platel’in bütün işlerinde olduğu gibi burda da, yeri geldiğinde şancıların dansçılara eşlik ettiğini ve dansçıların şarkı söylediklerini görmek mümkün.
isa’yı hangi şancının canlandırdığını (19 yaşındaki kongolu kontrtenor serge kakudji çok başarılı) üzerinde isa resmi olan kitsch tişörtten, meryem’i de siyah kostümünden tahmin edebiliyorsunuz. yapıtı izlerken ben diğer kadın figürünü magdalena olarak düşünmüştüm, daha sonra program kitapçığını okuyunca, müziği olduğu gibi sözleri de yeniden yazan fabrizio cassol’un özellikle birbirine yakın iki insan sesini, mezzosoprano ve kontrtenor seslerini kullanarak aynı karakterin iki farklı cinsiyetini veya erkek-dişi olmak üzere iki kardeşi anlatmak istediğini okudum.

sahne tasarımı kesin olarak belli bir imaja/mekana/yere gönderme yapmıyor; biri kule gibi yüksek, diğeri alçak ve yayvan iki ahşap yapıdan oluşuyor. alçak olanının üzerinde gösteri boyunca orkestra konumlanıyor, yüksek olanına da tek bir sahnede magic malik çıkıp ezana benzeyen şarkıyı seslendiriyor.
tahta kerestelerin çakılmasıyla kurulmuş, sadece ön yüzlerini gördüğümüz bu iki kulübemsi yapı bana -serbest bir çağrışımla- isa’nın doğduğu farzedilen ahırı anımsattı. sahnenin tavanından farklı yüksekliklerde ve büyüklüklerde hayvan derilerinin asılı olması ise mezbaha çağrışımları yapmıyor değil.

prömiyeri ruhrtriennale kapsamında 2008’in eylül’ünde bochum’da yapılan “pitié!”yi ben kasım ayında pina bausch festivali kapsamında düsseldorf’da seyretme imkanı buldum. “pitié!”nin dünya turnesi 2009’un ilk yarısı boyunca londra, roma, viyana, tokyo, barcelona, berlin gibi metropollerin yanısıra küçük avrupa şehirlerinde de devam ediyor…

11 Ocak 2009 Pazar

bir orda bir burda

şehrimize uğrayan bir sanatçının izini sürme babında:

haftabaşında "4 element 4 mevsim"de dans ederek istanbulluları büyüleyen gabriel galindez cruz (fotoğrafta ortada), yeni yılın ilk günlerinde de berlin seyircisini "eğlendirmiş" meğerse.
cruz ve 4 arkadaşı, berlin'in avant-garde salonlarından sophiensaele'de her ocak ayında düzenlenen dans günleri kapsamında "aiuaio 1.2" adlı gösteriyi sahnelemişler. kısa versiyonu fransa'daki bir sirk/akrobasi yarışmasında ödül alan gösterinin yenilenmiş şekli seyircilere hafif ve esprili bir 45 dakika yaşatmış. yukardaki fotoğrafta da bunun kanıtı.

sophiensaele'ye ocak sonunda da sacha waltz "allee der kosmonauten" ile konuk olacak. imkanı olanlara duyurulur...

10 Ocak 2009 Cumartesi

maskeleri böyle mi düşüreceğiz?

israil gazze'yi bombalamaya başlayalı 15 gün oldu, ölü sayısı 1000'i geçti. avrupa başkentlerinde ciddi protesto gösterileri düzenleniyor, iktidardaki politikacılar ise kıyafetsiz davranışlar sergilemeye devam ediyorlar! bir tek chavez hariç.

istanbul şehir tiyatroları sezon başından beri bir israilli yazarın oyununu sahneliyor: ilan hatsor'un "maskeliler"i. hatsor bir israilli olarak filistinlileri anlatıyor.
filistinli üç erkek kardeşin bir saat boyunca süren hesaplaşmaları; kendileriyle, birbirleriyle, filistin yeraltı örgütüyle, israil haber alma servisiyle, dürüstlükle, sadakatle, idealizmle...
üç erkek kardeş, üç farklı hayat tercihi. büyük olan duruma uyum sağlamış, hatta durumdan fayda sağlıyor. ortanca yeraltına inmiş israillilere karşı savaşmakta. küçük kardeş ise evde anne babaya ve bir gösteri sırasında kafasından yaralanmış en küçük kardeşe bakıyor, aileyi birarada tutuyor; denge unsuru.

ortanca bir yerde büyüğe soruyor "neden?"
sonra başka bir yerde şöyle anlatıyor: "küçüktük, israilli askerler köyümüzü basmıştı. ben arkadaşlarımı toplayıp çoçukça da olsa bir direniş çetesi kurmuştum. sen ise israilli askerlerin yanına gidip onlarla kutlama yapmayı tercih etmiştin. o zaman ne kadar utandığımı hala unutmadım!"

maalesef, spesifik olarak filistin gerçeğine eğilen bir oyun değil "maskeliler".
toprakları başka bir güç tarafından işgal edilmiş herhangi bir halkın mensubu olabilir o üç erkek. hatsor'un, belli ki çok dikkatlice yazmış olduğu metinde israil'in yaptıklarını eleştiren tek bir satır yok! olay sadece o üç erkeğin hesaplaşmasına indirgenmiş. bu anlamda bakılırsa belki evrensel olarak değerlendirilip övülebilir, ama o zaman karakterlerin adları neden nazif, davut, naim, halit, ihsan, rıdvan? neden filistin'in bir köyündeyiz?
doğrusu, hatsor'u samimi bulmadım; filistin'in direnişini, acısını hikayesine alet etmiş gibi geldi bana. tamam, filistinlilerin içine düştükleri cehennemvari durumu, "yukarı tükürsen bıyık aşağıya tükürsen sakal" halini, çaresizliklerini, kıstırılmışlıklarını, tereddütlerini, hayallerini, onurlarını çok etkileyici diyaloglarla anlatıyor. ama, bütün bunları yaratan veya zedeleyen "temel sebebe" değinmeden!

durum yazar tarafından bu kadar bağlamından koparılmışken, yönetmen taner barlas da oyunu gerçekçi bir yaklaşım yerine soyut bir yorumla sahnelemeyi tercih etseymiş keşke! boş ve karanlık bir sahnede, hiç bir coğrafyaya veya mekana referans vermeyen evrensel bir insanlık durumunu seyretseydik keşke!
yılların deneyimli sanatçısı duygu sağıroğlu defalarca başarılı bir şekilde kotardığı, farklı objelerin çoklu kullanımıyla tasarladığı sahne düzenlemelerinden birini gerçekleştirseydi keşke!
mevcut dekorda da gerilim gerilim unsurunu arttıran, kıstırılmışlık duygusunu veren, filistinlilerin tavuklar gibi çaresizcekatledilmelerini çağrıştıran kesici aletler, kancalar, kafesler gibi öğeler gerçek tavuklarıyla bir mezbahayı olabildiğince gerçekçi bir şekilde kurmak için değil de, herhangi bir dönemde herhangi bir coğrafyada karşımıza çıkabilecek soyut ama evrensel bir atmosferi oluşturmak için biraraya getirilseymiş keşke!

ve maalesef oyunculuklar! aralarından en iyisi, kardeşlerin en küçüğünde serdar orçin'di. kendini direnişe adamış ortanca kardeşte levent üzümcü, cüssesinin verdiği avantaj sayesinde kabul edilebilir bir portre çiziyordu (bundan anlaşılmasın ki levent üzümcü beden dilini iyi kullanıyordu, maalesef değil). büyük abiyi oynayan mehmet gürhan ise ne öfkesinde, ne sevecenliğinde, ne de nefretinde hiç mi hiç inandırıcı değildi.

şehir tiyatroları için bu oyunun kaçırılmış bir fırsat olduğunu düşünüyorum. hele de ele aldığı coğrafya şu günlerde, uzun zamandır olmadığı kadar güncelken, acılar içindeyken!

6 Ocak 2009 Salı

toprak, su, ateş, hava, bahar, yaz, güz, kış

önce bir kayaydı, sonra toprak oldu, hava oldu. ateşle oynadı, suda çırpındı. solucan oldu toprak altında süründü, su perisi oldu suda dans etti. derisinden sıyrılıp yeniden kaya oldu; ama artık ne o aynı kayaydı ne de bizler aynı seyirci!
deneyim tamamlanmış, değişim bütünüyle gerçekleşmiş değildi henüz; ikinci bölüm başladı.
bu sefer tek başına değildi, hatta o olabildiğince geri çekildi, diğerleri öne çıktılar; koskoca mevsimler geçti gözlerimizin önünden, zekice anlatılmış küçük ve eğlenceli detaylarla...

çok mu bilmece gibi konuşuyorum. aslında her şey çok açık ve basit: akademie für alte musik berlin adlı özellikle dönem müziğinde uzmanlaşmış orkestra ile çağdaş dansın en önemli topluluklarından biri olan sacha waltz & guest'in ortaklaşa hazırladıları "4 element - 4 mevsim" adlı dans-müzik performansından bahsediyorum.
bu akşam seyrettim. istanbul'da, işsanat'ta. hala gösterinin büyüsündeyim! keşke şehre her yorgun iş günü ardından böyle bir etkinlik gelse de arınsa insan günlük dertlerinden, streslerinden, ara verse koşuşturmasına...

rebel ile vivaldi çağdaşlar; ikisi de 17.yüzyılın sonunda doğup, 18.yüzyılın ilk yarısında ayrılmışlar dünyadan. rebel "les elements"in bestecisi, vivaldi "mevsimler"in. "les elements" kaos ile başlayıp elementleri anlatıyor müzikle, "mevsimler" malum, 4 mevsimi.
broşürde belirtildiği üzere "koreografili bir konser" olan bu gösteriyi hazırlayan "sacha waltz & guests"in başdansçılarından juan kruz diaz de garaio esnaola. tek erkek dansçı için tasarlanmış koreografiyi genellikle kendisi oynuyor, ancak bu akşam istanbul'daki gösteride gabriel galindez cruz dans ediyordu. (j.k.d.g. de esnaola büyük ihtimalle sacha waltz & guests ile şili turnesinde olduğu içindir; topluluk santiago'da dün ve bu akşam, istanbul seyircisinin 2002 yılındaki 13. tiyatro festivali'nde seyretme imkanı bulduğu "körper/bedenler"i sahneliyor.)

esnaola gerek "4 element"teki solo dansın koreografisini, gerekse "4 mevsim"deki orkestra üyelerinin hareket düzenlemesini tasarlarken küçük ama etkileyici fikirlerden yola çıkmış. her şey az ama öz; hiç bir hareket, hiç bir öğe bağırmıyor, her şey "alçak sesle" anlatılmış. sanki, bir batılı ne kadar zen'e yaklaşabilirse o kadar yaklaşmış gibi; her bir sahne bir "haiku" gibi, doğal ve kendiliğinden...

rebel'i ilk defa dinledim, bilemiyeceğim. ama böyle bir "mevsimler"i bir daha kolay kolay dinleyemiyeceğim kesin! gösteri ne kadar sıradışıysa "mevsimler"in yorumu da o kadar ilginç ve benzersizdi.
"mevsimler"de şimdiye kadar duymadığım nüansları, duyarlılıkları, sessizlikleri, renkleri, tempoları duydum, hissettim... bunu sağlayan en önemli etken, orkestranın bildik durağan düzende çalmamasıydı; tam tersine, her bölümde sahneyi o bölümün içeriğine uygun farklı bir yerleşim düzeni ile kullandılar; orkestra üyeleri bazen merdivenlerin üzerinde çaldı, bazen yerde sürünerek, bazen sahnenin iki kenarına dizilip adeta "stereo surround" ses düzeni yarattılar, bazen de hepsi arkada ortada toplanıp tek bir ses oldular.

...taş, toprak, ateş, mum, hava, su, taze yaprak, kağıt, elma, su, tüy, kar, kumaş, kırmızı kurdele, güneş, kuru yaprak, orman, merdiven, ateş, rüzgar, sandalye, çıplak ayak, kırık çalgı, yağmur, gökgürültüsü, şimşek... hepsi, hepsi vardı sahnede, bir de alçakgönüllü müzisyenler ve müthiş bir dansçı!

4 Ocak 2009 Pazar

tavsiye

16. uluslararası istanbul tiyatro festivali'nde prömiyer yapan brecht/dessau/kasapoğlu/semaverkumpanya yapımı "cesaret ana ve çocukları" ocak ayının her çarşamba günü akatlar kültür merkezi'nde sahnelenecek.
ilgilenenlere, merak edenlere, tilbe saran'ı "cesaret ana" rolünde tekrar izlemek isteyenlere duyurulur.