(fotoğraf: ulli weiss)
zemin göz alabildiğine toprak; sahnenin ucundan arka ve yan duvarlarına kadar. bakışı engelleyen, yan sahneleri gizleyen hiç bir şey yok; sahne mekanı alabildiğine uçsuz bucaksız. ışıklar karadıktan sonra sağ taraftan belli belirsiz darbe sesleri; sanki bedenlere bir yere çarpıyor gibi. biraz sonra sağ yan sahnenin arka duvarında insanlar belirmeye başlıyorlar; sırtlarını ve bedenlerini duvara yapıştırmış, kolları iki yana açık, eller açık duvara tutunmaya çalışır gibi yapışmış, yüzler sanki bir uçurumun kenarındaymış gibi endişeyle aşağıya doğru bakıyor. bazısı küçük adımlarla ürkek ürkek; bazısı biraz daha cesaretle, önündekini geçip tekrar duvara yapışarak; bazıları ise daha da cesaretle koşar adım diğerlerini geçip tekrar duvara dayanan 25 insan; her birinin ritmi, ivmesi, hızı farklı. sahnenin en arka duvarında ve sol yan sahnenin duvarında da bu şekilde hareket edip, kör noktada gözden kaybolduktan sonra, sanki "zoom" yapılmış gibi sol portal ağzından ortaya çıkıyorlar tekrar; bu sırada bazıları hala geride, arka sahnenin duvarında ilerlemekteler. soldan öne çıkanlar, yan basamaklardan seyirci kısmına iniyorlar ve bu sefer, seyirci salonunun çeperindeki koridorda yine duvarlara yapışık şekilde ilerlemeye devam ediyorlar. seyircilerin arkasından dolanıp sağ taraftan yeniden sahneye çıktıklarından 360 derece çevrelenmiş oluyoruz. seyirci kısmındaki devinimde her birinin yürüme ritmi ve yere basış vurgusu farklı kişilerin ayak sesleriyle salonda bir anda tüyler ürpertici, dehşetengiz, tekinsiz bir atmosfer oluşuyor. 25 kişinin duvar kenarlarındaki devinimi sahneyi ve salonu üç-dört defa katedişleri kadar sürüyor. tehdit unsuru taşıyan bir şeyden kaçmaya çalışan insanlar. sahne tarafından gelen boğuk sesler ile seyirci tarafından gelen sert sesler birleşiyor; oyun mekanı sadece sahne ile sınırlı kalmıyor, bir anda bütün tiyatro tek bir oyun mekanına, “tek bir atmosfere” dönüşüyor; bu -hem mekan kullanımı anlamında hem de devinim tasarımı anlamında- çok basit fikir o kadar güçlü bir atmosfer yaratıyor ki, inanılmaz!!!
“auf dem gebirge hat man ein geschrei gehört” (dağlarda bir çığlık duyuldu) adlı pina bausch yapıtının bu açılış sahnesini ikinci akşam izlerken, ne olacağını bir akşam önceden bildiğim halde, yine ürperiyorum, yine kalp atışlarım hızlanıyor, içimi yine korku kaplıyor; salonda yankılanan düzensiz, sert ayak sesleri, duvarlara çarpan bedenlerin boğuk darbe sesleri yine birbirine karışıyor…
(fotoğraf: uwe schinkel)
(fotoğraf: francesco carbone)
"auf dem gebirge hat man ein geschrei gehört" (dağlarda bir çığlık duyuldu) nereden geldiği belli olmayan ama yoğun bir şekilde etkisi hissedilen bir tehdit unsurunun sahnedeki herkese, her duruma yöneldiği, herkesi baskı altında tuttuğu karanlık mı karanlık, çıkışı olmayan bir yapıt.
sahne üzerinde bir kaç dakika içinde saçları beyazlatılan -başka bir deyişle “yaşlanan”- kadın; ayakta gözleri kapalı dakikalarca bekleyen kadın; toprağını (belki ölünce gömüleceği toprağı, belki tarlasını, belki arsasını) bedeninin boyutuyla ölçen adam; sandalyeye tüneyip piyanoda bir şeyler çalıp söylemeye çalışırken üşüyen adam, önce üzerindeki kıyafetleri en son da kendini etrafdaki çatlaklara, köşelere sıkıştırmaya, yitirmeye çalışan adam; sandalyesini sürükleyip arkada bir yerde toprağa gömen kadın; keyifli bir şekilde ikili takla atarlarken kollarından çekilip götürülen genç kızlar; birbirlerine yapışmış uyumakta olan ve teker teker kaldırılıp şiddet uygulanarak bir şeyler söylemeye zorlanan kadınlar; başına, ortaçağ mahkum tekerleği gibi bir çelenk geçirilmiş kadın; tek bir kolundan tutulup sahnede bir daire çizecek şekilde koşturularak, durmakta olan bir erkeğin bedenine çarptırılan kadın ve ikisinin yere düşmeleri...
açılış sekansında ve yukarıda anlattığım kısa sahnelerde başrolde olan bir adam var. yapıtın ilk sahnelenmesinde jan minarik’in, bu yeni sahnelemede ise michael strecker’in canlandırdığı. açılış sekansının devamında sahneye gelen adam michelin adamı gibi boğum boğumdu: üzerinde, dar gelen kalçalarının fırladığı dar bir kırmızı mayo; başında kırmızı bir bone; gözünde kırmızı gözlükler; burnunu ve kulaklarını deforme eden bir lastikle sarmalanmış; ellerinde pembe bulaşık eldivenleri vardı.
diğerleri duvarlara sürtünerek kaçmaya çalışırken, bu adam mayosunun önünden/içinden çıkardığı (prezervatif gibi) kırmızı balonları yavaş yavaş üfleyip durdu, ta ki her biri şişip patlayıncaya kadar. diğerlerinin telaşlı ayak seslerine adamın sakin -ama müthiş gerilim yüklü- nefes sesi ve gittikçe şişen balonların patlama sesleri eşlik etti.
[“orfeus ve euridike”den, “bahar ayini”ne, “macbeth” uyarlaması “er nimmt sie an der hand und führt sie in das schloss, die anderen folgen…”den bu yapıta kırmızı rengin bausch’un sanatında taşıdığı anlam başlı başına bir yazının konusu olabilir.]
[“orfeus ve euridike”den, “bahar ayini”ne, “macbeth” uyarlaması “er nimmt sie an der hand und führt sie in das schloss, die anderen folgen…”den bu yapıta kırmızı rengin bausch’un sanatında taşıdığı anlam başlı başına bir yazının konusu olabilir.]
kırmızılı adam bütün birinci bölüm boyunca bu şekilde dolaştıktan sonra ikinci yarıda burnu ve kulaklarını deforme eden lastik baki kalmak üzere, ancak bu sefer smokin içinde olmak üzere sahnede tehditkar, baskıcı ve tekinsiz atmosferi, kimsenin karşı gelemediği terörü yaratacak figür olmaya devam etti. bu adam belki de; mayolu çıplak halinden uygar kıyafetli haline, insanoğlu ve insankızında kadim zamanlardan günümüze yerleşmiş olan ve değişmeyen şiddeti simgeliyordu.
(fotoğraf: ursula kaufmann)
(fotoğraf: ulli weiss)
ve yine; mükemmel basitlikte bir buluşla havada “hissedilen” o tehdit atmosferinin bir an gelip fiziki olarak gerçek bir sise dönüşerek “cisimleşmesi”. evet; “auf dem gebirge hat man ein geschrei gehört”ün sahne tasarımının en önemli öğelerinden biri, iki bölümün de bitmelerine yaklaşık yarım saat kala sahneye gelen bir görevli tarafından sis makinasından püskürtülen duman bulutu.
[1984’teki prömiyerde ve takip eden 1-2 akşamda bu görevi bizzat sahne tasarımcısı peter pabst yerine getirmiş.]
ilk püskürtüldüğünde dansçıları saran, kaybeden veya -şaşırtıcı şekilde- öne çıkartan duman, (bizim tiyatrolarda olduğu gibi doğruca seyirci tarafına doğru gitmeyip) sahne mekanında dolandı, yavaş yavaş değişip dönüştü ve zamanla dağılıp yok oldu; ama yarım saat kadar dansçıların önce etrafında, sonra üstlerinde bir katman olarak asılı kaldı. dumanın hareketi, dansçıların hareketleri ise birleşti; önce daha hızlı dolandı havada, bir zaman sonra sakince yukarıya yerleşti ve kendini uzun bir süre hissettirdi.
[1984’teki prömiyerde ve takip eden 1-2 akşamda bu görevi bizzat sahne tasarımcısı peter pabst yerine getirmiş.]
ilk püskürtüldüğünde dansçıları saran, kaybeden veya -şaşırtıcı şekilde- öne çıkartan duman, (bizim tiyatrolarda olduğu gibi doğruca seyirci tarafına doğru gitmeyip) sahne mekanında dolandı, yavaş yavaş değişip dönüştü ve zamanla dağılıp yok oldu; ama yarım saat kadar dansçıların önce etrafında, sonra üstlerinde bir katman olarak asılı kaldı. dumanın hareketi, dansçıların hareketleri ise birleşti; önce daha hızlı dolandı havada, bir zaman sonra sakince yukarıya yerleşti ve kendini uzun bir süre hissettirdi.
duman öğesinin yapıta başka bir katkısı (biçimsel anlamda), sahne mekanına derinlik kazandırmasıydı.
ayrıca; her iki duman sahnesinde -sürpriz bir şekilde- sahne perdesi kapanıp açılır; sanki bu sefer de perde bir tehdit unsurudur. [ki pina bausch sahne perdesini neredeyse hiç kullanmayan bir tiyatro insanıdır; “palermo palermo”daki perde kullanımı istisnalardan en bilinenidir.]
perde ilk bölümde kapanıp açıldığında dansçılarla dolu sahne bir anda boşalıverir, ikinci bölümde ise bir kaç kere üstüste kapanıp açıldığında, dansçılar o sırada yapmakta oldukları unison hareketi, perdeye göre yönlerini değiştirerek yapmaya devam ederler; perde ilk seferinde herkesi kaybetmiş, ikinci seferinde ise düzenlerini bozmuştur.
perde ilk bölümde kapanıp açıldığında dansçılarla dolu sahne bir anda boşalıverir, ikinci bölümde ise bir kaç kere üstüste kapanıp açıldığında, dansçılar o sırada yapmakta oldukları unison hareketi, perdeye göre yönlerini değiştirerek yapmaya devam ederler; perde ilk seferinde herkesi kaybetmiş, ikinci seferinde ise düzenlerini bozmuştur.
"auf dem gebirge hat man ein geschrei gehört" zamanın öncesiyle sonrasının şimdide buluştuğu sahnede; geleceğin öngörüsünün geçmişte yaşandığı; bütün zamanların şimdide üst üste bindiği bir yapıt.
uzun süre boyunca sadece toprak kaplı sahneye ne zaman, ikinci bölümün ortalarına doğru kesilmiş çam ağaçları getirilir ve 25-30 ağaç sahneye gelişigüzel yatırılır, o zaman anlarsınız ki, aslında o çorak toprak geçmişte bu ağaçlara analık etmiştir. ya da; ne zaman, bir anda sahneye bir emekli bando orkestrası gelir ve size 1-2 eski şarkı çalar ve geldiği gibi gider (bu sırada bir kadın dansçı sanki bir atlı karıncaya binermiş gibi hareket etmekte, ardından üç erkek dansçı kadını havaya kaldırarak aynı hareketi boşlukta yapmasını sağlarlar), o zaman anlarsınız ki, geri döndürülemeyecek, tekrar yaşanılamayacak hatıralar, zamanlar vardır; mekanlar bunları barındırırlar, geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı anda içerirler.
bir de; program kitapçığı çok hoş bir ipucudur, yapıtın içeriğindeki zaman fikrini eleveren. kitapçıkta dansçıların hepsinin çocukken çekilmiş ve çoğunluğu yılbaşı ağaçlı fotoğrafları yer alır. bazısınınki bebekken bir küvetin içinde, bazısınınki ergenlik yaşından, bazısınınki arka arkaya 3-4 fotoğraf noel baba ile birbirini takip eden yıllarda çekilmiş.. bunlar arasında pina bausch'un da 1975 tarihli bir yılbaşı ağaçlı noel fotoğrafı yer alır..
belki de, sahneye getirilen o kesilmiş çam ağaçları dansçıların çocukluklarındaki noel anılarındandır..
(fotoğraf: uwe schinkel)
birinci perdenin sonunda sahnenin ön tarafına gelip sessizce durmaya başlayan, erkek bir dansçının saçlarına pudra sürmesiyle yaşlanan, gözlerinden yaş gelen, oyuna ara verildiği halde uzun süre olduğu yerde duran ve ikinci bölüm başlamadan önce tekrar aynı yere gelip beklemeye devam eden o kadın neyi temsil ediyordu; niye üzgündü; neden ağlıyordu? o heykel gibi hareketsiz kadın dağlarda duyulan çığlığın imgesi miydi? ve bu soruyla birlikte, başta anlattığım açılış sahnesini de düşünürsek, o insanlar neden kaçıyorlardı, neden ürküyorlardı? bu soruların cevabı, yapıtın isminde ve yapıtta önemli bir yer kaplayan iki müzik parçasında gizli olabilir.
“auf dem gebirge hat man ein geschrei gehört” (dağlarda bir çığlık duyuldu) matta’ya göre incil’den bir dize. bausch bu dizelere 17.yüzyıl alman bestecisi heinrich schütz’ün yazdığı koral müzik parçasını kullanıyor; tam da o kadının saçları beyazlamış şekilde, heykel gibi hareketsiz durduğu sahnede.
bausch’un yapıtında önemli bir yer kaplayan diğer bir sahnede ise, yine alman bir bestecinin, felix mendelddohn-bartholdy’nin athaliah operası’ndan “rahiplerin savaş marşı” adlı orkestra eseri kullanılıyor.
bu sahne, yapıt içerisinde iki-üç kere tekrarlanıyor: bir kadın ve bir erkek sahnede canhıraş kaçışırken, sanki savaşır gibi üçer erkek onların peşinden koşarak yakalamaya çalışıp, yakalayıp birbirleriyle dudaktan öpüşmeye zorluyor. öptürülür öptürülmez tekrar kaçmaya başlayan kadın ile erkeği diğerleri tekrar yakalayıp aynı şeyi gerçekleştiriyorlar (“café müller”deki ünlü sahne akla geliyor hemen: kadın ile erkeği sarılmaya ve öpüşmeye zorlayan adam).
aynı müzik ayrıca; yerde, toprağın üzerinde yüzüstü, kollar ayaklar yukarıya doğru çırpınan bedenler; arkada bir yerde çırpınan kadına, iki kişinin yere attıkları bir şilteyi kayık gibi kullanıp geri geri giderek yaklaşması ve kadını kurtarmaları; üçlü-dörtlü-ikili gruplar halinde yere oturup kano küreği çekiyormuş gibi birbirleriyle yarışanlar gibi koreografik hareketlere eşlik eder.
peki, schütz ve mendelssohn’un yapıtları içerik olarak paralellik taşıyorlar mı?
“auf dem gebirge…” diye başlayan ve devam eden dizelerde eski ahit’ten kaynağını alan bir hikaye anlatılıyor: kral herod’un, isa’nın doğumu üzerine iki yaşındaki bütün erkek çocuklarının katlini emretmesi. dizeler şöyle devam ediyor: “dağlarda bir çığlık duyuldu, bağırış, çığrış ve figan; çocukları için ağlayan rahel teselli edilmek istemedi, çünkü artık onlar yok olmuşlardı.”
mendelssohn’un operatik müziğine konu olan athaliah ise yahuda krallığının tek kadın hükümdarı; m.ö. 850’lerde yaşamış. athaliah zalim bir kraliçeymiş ve tahtta kalabilmek için bebekler dahil kraliyet ailesindeki bütün olası rakiplerini öldürtmüş. hıristiyan sanatında athaliah’ın “hz. davud’un sarayı”nın bütün çocuklarını öldürtmesi herod’un “masumların katli” ile eş tutuluyormuş.
işte, bausch’un yapıtına ismini veren ve yapıtın omurgasını oluşturan iki sahneye eşlik eden bu iki müzik parçası çocuk katliamı temasında örtüşüyorlar.
şimdi de, bausch’un bu yapıtı çıkardığı dönemi düşünelim: yıl 1984. etiyopya’da açlıktan kitle halinde çocuk ölümlerinin dünya gündemine taşındığı tarih. (durum zamanla o kadar vahim hale gelir ki, batı dünyası vicdanını 1985’te düzenlenen live aid konserleri ile rahatlatmaya çalışır!)
(fotoğraf: ursula kaufmann)
buradan da şuna gelmek istiyorum: pina bausch’un ölümünden beri dans camiasının gözde konularından biri, topluluğun bausch’un eski yapıtlarını sahneleyerek ne-reye kadar dayanabileceği; bir an önce yeni koreograflarla anlaşılması gerektiği; yoksa wuppertal tanztheater’in bir müzeye dönüşeceği idi; tam da topluluğun artistik yönetmenlerinin ani bir şekilde görevden ayrılıp, topluluğun içinden başka bir deneyimli dansçının başa geçtiği bir dönemde bu konu daha da hararetli bir şekilde konuşulur oldu. nacizane ben, bu şekilde düşünenlerden değilim.
“auf dem gebirge…”yi izlerken, eğer en azından yapıtın ismini aldığı incil’deki hikayeyi biliyorsanız -ki batı sanatında hıristiyan kültürünün önemli bir yeri vardır ve batı’da inansın-inanmasın herkesin belli bir derecede dini kültürü-bilgisi mevcuttur-; bu yapıtı izlerken çocuk katli göndermesini hatırlamamıza imkan yok ve ardından da günümüzde ırak’ta, afganistan’da, suriye’de, filistin’de, norveç’te, amerikan liselerinde öldürülen çocukları düşünmeden etmenize!
pina bausch, “en çok ilgimi çeken şey insanları izlemek” demişti bir zamanlar. pina bausch’un yapıtları mekandan ve zamandan bağımsız olarak, duyguları, düşünceleri, halleri, tavırları, kuvvetli ve zayıf taraflarıyla, anıları ve rüyalarıyla, bilinçli yaptıkları ve bilinçaltında yaşadıklarıyla insanı anlatmaya gayret eder. bu yüzden de hiç bir zaman eskimeyecekler; bu yüzden, her seferinde yeniden yorumlanabilecek, her seyirci ile zenginleşecek, çoğalacak engin bir açıklığa sahipler.
bu yüzden de topluluğun repertuarı hiç bir zaman tenha bir müze salonuna dönüşmeyecek; olsa olsa, önünde uzun kuyruklar oluşan, içinde insanlık tarihinin başyapıtlarının sergilendiği müzelere benzeyebilir; ve bence bunda hiç sakınca yok!
“auf dem gebirge hat man ein geschrei gehört” en son 1993 yılındaki japonya turnesinde sahnelenmiş.
yapıt, nisan sonunda tanztheater wuppertal’in repertuarına tekrar kazandırıldı; 25 nisan – 01 mayıs tarihleri arasında wuppertal’de barmen operası’nda altı defa sahnelendi. seyirci tarafından, bir “vollmond” gibi aşırı coşkuyla karşılanmasa da, hak ettiği alkışı aldı.
“auf dem gebirge..” önümüzdeki sezon dünya sahnelerine konuk olur mu bilinmez, ama topluluğa yakın zamanda katılan genç dansçılarla yeniden çalışılıp sahneleniş olması, unutulmamasını sağladı. ne mutlu!
o yapıt taksim'de sergileniyor, bir süredir ve şimdi:(((
YanıtlaSil