zakintos'ta bol bol manastır var, özellikle adanın kuzey ve batıdaki dağlık bölgelerinde birbirlerine arabayla 5-10 dakika mesafedeler. bazıları hala çalışıyor, bazıları terk edilmiş, bazılarının sadece kilisesi açık... arabayla çıkıp ard arda hepsini ziyaret etmek mümkün.
bunlardan en popüler olanı agios georgios krimnon manastırı, çünkü gemi enkazı kumsalının kuşbakışı seyir noktasına bu manastırın yanındaki yoldan gidiliyor. ayrıca, manastırın bir parçası olarak, engin denize doğru yerleştirilmiş haç heykelinin önünde fotoğraf çektirmek de ada ziyaretçilerinin popüler tercihlerinden biri.
manastırın girişinde rahiplerin topladıkları, ürettikleri kekik, zeytin, bal, kapari turşusu, zeytinyağı, limoncello gibi ürünler satılıyor. biz kekiklerden aldık ve çok memnun kaldık.
bu manastıra çok yakın, arabayla beş dakika mesafedeki volimes köyündeki aziz spyridon kilisesi adadaki kilise mimarisinin tipik örneklerinden biri. volimes'teki bu kilisenin diğerlerinden farklılığı cephelerinin maviye boyanmış olması.
kilise eğer küçükse yanında çanların asıldığı bir duvar oluyor, büyükse yüksek bir çan kulesi inşa edilmiş.
adadaki çan kulesi tipine iki örnek:
volimes köyünden gidilen bir manastır var: aziz andrew manastırı. terk edilmiş ve harabeye dönmüş bu manastırın yolu başta iyi başlayıp gittikçe kötüleşiyor. toprak yolda büyük taşlar ve çukurlar var. bir noktadan sonra arabayla devam etmeyip yürümeye karar verdik. böylece, tam da manastırların gerektirdiği münzeviliği biz de oraya yaptığımız ziyarette birebir deneyimlemiş olduk.
biraz indiana jones macerası gibi oldu buraya yaptığımız ziyaret; kimsecikler yoktu, güneş tepemizdeydi, telefonlarımız çekmiyordu, yıkık duvarlardaki fresko izleri, nişlere konmuş ikonalar, lambalar etkileyiciydi.
indiana jones'culuğa kendimizi pek kaptırmış olmayız ki, ertesi gün bu sefer adadaki dağ sırasının güney yamaçlarında terk edilmiş bir köyün, eski lagadakia köyünün kalıntılarının peşine düştük. buraya giden yol diğerinden çok daha iyiydi; en azından asfalttı. köyden geriye iki kilisesinin/manastırının çan kuleleri kalmıştı. zeytin ağaçlarının ve selvilerinin arasından yükselen harabelerin görüntüsü romantik ve etkileyiciydi.
kuzeyde; yol üstünde ve sıkça ziyaret edilen, hatta önündeki meydanda lokantaların ve hediyelik eşya dükkanlarını olduğu bir manastır anafonitria manastırı idi. aziz georgios'daki gibi rahipler yoktu, sadece kiliseyi açık tutan bir görevli vardı.
bu manastırın kilisesinin içinde, diğerlerinin aksine fotoğraf çekimine izin yok.
adada arabayla gezerken, uzaktan bir tepenin ucunda olduğunu görünce manzarası çok güzeldir diye düşünerek gittiğimiz bir kilisenin terasından gerçekten de adanın düzlük olan kısmının neredeyse 360 derecelik manzarasını seyretmek keyifliydi. kilisenin terasından direkt üst katına girilen bir taverna vardı. acıkmadığımız için denemedik, yemeklerini bilmiyoruz ama manzarasının enfes olduğu kesin bilgi.
aslında çoğu kilisenin üzerine yerleştiği terastan etrafa bakış manzaralı. illa bir önceki gibi büyük bir kilise, büyük bir çan kulesi olması gerekmiyor. içinden geçip giderken dikkatimi çeken, inip 5-10 dakika gezip fotoğrafladığım loucha köyünün mütevazi kilisesinin terasından da, köyün içinde bulunduğu vadiye hakim, enfes bir manzara vardı.
adanın köylerinin dokuları bütünüyle korunmuş değil; 1953 depremi buraya da zarar vermiş olmalı. ama köylerin içinde tek tük geleneksel evler, taş duvarlar, otantik detaylar mevcut. şimdi bunlardan bir seçkiyi paylaşıyorum:
.
bu yazıyı şimdiye kadar paylaştığım kilise ve manastırlardan binyıllar önce yapılmış antik bir nekropolle kapatıyorum: miken mezarları.
kampı köyünün dışında, yolun kenarında, basamaklarla inilen, kayalara oyulmuş mezarlarla dolu bir alan burası. hiç beklemediğiniz anda karşısınıza çıkıyor, sizi şaşırtıyor.
m.ö. 15.-12. yüzyıllar arasına tarihlenen mezarlık, esas çıkış yeri girit adası olan miken uygarlığının sınırlarının buralara kadar uzandığını kanıtlaması açısından önemliymiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder