12 Ağustos 2024 Pazartesi

iyonya'da yedi gün 1 - kefalonya'da bir inci: assos



kefalonya, atina'dan uçakla 35 dakika uzaklıkta, iyonya adalarından en büyüğü. 
ada, denizin bittiği yerden aniden yükselen sarp ve yüksek dağlarla kaplı. 
adanın yolları bu dağların yamaçlarında; araba sürerken çoğu kez önünüzde açılan engin bir mavilikle karşılaşıyorsunuz; ya deniz ya gök. tatlı bir ürperti, iç hoplaması geçiyor içinizden; kuş olup havalanmak, sonra da denize dalmak gelmiyor değil an be an. 

sonuncusu 1953'te olmak üzere, şiddetli depremler geçirdiği için adadaki yerleşimler otantik değil; dolayısıyla adadaki köy ve kasabaların; başkenti argostoli, ikinci büyük yerleşimi lixouri, kuzeydoğudaki küçücük fiskardo'nun sokaklarında dolaşmak pek ilginç değil. yakın arkadaşımla yaptığım seyahatte doğudaki sami ve poros ise hiç gitme imkanımız olmadı, açıkçası merak de etmedik.

solda bir resmi bina, tam karşıda, önündeki meydana ve meydandan denize doğru dik giden geniş caddenin tam karşısında tiyatro binası

argostoli'deki kısa yürüyüşümüzde dikkatimi çeken tek nitelikli yapı: sanırım 1960'lardan modernist bir tasarım. deprem sonrası tasarlananlardan biri olmalı.

argostoli sokaklarında en fazla yarım saat dolaştık. benim için en ilginç tarafı, küçük bir ada yerleşimi de olsa, tiyatro binasının şehrin içinde beynelmilel anlamda önündeki meydanla ve ona çıkan geniş bir cadde ile anıtsal mantıkta konumlandırılmış olmasını görmekti.



lixouri'de zaman geçirmedik bile. sonraki paylaşımımda bahsedeceğim kumsallardan birine gitmiştik; adanın güneybatı ucuydu. dönüş yolunda adanın formundan ve bir yolun kapalı olmasından dolayı gereksiz çok fazla km katetmemiz gerekecekti. lixouri'den geçerken arkadaşım argostoli'ye feribot olduğunu fark etti. bize oldukça yol ve zaman kazandıracaktı. bir sonraki seferin kalkışına 15 dakika olduğunu öğrenince hemen bindik; hem ben şöför olarak dinlenmiş oldum, hem daha az benzin harcadık, hem de zaten görmüş olduğumuz yollardan bir kere daha gerisin geriye geçmemiş olduk.



gelelim adanın incisine, en fotojenik yerleşimine: assos. 





fotojenikliğini bence evlerinden ve sokaklarından daha çok, yerleştiği coğrafyanın sıradışı topoğrafyasına borçlu: köyün etrafında konumlandığı koy, bir ucundan uzayıp yarımadaya dönüşüyor, böylece köy ve koy açık denizden korunaklı hale geliyor. yarımada tarafında yerleşim yok sadece tepede bir kale var; venediklilerden kalma, 16. yüzyılın sonuna tarihleniyor. 

kale sabahın erken saatinde (7:00'sinde) güneşin ilk ışıklarıyla yıkanırken, biz de önündeki koyda denize giriyorduk

denizden çıktığımızda güneşin ışıkları artık bizi de ısıtmaya başlamışlardı

kale güneş battıktan sonra bir haylete dönüşüyor

hem köy tarafı hem de yarımada bir anda yükseldikleri için koy sadece korunaklı değil, aynı zamanda sadece tek tarafından açık olan bir arena gibi. 



köyün neresinde olursanız olun geri kalanını ve karşıdaki tepe ve kaleyi görüyorsunuz. kaleye çıkmak için karşı tepeyi tırmandığınızda da köye hakimsiniz. manzaralar enfes.
kaleden güneş batışını seyretmek popüler etkinliklerden biri, ama temmuz akşamı güneş batmaya yakınken bile etkisini yitirmediği saatlerde kaleye tırmanmak ter içinde kalmayı, kadınların bikinileriyle, erkeklerin tişörtlerini çıkararak yola devam etmelerini beraberinde getiriyor.






kale yolu bir noktada ikiye ayrılıyor; ister yeni yapılmış taş döşeli geniş yoldan devam ediyorsunuz, isterseniz de makilerin, ağaçların arasından bir patika da sizi kaleye çıkarıyor. biz patikayı tercih ettik. tepenin güney yamacından, bir yanımız denize doğru uçurum, diğer yanımız yabanileşmiş keçilerin cirit attığı, bazılarının da ceset veya iskeletlerinin asılı kaldığı sarp ve dik kayalıklar, yavaş yavaş tırmandık. dönüş yolunu geniş taş yoldan yaptık.





kalenin yüksek burçlarından birinde güneşin denize batışını; fransız bir grup ailenin kız ve oğlan çocuklarının şarkıları eşliğinde, amerikalı, kuzey avrupalı, italyan turistlerle birlikte seyretmek keyifliydi. yine de, belki ertesi akşam burada daha az insan ve daha sessiz olur dileğiyle buraya tekrar çıkmaya karar versek de, bu projemizi gerçekleştiremedik. 



ertesi akşamı güneşin batışına daha yukardan, argostoli-fiskardo yolundaki assos sapağında, arabalarını yolun kenarına park etmiş çok daha kalabalık ve çok daha kozmopolit bir grupla tanık olduk. daha yüksekte ve bakış açımız daha geniş olduğu için bu seyir daha görkemliydi.

assos'a dönersem; evlerin çoğu yeni inşa edilmiş, şeker renklerine boyanmış, temiz ve şirin duruyorlar; tam da bu yüzden pek benlik değildiler. inşaat halinde olanları var, böylece bütünüyle betonarme olduklarını görüyorsunuz; yani özgün taş yapı değil hiç biri. assos'a çok yakın olan fiskardo da aynı şekilde. bir de orada coğrafi bir fevkaladelik de olmadığından, orası hiç ilginç değil; zengin ingiliz ve avrupalı turistler için adeta bir "disneyland a la grec."



assos'ta taştan olan eski binalar ise yıkılma aşamasındalar zaten. bu yapıların ahşap ara-kat döşemeleri erimiş, ahşap kapıları pencereleri kalmamış, dört duvarlarıyla adeta hayalet gibi zar zor ayakta duruyorlar. bir de, devasa sarmaşıklar, ağaçlar istila etmiş içlerini ve cephelerini, enfes görünüyorlar. assos'un esas ruhu bu yapılarda. sanırım gittikçe hepsi teker teker "restore", hatta "restitüe" edilecekler ve assos ruhunu çağımız kitle turizmine bütünüyle teslim edecek.





assos'ta kalınacak çok yer var; neredeyse her yapı konaklama için kullanılıyor. biz romanza studios'ta kaldık. koya ve kaleye bakan, üst kottaki bir yolun üzerine konumlanmış beş odalı küçük bir tesis burası. üst kat odalar daha pahalı. biz alt kattaki odalardan birini tuttuk. tesadüf bu ya, bize ortadaki odayı vermişler; bu odanın önünde içerlek ve geniş bir teras vardı. yol çok işlek değildi, dolayısıyla sabahleyin kahvaltımızı burada huzurla yaptık. bu içerlek teras gün içinde de güneşi doğrudan almadığı için rahatlıkla oturulabilen bir mekandı; çok memnun kaldık.
ev sahipleri christos ve eleni çok tatlı, yardımsever ve iyi niyetli insanlardı. 80'lerine merdiven  dayamış christos'a ilk anda kanımız kaynadı; nüktedan, nazik ve ince düşünceliydi. eleni de öyle; o da bizim gibi sabahları erken kalkıyordu, rastlaşıp selamlaşıyorduk. 
 ilk girdiğimizde, biz pek kullanmasak da, dört günlük kahvaltı malzemesi (yağ, reçel, kek) buzdolabında bizi bekliyordu. bir büyük şişe soğuk su ile birlikte.
odamız her gün eleni tarafından derlendi toplandı, temizlendi, bulaşıklarımız yıkandı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder